Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Francis Fukuyama: “Şu anda neyin neden, neyin sonuç olduğunu söylemek zor”

Francis Fukuyama ile “Identity: The Demand for Dignity and the Politics of Resentment” (Kimlik: İtibar Talebi ve Hınç Siyaseti) kitabından hareketle The Chronicle Review’in editörü Evan Goldstein’ın yaptığı ve 27 Ağustos 2018’de yayımlanan söyleşiyi Oğul Tuna çevirdi.

Francis Fukuyama tarihin sonu üzerine konuşmaktan yoruldu. Otuz yıl önce az okunan bir politika dergisinde yayımladığı temelsiz makalesiyle yıldızı bir gecede parlamıştı. Batılı liberal demokrasinin zaferinin “insanlığın ideolojik evriminde bitiş noktası” olduğunu öne sürdüğü argümanı, Soğuk Savaş sonrası dünyanın simgeleşmiş bildirisi olmayı sürdürüyor. O günden beri de argümanının arkasında. 11 Eylül, 2008 finansal krizi, Donald Trump’ın başkanlığa seçilmesi gibi olayların tezini çürütüp çürütmediğine dair sorulara sürekli maruz kalıyor. Fukuyama’nın tüm bunlara cevabı ise “Hayır”.
Fukuyama’ya göre, teziyle ilgili karmaşa; 1992’de yayımlanan kitabı “Tarihin Sonu ve Son İnsan”ın son bölümlerinin yanlış yorumlanmasından (veya okunulanın anlaşılmamasından) kaynaklanıyor. Burada yazdığı gibi, Fukuyama, liberal demokrasinin ve piyasa ekonomisinin, insanın tanınmaya yönelik arzusunu tatmin etme kabiliyeti hakkında endişeler taşıyordu. Liberal demokrasi barış ve refah sağlayabilirdi fakat barış ve refahın yeterli olmadığı durumlarda ne olacaktı?
Fukuyama bu soruya yeni kitabı, “Identity: The Demand for Dignity and the Politics of Resentment” (Kimlik: İtibar Talebi ve Hınç Siyaseti)’nde geri dönüyor. Yazarın öne sürdüğü üzere, cevap, hepimizin çevresinde gözlenebilir: Popülist milliyetçiliğe, otoriterliğe, dini çatışmaya ve demokrasinin gerilemesine yol açan kimlik siyasetinin küresel ölçekte yükselişi. “Kimliğin tanınmasına yönelik talep, bugün dünya siyasetinde yaşanan olayların çoğunu bir araya getiren ana kavramdır” diyor Fukuyama.
Kendisi, Paul de Man ve Allan Bloom’un öğrencisiydi. Şimdi Stanford Üniversitesi’nde siyaset bilimi profesörü. The Chronicle Review için Fukuyama ile Carmel, Kaliforniya’daki evinde; kimlik siyaseti, küresel siyaset ve yüksek öğrenimini tamamlamış liderlerin insanlığın temel ideallerini savunmada nasıl başarısız kaldıkları üzerine konuştuk.

“Kimlik”te yola çıktığınız yerden başlayalım: Donald Trump. Kitap, onun seçilmesine bir cevap olmuş. Trump’a ayrıca “Tarihin Sonu ve Son İnsan”da da rastlıyoruz.
“Tarihin Sonunda”da dile getirdiğim argümanlardan biri, piyasa ekonomisiyle ilintili bir demokrasiye sahip olmanın iyi bir şey olduğuydu. Çünkü piyasa ekonomisi hırs dolu insanlar için bir sünger görevi görecek ve bunların Julius Caesar ya da Adolf Hitler olmalarını engelleyecekti. Bu bağlamda da Donald Trump’ın ismini anmıştım. Siyasal sistemimiz böyle insanları özümsemeli ve onları güvenli hâle getirmeli. O zamanlar, sistemimiz işliyor gibi görünüyordu. Trump bir emlak devi olabilir ve sonrasında şovmenliğini icra edebilirdi. Ancak tüm bunlar onun için yeterli olmadı ve siyasete atıldı ve başımıza büyük bir sorun oldu. Anayasal yönetimimiz, fevkalade hırslı bireylerin yükselişini önlemeye ve onları bir denetim ve denge sistemiyle sınırlamaya yönelik tasarlanmıştı. Bugün karşısında durduğumuz nokta burası.

Kendinizi iyimser hissediyor musunuz?
Bu soruyu kasım ayından sonra tekrar sorun.

Siyasal mücadelelerin ekonomik çatışmalardan ibaretmiş gibi dile getirilişini eleştiriyorsunuz. Size göre, kimlikler, siyaseti daha iyi açıklıyor.
Bu mesele, Platon’a kadar gidiyor. Platon, ruhun üç parçasından birinin, kişinin itibarının tanınmasını arzu ettiğini söylemişti. Bu fikir, modern zamanlarda kimlik siyaseti şeklini aldı. Kendimizi kötülenen, göz ardı edilen, dinlenmeyen, gizli iç benliklere sahip insanlar olarak düşleriz. Modern siyasetin bir önemli uğraşısı da bu iç benliğin ortaya çıkarılması, buna açıkça sahip çıkılması ve siyasal sistem tarafından bu benliğin tanınmasına yönelik taleplerle ilgilidir.
1960’lardan bu yana, Afrikalı Amerikalıların, kadınların, LGBT topluluğunun, Amerikan yerlilerinin ve engellilerin sosyal mücadelelerinden yayılan pek çok tanınma mücadelesi oraya çıktı. Bu gruplar sol siyasette kendilerine yer buldular ve sağda tepki yarattılar. “Biz ne olacağız? Tanınmayı hak etmiyor muyuz? Seçkinler bizi göz ardı edip mücadelemizi görmezlikten gelmediler mi?” dediler. Bugünkü popülizminin temeli de bu oldu.

Azınlık gruplarının haklarının tanınmasını talep etmesinde esasen sorunlu bir şey mi var?
Kesinlikle hayır. Bu mücadelelerin her biri haklı mücadeledir. Sorun, bizim haksızlığı yorumlayışımızda ve bu haksızlığı, toplumu parçalamaya meyilli çözüm şeklimizde. Mesela 20. yüzyılda sol siyaset, belirli kimliklerin sömürüsünden ziyade işçi sınıfına ve ekonomik sömürüye odaklandı. Kimlik politikalarıysa adaletsizliğe karşı muhtemel çözümler için pek çok anlam barındırıyordu. Örnek olarak, yoksulluğu belirli bir grup için karakteristik hâle getiren sorunlardan birisi de refah devletine desteğin zayıflamasıydı. Obamacare gibi önemli bir politika, karşıtlarınca, belirli bir ırkı hedefliyor gibi yansıtıldı: Siyah bir başkan, siyah seçmenleri için bu adımı atıyordu onlara göre. Yapmamız gereken şey; küçük gruplara daha az, büyük topluluklara daha çok odaklı bir söyleme geri dönmektir. Özellikle de Amerikan halkı olarak adlandırılan topluluğu temel alan söyleme.

Üniversitede var olan kimi eğilimler, siyasetimizdeki parçalanmayı nereye götürür?
Bu karmaşık bir sorun çünkü muhafazakâr medya bellibaşlı vakaları seçip bunu yükseköğrenimin hâliymişçesine şişiriyor. Dostlarım üniversitelerde açıkça ifade özgürlüğünün kalmadığını söylüyorlar. Bunu aşırı buluyorum. Her hâlükârda üniversitelerdeki sorun önemlidir. Çünkü burada gerçekleşen her şey, diğer seçkin kurumlardaki havayı belirliyor. Kampüste vuku bulan her şey, nihayetinde toplumun geri kalanına yayılıyor.

Kampüsteki bazı gelişmeleri Amerikan hayatında terapötik (sağaltıcı, iyileştirici— çn) bir dönüşüme bağlıyorsunuz.
Bu durum 60’lar ve 70’lerde, kimliklerin ön plana getirilmesiyle ortaya çıktı. İnsanlar kendilerine vaat edilenlerin karşılanmadığını düşünüyordu. Tanınmayan bu kimliklerine evvelden beri sahip olduklarını hissettiler. Dinin önceden koymuş olduğu ortak kültürel çerçevenin yokluğunda, insanlar zararlı çıktılar. Bu boşluğu dolduran psikoloji ve psikiyatri oldu. Tıp mesleğinde ruh sağlığı tedavisinin terapötik bir vazifesi vardır. Psikoloji ve psikiyatrinin dinin yerini ikame etmesinden sonra; toplumun amacının insanların özsaygı duyusunu geliştirmek olduğunu söylemek meşru hâle geldi.
Bu amaç ise üniversitelerin misyonlarından biri oldu. Böylece, öğrencilerin kendilerini iyi hissetmesini sağlayan terapötik ölçütlere karşıt eğitim kriterleri koymak zorlaştı. Bugün çok kültürlülük üzerinden yaşanan çatışmalar bu şekilde ortaya çıktı. Bu çatışmalar Stanford’da oldukça canlı bir şekilde gözler önüne serildi.

Kitabınızda, Stanford Siyah Öğrenciler Birliği liderinin, 80’lerin sonunda üniversitenin Batı medeniyeti odaklı müfredatına dair bir sözünü alıntılıyorsunuz: “Bu müfredat, zihinsel ve duygusal olarak tanınmayan yönlerden insanlara zarar veriyor.”
“Üniversitelerdeki okuma listesinin dışında yer alan yazarları da okumak istiyoruz, çünkü eğitimsel, tarihsel ve kültürel olarak önemliler” demek yerine; öğrenci lideri, bu yazarların dışlanmasının kendi halkının özsaygısını incittiği yönünde bir ifade kullanıyor: Benim insanlarım eşit şekilde temsil edilmiyor, bu da kendimi daha iyi hissetmemi engelliyor. Yöneticileri ve hocaları müfredatı bu yönde genişletmeye iten de bu söylem oluyor, böylece anlaşılabilir terapötik misyonu tamamlıyorlar. Fakat üniversitelerin hâlâ eğitim misyonunu yerine getirebileceklerini düşünüyorum. Öğrencilerin kendileri hakkında iyi hissetmelerini sağlayacak şeyler, eğitimleri için en yararlı olacak şeyler demek değildir.

2 Mart 2017’de Prof. Murray’ı protesto eden öğrenciler.

Kimlik siyasetini ifade özgürlüğü için bir tehlike olarak görüyor musunuz?
Charles Murray bu kış Stanford’da bir konuşma yaptı. Konuşmasına ben de eşlik ettim. Protesto edildik fakat Murray söylemek istediklerini dile getirdi. Herkes dinledi. Charles Murray, bana, ülkenin her yerinde konuştuğunu söyledi ve Middlebury’de yaşananların, kötü bir örnek olmasına rağmen, kampüslerde karşılaştığı tepkileri temsil edemeyeceğini ifade etti. (Murray, 1994’te yazdığı ve sosyoekonomik durumu ırk ve zekâyla ilişkilendirdiği “The Bell Curve” [Çan Eğrisi] kitabıyla tanınıyor. Kitabı ve yazdıkları yüzünden Middlebury College’da Mart 2017’de bir söyleşi esnasında 150’ye yakın öğrenci tarafından protesto edilmişti.-çn)
Yani kararsızım. Üniversitelerde, üzerine konuşmanın zor olduğu pek çok konu var. Ancak yine de ifade özgürlüğünde genel bir kriz yaşadığımızı söyleyemem. Hâlâ pek çok hususta tartışabiliyoruz.

Sosyal medyanın rolü hakkında ne dersiniz?
Sosyal medya tam olarak kimlik siyaseti için üretildi. Bu platform, sizi bir kimlik grubu içine kapatıp söylediğiniz her şeyin onaylanmasını sağlar ve sizden farklı düşünen insanlarla tartışmak zorunda kalmanızı engeller. Şu anda neyin neden, neyin sonuç olduğunu söylemek zor. Önceden, toplumun asıl yönlendirici kuvvet olduğunu ve teknolojinin bu süreci hızlandırdığını düşünürdüm. Şimdiyse nedenselliğin tersine ilerlediğini düşünüyorum: İnternet ve sosyal medya olmasaydı, bugün olduğumuz yerde olmazdık. Burdaki problemi geleceğin tarihçilerinin çözmesi gerekecek.

Son yıllarda akademide “bakış açısı çeşitliliği”ni arttırıcı bir hareket mevcut. Öğretim üyeliğinde muhafazakârların görece az olması bir problem midir?
Eğer “muhafazakâr”dan anladığınız, doğru olduğu biçimdeyse, yani basitçe ideologlar yerine değişik fikirlere sahip insanlar düşünürlerse, buna ihtiyacımız var.

Siz bir muhafazakârdınız. Bu sebeple akademide kendinizi istenmeyen ya da dezavantajlı biri gibi hissettiniz mi?
Hayır. Asla. Bunun bir sebebi hiçbir zaman aşırı partizan olmadığımdır. 80’ler ve 90’larda The Public Interest ve Commentary dergilerinde, yeni-muhafazakârlarla (neo-conservatives, neocons) ideolojik yakınlık içindeydim. The Wall Street Journal’da yazdım. Kimse beni susturmaya çalışmadı. Çünkü siyaset okullarında ders veriyordum, kimi beşeri bilimler bölümü bugüne oranla daha toleranslıydı.

Kimlik politikalarının daha geniş bir ortak kimlik duygusuna yönlendirebileceğine inanıyorsunuz. Üniversitelerin bundaki rolü ne olabilir?
Üniversiteler, Amerikalı seçkinleri kendi öz kurumları için eğitme rolünü yitirdiler. Stanford’da da bu duruma tanık oldum ve bu gerçek beni şoke etti. Stanford’un yaptıklarına göz atacak olursanız, küresel ıvır zıvırlarla uğraştığını görürsünüz. Öğrencileri küresel liderler olmak üzere yetiştiriyoruz. Kendi ülkemizde; anayasal yönetimi, hukukun üstünlüğünü, demokratik eşitliği yükseltmeye adanmış bir misyon bulmak zordur. Her öğrencinin Amerikan yönetimi üzerine ders alması gerektiğini söylemiyorum; zaten pek çok sebep yüzünden bu iş yürümeyecektir. Ama üniversitelerin, kendi ülkemiz için geleceğin liderlerini yetiştirmesi daha iyi olur.

Bir siyaset bilimci için alışılmamış özgeçmişe sahipsiniz. Cornell’de Eski Yunan ve Latin Edebiyatı okudunuz, lisansüstü eğitiminizi Yale’de, Paul de Man’la çalıştığınız Karşılaştırmalı Edebiyat üzerine yaptınız. Sonrasında bir süre Paris’te, Roland Barthes ve Jacques Derrida’dan ders aldınız. Dekonstrüktivizme uzanan bu yolculuktan bir anınızı paylaşır mısınız?
Yapıbozumculuğun tamamen saçmalık olduğuna karar vermiştim. Nietzsche’ci göreceliğin bir çeşidiyle birleşip hiçbir gerçeğin var olmadığını söylüyordu; bu argümandan daha ötede bir argüman yoktur. Yine, dekonstrüktivistlerin çoğu temelde kendini Marksist gündeme bağlamıştı. Bu bağlılıkları tamamen tutarsız görünüyordu. Eğer gerçekten ahlaki göreceliği benimsemişseniz, Nasyonal Sosyalizmi ya da Avrupalıların ırksal üstünlüğünü savunmamanız için hiçbir sebep yoktur. Çünkü başka hiçbir şey, size, bundan daha doğru gelmeyecektir. Bu şekilde ilerleyişimin boş yere olduğunu düşündüm ve vitesi değiştirip siyaset bilimine geçtim.

Doktoranızı Samuel Huntington’la tanıştığınız Harvard’da yaptınız. Huntington bazılarınca “Trump çağının peygamberi” olarak adlandırılıyor, çünkü iddia edildiği üzere beyaz nativizminin yükselişini beklediği ve buna önayak olduğu söyleniyor. Huntington’ın, yaşamının son yıllarında göç üzerine yazdığı kitabı “Who Are We?” (Biz Kimiz?)’deki görüşlerine tümden karşı mısınız?
Göç üzerine görüşlerini genel olarak kabul etmiyorum ve bunları kısıtlayıcı buluyorum. Çünkü göçün kötü olduğuna dair ampirik bir kanıt yok. Genel olarak göçün iyi bir şey olduğunu düşünüyorum. Huntington haksız yere ırkçılıkla suçlandı. Hâlbuki o, göçmenlerin beyaz Avrupalı olmadıkları için kötü olduklarını söylememişti. Aksine onun dile getirdiği; beyaz Avrupalıların Kuzey Amerika’ya getirdikleri, kendilerine has kültürlerinin, gelecekteki liberal demokratik kurumların işlemesi için çok önemli olduğuydu. Bu görüşe katılıyorum.

 

Samuel Huntington

Dostlarınız neocon’larla Irak Savaşı yüzünden kamuoyu önünde ters düşmüştünüz. Safları terk etmek nasıl bir histi?
Kurtuluş gibiydi. İki şey yüzünden artık muhafazakâr değilim: Bunlardan biri Irak Savaşı’ydı, diğeriyse 2008’deki finansal kriz. İki olay da benim de desteklemiş olduğum muhafazakâr düşüncenin ürünüydü ve tamamen felakete sebep oldular. Bu da beni pek çok şey üzerine yeniden ve daha derinlemesine düşünmeye sevk etti.
Gençken bağımsız fikirlere sahip olduğunuzu düşünebilirsiniz ancak dostlarınızın ve iş arkadaşlarınızın onaylamasına bağımlısınızdır. Bir kere döngüyü kırdığımda, artık özgürleşmiştim. Çünkü sürekli geriye dönüp Commentary’dekiler buna ne diyecek diye merak etmeyi kesmiştim.

Yeni muhafazakârlık üzerine 2006’da yayımladığınız “America at the Crossroads” (Dönüm Noktasındaki Amerika)’da 60’lardaki öğrenci hareketlerinin; Daniel Bell, Nathan Glazer, Seymour Martin Lipset gibi genç neocon’ların görüşlerini şekillendirdiğini ve kendilerini radikal öğrencilere muhalif bir konumda bulduklarını yazmıştınız. 1969’da Cornell’de yaşananlar (Cornell Üniversitesi Willard Straight Binası’nın 36 saat boyunca siyah öğrenciler tarafından işgal edilmesi—çn), bir zamanlar sizin de akıl hocanız olan, Allan Bloom üzerinde büyük etki yapmıştı. Yakınlardaki öğrenci hareketlerinde, belki de 1960’lardan beri eşi benzeri görülmemiş bir canlanmaya tanık olduk. Gelecekteki liberal akademisyenler arasında sağ siyasete meyil beklemeli miyiz?
Çevremizde yaşananların ebedi bir aynı noktaya dönüş süreci olduğunu görüyorum. Kampüs siyaseti çok da fazla ilerlemedi. Aynı fikirlere geri dönüldüğüne tanık oluyoruz. Gelgelelim bu kez, bu olayların yarattığı tepkiler yaratıcılıklarını yitirmekte, çünkü artık sağcıların entelektüel olmadığını görüyoruz. 1980’li yıllarda pek çok ciddi muhafazakâr entelektüele sahiptik. Şimdi sağda böyle bir isim göremiyorum. Bu durum çok kötü; çünkü her iki taraftan da düşünen insanlara ve bunlardan gelecek iyi fikirlere ihtiyacımız var.

Cumhuriyetçilerin ve sağ görüşten bağımsızların büyük çoğunluğu artık yükseköğrenimin ülkeyi olumsuz etkilediğini düşünüyor. Bu algı probleminde, yükseköğrenimi mi suçlamalıyız?
Muhafazakâr reaksiyonu tetikleyici, ifade özgürlüğünü tehdit eden bu tarz tehlikelerle karşılaştığımızda; öğretim görevlilerinin ve yöneticilerin çoğu sessiz kalmayı tercih ediyor. Ancak açıkça konuşmaları gerekir. Chicago Üniversitesi rektörüne (Robert Zimmer) hayranım, çünkü bu tarz konularda hep ön plana çıkıyor. Onun gibi daha çok rektöre ihtiyacımız var. Rektörler, bu tarz saçmalıklarla yola devam etmeyeceklerini söylemeliler. Biz bir üniversiteyiz, özgür fikir tartışmalarına kendimizi adadık ve bu şekilde devam edeceğiz, demeliler.

Kişisel bir soruyla bitirmek istiyorum. Büyükanneniz, büyükbabanız ve amcanız, 2. Dünya Savaşı boyunca toplama kampında tutulmuşlardı. Trump çağında aile tarihi üzerine daha çok düşünüyor musunuz?
Bu konu üzerine 11 Eylül’den beri düşünüyorum. 11 Eylül sonrasında belirli bazı etnik topluluklar, denizaşırı topraklarda yaşanan gelişmeler sonucunda şüpheli konuma düşmüşlerdi. Şimdi durum daha da kötüleşti; çünkü ırkçı olduğunu düşündüğüm ve ırkçıların desteğini kabul etmeye kesinlikle hazır bir başkanımız var. Kendisi yabancı düşmanlığını alenen uyandırdı. Bu durum beni çok öfkelendiriyor.

2. Dünya Savaşı sırasında Japon asıllı Amerikan vatandaşları toplama kamplarına konulmuştu.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.