Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Kemal Can ve Ruşen Çakır ile Haftaya Bakış (31): Türkiye-Fransa gerginliği, Demirtaş söyleşisinin yankıları & salgınla mücadelenin gidişatı

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal 

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Haftaya Bakış”ta yine karşınızdayız. Kemal Can’la birlikte, her cuma olduğu gibi haftanın öne çıkan olaylarını tartışıp, önümüzdeki haftalarda neler olabileceğini yorumlamaya çalışacağız. Kemal, merhaba.

Kemal Can: Merhaba Ruşen.

Çakır: Sen İstanbul dışındasın. İstersen salgın konusuyla başlayalım. Salgının ilk başlarında yoğunluk açısından ilk akla gelen İstanbul oluyordu. Şimdi İstanbul yerini Ankara’ya devretti sanki. Sen eski bir Ankaralı olarak, Ankara ile ilgili birtakım haberleri bizden daha fazla alıyor olabilirsin. Güneydoğu, İç Anadolu ve hatta Karadeniz’de de vaka sayılarının arttığı söyleniyor. Yapılan düzenlemelere baktığımız zaman, çok da atılmış bir adım yok. Salgının gidişatı ile ilgili geçen haftaki yayında da konuştuk, ama sürekli konuşmakta yarar var. Cumhurbaşkanı Erdoğan en son, “Mevcut durum da bizim için kabul edilebilir değil. Vatandaşlarımızdan maske ve mesafe kurallarına riayet etmelerini talep ediyoruz” açıklamasını yaptı. Son gelen tedbirler kapsamında, toplu ulaşımda ayakta yolcu alınmasına izin verilmeyeceği uygulaması var. “Yeniden karantinaya girilir mi?” konusunda, geçen hafta ikimiz de bunun olmayacağı konusunda hemfikirdik. Aslında yurtdışında da bu tartışma var. İngiltere’de yayınlanan bir gazetede gördüm: Genel yayın yönetmeninin yazı başlığı, “Yeni bir karantina felâket olur” idi. Bu ikilem hâlâ sürüyor. Tabii bu arada son günlerde, iktidar içinden ya da muhalefetten, Bülent Arınç ve eşi, Faik Öztrak, Onursal Adıgüzel, Antalya Belediye Başkanı Muhittin Böcek gibi çok sayıda bilinen siyasetçilerin de koronavirüs testlerinin pozitif çıktığını görüyoruz. Karşılıklı birbirlerine geçmiş olsun dilekleriyle, kutuplaşmanın koronavirüs üzerinden yok edildiğini de görüyoruz. Ne dersin, önümüzü görme imkânı, buradan bir çıkış umudu olacak mı?

Can: Bunu geçen hafta da konuştuk. Senin de söylediğin gibi, geçen haftadan bu haftaya olumlu yönde bir değişiklik olmadı. Hatta tablonun aynı biçimde devam ettiğini görüyoruz. Bu verilerle ilgili tartışma da sürüyor zaten. Verileri doğru saysak bile, veriler açısından durumun aynı biçimde devam ettiğini; hem kritik hasta sayısı hem genel vaka sayısındaki artışın devam ettiğini, ölüm sayılarının da gerilemediğini görüyoruz. Zaten ağır hasta sayısı bu şekilde artarken, ölüm sayılarının düşmesini beklemek de çok gerçekçi değil. Ama dediğin gibi, bu konuda bütün dünyada genel bir eğilim var. “Biz bunu kaldırabiliyoruz. Bu dayanıklık testini geçebiliyoruz” havası belirleyici bence. Aslında Türkiye’de de daha erken bir zamanda bu niyet ortaya çıkmıştı ve iş, büyük ölçüde insanların sorumluluğuna bırakılarak atlatılması, Sağlık Bakanı’nın her gün, “Mesafeye, maskeye dikkat edin; tedbir her şeydir” gibi yuvarlak açıklamalarıyla süreç devam ediyor. Ama yeni karantina tedbirleri ya da daha sert tedbirlerin uygulanıp uygulanmamasıyla bağımsız olarak, ülke yöneticilerinin insanlara bu meselenin ciddiyetiyle ilgili bir düşünceyi aktardıklarına çok tanık olmuyoruz. Büyük ölçüde Sağlık Bakanı’nın açıklamaları dışında –ki o da tekerleme gibi bir kez baştan sona, sonra sondan başa tekrar ederek idare ediyor– diğer yöneticilerin hepsi hâlâ, “Bu işi atlattık. En kolay biz atlattık” cümleleriyle konuşuyorlar. “Mesele hakikaten ciddi. Şu anda atlatılmış bir şey yok. Evet, yönetebildiğimiz bir sınırda tutmak için bu işi hâlâ ciddiye almamız lâzım” fikrini insanlara aksettiren bir tutum içerisinde görmüyoruz. Tam tersine, haftalardır izliyoruz; bu normalleşme süreci, sadece birtakım dükkânların, AVM’lerin açılması, turizmin hızlandırılması ile ilgili değil ki. Kitlesel mitinglerden kitlesel cuma namazlarına kadar, doğrudan yönetimin sorumluluğu altında ve iddia ettikleri önlem sınırlarına hiç uymayan pek çok şeyi yapmaya devam ettiler. Dolayısıyla, yeni önlemler aldılar almadılar, sorumluluklarını yerine getirmediler, sorumluluğu tamamen vatandaşlara bıraktılar bırakmadılar tartışmasının ötesinde, sorumluluğu vatandaşa bırakacaklarsa bile meselenin ciddiyeti konusunda samimi olmaları –bu verilerin inanılırlığı ile de aynı durum söz konusu– bir de bu meseleye yaklaşımla ilgili bir durum var. 

Amerikalı gazeteci Bob Woodward’un, Aralık 2019-Temmuz 2020 ayları arasında Donald Trump ile yaptığı röportajıyla ilgili yeni kitabı bu hafta Rage (“Öfke”)adıylayayımlandı. Kitapta, Trump’ın, Covid-19 salgınıyla ilgili bölümde, salgının ciddiyetini bildiğini ancak panik yaratmamak için Amerikan halkıyla bu bilgiyi paylaşmadığını kabul ettiği yazılı.  Dünyada birtakım yöneticilerin, bir biçimde durumu idare etme yöntemi olarak, meselenin ciddiyetini örtme ya da hafife alma tutumunun yaygın olduğunu biliyoruz. Açıkçası bu, Türkiye’de de vatandaşa “Dikkat edin” nasihatleriyle idare ediliyor. Bu nasihatlerin inandırıcılığı ve ciddiyeti konusunda da bir sorun var. Şu anda sokağa çıktığımızda, Cumhurbaşkanı’nın taraftarları olduğunu –hani “reisçilik” meselesi var ya– varsayan insanların çoğunun, doğrudan yukarıdan aşağıya, meselenin çok ciddi olduğuna dair bir fikri aldıklarını görmüyoruz. Bence bu çok önemli bir konu. Bu, başından itibaren sorumluluğu insanların üzerine yıkıp, asıl olarak çarkların dönebileceği sınırları gözeterek yönetme anlayışının artık kanıksandığını gösteriyor. Ama ortaya çıkan tablo, daha sonraki günler için hiç de iyimser düşünmeye imkân verecek gibi değil.

Çakır: Kemal, bu haftanın en çok konuşulan meselesi, övünmek gibi olmasın ama benim Selahattin Demirtaş’la yaptığım söyleşi oldu. Aslında orada bir talihimiz var: “Selahattin Demirtaş’ın farkı” başlığıyla yaptığım yayında da söylemiştim, ama bir kez daha tekrarlayayım: Aylar önce kendisiyle bir söyleşi yapmak için başvurmuştum, ama o tarihlerde Selahattin Demirtaş siyaset konuşmak istemediği, edebiyat çalışmalarını konuşmayı tercih ettiği için, bu söyleşi yapılamamıştı. İyi ki zamanında olmamış, şimdi yapmamız isabetli oldu. Onun birçok boyutu var. Bir kere, başlığa çıkarttığımız Meral Akşener’le ilgili kısmın üzerinde çok fazla tartışma çıktı. Ama onu ikinci kısma bırakarak, söyleşiye bir bütün olarak baktığımızda, çok derli toplu bir perspektif gördüm. Aslında daha önce yazmış olduğu, T24’te çıkan “Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem nedir?” başlıklı yazısı ve daha sonra sosyal medya hesabından paylaştığı “Bir İttifak Modeli Önerisi” yazısı, çok daha somut sorular üzerinden deşilmesi anlamında, bana çok ayakları yere basan açıklamalar olarak geldi. Kendisine, o iki metinde de, “Ne?” sorusunu cevaplarken, “Nasıl?” sorusunu aynı netlikle cevaplamadığını, bu sorunların nasıl aşılacağını da sordum. Kendisi içeride olduğu için, “Ben, hapishanedeki siyasetçi bir rehine olarak dışarıya bir tartışma metni sundum. Buradan kimse adına karar veremem, pratik siyasete müdahale de edemem. Bunun için pozisyonum da imkânım da yok” cevabını verdi. Orada çizilen çerçeve, uzlaşmacı dil, geçmişteki bagajları unutarak ilkeler üzerinden birlikte hareket etme tespitleri ve bunu formüle ediş şekli, bana elle tutulur geldi. Nitekim bu kadar geniş ilgi görmesini, sadece Akşener üzerine söylediklerinden dolayı olduğunu sanmıyorum. Ama bu, gerçek Türkiye siyasetinde, özellikle muhalefet cenahında tam karşılığını bulabilir mi?

Can: Bir kere, en azından üzerinde epey düşünmüş olduğu çok açık. Öyle genelgeçer, aklına o sırada gelen cevapları vermiş değil. Zaten senin de söylediğin gibi peş peşe birkaç yazı yazdı. Aslında senin yaptığın söyleşide, onları yeniden açan bir fırsat da verdi. Cevaplarını da biraz öyle kullanmış zaten. Yani tartışmaya açtığı meseleden yürümüş. Zamanlama açısından da örtüşüyor. Orada en temel iki nokta dikkatimi çekiyor: Bir tanesi, şimdi başka zeminlerde de tartışılmaya başlanan, “Seçim için yapılacak muhalefet işbirliğini, seçim kazanmak için bir taktik işbirliği mi yoksa çok daha kuvvetli, geniş bir revizyonu mümkün kılacak, bir tür, aslında sistemi ve işleyişi yeniden ele alacak bir stratejik ilkeler zemini mi kurulmalı? Hedef hangisi olmalı?” konusu çok tartışılıyor. Selahattin Demirtaş burada çok net bir tavır koyuyor. Seçim kazanma odaklı taktik birlikteliklerin sonuç alıcı olamayacağını, sadece o ittifakın mümkün olup olmamasından değil, mümkün olsa bile sonuç almanın ancak daha başka bir hedef koyulmasıyla mümkün olacağını söylüyor. Geçici, sadece seçim kazanmaya dönük, taktik bir işbirliğinin peşini sürmenin çok anlamlı olmadığını, buna karşılık yeniden bir demokrasi inşasını başlatabilecek bir zemin üretme anlamında, daha geniş bir ilkeler çerçevesinin tartışılmaya başlaması ve önce bunun ilişki hukukunun kurulması. Türkiye’deki hukuku, demokrasiyi ve sistemi kurtarmak için, buna niyet edenlerin, önce kendisinin bir hukuk kurması gerektiğini, bunun da herkese anlatılabilir, herkesle paylaşılabilir, birlikte davranılabilir ve sürekliliği olabilecek… Çünkü Demirtaş, sadece kazanmakla bitmeyeceğini söylüyor; kazandıktan sonra yapılması gereken bir iş var. Bu muhalefet ittifakı, yapılması gereken işi yapabilecek bir zemini oluşturamazsa, sonuç alamaz. Ayrıca, insanlar bunu görmezse, bu kısa vadeli taktik hedefe büyük bir teveccüh göstermezler. Bir kere bu çok temel bir ayrım. Dolayısıyla, Demirtaş burada hedefi seçim kazanmaktan daha başka bir yere koyuyor.

İkincisi, senin söylediğin gibi, bunun zeminini yaratabilecek ilişki pratiklerine de başka bir pencereden bakmaya başlamak gerektiğini söylüyor. Senin söyleşinde öne çıkan Akşener meselesinin de parçası olduğu başka bir şey söylüyor, o da şu: Muhalefetteki bütün aktörleri birlikte olmaya doğru itmenin yöntemi olarak kınayarak, sıkıştırarak, eleştirerek ya da zorlayarak bir şeye ikna etmek yerine, teşvik gibi başka bir pencere açıyor aslında. Yani, “Biz birlikte davranmakta zorlandığımız insanları, onların zorluklarını sürekli yüzlerine vurarak değil, onları birlikte davranmaya teşvik edecek ya da ona kapı açacak açılımlarla veya ilişki biçimleriyle çözebiliriz” diyor. Muhalefet içerisindeki, muhalefetin tam bir birliktelik oluşturamamasıyla ilgili tartışmaların, rijid, kapalı, kendisi de bir kutuplaştırma ve sertlik içeren, muhalefetin kendi içinde de bir katılaşma yaratan hâlini çözmek gerektiğini söylüyor. Kendisinin de kişisel olarak, “Ben olsam” diye açtığı ve senin başlığa çıkarttığın açılım da böyle bir şey. Çünkü burada asıl motivasyonun, kınamak, ayıplamak, eleştirmekten çok, teşvik etmek olacağını söylüyor. Ya da, teşvik etmekten bir adım daha ileriye giderek, “Kapı açmak” olabileceğini söylüyor. Kendisi burada “Kapı çalarak” yapmayı planladığını söylüyor.

Çakır: Burada Meral Akşener’in verdiği bir cevap var. Akşener o sabah Fox TV’de İsmail Küçükkaya’nın programına çıkıyor ve kendisine Demirtaş’ın söylediği, kahvaltıyla ilgili cümleleri soruluyor. Akşener’in, “Okumadım ama…” diye verdiği bir cevap var. Bu cevap da çok tartışıldı: “Güneydoğu’da bir gelenek vardır. Bir kan davası da olsa, insanlar birbirine misafirliğe geldiğinde yenilir içilir. Kapıdan uğurlanır. O kan davası devam eder” açıklamasını yaptı. Aslında Demirtaş’ın söyledikleriyle, Akşener’in söyledikleri arasında çok fark var.

Can: Zaten olması da normal. Demirtaş, “Biz etle tırnak gibiyiz. Zaten bir sorunumuz yok” meselesi üzerinden yürümüyor ki. “Sorunlarımız var. Herkesin birbiriyle sorunu var. Herkesin bagajı var” diyor. “Bu bagajlar yokmuş gibi davranalım” demiyor. Demirtaş da bunu söylemiyor. Sadece, “Bu bagajlarla davranma biçimimizi değiştirelim. Bunun kapatıcı bir şey olmasını engelleyelim. Ölçüsüz bir kapanmaya neden olmasının engellerini kaldıralım” diyor. Bu reaksiyonun içerisinde tabii ki farklı olmaları önemli. Galiba Medyascope’ta Burak Tatari de aynı şeyi söyledi, ondan izinle kullanayım: Meral Akşener’in sözünü “Aramızda kan davası var” diye yorumlayabiliriz. Ama bir yandan da, “Kan davalılar bile konuşabilir” gibi başka bir şeyi de söylemiş oluyor. Dolayısıyla, okuma açısından baktığımda, evet, kan davası sert bir şey. Ama bir kulbu var, o da şu: “Kan davalısına bile kapı açılır.” Bu, “Onunla kan davam var” değil, en uç noktayı gösterip, “Burada bile konuşmak mümkündür” diye anlamak. Benim söylediğim ve galiba Demirtaş’ın da aradığı da şu: En serti anlamak değil de, o sözlerin imkân verdiği daha fazla ilişkiyi aramak önemli.

Çakır: Tabii Demirtaş öyle bir cümle kurmuş ki, “Ben herkesin her söylediğine cevap vermek durumunda değilim” cevabını mümkün kılmıyor. O anlamda da ilginç bir durum oldu. Burada beni şaşırtan husus şu oldu: Söyleşi için Demirtaş’ın cevapları geldi. Tabii ki başlık hemen gözümün önünden geçti ve başlığı koydum. Sonra da “İktidar medyası muhalefette gedik açmak için herhalde bunu köpürtür” diye düşündüm. Ama belki de ben kaçırdım, çünkü çok da fazla tepki göstermediler. Bu olay çok konuşuldu sağda solda, televizyon ekranlarında. Ama “İşte görüyorsunuz, şer ittifakı” muhabbeti pek yapılmadı ya da yapılamadı. Daha önce Bahçeli ve Erdoğan’ın Akşener’e davetiye yollamış olması mı etkili oldu, yoksa Demirtaş’ın üslûbunun buna elvermeyecek derecede yumuşak bir üslûp olması mı?

Can: Bence, tam olarak neyi yapmalarının doğru olacağını kestirememekle ilgili bir şey.

Çakır: Kontrpiyede kaldılar.

Can: Bazı konularda şöyle yürüyorlar: Doğrudan, en tepeden bir şey söyleniyor. Sonra sosyal medyası, medyası peşine takılıyor. Mesela İstanbul Sözleşmesi’nde böyle oldu ama ters tepti. Bazı meselelerde de, önce bir sosyal medyayı, medyayı bir itiyorlar; onlar meseleyi bir köpürtüyor. Sonra onun bir getirisine bakıyorlar; “Nasıl olunca hakikaten bir efekt yaratıyor? İYİ Parti içerisinde bir şeyi kurcalamanın imkânı var mı? Buradan bir sonuç çıkar mı?” Biraz bunları yoklayıp ondan sonra vaziyet ediyorlar. Bence böyle bir şey oldu. Senin kastettiğin, resmî ağızlardan bir şey gelmedi. Ama ekranlarda sosyal medyada bu mevzuyu bildik temalarla “Zillet İttifakı. Zaten HDP de orada” şeklinde bol bol konuştular. Ama sonuçta, davet gibi bir şey de olduğu için, Demirtaş’ın söyledikleri üzerinden Akşener’e doğrudan saldırmaları çok kısa bir süre önce yaptıkları hamleyi boşa düşüreceği için, biraz bundan da imtina etmiş olabilirler.

Çakır: Biliyorsun, daha önce Sırrı Süreyya ile yaptığım söyleşiyi bayağı tüketmişlerdi, ama pek işe yaramadığını da gördüler. Bu denk gelişlerden birisi de, Sabah gazetesinde, galiba Mahmut Övür “Selahattin Demirtaş yeni parti kuruyor” diye bir haber ya da köşe yazısı yazmış. Ama Selahattin Demirtaş, bu haberi eşi Başak Demirtaş üzerinden çok net bir şekilde yalanladı. Zaten yalan olduğu her halinden belliydi. Ama burada şöyle bir husus var: HDP’de tuhaf bir durgunluk olduğunu ve HDP’nin mevcut potansiyelini tam olarak harekete geçiremediğini Demirtaş’a da sordum. O da, buna katıldığını ve kendisinin de bundan sorumlu olduğunu belirtti. HDP’deki bu durgunluk üzerinden, “Orası karışır mı?” gibi bir temenni var sanki. Belki de birtakım çalışmalar yapıyor olabilirler, bilmiyorum. Mesela Demirtaş’la yaptığım söyleşi olmasaydı, tek başına Demirtaş üzerinden hep bunun spekülasyonu yapılacaktı. Yani, Demirtaş’ın yeni bir parti kuracağı haberi var. O içeriden parti kurmayacağını açıklayacak, ama bu arada televizyon ekranlarına çıkan o insanlar bunu tartışacaklardı. Ama bu söyleşi denk gelince, tabii kendi ağzından, çok daha somut söylendiği için, bu konuşuldu. “HDP bölünüyor mu? Demirtaş’ın kuracağı partinin şansı var mı?” konuşmalarının bir karşılığı var mı sence? Bana yok gibi geliyor.

Can: Bence de yok. Ama bu konuda uğraşmalarını engellemiyor tabii. İktidar, sonuç alamadığı pek çok stratejiyi yürütmeye devam ediyor. O ille istediği sonucu alması değil, kendi stratejisi açısından tamamlayıcı olduğu için de bunu yapmak zorunda. O yüzden, HDP ile ilgili bu tür spekülasyonlara devam edecekler. Ama HDP meselesinde, iktidar blokunun, çok önceden net bir biçimde fark ettikleri, özellikle bölgede ve son yerel seçimle de büyük kentlerde kaybettikleri Kürt oylarını, hele de dozu sürekli artan milliyetçi tutumlarıyla geri alması, hem mümkün değil hem böyle bir niyetleri olmadığı anlaşılıyor. Buna karşılık, muhalefet blokunda HDP’nin temsil ettiği seçmen grubunu denklemden düşürmek için, küstürmek, muhalefet blokuyla davranmanın yararsızlığına inanabilecekleri bir zemin yaratmak. Bu, hatırlanabileceği gibi aslında kayyum politikalarının bir ayağıydı. Bir yandan, oradaki belediyeleri HDP’nin elinden almak, bir yandan da HDP seçmenini artık bu Türkiye siyaseti ile bir şey olmayacağı, bunda ısrarcı olmanın bir anlamı olmadığı ve Türkiye’deki politik zeminle ilgili müdahale iştahını kesen, onları tavırsızlığa iten ya da “Mücadeleyi başka bir zemine taşımalarına neden olabilecek milliyetçi refleksleri kuvvetlendiren bir sonuç doğurur mu?” diye bakılmıştı. Ama yerel seçimler sırasında bunun böyle olmadığı görüldü. Ayrıca şu anda yapılan pek çok kamuoyu yoklamasında da, bunun sayısal karşılık üretmediğini, HDP seçmeni içerisinde böyle bir vazgeçme yaşanmadığı görülüyor. Demirtaş da senin söyleşinde belirtmiş zaten: HDP’nin kendi potansiyelinin altında bir etki yarattığı konusunda bir genel kanaat var. Buna karşılık HDP seçmeninin bu yüzden siyasî ilgisini kaybettiği ya da muhalefet blokunda yer alma enerjisine yitirdiğine dair bir işaret görmüyoruz. Dolayısıyla, biraz yine buradan yürümeye çalışıyorlar. Demirtaş’ın özellikle bu son çıkışları, Kürt siyaseti üzerinden çok fazla konuşmayıp, çok kuvvetli bir biçimde bir Türkiye siyaseti, hatta Türkiye’deki kurumsal sistemin yeniden hayata geçirilmesi gibi bir perspektif açıyor olmasını, “Birtakım Kürdistanî refleksler açısından rahatsız edici olabilir mi?” diye buradan yürüdüklerini düşünüyorum. Zaten Demirtaş daha önce de bu tür hamleler için kullanılmıştı. Onun imajını, hem Türk kamuoyunda hem de Kürt kamuoyunda etkilemeye dönük bir girişim diye düşünüyorum.

Çakır: CHP için de Muharrem İnce deneyimi vardı. Geçen haftaki yayında konuşmuştuk Muharrem İnce ve Sivas Mitingi’ni. Bir süre bir yere gitmeyeceğini düşünüyorduk, ama Güneydoğu’da olduğunu öğrendik. Fakat hiçbir yerde de bir şey çıkmıyor. Halbuki iktidar medyası epey sahip çıkmaya çalışıyor, ama çok da haber yok. Ekibi ile birlikte dolaştığı söyleniyor ve Van’a, Hakkâri’ye gideceği söylenmişti. Ama hiçbir yerde karşıma bir haber çıkmıyor. Sen görüyor musun?

Can: Sosyal medyada paylaşılan bazı fotoğrafları, Hakkâri’ye gittiğine dair haberleri gördüm. Ama “Muharrem İnce ‘Memleket Hareketi’ başlattı. Otobüsle Türkiye’yi dolaşıyor. Her yerde artan bir ilgiyle karşılanıyor” havası yok açıkçası. Zaten 4 Eylül’de başlattığı Sivas Mitingi sonrasını konuşmuştuk. O çıkış noktası böyle bir hareketliliği yaratmaya çok uygun değildi. Zaten devamı da çıkışa benzer bir vaziyette yürüyor.

Yalnız, ekrandan görüyorum; şu anda tepemde sallanıp duran bir elmayla, galiba Newton’un yerçekimini keşfetmek üzereyim.

Çakır: Evet, her an bir şey olabilir.

Can: Yerçekimini bana anlatmaya niyetli bir elma var, ama herhalde düşmez.

Çakır: Muharrem İnce’nin sana bir operasyonu olabilir bu. Arkadaşlar sadece beni göstersin, sen de o elmayı aşağı indir bence.

Can: Kalsın, güzel duruyor. Düşerse de bir şey olmaz.

Çakır: Yayına hep bebek mi girecek, biraz da meyve görelim. Gelelim Doğu Akdeniz meselesine. Macron’un ayağı sürekli gazda, gerilimi tırmandırıyor. En son, Avrupa Birliği üyesi 7 Akdeniz ülkesi (MEd7) ile toplandı ve kayıtsız şartsız Yunanistan’a destek kararı aldı. Sosyal medya hesabından, “Akdeniz Barışı” anlamına gelen, “Pax Mediterranea” şeklinde bir paylaşım da yaptı. Erdoğan’ı ve Türkiye’yi hedef alan açıklamalar yapıyor. Türkiye de cevap veriyor. Bir tarafta, Türkiye’nin Yunanistan’la Ege’de yaşadığı sorun var. Bir de genel olarak Doğu Akdeniz’de yaşanan sorun var. Fransa bayağı bir inisiyatif almış durumda. “Olay NATO’da çözülecek” derken, Yunanistan NATO’yu kullanmayı değil, Avrupa Birliği’ni kullanmayı tercih ediyor. Yunanistan Avrupa Birliği üyesi olduğu için orada çok güçlü durumda. Ama iki ülke de NATO üyesi ve Türkiye NATO’nun çok daha önemli bir gücü olduğu için, Yunanistan NATO’yu kullanmayı tercih etmiyor. Böyle bir kilitlenme hâli var. 

Türkiye, bir ara Fransa ile sonra Hollanda ve Almanya ile dönem dönem gerginlikler yaşıyor. Ama Fransa meselesi epeyce süreceğe benziyor. Birkaç gündür televizyonların altyazılarına bakıyorum: Mesela, “Çakma Napolyon” diye laf ediyorlar Macron’a. Bazı siyasetçiler, Erdoğan ve Macron’un birlikte olduğu fotoğraflardan hareketle birtakım capsler yazıyorlar. Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın da twitter hesabından yaptı bunu. Macron ve Erdoğan’ın fotoğrafının altına “Sözü uzatıp kendimizi yormayalım” diye yazmış. İş atışmaya döndü. Ama sonuçta, Fransa Avrupa Birliği’nin en önemli iki ülkesinden birisi. Türkiye de Fransa da NATO üyesi. Bu iş nereye varacak, bir muamma.

Bir de, bu konu, sanki iç siyasete pek taşınamıyor gibi. Daha önceki krizlerde, “Ey Hollanda!’’ “Eyy Almanya!” deyip –ki daha önce Fransa ile de yapılmıştı bu– o ülkelerle kavga ederek, bunu, iç siyasette Batı karşıtlığı üzerinden bir konsolidasyon unsuru olarak kullanabiliyordu. Zamanında Hollanda’yı protesto etmek için portakal bile kesilmişti hatırlarsan. Şu anda öyle sivil bir hareketlilik yaratma arayışı gözükmüyor. Ama karşılıklı demeçlerle gerilim adım adım tırmanıyor gibi.

Can: Dış politikayı iç politikaya taşımanın birkaç yönü var. AKP’nin 18 yıllık iktidarının tamamında, iç politikanın en kuvvetli enstrümanı, dış politik meseleler oldu. En başına gidersek, bugün, negatif motivasyon için seçmenini konsolide etmeye kullandığı “Avrupa’nın düşman olduğu” temasının tam tersini kullanarak iktidara gelmiş bir partiden bahsediyoruz. AKP ilk yıllarında, yine dış politikayı en önemli yükselme argümanı olarak kullanıyordu, ama pozitif bir argüman olarak kullanıyordu: “Batı bizi destekliyor. Avrupa Birliği’ne gireceğiz. Bütün dünya bizimle birlikte hareket etmek istiyor. Herkesle iyiyiz. Artık o eski statüko kalktı” tutumu… Kıbrıs ve Avrupa Birliği tartışmaları sırasında, bugünkü ortağı MHP ile girdiği polemiklerde Erdoğan’ın söylediklerini hatırlayalım. Dolayısıyla bütün temalarında, hatta Irak politikasında bile, Batı’yla çok uyumlu olmayı pozitif bir durum olarak kullanıyordu. Bu politikayla, neredeyse 2010’lara kadar böyle gidildi. Sonra, yine iç politikanın malzemesi olarak yine dış politika kullanılmaya başlandı, ama bu sefer, o klasik, negatif 1Herkes bize düşman” argümanına dönüştü. Arap Baharı ile başlayan, içeride çözüm sürecinin sona ermesiyle birlikte iyice tırmanan, Avrupa Birliği ile işlerin sarpa sarmasıyla bir tür mecburiyete dönüşen ve asıl olarak ekonomik değişimler nedeniyle mecburiyetlerden doğan bir başka veçhesi ortaya çıktı. Hatırlarsan, “Vizesiz Avrupa” AKP’nin çok kullandığı müjdelerden biriydi. Şimdi ister “müjde” olarak kullanılsın, ister “büyük tehlike” olarak gösterilsin, dış politikayı, iç politikada kullanmanın ve bu kullanmadan hızlı sonuç almanın biraz ömrü tamamlanıyor; insanlar biraz yoruldu. Çünkü dış politika meselelerinin çoğu, son derece belirsiz, hamasi bir dil içerisinde, tam olarak neyin konuşulduğu, tam olarak derdin, hedefin ne olduğu belirsiz olan, sürekli böyle tansiyonlarla ilerleyen bir şey. Sürekli hamaset ve tehdit üreterek sonuç almaya çalışmak, bu alanı fazla örseledi. Bu çok belirgin.

Çakır: Bu arada, sen görmüyorsun ama senin elma, iki gözü ve ağzı olan bir insan gibi.

Can: Muppet Show karakterleri gibi.

Çakır: Daha önce Hollanda, Fransa ya da Almanya ile yaşananlar, genellikle atışma şeklinde krizlerdi. Ama şimdiki meselede somut olarak bir çatışma potansiyeli var. İş o anlamda ciddi. Diğer kavgalar, karşılıklı lâf ettiğin, kızdığın, küstüğün kavgalar gibi yaşanıyordu. En fazla büyükelçini çekiyorsun. Ama burada çok daha somut bir olay var. İnsanlarda “Ne gerek var şimdi buna? Zaten salgın var, ekonomi kötü. Bir de böyle maceralara girmesek iyi olur” gibi bir ruh hâli olduğunu düşünüyorum.

Can: Doğru. Senin bu söylediğini desteklemek için de şunu söyleyeyim: Mesela, Joe Biden “Türkiye’de muhalefeti destekleyeceğiz” dedi diye kullandılar. İktidar “Erdoğan karşıtı Batı teması” olarak iktidar bunu kullandı. Şimdi Macron “Türkiye ile bir sorunumuz yok, ama Erdoğan’ı istemiyoruz. Erdoğan’la sorunumuz var” dediğinde, seçmenin bir grubu açısından “ABD’de Erdoğan’ı istemeyen birileri var” düşüncesi hâkim. Tamam, bunu iç politikada kendine dönük bir tehdit olarak kullanabilirsin, ama bu aynı zamanda “Beni istemeyen birileri var” anlamına da geliyor. “Trump seçilemezse, ABD ile ilişkiler benim üzerimden daha zor gidecek” propagandasını da yapmış oluyorsun. 

Aynı şekilde, Avrupa Birliği ile çok kuvvetli bir ilişki zemini var. “Onu teperim, bunu döverim. Benim uçağım, benim İHA’m.” Tamam, dediğin riskler var. Ama bir yandan da, Türkiye’nin en büyük ekonomik ortağı Avrupa Birliği. Avrupa Birliği’nde de birileri “Artık Erdoğan’la çalışmak istemiyoruz” diyor. Şimdiye kadarki bütün gerilimlerin içerisinde hep şu vardı: “Evet, sorunlarımız var, ama bu sorunları onunla bir şekilde yürütebiliyoruz.” Şimdiyse, birçok uluslararası aktör, haklı ya da haksız… Çünkü seçmen baktığı yerden şunu görüyor: “Birileri artık ilişkilerin böyle devam etmesini istemiyor. Bu, sorun yaratmaya başlıyor. Biz buna rest çekerek bir şey kazanmıyoruz.” Bir kısım seçmen, “Herkes Erdoğan’a düşman. Biz de onun yanındayız” diye bakıyor. Ama başka bir seçmen grubu da “Tamam, bu kadar maraza çıkartıyoruz da, ne kazanıyoruz? Senelerdir ona posta koyuyoruz, buna rest çekiyoruz. Suriye’de öyle, Akdeniz’de öyle. Ne oluyor sonuçta?” diye bakıyor. Bu soruların cevabı giderek boşlukta kalıp, bu tür krizler uzatıldıkça, etkisi de zayıflıyor. Kamuoyu araştırmalarında da bunun etkisi görünüyor zaten. Suriye Operasyonu zamanında bunu gördük: “Çok büyük oy getirir” denen harekâtların destek etkisi 1 ay bile sürmedi. Biraz önce, “Doğu Akdeniz geriliminde çatışma riski var” dedin. Suriye’de binlerce askerin girdiği açık bir operasyon söz konusuydu. Ama bütün bunlar, “Artık bu restleşmeler, gerilimler fayda getirmiyor, bunlardan vazgeçelim” anlamına gelmiyor. Çünkü bunların olması fayda için değil, daha büyük zararı engellemesi için. Bir süredir bunu hep konuşuyoruz: İktidarın zaten ne dışarıda ne içeride, daha fazla siyasî destek temin etmek değil, mevcudu tutmak ya da kendi karşısındaki blokların sorunlarını belirginleştirerek, onların etki yaratmasını engellemek üzerine kurulu.

Çakır: Evet. Kemal programı noktalayalım. Sen de o elmayı bir güzel ye.

Can: Tamam.

Çakır: İzleyicilerimize de çok teşekkür edelim. 

Can: Teşekkür ederiz izleyicilerimize.

Çakır: “Haftaya Bakış”ı burada bitiriyoruz. Haftaya tekrar buluşmak üzere. İyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.