Medyascope Genel Yayın Yönetmeni Ruşen Çakır, özel yayında izleyicilerin sorularını yanıtladı.
Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal.
Sedat Pişirici: İyi günler, iyi hafta sonları. Karantinada olanlara sabır dilerim. En azından büyükşehirlerde sokağa çıkma yasağı uygulanan karantina günlerinde, birkaç haftadır karantinaya özgü programlar yapıyoruz dikkat ederseniz. “Medyascope’a Sorun”, bunlardan biriydi. You Tube üzerinden yapıyoruz bu programları. Bu hafta da “Ruşen Çakır’a sorun” ile devam ediyoruz. Ruşen merhaba.
Ruşen Çakır: Merhaba Sedat.
Pişirici: “Ruşen Çakır’a sorun” programı, daha sonra Medyascope’ta davet edeceğimiz farklı konuklara soracağınız sorularla Medyascope’ta devam edecek. “Ruşen Çakır’a sorun” da bu programların ilki. Gelen soruları toparlarken, Ruşen Çakır’dan Medyascope’un nasıl kurulduğunu, hangi saiklerle kurulduğunu anlatmasını isteyelim. O esnada da soruları toparlamış oluruz. Evet, Ruşen, Medyascope neden, nasıl kuruldu, anlatır mısın?
Çakır: Medyascope adıyla resmen yaptığımız ilk yayın, o sırada çalıştığım Habertürk gazetesinde, benim yönettiğim ve Levent Gültekin’le Kadri Gürsel’in katıldığı “Açık Oturum” programıyla Ağustos 2015’te başladı. Ama onun öncesinde, Habertürk’te çalışırken, özellikle Haziran 2015 seçimleri öncesi, Anadolu’nun değişik yerlerine giderek seçim kampanyalarını izledim. Bu arada yeni çıkmış olan Periscope uygulamasıyla canlı yayınlar yaptım; kimi zaman izlenimlerimi anlattım, kimi zaman da adaylarla canlı röportajlar yaptım. Periscope’un ilk çıktığı zamanlardı ve gazeteci olarak ilk kullananlardan birisiyim. Yeni bir uygulama olarak çok büyük bir ilgi gördü. Zaten 2015 Haziran seçimi de çok değişik bir seçimdi. Yayınların büyük ilgi görmesinin ardından, tanımadığım 2 kişi bana e-posta attılar: Nurdan (Üçer) ve Denet (Tezel). Kendileriyle sonradan tanıştık; bana destek olmak ve katkıda bulunmak istediklerini söylediler. İkisi de, gazeteci olmayan ama bu yeni teknolojilerle ilişkili sektörün içerisinde olan kişilerdi, ortaktılar. Onlarla yaptığımız görüşmelerin ardından Medyascope konseptini video temelli bir platform olarak geliştirdik. Medyascope’un ilk açılışını da biraz önce sözünü ettiğim “Açık Oturum” ile yaptık. Habertürk’teki odamda yapılan bu yayınlar, daha sonra İstanbul Sanayi Mahallesi’ndeki bir imalathaneye taşındı ve stüdyo olarak oraya geçtik. Stüdyoya taşınınca adım adım önce gönüllülerle başladık. Sonra birtakım maddi imkânlar buldukça, gönüllüler kadrolu çalışana dönüştü. Bu arada bir şirket kurduk. Bu şirketle beraber Ağustos 2015’ten bu yana yayınlarımızı sürdürüyoruz… Bu arada, Ocak 2016’da Habertürk gazetesinden atıldım. Çok da iyi oldu, çünkü o sayede Medyascope’la uğraşmaya başladım.
İlk başladığımda, “Bu işi beraber yapalım” diye çok sayıda gazeteci arkadaşıma çağrıda bulundum. Bir kısmı pek ilgi göstermedi. İlgi gösteren birkaç kişiden biri de Sedat Pişirici oldu. Sedat’la birlikte başka arkadaşları da katarak adım adım geliştik. Şu anda, 40’ı kadrolu olmak üzere 60’a yakın kişiyle devam ediyoruz. Medyascope’ta video temelli, bunun yanı sıra podcast ve yazı içerikli –ama yazılar biraz geri planda kalıyor– bir platform olarak haftada 7 gün yayın yapıyoruz.
Pişirici: Yine Habertürk’te senin odanda yaptığımız “Açık Oturum”ların üçüncüsüydü; bayrağı ben devralmıştım. Birisi şöyle yazmıştı: “Koşun, koşun. Açık oturumlar için Ruşen Çakır kendisine moderatör bulmuş.” O da enteresandı; hâlâ gülümseyerek hatırlarım.
Evet, sorular gelmeye başladı. İzleyicilerimize bir şey hatırlatayım; geçen sefer de söylemiştim: Takma isimler veya yarım yamalak isimlerden gelen soruları kabul etmeyeceğim. Biz nasıl burada apaçık kimliklerimizle duruyorsak, sizler de açık kimliklerinizle soru sorun lütfen. Elbette, ad-soyadla belirtilen isimlerin ne kadar doğru olduğunu bilme şansım yok; ama en azından takma isim veya tek bir isimle soru sormayın lütfen. Başlangıçta, ağırlıklı olarak iki konuda soru gelmiş Ruşen. Bir tanesi, Ahmet Şık’ın istifası ile ilgili. Bu istifayı yeterince görmediğimiz, değerlendirmediğimiz, ağırlık vermediğimiz konusunda soru gelmiş. Açıkça böyle sorulmamış, ama bu hissiyatı veren sorular var. Ahmet Şık meselesine ne diyorsun? Onu öğrenelim.
Çakır: Ahmet Şık’ın istifasına değinmediğimiz konusu doğru değil. Cuma günleri Kemal Can’la birlikte yaptığımız “Haftaya Bakış” programına sakladım o değerlendirmeyi. Dün yaptığımız “Haftaya Bakış” programında da Ahmet Şık’ın istifasını değerlendirdik Kemal Can’la birlikte. Yine aynı şekilde, Sırrı Süreyya Önder’den, kendisiyle bir yayın yapmak için söz almıştım; tam da Ahmet Şık’ın istifasına denk geldi. O yayında da oldukça geniş ele aldık bu konuyu. Aslına bakarsanız, Ahmet Şık istifasıyla ilgili çok kapsamlı bir açıklama yapmadı; attığı birkaç tweet var sadece. Ama buna karşılık, özellikle onun aleyhinde çok şey söylendi. Benim bildiğim kadarıyla, Ahmet Şık HDP’de kendisini yeterince ifade edemediğini, kendini özgür hissetmediğini düşünerek ayrıldı. Hatta Kemal Can’la yaptığımız dünkü yayında konuştuğumuz: Ahmet HDP’ye fazla radikal geldi; çünkü HDP her ne kadar bir hareketin devamı olarak ortada olsa da, siyaseti reel siyaset içerisinde yapmaya çalışan bir parti. Ne derece başardıkları ayrı bir tartışma konusu. Ama Ahmet Şık reel siyasete çok uygun bir isim değil. Zaten Ahmet’in böyle partili bir siyasete atılmasını da daha en başta kendisiyle tartışmıştık; Ne kadar isabetliydi emin değildim; burada da görmüş olduk. Ahmet’i hiçbir şekilde suçlamıyorum. O zaten her ne ise o; bütün kimliğiyle önümüzde duruyor, değişmiş bir tavrı, duruşu yok. Belli ki Ahmet’in beklentileri, eleştirileri, arayışları, oradaki parti yapılanması içerisinde belli güçlere sahip kesimler tarafından çok da hoş karşılanmamış. Anladığım kadarıyla olay o. Bizim ona bir ambargo uygulamamız yok. Ama Ahmet Şık konuşmak istese, konuşmak isteyeceği mecralardan ilk aklına gelecek olan Medyascope’tur. Kendisine de sorduk zaten, ama konuşmak istemediğini söyledi. Biz de onun bu kararına saygı duyduk.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Pişirici: Bir diğer toplu soru şu: Aynı konuda çok soru geldiği için isim vermiyorum. Ülke TV’de “Arafta Sorular” programında Sevda Noyan’ın “15 Temmuz kursağımızda kaldı, istediklerimizi yapamadık. Bizim aile 50 kişiyi götürür” sözleri hakkında değerlendirmeni soruyorlar.
Çakır: Komik, korkunç ve ürkütücü. Bir kere, bu kişiler, karı-koca Fethullahçı’ydı. Geçmişleri de bir garip. Galiba bugün Fatih Altaylı yazmış bu konuda. Zaten genellikle sonradan olan insanlar kraldan çok kralcı olurlar. Bunların yaptığı da böyle bir şey. Fethullahçılık yaparken de herkesten daha çok Fethullahçı’ydılar. Daha çok Engin Noyan’dan söz ediyorum. Karısı çok ortalıkta değildi. Engin Noyan çok baskın bir karakterdi; hâlâ öyle diye biliyorum. Karısı da belli ki arada rol çalmaya çalışıyor. Şuna eminim: 15 Temmuz darbe girişimi başarılı olsaydı –ki çok şükür olmadı– bu hanımefendi devlet televizyonlarında yine ahkâm kesecekti. Tahmin ediyorum 15 Temmuz darbe girişiminin başarılı olmamasından dolayı bir üzüntü yaşamışlar, ama kısa sürede yeni bir kimliğe bürünerek devam ediyorlar. Bu tür insanları çok gördük. Benim ısrarla söylediğim ve tekrar tekrar hatırlattığım şudur: “Kim ki FETÖ konusunda çok sert çıkış yapıyorsa, onda bir numara vardır; oraya bir mim koymak lâzım.” AK Parti-Fethullahçılar koalisyonunun olduğu dönemlerde, kimin bu koalisyona nasıl baktığını bir gazeteci olarak çok yakından gözlemledim. Kimlerin Fethullahçılığa ve Gülen’e toz kondurmadığını, ona siper olduğunu çok iyi biliyorum. Kimlerin daha temkinli ve mesafeli olduğunu da biliyorum. Zamanında Fethullahçılık konusunda en az hevesli olan, Fethullah Gülen’e ve onun şebekesine karşı mesafeli olan, onlardan hazzetmeyen kişiler seslerini çok çıkartmıyorlar. Ama geçmişten çok iyi bildiğim, Fethullah Gülen’e siper olmuş, bağrını açmış, “Hocaefendi” diye demediğini bırakmamış, benim gibi Fethullah’ı eleştirenlere çok sert çıkışlar yapmış çok sayıda kişinin, bugün FETÖ’nün baş düşmanı olduklarını görüyoruz. Komşularının listesini hazırlamışmış, 50 kişiyi öldürürmüş filan, bunların hepsi palavra zaten. Geçenlerde de birisi, sözümona darbe çağrısı yapıldığını iddia ederek “Ben hepinize yeterim” gibi tuhaf çıkışlar yapmıştı. Bunlar biraz da dikkat çekmek için yapıyorlar. Kıymetleri olan insanlar değil. Ama şunu özellikle vurgulamak lâzım: Bu kadının (Sevda Noyan) o televizyonda söylediklerinin onda birini, yüzde birini ben şu anda burada söylüyor olsam, ânında kapıma polisler gelir. Bu olay için, “Bakacağız, göreceğiz, inceleyeceğiz” filan denecek, ama çok da bir şey çıkacağını sanmıyorum. Bu olaydan şu sonucu çıkartmak gerekiyor: Böyle çıkışlara, Anayasa’da ve Türk Ceza Kanunu’nda yazıldığı gibi “halkı kin ve düşmanlığa tahrik” edenlere karşı insanların verdiği tepkiler çok önemli. Bu tür çıkışlar, çoğulcu demokrasi ekseninde, birliği, dayanışmayı güçlendiriyor mu? Yoksa bir korkuya mı yol açıyor? Açıkçası, bu kadının söylediklerinden korkan varsa şaşarım. Asıl bu tür çıkışlara yargının yeterince cevap vermemesi bizi endişelendirmeli. Bir süre sonra bu konunun da muhtemelen savsaklanacağını göreceğiz. Örneğin RTÜK’ün –daha çok yeni– Halk TV ve muhalif bilinen yayın kuruluşlarına sudan sebeplerle verdiği cezalar ortada. Bu olayda da Ülke TV ve başkalarına neler olacak göreceğiz. Aslında bu ibret alınacak bir olay. Türkiye’de “FETÖ ile mücadele” denilen olayın büyük ölçüde yalan ve riyakârlıkla dolu olduğunu gösteren bir örnek. Bunun örnekleri çok fazla. Şu anda FETÖ ile yatıp FETÖ ile kalkanların büyük bir kısmı, zamanında Fethullahçılar’la kol kola yürüyen kişilerdi. Böyle bir gerçek var.
Pişirici: Önemli bir ayrıntı: Ülke TV ve Kanal 7 Medya Grubu, Sevda Noyan’ınsözlerini tasvip etmediğini belirten bir açıklama yaparak kamuoyundan özür dilemiş.
Çakır: Ama programda bir sunucu var. Sunucunun o sözlere müdahale etmesi gerekirdi. Yani siz o konuğun yaptığı şeyden rahatsız olabilirsiniz, ama sunucunun da, “Ne oluyorsunuz? Kimi vuruyorsunuz? Deli misiniz?” diyebilmesi gerekirdi.
Pişirici: Sunucu müdahale etmediği gibi, işi daha da ileriye götürüyor; Sevda Noyan’ın “Ayaklarını denk alsınlar!” sözüne, “Ayak az kalır, dört ayaklarını denk alsınlar” diyerek nazire yaptığını sanıyor ama, meseleyi de epey ileri götürmüş oluyor.
Üçüncü bir toplu soru öbeği daha var: MHP Genel Başkan Yardımcısı Semih Yalçın’ın, bugün attığı tweet’lere ilişkin sorular var: Semih Yalçın, 1 saat kadar önce, birbirini izleyen 10 adet tweet attı. Bu tweet’lerin ilk 5 tanesinde “Lider Devlet Bahçeli:” yazıyor ve bir görüş bildiriyor. Bu görüşlerin Devlet Bahçeli’ye ait olduğunu anlıyoruz. 6’ncı tweet’te Bahçeli’nin görüşleri yok. 7 ve 8.’nci tweet’lerde yine “Lider Devlet Bahçeli:” yazılmış ve Bahçeli’nin görüşleri var. 9 ve 10’ncu tweet’lerde Bahçeli’nin görüşleri yok. Ama 9’ncu tweet’te: “Kararsızlığın, inançsızlığın, gecikmenin ve tembelliğin, başarısızlığı hazırlayan unsurlar olduğu şüphesizdir. Üç Hilâl’in tek başına iktidarı artık bir zorunluluktur, ihtiyaçtır ve geleceğin lider ülke idealinin gerçekleşmesi buna bağlıdır” diye yazılmış. İzleyicilerimiz özellikle bu tweet’ten hareketle, “Ne demek isteniyor? Neler oluyor?” diye soruyorlar.
Çakır: Ölüm orucuna ara veren ama hastanede hayatını kaybeden Grup Yorum üyelerinden İbrahim Gökçek’in Kayseri’de defnedilecek cenazesi sırasında çıkan olaylar, cenazenin Kayseri’deki Ülkü Ocakları tarafından engellenmeye çalışılması, bu olaydan sonra sosyal medyada açılan hashtag’lerde, ülkücülerden “faşistler” diye bahsedilmesine tepki olarak yazıldığını tahmin ediyorum. Zaten, MHP’nin ve Devlet Bahçeli’nin, zincir halinde uzun tweet’ler atma alışkanlığı var. Bazılarını bizzat Bahçeli’nin kendisinin yazdığını tahmin ediyorum. Yani danışmanları tarafından yazılıp, sonra kendisinin onayıyla yazıldığını sanmıyorum. O tweet’te, sokağa çıkanları sahiplenme ve sosyal medyada ülkücü camiaya “faşistler” denmesine karşı bir tavır söz konusu. Bu, kökü eskilere, 70’li yıllara dayanan bir tartışma. Buraya referansla yapılan bir şey.“Üç Hilâl’in tek başına iktidarı” da bir tür ara gazı gibi. Ama bugün “Üç Hilâl”in tek başına iktidar olması söz konusu değil. Fakat şöyle bir şey var: Şu anda iktidarda olan AK Parti ve Recep Tayyip Erdoğan, büyük ölçüde MHP’nin çizgisine yaklaştı. Üç Hilâl’in şu anda tam olarak iktidarda olduğunu söyleyemeyiz, ama böyle bir durum da var. Yaşı müsait olanlar hatırlayacaklardır: 12 Eylül 1980 askerî darbesinden sonra açılan MHP davasında, Genel Başkan Yardımcısı Agâh Oktay Güner, mahkemede, “Kendisi zindanda, fikri iktidarda” cümlesini söylemişti. Demek istediği şuydu: “Bizi içeri attınız, ama 12 Eylül yönetimi, özellikle komünizmle mücadele anlamında, bizim savunduklarımızı yapıyor.” Bu söz bayağı yerleşmiş, klişe haline gelmiş bir sözdü. MHP şu anda zindanda değil. İktidarın adı konmamış bir ortağı durumunda. Kendilerinin parti olarak tek başına iktidara gelmelerinin mümkün olmadığını onlar da biliyorlar. Ancak, AKP çizgisinin, Erdoğan’ın, fikren tamamen MHP çizgisine gelmesini umuyor olabilirler. Yoksa onu düz bir propaganda cümlesi olarak görmek lâzım.
Pişirici: O 10 tweet arasında, Devlet Bahçeli’nin görüşünü bildirmeyen tweet’lerden bir tanesi de: “Suçlandık, mağdur olduk, ama mağrurluğumuzu hiç bozmadık. Dava arkadaşlarıma katil, faşist, mafya bozuntusu, kovboy, kafatasçı, şerefsiz diyen ve sahte gözyaşı döken zihniyetlerin ömrü hayatında beddualar peşlerini hiç bırakmayacaktır” diyor. İşaret ettiği bir yer mi var acaba?
Çakır: Her yere işaret ediyordur. Esas olarak, ülkücü hareketle sorunu olan sosyalist solu kastediyordur. Tabii ki PKK çizgisindeki Kürt hareketini de kastediyordur. Ama onları açık açık söyler. Böyle îmâlı söylediği zaman, buradaki mesaj daha çok ana akım partilerin içerisinde yer alan, MHP ve ülkücü sevmeyen kesimlere gidiyor. Tabii burada ilk akla gelen CHP. Ama esas olarak, AK Parti içerisinde, MHP ile bu yakınlaşmadan ciddi bir şekilde rahatsızlık duyan, MHP’nin bu milliyetçi çizgisini asla tasvip etmeyen insanlar var. Bürokrasi içinde de vardır muhakkak; ama esas olarak AK Parti içinde var; Erdoğan’ın böyle bir tercih yapmış olmasından dolayı şu anda sesleri çıkmıyor. Ama herhalde bunları biliyorlardır. Bu kişiler, bazı ortamlarda bu rahatsızlıklarını dile getiriyorlardır; bu da MHP’liler tarafından biliniyor. O anlamda, bu mesajın, AK Parti içerisinde MHP ile yan yana görülmekten, birlikte hareket ediyor olmaktan rahatsızlık duyan kesimlere gittiğini varsayabiliriz.
Pişirici: Bu üç toplu soruya verilen cevapların ardından anlamlı bir soru — Ahmet Selçuk sormuş: Şimdiye kadar hata yaptığınızı düşündüğünü siyasî tespit ve analizleriniz var mı?
Çakır: Mutlaka vardır. Şimdi herkesin aklına İstanbul seçimlerinin yenilenmesi konusunda söylediklerim gelir. Ben o yayında İstanbul seçimlerinin yenilenmeyeceğini, yenilendiği takdirde bunun Erdoğan’ın en büyük stratejik yanlışı olacağını, elbette böyle bir ihtimalin olduğunu, ama seçimlerin yenileneceğini sanmadığımı söylemiştim. Ve seçim yenilendi. Futbol maçlarında tahmincilere bile bu kadar kızılmıyor, ama bize çok lâf ediliyor. Ben 35 yıllık gazeteciyim. Bu 35 yıl içerisinde tabii ki çok hata yaptım. Ama insanlar en son duruşunuzdan bakarak yorum yapıyorlar. Gerçi uzun zamandır yazamıyorum, ama yazdığım kitaplar ortada ve yazdığım hiçbir kitaptan utanmıyorum. Bazı insanlar yazdığı kitapları toplatırlar; yeni baskısını yaptırmazlar. Ben yeni baskısı yapılmayan kitaplarımı PDF formatında web siteme www.rusencakir.com koydum, insanlar bağımsız olarak da indirebiliyorlar. Genel olarak çok büyük bir hata yaptığımı sanmıyorum. İnsan genellikle hep pozitif olanları hatırlar; ben de isabetli tespitlerimi hatırlıyorum. Onları anlatmak istemiyorum, ama şunu özellikle vurgulamak istiyorum: İslâmî hareketler üzerine çalışan bir gazeteci olarak, Refah Partisi’nin yükselişini adım adım izlemiş ve yazmış –yazmaya çalışmış diyeyim; çünkü o tarihlerde ana akım medya bunların yazılmasını çok istemiyordu– birisi olarak, o tarihlerde beni dışlamaya çalıştılar. Mesela Milliyet gazetesinde çalışırken mobbing’e mâruz kaldım. O dönemde, İslâmî hareketin yükselişini, gelişimini anlatmaya çalışıyordum ve bundan hoşlanılmıyordu. Şimdi de bir süredir, Erdoğan’ın kaybetmiş olduğunu söylemeye çalışıyorum, bu da insanları rahatsız ediyor. İlginç bir şekilde, Erdoğan’a karşı olduğunu söyleyen kişiler de bunu söylüyor olmamdan artık hoşlanmamaya başladılar. Sanki, biz gazeteciler bir şey söylediğimiz zaman, ânında olacakmış gibi düşünülüyor. Bizim öyle bir durumumuz yok. Çünkü siyaseti yapan aktörler, kurumlar belli. Ama o tarihte, İslâmî hareketin yükselişi ve Refah Partisi’nin merkeze gelişi o kadar aleniydi ki, ona rağmen, bir devekuşu politikası ile bunu görmezden gelmeye ve devletin otoriter mekanizmalarıyla engellemeye çalıştılar. Şimdi de Erdoğan iktidarının gidişatı aynı yönde bence. Erdoğan, o gün kendisine yapılanı bugün kendisi yapmaya çalışıyor; otoriterlikle kendi iktidarını korumaya çalışıyor.
Türkiye garip bir ülke; çok büyük sancılar, krizler yaşıyor, ama sonra bir şekilde ülkenin önü açılıyor. Benim gördüğüm kadarıyla Erdoğan, ülkenin önünü ciddi bir şekilde tıkayan bir lider. Dolayısıyla ülkenin önünü demokratik yollarla açacak birtakım kişiler, partiler, ittifaklar çıkacaktır kanısındayım. 31 Mart ve 23 Haziran seçimleri de bunun ilk provasıydı diye düşünüyorum.
Pişirici: Orkun İçten’den bir soru gelmiş: “Ruşen Bey, merhabalar. ‘Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır’ Hadis-i Şerif’ine rağmen, muhafazakâr kesimin toplumdaki haksızlıklara suskun kalmasının sebebi sizce nedir?’’
Çakır: İktidar nimetlerinden mahrum olmamaktır, bu kadar basit. Çünkü haksızlıklara karşı seslerini çıkartırlarsa, iktidardan desteklerini çekerlerse, iktidar sarsılır. Giderek azalıyor, ama iktidar onlara hâlâ birtakım imkânlar sağlıyor; bu imkânları kaybedeceklerini düşünüyorlar. Ya da, onun yerine gelecek olanların daha kötü olacağı düşünüyorlar. Aslında birçok kişi AK Parti’ye kerhen oy veriyor. 31 Mart ve 23 Haziran seçimlerinde gördüğümüz gibi, polemiğe girmeden kendini iyi anlatan adaylara pekâlâ oy verebiliyorlar. 23 Haziran’da farkın çok yüksek olmasında, haksızlığa karşı çıkma arayışı çok önemli rol oynadı. Biz 31 Mart’ın hemen sonrasında, AK Parti’nin çok yüksek oy aldığı mahallelere muhabir arkadaşlarımızı yolladık; arkadaşlarımız orada röportajlar yaptı. Çok sayıda kişi, kimisi kameraya, kimisi muhabir arkadaşlarımıza bizzat sözlü olarak, seçimlerin tekrarlatılmasının adaletsizlik olduğunu söyleyerek, ya sandığa gitmeyeceklerini ya da bu sefer Ekrem İmamoğlu’na oy vereceklerini söylemişlerdi. Dolayısıyla, ben tam bir sessizlik olduğu kanısında değilim. Ama insanlar, birincisi: İmkânlarını kaybetmeme dürtüsü; ikincisi ve daha önemlisi: Erdoğan’ın gitmesi durumunda yerine gelecek olanın kendilerine kötü davranacağı endişesiyle hâlâ iktidarın yanında durmaya devam ediyorlar.
Pişirici: Mert Altun’dan gelen ilginç bir soru var. Sana daha önce de sorulmuştu bu ve benzeri sorular: “Kişilik olarak İslâmcı olmadığınız halde, neden İslâmcılık üzerine bu kadar yoğun çalışmaya karar verdiniz?’’
Çakır: Bu soru bana gazetecilik hayatım boyunca sorulmuş bir sorudur. Bu konu üzerinde çalışmamın birçok nedeni var. Ben gazeteciliğe 1985 yılında Nokta dergisinde başladım. O sırada Boğaziçi Üniversite’sinde öğrenciydim, ama pek okuduğum söylenemezdi. Zaten gazeteciliğe başladığımda okulu iyice serdim ve sonuçta atıldım. O tarihte Nokta dergisi rahmetli Ercan Arıklı’nın sahip olduğu ve bizzat bir tür yayın yönetmeni gibi çalıştığı bir dergiydi. Çok parlak isimler, deneyimli ve genç isimler vardı. Biz gerçekten çok değişik bir tür gazetecilik yapıyorduk Nokta’da. O tarihte genç bir gazeteci olarak, yükselmekte olduğu söylenen İslâmcılık’la ilgilenmeye başladım. Bunun nedeni belki de benim sol hareketin içinden geliyor olmamdı. O tarihlerde solun iyice gerilediği bir ortamda, İslâmcılığın yeni yeni kendini göstermeye başlaması ilgimi çekmişti; ben o sırada pek yapılmayan bir şeyi yaptım ve piyasada çıkan bütün İslâmcı gazete ve dergileri satın alıp onları okudum. Sonra da o yayınlara telefon açıp, bizzat kendileriyle yüz yüze röportajlar yaptım. Bu, hiç olmayan bir şeydi. Hatta bu yaptığım, gerek Nokta’da çalışan arkadaşlarım, gerekse randevu istediğim İslâmcılar tarafından yadırgandı. Bazıları röportajı reddetti, bazıları kabul etti; bir şekilde yaptık. Çok da ilgi gördü. Nokta dergisindeki yöneticiler yeni haberler isteyince ve bu alanın bâkir olması nedeniyle yazmaya devam ettim. Bu arada, İslâmcılık dünyada da çok tartışılan bir hareketti; sadece Türkiye’de değil, Arap dünyasında ve İslâm dünyasının her yerinde yükselişe geçmişti. Ben Fransızca ve İngilizce bildiğim için oradaki yayınları, kitapları takip etmeye başladım; özellikle Fransa’daki yabancı araştırmacılarla tanıştım. Böylece gelişmeye başladı. 1990’da, gazeteciliğimin 5. yılında, Âyet ve Slogan: Türkiye’de İslâmî Oluşumlar kitabımı yazdım. Kitap o tarihte “best-seller” oldu. Kitap hem İslâmcılar, hem İslâmcı olmayanlar tarafından da okundu. O kitap sayesinde yurt içinde ve yurt dışında çok sayıda toplantıya, panele katıldım. Sonuç olarak gazetecilikte ilk uzmanlaşma alanım İslâmcılık oldu. Ama daha sonra, ara ara üzerinde çalıştığım, “Ülkücü hareket” ve “Kürt hareketi” üzerine, aslında genellikle “radikal” olarak tanımlanabilecek hareketler üzerine çalışmalar yaptım. “Sol hareketler” üzerine çok az yazdım. Ama bu konuyu özel olarak yazmak istemedim. Her ne kadar benim solcu olduğumu kabul etmek istemeyen birtakım “kutsal otoriteler” olsa da, ben 14 yaşımdan beri solcu birisiyim, çok şükür. “Sol hareket” üzerine haber yapma ihtiyacını pek hissetmedim. Zaten, hem onun meraklısı çoktu, hem de benim için çok cazip bir konu değildi. Ama diğer yandan, hem ülkücü hareket, hem de bütün krizleri ve sorunlarıyla, aynı zamanda da başarılarıyla Kürt hareketi ve İslâmî hareket, benim esas çalışma alanım oldu.
Pişirici: O sorulan soruya ve senin cevabına bağlı olarak, Mehmet Emin Arın’ın sorusunu yönelteyim: “İslâmcı cenahın size yaklaşımı nasıldır?”
Çakır: Çok kişi rahatsız oldu; “ajan” diyenler oldu. Hatta hiç unutmuyorum, yanlış hatırlamıyorsam Malatya’da, belediyenin düzenlediği bir panelde, izleyicilerden birisi bana açık açık bunu söyledi. Ben ona cevabını ânında verdim. Kimileri bu şekilde düşündü, ama çok sayıda insan samimiyetimi anladı, kabul etti ve çok sayıda dostum oldu. Bu dostluklarım hâlâ sürmekte. O kişilerin bir kısmı, önce belediye ile başlayarak, sonra iktidarla beraber çok önemli yerlere geldiler ve hâlâ oradalar. Bir kısmı AK Parti’den koptu. AK Parti ile arası hiçbir zaman iyi olmamış hareketlerden, cemaat ve gruplardan da çok sayıda dostum oldu. Bir tek, yıldızımızın hiçbir şekilde barışmadığı –ki bu da çok iyi bir şey– Fethullahçılar oldu. Çünkü kendileri bir tür casusluk örgütlenmesi gibi tuhaf bir yapı olduğu için, benim gibi, soru soran, sorgulayan gazeteciden pek hazzetmezler. İçlerinde, çok az sayıdaki, özellikle sosyal bilimler alanında çalışan bazı akademisyen isimleri istisna tutabilirim. Ama büyük bir kısmı, genellikle ikiyüzlü, asla gerçek düşüncelerini söylemeyen insanlardır; bunu belli bir noktadan sonra anlama imkânınız oluyor. Fethullahçılar’la ilgili başından beri hep bir sorunum oldu ve bundan da hiçbir zaman rahatsızlık duymadım. Ama onların dışında, birçok yapıyla yakınlığım oldu. Bilmeyenler için söyleyeyim: Mesela Adnan Hoca’nın kendisiyle yapılan ilk röportajı, ben Nokta dergisinde yaptım. Sonrasında, Adnan Hoca’nın bana büyük kötülüğü dokundu; ben de ona açık açık beddua ettim, kendisi de biliyor. Şu andaki durumunu görüyorsunuz.
Bunun gibi başka birtakım sözüm ona cemaatlerin de saldırısına mâruz kaldığım oldu. Ama onlar genellikle Türkiye’deki ana akım cemaatler değil de, Adnan Hoca örneğinde olduğu gibi daha kişi kültü üzerine kurulmuş yapılardır. Onun dışında, ana akım cemaatler olarak görülebilecek, mesela “Nakşibendi” ya da “Kadirîler”in önemli kolları ve “Nurculuk” gibi yapılarla aram hiçbir zaman kötü olmadı. Tabii Fethullahçılığı Nurculuğun içerisine koymuyorum. Bunların dışında, kendilerine “Süleymanlılar” diyen Süleymancılar vardır; onlar tamamen medyaya kapalı bir yapıdır. Çok uğraştım, ama kendileri bir türlü konuşmaya yanaşmadılar; o anlamda ulaşılması zor bir yapıdır. Ama onun dışındaki yapıların hemen hepsi ulaşılabilen yapılar. İllâki cemaatin, tarikatın şeyhiyle konuşmanız gerekmez; onun çevresinden biriyle de konuşabilirsiniz. Tabii ki, onların aksettirmek istediği şekilde, istediğiniz bilgileri alabilirsiniz. Önemli olan, gazetecinin doğrudan olayın aktörleriyle konuşabilmesidir, bu gerçekten çok önemli.
1990’da çıkan Âyet ve Slogan kitabımı yazarken, Fethullahçılık üzerine çok okudum ama Fethullahçı olduğunu bildiğim tek bir kimseyle görüşemedim, ulaşamadım. Kitap çıktıktan bir süre sonra, Fethullah Gülen, Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nı kurarak ortaya çıktı. O tarihe kadar, kendini “Fethullahçı” olarak tanımlayan kimseyi görmek mümkün değildi. Benzer bir olay, Güneydoğu’daki Hizbullah için geçerliydi. Hizbullah üzerine de çok yazıp çizdim. Ama Hizbullahçı olduğunu bildiğim insanlarla konuşmak, ancak kitabım çıktıktan sonra, Hizbullah’a karşı yürütülen Beykoz Operasyonu’ndan sonra, Hizbullahçılar’ın yasal alanda faaliyet göstermesi ile olabildi. Bunlar, işin hem zorluğu, ama aynı zamanda da güzelliği diyelim. Çünkü gazetecilikte esas olan, daha zor olanı bulabilmek, imkânsızlıklara rağmen bir yapı veya bir olay hakkında yazıp çizebilmek.
Pişirici: Ali Akyüz, Medyascope’la ilgili bir soru sormuş: “Kürtçe içerikler neden az ve hiç artmıyor?”
Çakır: Bunun olabilmesi için, Kürtçe içerik üretebilecek insanların olması lâzım. Olduğu zaman yapabiliyorduk. Şu anda yapabilen sadece bir arkadaşımız var. O da, karantina nedeniyle Kürtçe haber bültenini evinden yapamadığı için geçici bir süreyle ara verdik. Ama onu da yapacağız. Kürtçe içeriklerin sembolik bir önemi var ve bu sembolik önemi yeterince karşılayabildiğimizi düşünüyorum. Ama bunu daha fazla artırabilmemiz, ancak bunu üretebilecek kişilerle çalışmakla olur. Mesela, benim en çok hayıflandığım; farklı dillerde o kadar yayın yapıyoruz ama Arapça yayın yapamıyoruz. Bunun nedeni, Arapça bilen güvenilir ya da anadili Arapça olan gazetecilerle çalışamamamız. Belki bir gün bunu da aşarız. Çünkü Arapça, savaştan sonra milyonlarca Suriyeli’nin Türkiye’ye gelmesinden sonra çok önem kazandı, bunu bir eksiklik olarak görüyoruz.
Pişirici: Sen her ne kadar sosyalistler ve komünistler üzerine yazmadığını söylediysen de, Serkan Akyol bu konuda bir soru sormuş: “Ruşen Bey! Ne olacak bu komünistlerin, sosyalistlerin hali?”
Çakır: Bize bir şey olmaz. Durumun pek parlak olmadığı muhakkak, ama dünyada ve Türkiye’de de pek parlak olmadığı muhakkak. Bu, bizim bir tür kaderimiz gibi oldu. Benim solculuğum, yani 70’li yıllar, Türkiye açısından belki de solun en parlak yıllarıydı; belki o nedenle devlet eliyle ve devletin desteklediği yapılarla bize karşı çok büyük bir kıyım, çok büyük bir vahşet uygulandı. O tarihten bu yana da, Türkiye’de solun, özellikle sosyalist solun belini doğrultamadığı muhakkak. Ama bugün Türkiye’de birçok alanda etkili olan kişilerin önemli bir kısmı, bu gelenekten gelen insanlardır. Bunların bir kısmı siyaseten ondan tamamen kopmuş olabilir. Ama kültürel olarak sol, özellikle sosyalist sol, Türkiye’de gerçekten çok büyük katkıları olmuş bir hareket. Dolayısıyla, “Biz zindandayız, ama kültürel üretimimiz ya da faaliyetimiz Türkiye’nin her yerinde” demek mümkün. Ama sol olarak, Türkiye’de yakın, orta ve uzun vâdede bir hayal kurmanın çok fazla mümkün olduğu kanısında değilim. Kendimizi kandırmayalım.
Pişirici: Aynı konudayine çok sayıda gelen bir soru öbeği daha var, onu da cevaplandırıp diğer sorulara geçelim isterim. Ruşen Çakır’ın iş dışındaki, gazetecilik dışındaki hayatını merak ediyorlar. “Ne yapar, ne eder? Evli midir, bekâr mıdır? Çoluk çocuğu var mıdır? Neler okur? Boş zamanlarını nasıl geçirir, nereye gider, gelir?”
Çakır: Müge İplikçi ile evliyim. Eşim edebiyatçı; edebiyata öyküler yazarak başladı. Romanları ve çocuk kitapları var. Medyascope’ta “Zeytin Dalı” ve “Sabun Köpüğü” programlarını da yapıyor. Bir tek oğlumuz var: Ali Deniz. Yurtdışında okuyor, ama şimdi okullar kapandığı için bizimle beraber, yanımızda. Üniversitede psikoloji okuyor. O da aynı zamanda Medyascope’ta futbol yayınlarına katılıyor. Üç kişilik bir aileyiz.
Benim çok fazla bir şey yaptığım söylenemez. İşkoliğim ve bu da tabii evdeki en önemli tartışma konularından birisi. En fazla sosyalleştiğim zamanlar –ki bir süreliğine ona da ara verildi– Galatasaray’ın İstanbul’daki maçlarını izlemek; Galatasaray Lisesi’nden arkadaşlarla toplu halde buluşup, beraber maç izliyoruz. Bilenler bilir: Kulüp ve Galatasaray Cemiyeti üyeliğim dışında, bir de at yarışı merakım var. At yarışı oynuyorum, ama hiç hipodroma giderek oynamışlığım yok. NTV’de çalışırken, birtakım arkadaşlarımdan bana bulaştı. Öyle bir eğlencem var.
Son dönemde birçokları gibi Netflix izliyorum. Kitap okurum. Zamanında, klasiklerin büyük bir kısmını okudum. Özellikle, cezaevindeyken çok kitap okudum; 18 ay hapis yattım; yanılmıyorsam, 1981 Şubatı ile 1982 Ağustos arasındaydı; o tarihte hem yerli hem de yabancı klasiklerin büyük bir kısmını okumuşumdur. Gerçi şimdi çoğunun detaylarını hatırlamıyorum.
Son günlerde pek fırsatım olmuyor, ama bir süredir en çok sevdiğim şey, polisiye kitaplar okuyup, dizileri izlemek. Özellikle Netflix’te çok güzel Britanya yapımı, İrlanda, İskoçya dizileri var, onları çok beğendim. Bir de Türkçe ve Türkçeye çevrilmemiş de olsa Fransızca ve İngilizce okuduğum polisiyeler var. Olay bundan ibaret. Geriye çok da fazla bir zaman kalmıyor. Zaten hayatımız büyük ölçüde işle ve ekran başında, sosyal medyada geçiyor.
Pişirici: Onurcan Şahin, “Âyet ve Slogan benzeri yeni bir kitap yazmayı planlıyor musunuz, böyle bir çalışmanız var mı?” diye sormuş.
Çakır: Bu soruyu çok soruyorlar bana. Yazmayacağım, yazmayı planlamıyorum. Aslında çok da yazacak bir şey yok. Ben o kitabı yazdığımda 28 yaşındaydım. Bu yaşta öyle kitaplar yazabilecek durumda olduğumu sanmıyorum. Ama birtakım genç gazeteciler yazarsa, yardımcı olmamı isterlerse, ben de onlara yardımcı olurum. Ama benim öyle bir şeyin devamını yazma gibi bir derdim yok. Zaten, Türkiye’de artık cemaatlerin ve İslâmî grupların büyük bir kısmı, AK Parti iktidarıyla beraber fonksiyonlarını büyük ölçüde yitirdiler, ya da yitirmek üzereler. Dolayısıyla üzerinde çok fazla söylenecek bir şey olduğu kanısında değilim.
Erdoğan-Gülen savaşı çıkmadan önce, aslında iki tane yapı vardı. Birisi, siyasî İslâm’ın merkezi olan AK Parti; diğeri de toplumsal İslâm’ın merkezi olarak gözüken Fethullahçılık’tı. Ama işin aslının öyle olmadığı da, bilenler tarafından biliniyordu. Fethullahçılık, aslında toplumsal görünüp siyasete hâkim olmak isteyen bir yapıydı ve zaten oradan çok büyük bir altüst oluş yaşandı. O savaşın, Türkiye’deki İslâmî harekete ve İslâm’a çok büyük zarar verdiğini düşünüyorum; bunun etkilerini, şimdi yaşadığımız “deizm-ateizm” tartışmalarında da görüyoruz. Bunu ilerleyen zamanlarda daha fazla göreceğiz; belli bir süre sonra, herhangi bir cemaatin, Türkiye’de okul ve Kur’an kursu için halktan para toplaması, öğrenci bulması giderek daha da zorlaşacak diye tahmin ediyorum.
Pişirici: Barış Mısırlıoğlu iki soru sormuş. Önce ilkini yönelteyim: “Soner Yalçın ‘Samizdat’ kitabında, sizin, FETÖ’nün OdaTV operasyonuna destek olduğunuzu iddia ediyor.”
Çakır: Yok, o öyle değil, arkadaş yanlış aktarmış. Orada şöyle bir şey var: Ben OdaTV operasyonu sırasında Vatan gazetesi ve NTV’de çalışıyordum; baştan sona kadar Ahmet’e (Şık) ve Nedim’e (Şener) sahip çıktım. Hatta o tarihte, “Ayrılar ayrı yerde, aynılar aynı yerde” başlığıyla Vatan gazetesinde yazdığım bir yazı vardır. Hatta o başlığı da bir ara Twitter’da sabitlemiştim. Bahsettiğim o yazıda Soner Yalçın ve OdaTV ekibi ile nasıl aynı dünyaların içinde olmadığımızı yazdım. Yani OdaTV davasında yargılananlara destek verdiğimi, ama Soner Yalçın ve OdaTV’nin yaptıklarını, yazıp çizdiklerini, duruşlarını da benimsemediğimi yazdım. Soner Yalçın’ın buna çok kızdığını ve o kitapta öfkeli bir şekilde bana birkaç sayfa yer ayırdığını biliyorum. Şaşırmadım ve bunu iltifat olarak kabul ediyorum, o kadar. Soner Yalçın’ın beni eleştirmesi kadar iyi bir şey olamaz. “Umarım bir gün beni övmez” diye noktayı koyayım.
Pişirici: Barış Mısırlıoğlu’nun ikinci sorusu da şu: “Hüsamettin Özkan, İsmail Cem ve son anda bu oluşumu satan Kemal Derviş troykasına destek olmuştunuz. Bu konuda bir pişmanlığınız var mı?”
Çakır: Kime destek olmuşum?
Pişirici: “Hüsamettin Özkan, İsmail Cem ve son anda bu oluşumu satan Kemal Derviş troykasına.”
Çakır: Öyle bir troyka filan yoktu. Biz Ahmet Sever’le beraber İsmail Cem’in partisine gittik ve biz gittiğimizde de zaten Kemal Derviş tercihini CHP’den yana yapmıştı. Onun için biz Kemal Derviş’e gitmiş değiliz. O, bir deneyimdi. Çok şey öğrendim. Bir seçim kampanyasında çok yoğun çalıştım ve çok şey öğrendim. Öğrenmesem de olurmuş, ama öğrendiğim için çok da pişman olduğumu söyleyemem. Hayatımda öyle bir parantezdir o. Ama öyle troyka filan yok. Ben İsmail Cem’i hiç tanımıyordum. Ahmet yakından tanırdı ve sevdiğim birisiydi. Onun değişik bir şey yapabileceğini düşündüm. Olmadı. Öyle, bir seçimlik bir maceraydı. “İşkoliğim” diyorum ya, o tarihte orada olanlar bilir; o seçim kampanyasında da bayağı abartarak, neredeyse deliler gibi çalıştım. O sürede de çok şey öğrendim: Şimdi kelimeyi net olarak bulmaya çalışıyorum, çok rencide edici olmasın diye; ben bu tür siyasetin, parti siyasetinin aslında ne kadar da, benim gibi insanlara göre olmadığını orada gördüm. Ama bir kere girdiğimiz için de, seçim bitene kadar çıkamadık. Zaten seçim biter bitmez ayrıldık.
Pişirici: Aktan Akgün sormuş: “Ruşen Bey, olası bir kabine değişikliği düşünüyor musunuz? Bu bağlamda MHP, hatta DEVA Partisi ve Gelecek Partisi’nden birilerine bakanlık koltuğu verilir mi?”
Çakır: Bunlar çok spekülatif. DEVA Partisi ve Gelecek Partisi’ne hiçbir şey vermez, niye versin? Tayyip Erdoğan’ın DEVA Partisi ve Gelecek Partisi ile herhangi bir alışverişi olacağını sanmıyorum. Öyle bir şey olacak olsaydı, zaten onların ayrılmasına izin vermez, partide tutmaya çalışırdı. O defter kapandı diye düşünüyorum. MHP’ye de verir mi, çok emin değilim. Açıkçası MHP’nin de öyle bir bakanlık almayı çok isteyeceğini düşünmüyorum. Zaten şu anda Bakanlar Kurulu ya da Kabine denen şeyin de çok fazla bir fonksiyonu yok. Belki, birkaç tane isim önemli olur: Tabii ki Hulusi Akar, tabii ki Süleyman Soylu ve tabii ki Abdülhamit Gül. Onun dışında, Fahrettin Koca da dâhil kimseye… Tabii ki Fahrettin Koca şu süreçte çok popüler olduğu için ona kimse dokunmaz. Ama 6 ay ya da 1 yıl önce Fahrettin Koca’nın yerine başkasını getirselerdi, kamuoyu çok fazla ilgilenmeyecekti. Çünkü Fahrettin Koca’yı kimse tanımıyordu; bu salgın nedeniyle tanıdı. Bu saydığım üç önemli ismin dışında, bir de ayrıca Berat Albayrak var. Onun değişebileceği ihtimalini belli ki bilinçaltımda tutmadığım için adını bile anmamışım. Bu isimlerle bir şey olur, ama bundan çok da emin değilim. Erdoğan birilerini önce atıyor, sonra görevden alıyor. Ahmet Davutoğlu örneği ortada: Partinin ve hükümetin başına geçirdi, sonra partinin ve hükümetin başından aldı. Binali Yıldırım’ı başbakan yaptı, sonra İstanbul’a aday yaptı. Şimdi Binali Yıldırım hiçbir şey değil. Hatta insanlar Cumhurbaşkanlığı Yardımcılığı görevi beklediler; 2. Cumhurbaşkanı Yardımcılığı olacak, Binali Yıldırım oraya getirilecek diye düşündüler. Olmadı. Sonuçta Erdoğan’ın kafasında neler olduğunu bilmiyoruz; yapınca yorumluyoruz. Öncesinden yapılabilecek pek bir spekülasyon olduğu kanısında değilim.
Pişirici: Osman Erduran sormuş: “FETÖ’de kumpasçılarla masum cemaatçileri ayırıyor musunuz? İçeride küçük çocuklar var mesela. Ne diyorsunuz?”
Çakır. Tabii ki ayırıyorum. Örneğin, Yunanistan’a kaçmaya çalışırken hayatını kaybeden ailelerle ilgili, hem ben yayın yaptım, hem biz Medyascope’ta yayın yaptık. KHK’lılarla ilgili sürekli yayın yapıyoruz. Bu konuyu, başta Ömer Faruk Gergerlioğlu olmak üzere sürekli gündemde tutan kişilerle yayın yapıyoruz. Tabii ki onlara yapılan çok büyük bir haksızlık var. Bank Asya’da parası olduğu için ya da bir şekilde Fethullahçılığın nasıl bir derin yapılanma olduğunu bilmeden, bilmesinin imkânı olmadan ona destek veren, onun içerisinde bir şekilde yer alan binlerce insan ve bunların aileleri var. Onları suçlu olarak tanımlayamazsınız. Hele böyle doğrudan darbeyle ilişkilendirip, suçlu olarak tanımlayamazsınız. Dolayısıyla şu anda cezaevinde olan kişilerin bence dışarıda olması lâzım. Bu çok büyük bir haksızlık. Bu arada, cezalandırmayı fazlasıyla hak eden bazı insanlar da birtakım ilişkileri sayesinde yırtabiliyorlar, onu da biliyoruz. “FETÖ borsası” diye bir şey olduğu söyleniyor.
Bir başka soru da şu: 15 Temmuz ile beraber, kendi halinde, cemaatin en alt taraflarından çok sayıda insan bir yığın mağduriyet yaşadı. Ama Fethullahçılık deyince ilk akla gelen insanların büyük bir kısmı yurtdışında. “Bu nasıl oluyor da oluyor?” sorusu ortada duruyor. Yurtdışında olan bu kişiler, özellikle gazeteci olanlar, yurtdışında bulundukları yerden gaz veriyorlar. Tabii bu da çok manidar bir olay. Bu işin esas rantını yiyen, hem de buradan kendilerine bir popülarite yaratan bazı isimlere nedense hiçbir şey olmadı. Ama öteki tarafta, sadece Anadolu’nun bir yerinde, Fethullahçılar’ın bir sendikasına, derneğine üye olan, oraya para vermiş olan, gazetesine abone olmuş olan insanların başına çok büyük işler geliyor. Bu, çok büyük bir adaletsizlik. Tabii ki bunun birinci derecede sorumlusu, ülkeyi yönetenlerdir. Ama burada, Fethullahçılığın, Fethullah Gülen’in kendisi başta olmak üzere, onun bütün yönetim kademelerinin birinci derecede sorumlulukları var. Böyle acı bir olay varken, el ele, yine bir koalisyon söz konusu burada. Haksızlıklar, çok aşırı mağduriyetler, hayatını kaybedenler, cezaevinde büyüyen çocuklar vs.. Böyle çok acı öyküler var. Bu acı öykünün sorumlularının da ortak olduğu kanısındayım.
Pişirici: Müslüm Yünaçtı “Ne tür filmler izler, ne tür şeyler okursunuz?” diye sormuş. Berat Öztürk de “Siyasetten ziyade, okuduğunuz romanlar nedir, bize kitap önerisinde bulunur musunuz?” diye sormuş. Müslüm Yünaçtı’nın film sorusuna az önce cevap vermiştin. Ama kitap önerisinde bulunur musun? Sen hangi tür kitapları okursun? Ayırır mısın? Ne önerirsin?
Çakır: Bu dönemde çok fazla okuyabildiğimi söyleyemem. Tabii önce eşim Müge’nin kitaplarını öneriyorum. Çocukları olanlara da, Günışığı Kitaplığı’ndan çıkan çocuk kitaplarını öneriyorum. Kitap tavsiyesi isteyenlere, başta Rus klasikleri olmak üzere her türlü klasikleri okumalarını tavsiye ederim. Rus edebiyatından, İngiliz edebiyatından, bazen Amerikan edebiyatından tekrar okuduğum ya da nasıl olup da gözden kaçtığını bilemediğim kitaplar oluyor: Örneğin Herman Merville’in Moby Dick kitabını nihayet okuyabildim. Çok kalın ama çok iyi bir kitaptı. Benim tavsiye edebileceğim kitaplar öncelikle klasik olanlardır.
Polisiye olarak da en sevdiğim, Amerikalı yazar Elmore Leonard. Birçok kitabı da sinemaya uyarlanmış. Ben ne zaman Amerika’ya gitsem, kitapçılarda önce Leonard’ın en son çıkmış kitabına bakardım, alırdım. Neredeyse senede ortalama bir kitap yazan birisiydi. En son gittiğimde kitabını bulamadım. Öldüğünü öğrendim ve hakikaten çok üzüldüm. Tam polisiye de değil, hafif polisiyedir onun tarzı; ama çok sevdiğim, beni etkilemiş bir yazardır. Leonard bir istisna benim için. Ama ben Fransızların “Noir” dedikleri “Kara” polisiye tarzını daha çok severim. Biz Galatasaray Lisesi’nde okurken, çok Fransız filmi seyrettik. O tarihlerde Fransızlar’ın çok güzel polisiyeleri vardı. Onlar “Noir” sayılabilecek polisiyelerdi. Ben onlarla büyüdüm ve onların etkisiyle böyle bir polisiye merakım var. Edebiyat deyince tabii ki öncelikle klasikler.
Pişirici: Evet, 1 saati doldurduk. Daha çok soru var. Önümüzdeki bir saat boyunca cevaplandırmaya devam edeceğiz, izleyiciler meraklanmasın. Şimdi bir soru var. Beyefendi adının Ömer İngilizce olduğunu söylemiş, ama herhalde o İngilizce kısmı doğru değil. Ama soru mühim, onu sormak isterim. Hâlâ derdimizi anlatamamışız. Bu soru derdimizi anlatmak bakımından da mühim. Ömer Bey, “Keşke muhalif kesimde değil de, yandaş kesimde yer alsaydım, işlerim tıkır tıkır yürürdü dediğiniz oldu mu?” diye sormuş.
Çakır: Ben muhalif filan değilim, ben gazeteciyim. Biz Medyascope’ta gazetecilik yapıyoruz, muhalefet yapmıyoruz. Muhalefet siyasetin işidir. Ama ben yandaş değilim, özellikle onu da söyleyeyim. Yandaş olmamam, muhalif olduğum anlamına gelmez. Beni izleyenlerin, okuyanların ya da şu anda izleyenlerin, soru soranların hepsinin kendilerini muhalif olarak gördüklerini sanmıyorum. Başlarda konuştuğumuz gibi, özellikle İslâmî hareket üzerinde yıllarca çalışmış olmamdan dolayı, o kesimden birçok insanın, ailelerinin ve şimdi de belki çocuklarının beni bildiğini biliyorum. Biz şu anda herkese hitap eden bir yayıncılık, gazetecilik yapmak istiyoruz ve bunu da büyük ölçüde başarmış durumdayız.
Tabii ki şu önemli bir husus: Hani yandaş olsaydınız, böyle bir tercih yapmış olsaydınız… Ki yapmazdım, beni bilenler bilir. Zaten bana böyle bir teklifte de bulunmadılar. Böyle bir özelliğim vardır; inanmadığım hiçbir şeyi yapmam. “Yanlış yapmam” demiyorum, ama bile bile yanlış yapmam, bunu özellikle söyleyeyim. Böyle bir şey olmaz. Ezkaza olmuş olsaydı, herhalde insan içine çıkamazdım. Şöyle bir sohbeti sizinle yapamazdım. Ben İstanbul’da toplu taşıma kullanıyorum. Araba kullanmayı bilirim, ama sevmem. İhtiyaç duyulduğunda, arabayı Müge kullanır. Birden fazla vasıta değiştiren birisiyim ve insanların bazılarının beni tanıdıklarını, gelip benimle konuştuklarını görüyorum. Allaha çok şükür, hiç kimseden suratımı gizleme ihtiyacı hissetmiyorum. Dolayısıyla, bu dünyada ve öbür dünyada verilmeyecek bir hesabım olmadığına inanıyorum. Bu, “Her söylediğim, her duruşum doğrudur” iddiası değil. Ama şunu söyleyeyim: Bizler, Sedat da, ben de, diğer tüm çalışan arkadaşlarımız da, yaptığımız işi, gazeteciliği bir kamu görevi olarak görüyoruz ve hesabımızı topluma vermek istiyoruz. Devlet, bizim hesap vereceğimiz bir yer değil. Tabii ki devletin kurumları bize birtakım alanlar, sınırlar çizmek isteyeceklerdir. Biz de o sınırlar içinde hareket etmek zorunda olabiliriz. Ama bu hiçbir zaman, tercihimizin devletten yana –iktidarda kim olursa olsun– iktidardan yana olduğumuz anlamına gelmez. Her zaman için toplumun, halkın yanında bir gazetecilik yapmak gibi bir derdimiz var. Halkın yanında olduğunu iddia eden bir iktidar olsa da –ki bu iktidar da milletin iktidar olduğunu söylüyor– aynı şey söz konusu olurdu. Çünkü sonuçta devlet devlettir. Devletin sırları, öncelikleri vardır. Öyle bir yapıdır. Ben, devletin ululaştırılması, yüceleştirilmesi perspektifine uzak bir insanım. Beraber çalıştığımız arkadaşların büyük bir kısmının da böyle olduğu kanısındayım. Dolayısıyla o tür işlerden uzak duruyoruz. Aynı şekilde, şu anda Medyascope olarak ve ben de gazeteci olarak –illâki AK Parti iktidarı olması gerekmiyor, bugün irili ufaklı bir yığın iktidar var; yerel yönetim iktidarları, şunlar bunlar– onlarla da ilişkimiz son derece mesafeli. Hiçbir zaman bir al-ver ilişkisi olmadan, bir gazeteci-haber kaynağı ilişkisinin ötesine asla geçmiyor. Geçtiğimiz takdirde, her türlü eleştiriyi hak ediyoruz demektir.
Pişirici: Peki, yine pek çok izleyicinin sorduğu bir blok soru var. Zeynep Ar, Melih Güven sormuş. Soru şu: “Türkiye’nin, AK Parti’nin ve Recep Tayyip Erdoğan’ın kısa, orta ve uzun vâdede geleceği hakkında neler söyleyebilirsiniz?” Çok geniş ele alınabilecek bir soru.
Çakır: Bence bitmiş bir oyun var; maçın uzatmaları oynanıyor. Hep söylediğim şeyi tekrar söyleyeceğim: Erdoğan çoktan kaybetti, ama kazanan yok. Kazanan ortaya çıktığı anda, yeni bir oyun başlayacak. Bu kim olacak ne zaman olacak bilmiyorum, ama 31 Mart ve 23 Haziran seçimleri bu konuda çok ciddi bir göstergeydi. Erdoğan artık sorun çözemiyor; Türkiye’nin önünü açamıyor. İktidarda var kalmasını sağlayacak mekanizma ve politikaları geliştiremiyor. Sürekli, krizi ötelemeye çalışarak kendi krizini daha derinleştiren bir Erdoğan var karşımızda. Dolayısıyla kısa vâdede, uzun vâdede filan hiçbir şekilde düşünmüyorum. Ama bunun nasıl bir vâdesi vardır, onu söyleyebilecek durumda değilim.
Hatırlayın: 31 Mart seçimleri için aday olarak İstanbul’da Ekrem İmamoğlu ismi ortaya atıldığı zaman, önce, “Bu adam kim?” dedik. Beylikdüzü Belediye Başkanı olduğunu öğrendik. Bir süre sonra ben yaptığım bir yorumda da söyledim ve arkadaşlarımız da izledikçe iyice netleşti: Ekrem İmamoğlu’nun kazanma ihtimalinin yüksek olduğunu söyledik. Dalga geçtiler. Oradaki mesele, Ekrem İmamoğlu’nun kişisel başarısı ya da potansiyelinden ziyade, iktidarın pozisyonuydu. İktidar orada beka temelli bir kampanya yürütmek yerine, belediye hizmetleri temelinde bir kampanya yapsaydı ve Binali Yıldırım yerine, daha az bilinen ama bir şey vaadeden genç herhangi birisini koymuş olsaydı, bence, ilk turda –ilk tur diyorum ama ilk tur diye bir şey yok–, AK Parti 31 Mart’ta seçimi kazanabilirdi — ki biliyorsunuz Ekrem İmamoğlu ilk turu az bir farkla kazandı… Ama orada zaten çok sıkıntılı ve krizde olan bir AK Parti, kendi belediye başkanını, nedenini açıklamadan görevden alıp, yerine bir kayyum atamış bir AK Parti… Ki Kadir Topbaş, sonuçta yıllarca orayı yöneten birisiydi; Tayyip Erdoğan’a çok yakın birisi olmasına rağmen onun görevden alınması, zaten bir yenilginin itirafı gibiydi. AK Parti bunları değiştiremedi. Biz Ekrem İmamoğlu’nun pekâlâ kazanabileceğini söylediğimizde birçok kişi inanmadı. Türkiye’nin böyle bir sorunu var. Türkiye’de Erdoğan’a en büyük desteği Erdoğan karşıtları veriyor. Erdoğan karşıtlarının büyük bir kısmı, ona o kadar büyük bir güç ve yenilmezlik atfediyor ki, Erdoğanseverlerin, “reisçiler”in içerisinde bile bu kadar Erdoğan’a güç atfeden var mıdır, emin değilim. Erdoğan’ı yenilmez olarak görürler. Ne yapıp edip iktidarda kalacağını söylerler. Aynısını İstanbul seçimleri için de söylediler: “Kazanacağını bilmese seçimi yeniletmezdi” dediler. Sonuçta Erdoğan, İstanbul seçimlerinde büyük bir hezimet yaşadı.
Pişirici: İki şahsî soru var. Bir tanesi: “Ruşen Bey, kedilerle derdiniz nedir sizin?” “Kaç kediniz var?” diye soran var, arkanızdaki tablodaki kediyi soran var. Göğsünüzdeki kediyi soran var.
Çakır: Kedi meselesi şöyle: Ben ve Müge, evlenmeden önce, bekârken ayrı ayrı bizim kedilerimiz vardı; ikimiz de evde kedi beslerdik. Evlendikten sonra kedi alıp almamayı düşünüyorduk, ama oğlumuz oldu. Oğlumuz olduktan sonra da evde bir bebek varken kediye ihtiyaç olmadı. Ama sonra bizim Ali Deniz’in kedi alerjisi çıktı ve o yüzden kedi alamadık. Dolayısıyla ben sokaktaki kedileri seviyorum, ama aslında sokaktaki kedileri sevmek daha keyifli bir şey. Sonra Medyascope’ta bir gün Müge bana, yakama ya da gömlek cebime takılacak bir kedi rozeti verdi ve ben bir yayında taktım. O şu an stüdyoda kaldığı için ne zamandır takamıyorum. Bu ilgi gördü, takmaya devam ettim. Sonra Müge yenilerini getirdi. Sonra arkadaşlar, eş dost getirdi ve en sonunda bunları üreten şirketin çok hoşuna gitmiş olacak ki, önce bir mail attılar, sonra bana toplu halde kedi rozeti yolladılar. Ondan sonra da artık insanlar genellikle hediye alırken kedili birtakım küçük şeyler etmeye başladılar.
Şu arkada gördüğünüz tablo da, burada daha önce var olan bir şeydi. Ama artık bu tür sohbetlerde onu fon olarak ortancanın önüne koymayı tercih ediyorum. Normal yayınlarda sadece ortancanın kendisi oluyor. Ama bugün bunu koymak istedim, çünkü bir şekilde kediyle özdeşleşmiş olduk. Kedilerle derdim yok, seviyorum. Yani bazı köpek sevenlerin gazabına uğruyorum. Köpek de seviyorum, ama benim yaşadığım yerlerde sokakta köpeklerin sayısı çok fazla yok. Ama kedi bol bol. Twitter’da kullandığım o kedi fotoğraflarının hepsini kendim çekiyorum ve birkaçı dışında hepsi yeni. Zaten kediler böyle, yenileri geliyor, bazıları kayboluyor. Yürüme güzergâhımda her gün neredeyse gördüğüm, selamlaştıklarım var. Öyle gidiyor.
Pişirici: Şahsî bir soru daha: “Ben toplu taşıma aracı kullanıyorum, sokakta gidiyor, geliyorum” dedin ya, sormuşlar: “Ruşen Bey’i, Ruşen Ağabey’i sokakta görsek, metroda görsek, yanına yanaşsak, nasılsın desek, bir fotoğraf çektirmek istesek, diyalog kurmaya çalışsak ne der?”
Çakır: Herhalde şu âna kadar izleyenlerden bazıları denk gelmiştir, onlar da cevaplayabilir. Bir şey demem elbette. Fotoğraf çektirmek çok sevdiğim, meraklısı olduğum bir şey değil; ama bazı durumlarda, özellikle sohbet isteklerini kıramıyorum. Hatta bazen şöyle şeyler oluyordu: Biliyorsun, bizim Sanayi Mahallesi’nde plazalarda eğitimli, beyaz yakalılar filan çok vardır. İki kere oldu bu. Ben o sırada Marmaray’a kadar gidiyordum, şimdi artık değiştirdim, daha erken iniyorum. İki kere, iki ayrı kişi, sohbet bittikten sonra indiler, sonra tekrar geri bindiler. Kendi duraklarını geçirdiler. Tabii şöyle bir şey var, benim sol kulağım biraz sağırdır. Onun için sağıma oturmaları, sağımdan konuşmaları durumunda bir sorun olmuyor. Şunu özellikle vurgulamak istiyorum, şu âna kadar gerek vapurda, gerek dolmuş motorunda, gerek Marmaray ya da metrobüs ve metroda çok kişiyle karşılaştım. Çok kişi gelip konuştu ve şu âna kadar saldırgan bir şekilde yaklaşan bir kişi oldu. Onu anlatmak istiyorum: Bir gün Beşiktaş-Kadıköy motorunda gidiyorum ve iPad’de fal açıyorum. Ben boş zamanlarımda iPad’de fal açarım. Karşımda birisi oturuyor ve bana bir acayip bakıyor. Açıkçası biraz kıllandım. Fazla da kişi yoktu, açık havada, motorun dışındaydık. Neyse bir şey olmadı. Ondan sonra bir baktım, o aynı adam bana hakaretâmiz bir tweet yazmış ve benim fal açtığımı söylemiş. Bir kere de şöyle bir şey oldu, onu da söyleyeyim. O çok ilginç bir olaydı. Benim başıma gelmesi apayrı ilginç bir olay. Yine fal açıyordum ve bu sefer işin komik tarafı, yanılmıyorsam metroda giderken ayaktaydım. Genç bir çocuk ama herhalde bir tarikattandı, kıyafetinden Nakşibendî olduğunu anladım, bana geldi, tebliğ yaptı; kumarın haram olduğunu söyledi.
Pişirici: O da güzelmiş.
Çakır: Hayatım boyunca, özellikle İslâmcılık çalışırken, “Madem bu kadar ilgilisin” diye bana tebliğ eden çok oldu. Ama yıllar sonra ben yaşımı başımı almışken, gencecik, hakikaten sakalları yeni terlemeye başlamış bir çocuk, böyle garip de bir çocuk… Geldi, böyle bir tebliğ yaptı. Ne dediğimi hatırlamıyorum, ama tabii tersledim. Onun dışında genellikle insanların yaklaşımı hep pozitif.
Bir olay vardı, onu da bir anlatayım: gerçi bunu bir yayında anlatmıştım, burada da denk geldi: Bir gün yine metrodayım. Karşımda 30-40’lı yaşlarda bir grup başörtülü kadın, yanlarında bir iki çocuk da vardı; belli ki toplanmış bir ev ziyaretine gidiyorlar. Tam karşımda oturuyorlar. Bana baktılar. Göz göze geldik ve açıkçası tedirgin oldum. Kadınlardan bir tanesi bana “Ruşen Bey, sizi izliyoruz” dedi. Ben de “Nerede izliyorsunuz? Ben televizyonlara çıkmıyorum ki” dedim. Bana “Medyascope’tan ve YouTube’dan izliyoruz tabii ki” dedi. “Öyle mi?” filan dedim, ama hâlâ tam emin olamadım. Sonra kadın “Hiç merak etmeyin, sizin için dua ediyoruz” dedi. Hatta aynı durakta inmiştik. Bunu hiç unutmam, çok iyi gelmişti bana. Hani insan sabah, yorgun argın işe gider, öyle bir zamandı. O gün benim için çok bereketli bir gün olmuştu. Çünkü çok güzel başlamıştı.
Pişirici: Peki. Bu MHP Genel Başkan Yardımcısı Semih Yalçın’ın tweet’lerinden ötürü MHP ile ilgili çok fazla soru var. “Konuşun” diyen var. “MHP konuşmak sıkar” diyen var. Biraz önce Ruşen konuyla ilgili bir değerlendirme yaptı. MHP ile ilgili haberler Medyascope’ta yer alıyor. MHP ile ilgili “eleştirel” haberler de, eleştirilecek yanı varsa eleştiren yorumcular da var. MHP ile ilgili daha fazla konuşmak ister misin?
Çakır: Yok canım, söyleyeceğimizi söyledik. Arkadaşlar bu bölümü kaçırmışsa video yüklendikten sonra tekrar izleyebilirler. Ben MHP ile ilgili çok yayın yaptım. Bahçeli hakkında da, MHP-AK Parti ilişkisi hakkında da yayın yaptım. Yine yaparım. Şu aşamada çok gerekiyor mu, açıkçası emin değilim, ama yaparım yani. Bundan yana hiçbir şeyimiz yok. “Sıkar” filan, öyle bir şey yok. Sonuçta biz gazeteciyiz, her türlü konuda yaparız; gazetecilik temeli üzerinden söyleyeceğimiz ne varsa söyleriz, söyledik de. Zaten ilk başta o tweet’lerle ilgili kısımda da “Tek başına iktidar olur mu olamaz mı?” konusunu da epeyce bir konuştuk, öyle değil mi?
Pişirici: Evet. Peki, Halil Göre sormuş: “Benim gibi birçok gencin bu ülkeyi âcilen terk etme isteğini nasıl karşılıyorsunuz?” Böyle bir istek var, değil mi?
Çakır: Evet, çok kişide var. Yani, kimseye, “Gitme, şunu yap” diyecek halim yok; zaten bizim böyle bir imkânımız da yok. Gençleri anlıyorum. İmkânı olanlar… Tabii bu koronavirüs olayından sonra işler, seyahatler çok değişeceğe benziyor; ama yurtdışına giden, gittiğini bildiğim çok sayıda insan var. Özellikle Medyascope izleyicileri içerisinde gelen e-postalardan, mesajlardan onu görüyoruz; yakın dönemde ayrılmış, gitmiş ya da gitmeyi düşünen kişiler de var. Bunların hiçbirisine “Gitme, kal” diyebilecek halimiz yok. Zaten bizim işimiz de bu değil. Belki siyasetçiler diyebilir. Türkiye gerçekten hak etmediği bir yerde duruyor. Türkiye’nin çok ciddi bir insan sermayesi var. Ekonomik anlamda da çok dinamik. Ama Türkiye maalesef şu anda kötü bir durumda ve iyiye gideceğine dair emare görmeyenler de kendilerine başka seçenekler arıyorlar tabii ki, bu anlaşılır bir şey. Ama ben kendi şahsıma sonuna kadar Türkiye’de kalmak… Tabii ki yurtdışına işimiz icabı ya da gezmek için vs. gittiğimiz çok oluyor. Ama ben gazeteciliği Türkiye’de yapmaktan yanayım. Yurtdışından yapmaya çalışan arkadaşlar da var, onların kendi tercihleri. Bizim işimiz büyük ölçüde buradan yapılmayı gerektiriyor. Başka bir meslek sahibi olsaydım, gider miydim? Belki de giderdim, emin değilim.
Pişirici: Serkan Erdal, iki parçalık soru sormuş: “Türkiye’nin geleceği için umutlu musunuz? Evet ise, en büyük dayanağı ne?” diye sormuş. Biraz önceki cevaplarda bunun cevabı vardı. Yeniden cevap vermek istersen, ver elbette. Sorusunun ikinci parçası da şu: “Yaptığınız işi dünyada ‘En iyi şu yapıyor’ dediğiniz birisi var mı? ‘Keşke şu haberi ben yapsaydım dediğiniz bir haber oldu mu?”
Çakır: Dünyada kişi olarak özendiğim biri yok. Ama mesela, geçenlerde gördüm: New York Times, bu salgın döneminde 800 bin yeni abone kaydetmiş. Böyle bir medya kuruluşunun içinde olmak, onun yöneticisi olmak isterdim herhalde. İzleyicinin, okuyucunun destek verdiği, sahip çıktığı bir yerde ve böyle bir ülkede yaşamayı isterdim belki de. Yapmak istediğim haber illâki olmuştur, ama şu anda Türkiye’de son dönemde doğru dürüst haber yapıldığını söyleyemem. Türkiye’de, özellikle araştırmacı gazetecilik anlamında çok ciddi bir gerileme var. Bunun hukukî ve ekonomik nedenleri var. O anlamda yapmak çok kolay değil. Türkiye’de ve dünyada özendiğim gazeteci yok; ama edebiyatçı, polisiye roman yazarları gibi yazarlar var: “Keşke öyle bir şey olsaydım” dediğim olabilir. Ama gazeteci olarak tabii sevdiğim çok gazeteci var, özellikle artık hayatta olmayanlardan çok gazeteci var. Ama özel olarak kendime örnek aldığım birisi var mı çok emin değilim açıkçası.
Pişirici: Ben bir soru sorayım: Tayyip Erdoğan’la birebir, ucu açık bir röportaj yapmak istemez miydin Medyascope’ta?
Çakır: Tabii ki isterim. Çok zor olur; ikimiz için de zor olur, tabii en büyük zorluk benim için olur ama isterim. Bu iş zorluklarla yapılır. Zaten bu tür işlerde iddialı olmak lâzım. Böyle bir şey olacağını düşünmediğim için başvurmadım, ama belki şimdi birileri bir şekilde iletirse, belki oradan “Aa! İstediğini bilmiyorduk” deyip geri dönüş yapabilirler. Evet, sonuçta isterim. NTV’de çalışırken, özellikle canlı yayınlarda kendisine defalarca soru sormuş birisiyim. Birebir röportaj yapmışlığım da var, yıllar önce. Birbirimizi tanıyan insanlarız. Yapmak isterim tabii, olursa da büyük olay olur. Ama olur mu sanmıyorum. Zor olur, ama olursa iyi olur. Bu tür şeyler iyidir. Benim için de iyi olur, kendisi için de iyi olur. Çok iddialı olacak ama Türkiye için de iyi olur. İllâ benim yapmam da gerekmez, ama ben yapmayı tabii isterim. Çünkü Recep Tayyip Erdoğan, ne zamandır doğru dürüst bir gazeteciyle röportaj yapmadı. Özellikle televizyonlarda bir söyleşiye çıkmadı. Yabancı medyaya çıktığı zaman, CNN International falan gibi yerlerde oluyor, ama Türkiye’de olmadı. Bence o, kendisinin de aleyhine bir durum. Ama şu haliyle sanki memnun gibi ki bunu değiştirmek istemiyor.
Pişirici: Münir Akyol iki soru sormuş: Biri kulağınla ilgili, “Ne oldu sol kulağınıza, neden sol kulağınız duymuyor? Cezaevinde işkence mi gördünüz?” diye soruyor.
Çakır: Evet. Tam olarak nedenini bilmiyorum, ama herhalde ondan dolayı. İşkence gördüm, evet, Önce Emniyet’teyken gözaltında işkence gördüm. Sonra Hasdal ve Metris Cezaevleri’nde gördük; hep beraber gördük. İşitme kaybı başladıktan sonra gittiğimde, var olan seçenekler içerisinde en akla yatkın olanının bu olduğunu söyledi doktorlar. Ama bunu kanıtlama gibi bir durumum yok sonuç olarak. Çünkü cezaevinden çıktıktan bir süre sonra işitme kaybı yaşamaya başladım. Siz anlamıyorsunuz da, karşınızdaki insanlar söylüyor.
Pişirici: Yine Münir Akyol sormuş: “Tehdit alıyor musunuz?”
Çakır: Hayır. Birileri tehdit ediyorsa da ben görmüyorum. Sosyal medyadaki lâf sokma, sataşma gibi şeyleri tehdit olarak almıyorum. Onların çoğu zaten ne idüğü belirsiz, korkakların yaptığı işler. Niye tehdit etsinler ki? Böyle tehditlik bir iş yapmıyoruz. Yapıyor muyuz Sedat?
Pişirici: Yapmıyoruz, ama ne bileyim. Bunu geçen programda da konuşmuştuk: Tehdit alıp almamak, şu sıralar cezaevine düşüp düşmemek, kimileri için bir ölçü oldu. O bir ölçü değil, ama ne yapalım yani? Tehdit de almıyoruz, gözaltına da alınmıyoruz. Bu bizi yandaş yapmıyor.
Çakır: Yayının başlarında birtakım yapıların bana kötülük yapmak istediğini söyledim. O tarihlerde, yaşadığım öyle örnekler oldu. Mesela cep telefonu numaramı ülke çapında müritlerine dağıtıp, bana iki üç gün boyunca küfür ettiren, sözüm ona tarikat şeyhi de gördüm. Tabii çok rahatsız edici bir şeydi, ama fazla da sürdüremediler. Neden sürdüremediler bilmiyorum, bir yerde kesildi. Ama o, onu yapan kişilerle ilgili bir sorun, yoksa bizim ne derdimiz olacak ki?
Pişirici: Münir Akyol, “Tayyip Erdoğan sorusu benim sorumdu, moderatör çaldı resmen” demiş. Kusura bakmayın Münir Bey, görmemişim. Gerçekten sizin sorunuz olarak var sayalım. “Recep Tayyip Erdoğan ile röportaj yapmak ister misin?” sorusunun ardından, Refik Atakan da “Fethullah Gülen ile röportaj yapar mısın?” diye sormuş.
Çakır: Zamanında röportaj yapmak çok istedim. Benim dışımda herkese röportaj verdi. Hatta benim onu eleştirmemi de, bana röportaj vermemesine bağlayan çok Fethullahçı oldu. Fethullah Gülen, kendisi hakkında doğru düzgün bilgi sahibi olmayan, efsunlayabileceği insanları seviyordu. Meselâ Ertuğrul Özkök bunlardan birisidir; onunla ilk röportajı yapanlardan biridir Ertuğrul Özkök. Hatta o röportaja kendi adını da koymamıştır. Hürriyet gazetesinde yazı dizisi halinde çıkan o röportajda, adı olmayan, hocanın her söylediğini yutmuş, çaylak bir muhabir gibi görürsünüz. Ama gazetenin genel yayın yönetmeniydi o tarihte. Genellikle öyle şeyleri sever, insanlara atılır. Meselâ haritanın önünde Orta Asya’yı gösterir, okullarını anlatır vs..
Bir keresinde şöyle bir anım oldu — daha önce anlatmıştım, mükerrer olacak ama: O yapının içinde, üst düzeylerde olduğunu söyleyen birisiyle bir muhabbetimiz olmuştu; daha sonra dışlanmış diye duydum, “Hocam, niye Ruşen Çakır’a röportaj vermiyorsunuz?” diye sormuş. “O, bizi çok yakından biliyor, takip ediyor, o yüzden vermiyorum” diye cevap vermiş. Bana daha sonra kendisi aktardığı için söylüyorum. Fethullah Gülen ile röportaj yapmayı, bir süreye kadar hep talep ettim, dile getirdim. Hatta darbe girişimine kadar da devam ettirdim. Darbe girişimi öncesinde, 17-25 Aralık’ta yabancı gazetecilere röportajlar verdiği dönemde kabul etseydi yapabilirdim. Ama şimdi Fethullah Gülen ile röportaj yapmanın hukukî zemini yok; bu çok büyük saçmalık olur. Bu saatten sonra yapılacak olan röportaj, nasıl bir röportaj olur açıkçası çok da emin değilim. O anlamda, kendisi de zaten istemez. İzleyicilerin gözüne çarpmıştır: Mesela bazen, “Oradaki insanları niye yayına bağlamıyorsunuz?” diye arada bize lâf atanlar oluyor. Ben de o zaman, “Stüdyoya gelsinler yapalım” diyorum. O zaman işler birden değişiyor.
Şunu özellikle vurgulamak istiyorum: Fethullahçılar, bunun üst düzey kadroları kötü insanlar. Ve kötülüklerini sürdürebilmek için, insanları çok kolay şekilde harcayan insanlardır. Bazıları kendilerini, “kullanışlı aptallar” olarak tanımladılar biliyorsunuz. Gerçekten böyle insanları kullanıp atmayı çok bilirler. Ben, Allah’a çok şükür öyle olmadığımı düşünüyorum; bundan sonra da olmaya niyetim yok. Eğer bir yayın olacaksa, ki zaten röportaj olsaydı orada da kendimi kullandırmayacağımı bildiği için herhalde, kabul etmedi. Fethullah Gülen gibi bir insanın herhangi bir şekilde hayrına olabilecek bir gazetecilik faaliyeti yapmanın iyi bir şey olduğu kanısında değilim.
Pişirici: Alparslan Kuytul ile ilgili çok sayıda soru var. Hatta “Alparslan Kuytul ile röportaj yapar mısın?” diye soranlar da var. Alparslan Kuytul’la ilgili haberleri, biz Medyascope’ta yaptık, izledik, gördük. Senin cevabın nedir?
Çakır: Ben kendisini tanımazdım, araştırdım. Hükümetle ilk sorun yaşadıkları zaman, iki üç yayın yaptım. Ondan sonra kendisi beni aradı, teşekkür etti. Daha sonra, içeri girdikten sonra, bir arkadaşımız, İstanbul’a geldiği bir zamanda eşi Semra Kuytul’la bir yayın yaptı. Alparslan Kuytul tahliye olduktan sonra, yayın yapıp yapmak isteyip istemediğimizi sordular, biz de “Neden olmasın?” dedik. Ama sonra, bir şekilde başka yerlere çıktı, başka yerlerde meramını anlattı. Öyle özel bir “İllâ çıkaralım, çıkarmayalım” gibi bir politikamız yok. Tahliye olduktan sonra, kendisi başka yerlere çıkmayı tercih ettiği için, Medyascope’ta çıkmadı. Olabilir, onun kendi tercihi. Biz Alparslan Kuytul konusunda Türkiye’de bu konuyu gündeme getiren herhalde ilk yeriz ve ilk benim yaptığım yorumlardır; tarihlerini tam olarak şimdi hatırlamıyorum ama daha cezaevine girmeden önceydi.
Pişirici: Sefa Mencütekin adlı izleyici serzenişte bulunmuş: “Magazinel soruları okuyorsunuz, ciddi sorulara yönelin biraz lütfen” demiş, sonra da bütün sorularını silmiş. O ciddi sorulardan bir ikisini tekrar yazsın lütfen. Onları görmeye çalışayım, sormaya çalışayım, duyuyorsa ve hâlâ izliyorsa bizi.
Muhammed Enes Karafak, bir soru sormuş: “Türkiye siyasî tarihi içinde hangi dönemde gazeteci olmak, gazetecilik yapmak isterdi?”
Çakır: Valla ben halimden memnunum. Çok zor bir dönemde yaşıyoruz; jübilenin böyle zor bir döneme denk gelecek olmasının acı bir yanı var, ama olsun. 1985 yılı, gerçekten Türkiye’nin tam geçiş dönemiydi; Özal’lı yılların ilk yıllarıydı ve depreminden birçok olayına tanık oldum. Bayağı çalıştım; kitaplar yazdım, yayınlarda konuştum. Ben halimden memnunum. Benim dönemim herhalde gazetecilik anlamında en bereketli dönemlerden biriydi. Ama aynı yıllarda beraber başladığımız birçok arkadaşın, zamanla gazetecilikten başka yerlere kaymış olduğunu da gördüm, onu da özellikle vurgulamak istiyorum. Bu biraz da dirayetli olmakla ilgili bir şey.
Bir diğer husus da özellikle gazeteci olmak isteyen ya da gazeteciliğe yeni başlamış genç arkadaşlar varsa, belli konularda uzmanlaşmanın şart olduğunu kabul etmeleri gerekiyor. O uzmanlaşma, gerçekten bu meslekte insanın önünü ciddi bir şekilde açabiliyor.
Pişirici: Volkan Aydemir, “Son zamanlarda yeniden ‘çözüm süreci’ne başlanacak sözleri dolaşıyor, bir bilginiz, duyumunuz var mı?” diye sormuş. Hemen ardından, Sefa Mencütekin’in az önce aynı konuda yazdığı soruyu iletiyorum: “Kürt sorununun tek çözümü, HDP ve PKK’yi muhatap alıp açılım yapmak mı? Alternatif bir çözüm bulunabilir mi?”
Çakır: Yakın zamanda bir çözüm süreci olacağını sanmıyorum, buna ilişkin çok işaret de görmüyorum. Olması iyi olurdu, ama olacağını sanmıyorum. HDP’yi, PKK’yı kaale almadan çözülecek Kürt sorunu olduğunu da sanmıyorum. Çok da uzatmaya gerek yok. Zaten, olayın böyle olduğunu bildikleri için, değişik adlarla birtakım süreçler başlattılar, ama başarılı olamadı. Neden oldu, olamadı, ayrı bir tartışma konusu. Ama devlet aklı da, sorunun çözümünün, doğrudan muhatapların kimler olduğunu, gerek “Oslo Görüşmeleri”nde, gerek sonraki süreçlerde bulduğunu göstermişti. Sonradan bundan vazgeçmiş olabilirler. O tarihte yapılanlardan sonuç çıkmamış olabilir, ama varılan noktanın doğru olduğu kanısındayım. Bugün bunları söyleyince, insanlar sanki ülkede çözüm süreçleri yaşanmamış gibi bir havadalar; daha kaç sene öncesiydi yani, çok da eskide değil. Neler yapıldı, nasıl konuşuldu, bunlar ortada. Ben, hatasıyla sevabıyla girilmiş olan o yolun doğru olduğunu kanısındayım. Yeniden yapılabilir mi, çok emin değilim. Ama olsa, hiç de fena olmaz diye düşünüyorum.
Pişirici: Soner Tuncer “Fatih Altaylı ile aynı mektepten ve meslektaş olmanıza rağmen hiç alıntılama ya da ismini anmıyorsunuz, aranızda bir gerginlik mi var?” diye sormuş. Gergin misiniz?
Çakır: Gerginlik falan yok. Şimdi tam emin olamadım, ama Fatih benden bir ya da iki dönem küçüktür. O zamandan az buçuk bilirim. Ama ben o sırada daha öne çıkmış bir siyasî kişilik olduğum için, o beni o tarihten daha iyi bilir. Fatih’in yaptığı gazetecilikle benim yapmaya çalıştığım gazetecilik arasında çok fark var. Tabii ki ortak noktalar var, ama çok da fark var. En son, İstanbul Havaalanı inşaatında çalışan işçilerin hayatını kaybetmesi üzerine yazdığı bir yazıyla ilgili kendisinden bahsetmiştim. İşçileri suçlayan, çok rahatsız edici bir yazıydı. O zamandan beri pek bahsettiğimi hatırlamıyorum. Biraz önce de, Sevda Noyan’la ilgili yazdığı bugünkü yazısından bahsettim. Yani birbirimizin adını anmamızı gerektirecek çok fazla bir durum olduğu kanısında değilim. Fatih Altaylı’ya karşı olmak gibi özel bir derdim yok, öyle bir meselem yok. Biz gazetecilerin içinde, çok sayıda birbiriyle kavgalı insanlar vardır; benim de var. Ama Fatih Altaylı onlardan biri değil.
Mesela, demin Soner Yalçın meselesine verdiğim cevabı görmüşsünüzdür; Fatih’le öyle bir durumum yok. Aynı tür gazetecilik yapmıyoruz, o başka bir şey yapıyor; iyi mi kötü mü yapıyor bilmiyorum, ama sebatlı bir şekilde “Teke Tek”lerde istikrarlı bir çizgide gidiyor. Türkiye’nin şu anda gazetecilik anlamında çok kötü bir durumda olduğunu düşünüyorum. Türkiye’de gazeteciliğin ortalaması bayağı bir düşmüş durumda. Fatih o ortalamanın üstündedir diye düşünüyorum.
Pişirici: Bir soru: “Ruşen Bey’i başka televizyonlardan çağırıyorlar mı?”
Çakır: Çağırmıyorlar.
Pişirici: CNN Türk, Habertürk?
Çakır: Onlar zaten çağırmıyor canım. Halk TV’den çağırdılar, gitmedim. Bir keresinde Ayşenur Arslan’ın “Medya Mahallesi” programına gittim. Ayşenur benim gazetecilikteki ilk şefimdir. Nokta dergisinde başladığımda ilk şefimdi; çok severim, “Abla” derim zaten. Çağırdığında ona gitmiştim. Bir de şöyle bir şey oldu, onu da anlatayım: Sırrı Süreyya bir röportajında, içerideyken televizyonda sadece “Medya Mahallesi”ni seyrettiğini, onun dışında televizyon seyretmediğini söylemiş. Sırrı benim arkadaşımdır, cezaevinde ziyaret etmek istedim, imkânsız dediler. Onun üzerine Ayşenur Abla’yı aradım ve “Beni programına çıkar, gündemde ne varsa, ne istersen konuşuruz” dedim. Biliyorsunuz Ayşenur Abla genellikle konuklarından daha fazla konuşur, olsun. Ben o yayında Sırrı’ya bir selam yolladım. Ama zaten iyi de oldu, kısa bir süre sonra da Sırrı tahliye oldu. Onun dışında hiçbir yere çıkmıyorum, zaten çağıran da pek olmuyor. Tek tük çağıranlar olursa da çıkmıyorum, yerli veya yabancı fark etmiyor, çıkmıyorum.
Pişirici: Ali Akyüz sormuş: “Ruşen Çakır, kulağı delik bir gazeteci midir?”
Çakır: Çok emin değilim. Bir zamanlar daha fazlaydı, ama şimdi medya çok değişti. Özellikle AK Parti’nin içerisindeki tasfiyelerden sonra; Erdoğan’ın bütün iktidarı tekeline almasından sonra “kulağı delik” diye bir şey kalmadı. Eskiden AK Parti içinde farklı bakanlar, grup başkanvekilleri, kimi durumda milletvekilleri, belediye başkanları da haber kaynağı olabiliyorlardı; oralardan aldığınız haberlerle gazetecilik yapabiliyordunuz. Bu konuda çok şeyler yaptığımı hatırlıyorum Vatan gazetesinde çalışırken; o tarihlerde okuyanlar varsa belki hatırlarlar. Ama şimdi böyle bir şey yok, kulağımız nerede delik olacak? Sonuçta, en yakınındaki bakanlar bile neyin ne olacağını bilmiyorlar, biz nasıl bilelim? Öyle bir şeyimiz yok, ama şu var: Akıl yürütüyoruz, ortada açıkta yaşanan birtakım bilgilerden hareketle, birtakım yorumlar, analizler yapıyoruz. Mesela Süleyman Soylu ile ilgili yapılan yayınlarda –ki ben de çok şey söyledim, başkaları da söyledi– doğrudan olayın aktörlerine ulaşma imkânımız diye bir şey yok.
Pişirici: İnsanları neden blokladığın konusunda çok soru geliyor. Şu blok konusunu bir açığa kavuşturur musun?
Çakır: Hiçbir Allah’ın kulu bana, “Ben kendisine normal bir eleştiri yönelttim, o da tahammül edemedi, beni blokladı, örneği de budur” diyemez. Geçenlerde, akademisyen iddialı, Almanya’da doktora öğrencisi olan birisi, Daktilo 1984’e bir yazı yazmış. Ve sözüm ona iktidar yanlısı olmayan medyanın da nasıl özgürlük karşıtı olduğunu söylemiş. Orada da örnek olarak benden bahsetmiş ve demiş ki: “Kendisine tamamen saygı içinde yönelttiğim bir eleştiri üzerine bilmem ne yapamadı.” Ve benim bloklamamı, devletin basın özgürlüğü ihlâlleriyle eşitlemeye kalkmış. Neden bloklamışım diye baktım. Ben bunların çetelesini tutmuyorum ki. Aradım aradım bulamadım tabii. Ama çok şükür bir vatandaş bulmuş. Olay şu: Kadri’yi (Kadri Gürsel) Milliyet gazetesinden attılar. Kadri’nin atılma nedeni bir tweet. Ben de o tweet’i alıntılayıp şöyle demişim: “Kadri Gürsel bu tweet’ten dolayı işinden atıldı.” Bu, sözüm ona özgürlükçü, siyasetbilimi doktorası yapan yurtdışındaki arkadaş da, üstüne ne vazifeyse, “Hak etmiş” diye bir cevap vermiş, ben de bloklamışım. Şimdi benim Galatasaray Lisesi’nden beri arkadaşım, tamamen bir basın özgürlüğü ihlâlinden dolayı işini kaybediyor; kim olduğunu bilmediğim, sözüm ona –blokladığım herkese öncesinde kimdir bu diye bakıyorum– doktora öğrencisi, afili bilmem nesiyle, kalkıp, sırf iktidardan farklı düşündüğü için işini kaybeden gazetecinin arkasından “Oh olsun!” diyorsa, ben de onu bloklarım. Onun yaptığı eleştiri falan değildir, onun yaptığı pisliktir. O pisliğe cevaben, benim yapabileceğim de en fazla bloklamaktır. Birçok olay böyle oldu.
Sosyal medya bazı durumlarda çok acayip. Birbirlerine haber verip “Hadi beni de bloklasana” diye gelen, kim olduklarını bilmediğim insanlar var: Madem “Müşteri velinimetimizdir”, talepleri oluyor, onları da blokluyorum. Şu âna kadar engellediğim insanların tamamı, hakaret etmiş, beni akılları sıra aşağılamış ya da benim sevdiğim önem verdiğim insanları aşağılamış, hakaret etmiş, ayrımcılık yapmış insanlardır. Mesela tanımadığım birileri, “Ruşenciğim” filan diyor, sanki kırk yıllık arkadaşmışsınız gibi. Şu olayı özellikle vurgulamak istiyorum: Benim, bizim şu anda yaptığımız iş, esas olarak sosyal medyadan yürüyor. Bu işimizin gereği burada olmak zorundayız. Yoksa çok meraklısı olduğum bir şey değil. Benim bu sosyal medyayı sağlıklı, verimli bir şekilde kullanabilmemin yolu, kötü niyetlileri ayıklamaktan geçer. Biliyorum bazı arkadaşlar çok rahat oluyorlar: Küfretse de, lâf çaksa da, bilmem ne de yapsa, bloklamıyorlar. Ama ben öyle değilim, öyle şeylere izin vermek, tahammül etmek durumunda hissetmiyorum kendimi. Hiç kimsenin de kalkıp bana, örnekleri ile “Bakın şunu, şunu demiştim, o da beni blokladı” diyebileceği bir şey yok. Bazı insanlar eleştirinin ne olduğu konusunda farklı düşünüyor olabilirler, ama kusura bakmasınlar.
Şunu da özellikle vurgulamak istiyorum: Sadece iktidar yanlıları değil, Kürt hareketi yanlısı olduğunu iddia eden, Fethullahçılar şunlar bunlar, çok sayıda insan var ve bunların aslında birçoğu aynı şeyde birleşiyorlar: Hangi görüşte olursa olsunlar, bizleri aşağılama, bizlere hakaret etmeyi kendilerine bir hak olarak görüyorlar. Son bir husus da şu: Birileri, isimsiz, nickname ile Tweeter’a giriyor ve oradan size atıp tutuyor. “Niye böyle yapıyorsun?” diye sorsan, devlet kendisini bulamayacak sanıyor. Halbuki siz tweeter’a girdiğiniz zaman, devlet istediği zaman buluyor, ama ben bulamıyorum. Bana küfreden isimsiz kişinin adı Ali midir, Ayşe midir, ben bilmiyorum. Ama devlet, isterse ânında biliyor. Sözüm ona devlete karşı kendilerini gizleme iddiası ile bazı insanlar, adıyla sanıyla, kimliğiyle açıkta olan insanlara karşı, birtakım sahte isimler arkasına gizlenerek her türlü şeyi yapabileceklerini sanıyorlar. Bu yapılanın, sosyal medyanın, çoğulcu, demokratik ve verimli kullanımının önünde engel teşkil ettiğini düşündüğüm için engelliyorum. Hiç kimsenin özgürlüğünü ihlâl etmiş değilim. Bu tamamen kendi iletişim özgürlüğümü, benimle ve beraber çalıştığım insanlarla sağlıklı diyalog kurmak isteyen insanların hakkını gözetmek için başvurduğum bir yoldur. Bir süreden beri ‘Sessize alma’ diye bir uygulama çıktı, o bayağı rahatlattı açıkçası. Şimdi birçoğunu sessize alıyorum, tabii onlar sessize alındıklarını bilmiyorlar ve çok da fazla şikâyet etmiyorlar.
Pişirici: İkinci saatin sonuna geldik, saat 16.53. Son 5 dakikamız daha var. Medyascope için önemli şu iki soruyu yönelteceğim. Taylan Yılmaz sormuş: “Medyascope’a kalite, değer ve zenginlik katabilecek, kariyerli, bağımsız gazetecilerle, ekibi genişletmeyi düşünüyor musunuz?” Bu soru dursun bir kenarda.
Renan Bey de şunu sormuş: “Kanalınızı uzun süredir takip ediyorum. Alışılagelmiş televizyon medya yönetimi kodlarının, sosyal medyada izlenebilirlik oranlarıyla arasında ciddi bir ayrışma var; potansiyelinizin çok altında izlendiğinizi görüyorum. Demem o ki, örnek olarak kısa bir sürede Cüneyt Özdemir’in milyona varan aboneye ulaşmasının başarısı, irdelenmeye değmez mi? Ya da Flu TV? Kitleyle duvarları yıkıp, kullanılan dilin daha fazla hayata yaklaştırılması, insanların, özellikle gençlerin, daha fazla bağ kurabilecekleri kişilerin ekranınızda yer alması, iletişim stratejinizin değişmesi vs. bunları sağlayabilir. Popülist yaklaşım demiyorum elbette, ama sınırları zorlamanın, güvenli alanınızdan biraz çıkmanın, sizi bambaşka bir yere taşıyacağını görüyorum. İleriye dönük ve değişime açık bir kuruluş olmanızı dilerim. Bu konuyla ilgili stratejileriniz var mı?”
Çakır: Bu arkadaşın söylediği şeyleri biz de kendi içimizde söylüyoruz. Hani çorbanın içine bir sinek atarsınız, çorba tuzla buz olur. Orada Cüneyt Özdemir ismini koyduğu zaman zaten her şey bitiyor. Bu bir tercih meselesidir; Cüneyt Özdemir her ne ise o olmaya devam ediyor. O başka bir şey yapıyor. Ne yaptığını kendisi bilir. Allah’a çok şükür, biz öyle bir şey yapmıyoruz. O çok izleniyor olabilir, biz az izleniyor olabiliriz, ama biz yaptığımız işten memnunuz. Öyle değil mi? Yanılıyor muyum Sedat?
Pişirici: Yok, yanılmıyoruz.
Çakır: Yani “Ayrılar ayrı yerde, aynılar aynı yerde”. Bizim gazeteciliğimiz bu. Parlak gazeteciler vardı da biz mi almadık? Yok. Gelen insanların hepsine, katkıda bulunmak isteyen herkese kapımız açık, bunu da söylüyoruz. Bulunan çok kaliteli insanlar var; bizde görülen çok kaliteli uzmanlar var; bunların sayısını da her geçen gün artırıyoruz. O anlamda, biz yaptığımız işten memnunuz.
Burada bir kurum söz konusu. Bu kurumda, günde 10 saati aşkın yayın yapılıyor ve burada 60’a yakın insan, sürekli içerik üretiyor. Sonuçta, bizim yaptığımız işe karşı kişiler çıkarmanın bir anlamı yok. Mesela ben 2015’te başladığım işi Medyascope’a çevirmeyip, tek tabanca yola devam etseydim, belki bambaşka bir şey yapıyor olacaktım ve sadece bununla uğraşacaktım; o kadar insan, o kadar konuyla uğraşmayacaktım ve belki başka bir yere doğru gidecektim; tercihimi buradan yana yaptım. Ve çok şükür, Sedat gibi, Tamer gibi, Kaya, Servet gibi arkadaşlar geldiler; bu işi beraber yapıyoruz, olay budur. Tabii eksikliklerimiz var, ama kendimize “Çünkü özgür” diye bir slogan, bir motto seçmişiz; bu esas olarak, reyting dayatmasına karşı bir özgürlüktür. Sırf reyting alalım diye kendimizi eğip bükme ihtiyacı hissetmiyoruz, bu dar kalıplarımız değil. Biz böyleyiz, beğenmeyen izlemiyor zaten, kimsenin alnına da silah dayamıyoruz. Ama olabildiğince daha çok izlenmek istiyoruz ve izleyicilerimizden katkı bekliyoruz. Bu her türlü katkı olabilir, bunu özellikle söylemek istiyorum. Mesela, YouTube’da “Katıl” butonu açıldı. Medyascope daha önce başladı, benim YouTube sayfam da daha yeni açıldı. Yaptığımız iş gerçekten çok masraflı bir iş: Hem insanların geçimi, hem ürettiğimiz işlerin üretim masrafı, prodüksiyon masrafı var. Bunun da ötesinde, bu tür destekler bizim için çok önemli; maddi desteğin manevi boyutu çok önemli, insanlar ne derece bunun farkında emin değilim. Mesela, benim sayfamdaki “katıl” butonunda en düşük miktar 15 lira, yanlış hatırlamıyorsam. Kaç kişinin böyle bir şeye destek verdiği çok önemli. Bu, birilerinin şu kadar izleniyor olmasıyla kıyaslanabilecek bir şey değil. Biz, duruşu olan, çoğulcu bir perspektifi olan, Türkiye’de demokrasinin, temel hak ve özgürlüklerin, hukuk devletinin güçlenmesini isteyen bir kurumuz. Kişi değil, kurumuz. Bir kurum yarattık 5 yılda ve bu kurum her geçen gün daha iyiye gidiyor. Ama bu kurumun daha sağlam, daha ayakları üzerinde durabilmesi için, özellikle izleyicilerin desteğine ihtiyacı var. Şu yaptığımız yayın, bundan önce yaptığımız “Medyascope’a Sorun” yayınlarında da görüldüğü gibi, son derece açığız, şeffafız ve samimiyiz. Öyle afra tafra yok, şu yok bu yok.
Geçenlerde Barolar Birliği Başkanı’nın YouTube yayınını hatırlıyorsundur: Ekranın içine girmiş, adamı yakalayıp boğazlayacak neredeyse. Bizde böyle şeyler yok. Dolayısıyla her şeyimiz açık, şeffaf, samimi, yanlışlarımızı kabul eden, bunları düzeltmeye çalışan bir yapıyız. Tek tek birey olarak da böyleyiz, kurumsal olarak da böyleyiz. Ama bunun, sadece ve sadece izlenme oranlarıyla kıyaslanması –ki izlenme oranlarımız da o kadar kötü değil– bir bütün olarak bakıldığı zaman, ürettiğimiz bütün her şeye baktığınız zaman, iyiyiz. Normalde günde ya da haftada bir iki yayın yapanlarla Medyascope’u kıyaslamak haksızlık olur. Biz 7/24 olmasa bile haftanın 7 günü yayın yapıyoruz. Teknikte ya da içerikte çalışan arkadaşlarımızın başarılarıyla –ki giderek daha fazla deneyim kazanıyorlar– temiz bir iş çıkarıyoruz. İlk başladığımız andan itibaren, Uluslararası Basın Enstitüsü’nden (IPI) ve Sınır Tanımayan Gazeteciler’den global anlamda 2 prestijli ödül almış bir kurumuz.
Bunu tekrar söylüyorum: Bizler sokağa çıkabilen insanlarız; insanların gözüne bakarak konuşabilen insanlarız. Gözünün içine bakarak konuştuğumuz insanlar, sadece bizim gibi düşünen, bize yakın olan insanlar değil; bizler, kim olursa olsun, herkese böyle davranabilen, gizlisi saklısı olmayan insanlarız. Olay budur. Onun dışında, reytingmiş, şuymuş buymuş, bir yerden sonra hiçbir anlamı yok.
Pişirici: Ruşen Çakır, teşekkürler. İzleyicilerimize çok teşekkür ederiz. Soru yöneltenlere çok teşekkür ederiz. Bu iki saat içinde herkesin sorusunu yanıtlayamamış olabiliriz, kusurumuza bakmasınlar. Bu yayınlar, programlar devam edecek. Haftaya bugün, bu kez Ruşen ile ikimizin bir başka konuğu olacak. Ama bu yayın yetmediyse, “Ruşen Çakır’a Sorun”u tekrar edebiliriz, yani bir tane daha yapabiliriz. Kendi adıma, Medyascope’un Yayın Koordinatörü olarak şunu söylemek isterim: Zarfa değil, mazrufa bakınız. Bizi böyle seviniz efendim. İyi günler.
Çakır: İyi günler.