Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Kemal Can ve Ruşen Çakır ile Haftaya Bakış (48): Erdoğan’ın Bahçeli ve Asiltürk görüşmeleri, iktidar Boğaziçi’ni neden hedef aldı? Trump’tan sonra otoriter liderlerin geleceği

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Haftaya Bakış”la karşınızdayız. Yine Kemal Can’la birlikte haftanın olaylarını yorumlamaya çalışacağız.

Kemal Can: Merhaba Ruşen.

Çakır: Çok bereketli bir haftayı geride bırakıyoruz. Konuşacak çok şey var. Hatta bazılarını atlayarak gitmemiz bile gerekebilir. Amerika’da yaşananlar var. Yaşananların, Amerika’nın kendi meselesi olmakla birlikte, herkesi ilgilendiren bir boyutu var. Boğaziçi Üniversitesi meselesi var. Bir de, Erdoğan’ın Bahçeli’yi evinde ziyareti, ardından Saadet Partisi Yüksek İstişâre Kurulu Başkanı Oğuzhan Asiltürk’ü ziyaret etmesi var. Onun öncesinde, DSP Genel Başkanı Önder Aksakal’ı da Külliye’de ağırlamıştı Erdoğan; o biraz gözden kaçtı. 

İstersen bununla başlayalım. Erdoğan bugün cuma namazı sonrası Türkiye gündemine ilişkin açıklamalar yaptı. Oğuzhan Asiltürk ziyaretiyle ilgili de, “Geleceğe yönelik terörle mücadelede her türlü desteğin bizim yanımızda olması lâzım” diyerek genel bir açıklama yaptı. İttifak meselesinin de gündemde olduğunu ve başka görüşmeler yapacağını da söyledi. Bu görüşmelerde, benim favori konum olan erken seçim ya da baskın seçim konusunu da gündeme getirdi. Seçim kısmını bir kenara bırakalım. Ama izleyicilere şunu anlatmak istiyorum: Oğuzhan Asiltürk Saadet Partisi’nde genel başkan değil. Yüksek İstişâre Kurulu’nun ağır ağabeyi. Aslında bir nevi paralel genel başkan gibi. Ve öteden beri Cumhur İttifakı’na daha yakın bir çizgide. Parti yönetiminde çok büyük bir etkisi yok, ama yine de karşılığı var. Özellikle İstanbul İl Örgütü’nde il başkanının değişmesi konusunda Oğuzhan Asiltürk kaybetti. Temel Karamollaoğlu il başkanını görevden almıştı. Erdoğan Saadet Partisi’ni olduğu gibi yanına çekemeyeceğini biliyor. Oradan bir şey kopartmanın yanına kâr kalacağını ve bunu yaparak Saadet Partisi’ni zayıflatacağını düşünüyor olabilir. Bahçeli kısmını geçen haftaki ‘Haftaya Bakış’ta yorumlamıştın. Erdoğan’ın kısa bir süre içinde üç görüşme yapması meselesi var. Kimileri bunu, “Sorun var ve bunu çözmek istiyor” şeklinde yorumladı. Anladığım kadarıyla sen, sorundan ziyade, ittifakın yol haritası üzerinde çalışma olarak görüyorsun. Ama bütün bunlardan şöyle bir sonuç çıkıyor: Siyasî olarak çok fazla bir şey yok, ama bu tür ziyaretler, köşe kapmacalar, ittifaklar arasında belki geçişler ya da ittifakların kendi arasında genişlemeleri gibi olayları çok konuşacağız gibi görünüyor. Bir de, “Şu şahıs ya da şu parti niye bu ittifakta da ötekinde değil?” konularında sorular cevapsız kalacak. DSP’nin Külliye’de ağırlanmasından bahsettim az önce. Belki CHP’den kopan ya da kopmaya meyleden kişilere veya oluşumlara da el atmaya çalışacaktır Erdoğan. Bütün bunlar, Erdoğan ve Cumhur İttifakı’nın yeniden yapılandırma arayışında olduğunu gösteriyor sanki. Ne dersin?

Can: Evet, son cümlelerine büyük ölçüde katılıyorum. Bahçeli görüşmesinden başlarsak: Bildiğin gibi çok çeşitli yorumlara yol açtı. Hatta gözlerinden anlam çıkartma, bakışmalarında problem görme çabaları da gündeme geldi; ama şu açık — tabii ki içeriğini bilmiyorum, kulislere dönük çok fazla kaynaklarım da yok; ama şimdiye kadar yaşadıklarımızı da düşünerek çok basit bir akıl yürütmeyle konuya şöyle bakıyorum: İktidar ortaklarının kendi aralarında bir sorun varsa, bu sorunu çözmek için bu kadar aleni, ortalıkta iki üç görüşme, kameralar önünde yağmur altında buluşmalarla filan neden çözüm aramaya çalışsınlar? Bana mantıklı gelen bir tarafı yok.

Çakır: Sen fotoğraflardan konuşuyorsun Kemal.

Can: Ama bu fotoğrafları onlar servis ediyorlar. Ben fotoğrafları okumuyorum. Onlar bize göstermek istiyorlar. Onların bize göstermek istediği fotoğraf, “Biz görüşüyoruz. Görüştüğümüz şey bundan sonra nasıl yürüyeceğimiz. Bunu birlikte kararlaştırıyoruz.” Bunu defaatle gösteriyorlar. Ayrıca, biraz önce senin sıraladığın diğer temaslarla birlikte düşünüldüğünde, HÜDA-PAR’dan başlayarak bunların hepsi servis edildi. Görüşme oldu, fotoğraf çekildi. DSP ile öyle, Oğuzhan Asiltürk’le, Bahçeli’yle öyle. Dolayısıyla bu bize, burada bir sıkıntı olduğunu ve bunu çözmek için yoğun bir trafik olduğunu göstermiyor. Bunun servis edilmesi, senin özetlediğin tabloyu bize anlatmaya çalıştıklarını gösteriyor. Ben meseleyi böyle yorumluyorum. Zaten, diğer bütün hazırlıklarda, ayrıca bu görüşmelerin içinde konuşulduğu açıklanan ya da kulislere yansıyan bütün temalar da bunu doğruluyor. Yok, “Terörle mücadeleyi konuştuk”; yok, “Seçim yasasını konuştuk”. Bütün muhalefet aktörlerinin de dâhil olacağı, Meclis’te konuşulacak birtakım başlıkları ittifakın kendi içinde konuştuğunu anlıyoruz. Bu da bize, önümüzdeki dönemin iddia edildiği gibi ittifakın çatlaklarından sızanlarla biçimlenmeyeceğini, bu tencerede ne pişerse onu yiyeceğimizi gösteriyor.

Senin söylediğin gibi, bütün bu verilen resme ve yapılan görüşmelere baktığımızda, ben o arayışı, hem gösterilmeye çalışılanı hem de aranılan şeyi şöyle yorumluyorum: Muhalefet cephesinde kendiliğinden büyük bir çeşitlilik oluştu. Net olarak açıklanmış bir ittifak oluşmamış olsa bile, muhalefet blokuna bakan sıradan bir insanın gördüğü, orada bir çeşitlilik olduğu. İçinde CHP var, HDP var, İYİ Parti var, DEVA Partisi var. Bunlar yan yana duruyor duramıyor, ayrı mesele; ama bu başkanlık rejiminin karşısında duran, parlamenter rejim isteyen muhalefet blokunun, saydığım partilerden çeşitli toplumsal kesimlere, kitle örgütlerine kadar yayılan geniş bir çeşitlilik havuzu var. Bunun karşılığında, dünyada gelişen trendin de, bütün otoriter rejimler karşısında benzer çeşitlilikte bloklar oluştuğu bir dünyaya doğru gidiyoruz. Bu kutuplaşma, şimdiye kadar otoriter iktidarların lehine çalışan bir makineydi. Bu kutuplaşmayı sivrilterek ve popülist enstrümanları kullanarak, iktidarlarını pekiştiriyorlardı. Ama şimdi, bu kutuplaşmanın bir tür karşıtı da oluşmaya başladı. Bu henüz aynı yetkinlikte bir şey değil. Ama bu durumda, bu otoriter eğilimin çok somut bir seçim sorunu var. Bunu ABD’de Trump yaptı. Bir yandan, düşmanlarını çoğaltarak, kendi söylemini sivrilterek, önüne gelene, muhalefet partilerinin il başkanlarına terörist demek, beraat etmiş insanları suçlu ilan etmek gibi, düşmanları iyice düşmanlaştırmak. Diğer yandan da kendi çizdiği hattın arkasına yerleştirdiği blokun önemli bir çoğunluk olduğunu ve kendi içinde de bir çeşitlilik içerdiğini göstermek.

Çakır: Hatırlarsan, Erdoğan’ın 31 Mart gecesi telaffuz ettiği “Türkiye İttifakı” diye bir şey vardı.. Sonra Bahçeli tarafından ayar verildi. Şimdi sanki “yerli ve milli bir Türkiye” arayışında diyebilir miyiz? Saadet Partisi’nden var. HÜDA-PAR da olacak galiba. DSP de olabilir. Vatan Partisi olabilir. Tabii Bahçeli buna ne der bilmiyorum, çünkü Perinçek’le bir meselesi var biliyorsun. Belki CHP’den kopan ya da kopmaya niyetlenenler de burada olabilir. Belki yeni bir Kürt partisi veya hareketi de oluşturup, “Bakın burada Türkiye’nin bütün çeşitliliği var. Bizim Cumhur İttifakı’mız aslında bir Türkiye ittifakı. Yelpazenin hepsini kucaklıyoruz” görüntüsünü vermek. Tabii Erdoğan’ın başörtüsü meselesinde söylediği o “vitrin mankeni” sözü buraya çok uyar herhalde. Çünkü bunların büyük bir kısmı, aslında çok fazla temsili olmayan ama adı olan gruplar, kişiler, partiler olacak. Sanki böyle bir arayış var gibi geliyor bana. Yani Cumhur İttifakı’nı Türkiye İttifakı’ymış gibi sunmak. Bu arada, Cumhur İttifakı’nın içinde, öteden beri var olan ama adı anılmayan Büyük Birlik Partisi de var. Sanki yeni bir Türkiye İttifakı’na dönüşen bir Cumhur İttifakı gibi bir arayış olabilir.

Can: Evet. Senin söylediğin gibi, bunlar sembolik. Oy anlamında ihtiyaç duyduğu yüzde 50+1’i aritmetik olarak sağlayacak bir şey olmasa bile, o görüntüyü tamamlayan özellikleri olan bir şey. Türkiye İttifakı’nı değil de “yerli ve milli” ittifakını daha büyük bir çeşitlilik ve sanki daha kapsayan, daha geniş bir blokmuş gibi tarif etmek. Çünkü bir süredir sadece MHP ve AK Parti’den ibaret, hatta büyük ölçüde de Bahçeli’nin vesâyeti altındaki bir iktidar görüntüsünü biraz kırmak. Hani 2021’i bir atılım yılı yapacaklar ya; aslında reform dedikleri Bahçeli’nin tarif ettiği gibi, “Bu ittifakın eksiğini gediğini tamamlayalım, bu ittifakı sağlamlaştıralım, bu ittifakın ihtiyaç duyduğu hazırlıkları yapalım…” Bunun içerisinde seçim yasası değişikliği var, birtakım başka düzenlemeler var — ki bunların da hazırlıklarının konuşulduğunu biliyoruz. Bir de bunun üstüne, milleti artık sadece kendilerini destekleyen bir blok olarak tarif ettiğinde, o milleti, kendi içinde çeşitliliği ile, ağırlıkları çok yüksek olmasa bile temsilî bazı “vitrin” unsurlarını da tabloya yerleştirerek, “Yerli ve milli blok budur. Yerli ve milli blokla devam ediyoruz. Ama ana yörünge aynıdır. Buna, yeni bir takım unsurlar dâhil olmaktadır” demek. Yani, onlara giden, kendini dışarıya doğru açan bir yaklaşımdan bahsetmiyoruz. 2019’dan sonraki seçimde telaffuz edilen Türkiye İttifakı, “Acaba kendi dışına doğru açılma emâresi mi?” diye algılanmıştı. Şimdi bu yapılan, kendi dışına açılma hamlesi değil. Birilerini içine alma hamlesi. 

Çakır: Devşirme yani.

Can: Kendini açmak değil, birilerini içine almak, daha fazlayı istemek. Dolayısıyla, çok temel bir yaklaşım farkı var. Biraz önce de söylediğim gibi bunun, blokun öbür tarafında kalanlara karşı dilin daha da sertleşerek devam edeceğini gösteren tamamlayıcıları da var. Karşı tarafı bozmak, düşmanlaştırmak konusundaki stratejide bir gevşeme görmüyoruz. Tam tersine arttığını görüyoruz.

Çakır: Düşmanlaştırma demişken, iktidar birbirinden ayrı üç olayı köpürtmeye çalışıyor. Birincisi Can Ataklı meselesi. Can Ataklı sadece bir gazeteci. Söyledikleri de onların tarif ettiği gibi bir şey değil. Biliyorsun Faruk Bildirici bu konuyu kendi sitesinde yazdı. Can Ataklı’nın konuşmasını başından sonuna dinlemiş, deşifre etmiş ve Ataklı’nın sözlerinin tamamen çarpıtıldığını yazmış. İkinci konu İlker Başbuğ. O da kendinden başka kimseyi temsil etmiyor. Muhakkak sevenleri vardır. İlker Başbuğ, Cumhuriyet gazetesinde yeni çıkan kitabını anlattığı söyleşisinde, 27 Mayıs askerî darbesine ilişkin bir cümle söylemiş. O cümleden de, Başbuğ’un “darbe özlemi” içinde olduğu çıkartılmış. Üçüncüsü ise Fikri Sağlar’ın başörtüsü konusunda söyledikleri. Fikri Sağlar CHP’de milletvekili bile değil. Üstelik Fikri Sağlar’ın açıklamasından 1 gün sonra Kemal Kılıçdaroğlu, genel başkan olarak, tam zıttı bir açıklamayı, yanında başörtülü bir milletvekiliyle yaptı. Ama bu üç farklı olayı birleştirip, söylenenlerin hepsini çarpıtıp, o bildiğimiz klasik, “darbecilik”, “özgürlük düşmanı” laflarını yapıştırıp üzerine bir de soruşturma açıldı. Burada tamamen semboller üzerinden gidiliyor. Bilmeyen birisi, Fikri Sağlar’ı CHP’nin Genel Başkanı ya da CHP’nin ağır toplarından sanır. Halbuki uzun süredir CHP’nin dışında kalmış ya da genel merkezle çok ilişkisi kalmamış biri Fikri Sağlar. İlker Başbuğ’un sesini de epeydir duymuyorduk. 

Tabii burada ilginç bir şey var, tam da senin alanına giriyor bu: Devlet Bahçeli İlker Başbuğ’u 27 Mayıs’ı övmekle suçluyor. Alparslan Türkeş, 27 Mayıs darbesini yapanlardan. Hani, Bahçeli 12 Eylül dese anlayacağım, ama 27 Mayıs’tan bahsediyor. Böyle garip bir durum. Bu da aslında kutuplaştırma, düşman yaratma politikalarında ne kadar tıkanmış olduklarını gösteriyor. Mesela 5 yıl önce, Kemal Kılıçdaroğlu’nun ya da temsil özelliği olan birtakım kişilerin sözlerinden ya da eylemlerinden kutuplaşma malzemesi çıkabiliyordu. Ama artık olamıyor. Sağda solda ne görürlerse, hemen bağlamından kopartıp, çarpıtıp, mesela AK Parti il teşkilatlarının suç duyurusunda bulunuyor olmasını milli bir seferberlik gibi sunuyorlar. Abdullah Gül’ün tâbiriyle: “İnsan gerçekten hayret ediyor”. Herhalde Can Ataklı ve diğerleri de şaşırmıştır. Bunu Türkiye’nin en önemli meselesi haline getiriyorlar. Bu aslında hep konuştuğumuz gündem değiştirme değil. İktidarın gündemi bu. Ama bunlar çok cılız ve zayıf. Sembolik bir anlamının olduğuna bile emin değilim.

Can: Evet, bir tarafıyla doğru. Biraz sonra konuşacağımız Boğaziçi Üniversitesi meselesi de öyle bir şey aslında. Öyle alanları köpürtüp, özel alanları seçip hedefe koyuyorlar ya da ortalama kendi tabanlarında anlaşılması zor kavramlara veya kurumlara saldırarak bunu yapıyorlar — ki tartışmanın ağırlığı çok değişiyor. Boğaziçi Üniversitesi’nin ya da iyi bir eğitim kurumunun varlığı, üniversitenin bağımsızlığı meselesinin bir bloktaki karşılığı ile, kendi konuştukları taraftaki kodları tamamen farklı. Bu işi oraya taşırken, “Elitler, sadece kendilerinin gittikleri ve başkasını sokmadıkları bir alana, muhafazakârlar, dindarlar, AKP giriyor diye yaygara ediyorlar.” Kurdukları cümlenin özeti bu. Bu kodun içerisinde, “Erdoğan Boğaziçi Üniversitesi’ne rektör atamış. Niye bu kadar itiraz ediliyor? Her yere rektör atıyor zaten. Niye bu kadar gürültü çıkıyor? Demek ki bir şey var” dedirtmesi yetiyor. Yani düşman üretirken, düşmanın niteliği, düşmanın o düşmanlığı hak edip etmediğiyle ilgilenmiyor. Düşmanlaştırdığı insanla ortaya attığı iddianın sonuçları ile ilgileniyor. Dolayısıyla, İlker Başbuğ’un söylediği, “Menderes, erken seçim tarihi açıklasaydı, 27 Mayıs askerî darbesi büyük bir olasılıkla önlenebilirdi” cümlesi, çoğu muhafazakâr insanların da yazdığı en az 10-15 siyasî tarih kitabında cümle olarak geçebilir. Zaten senin de söylediğin gibi, Alparslan Türkeş de o darbenin en önemli aktörlerinden biri. Ama burada önemli olan bu değil; eski bir genelkurmay başkanının bunu söylüyor olması. CHP’li birinin bu kadar sene sonra türbana yeniden laf etmiş olması. Bir gazetecinin darbe îmâsında bulunması. Hatırlarsan daha önce Metin Akpınar meselesini de aynı şekilde köpürtmüşlerdi. Bu tartışmayı, darbe gibi, elitizm gibi, başörtüsü meselesi gibi konuları kullanabilecekleri, mümkün olan en zayıf ve en anlaşılmaz aktörlerin üzerinden açıyorlar. Çünkü bir süre sonra onu muğlâklaştırıyorlar. Orada aktörler önemli değil. “Kim ne demiş?” de önemli değil. Sadece kendi tezlerinden ibaret olan bir tartışmaya dönüştürebilme imkânı sağlıyor. Mesela doğrudan Kılıçdaroğlu’nu hedefe koyduklarında veya Meral Akşener’e saldırdıklarında şunu gördüler: Yüksek aktörlere doğrudan saldırmaya başladığınız zaman, onları önemli hâle getiriyorsunuz. Bunu fark ettikleri için, şimdi daha yan hedefler üzerinden ana hedefi vurmaya yöneliyorlar ve daha çok çeşitlendiriyorlar. Yani blok bir saldırı yerine, küçük küçük alanlara saldırıyorlar. Trol faaliyetleri de böyle. Bu, senin dediğin gibi boş bir iş gibi duruyor. Bunun ne anlamı var? Sembolik bir değeri de yok. Ama bir başka rasyonel bakışla, çok da işlerine yarayan bir şey. Saçma geliyor. Bu, dış politikada da böyle. “Bu kadar çok düşman üretmek akıl kârı mı? İnsanın bu kadar çok düşmanının olması akıllıca bir şey olabilir mi?” diyorsun. Ama bu, popülizmin kaçınılmaz sonucu. Ne kadar çok düşman üretirsen, o kadar çok destek sağlama imkânın var. Trump örneğinde de gördük bunu. Trump’ın dostlarını vitrine yerleştirerek destek toplaması mümkün değil. Kongre binasına giren dostlarını gördük işte. Ama düşmanlarını göstererek toplayabildiği desteğin oy artışıyla sonuçlandığını gördük. Dolayısıyla, otoriterlik kaçınılmaz olarak düşmana ihtiyaç duyuyor.

Çakır: Boğaziçi Üniversitesi’ne geçelim. Olayın kendisine gelmeden önce Canan Kaftancıoğlu’ndan başlayalım. Önce Süleyman Soylu, bugün de Cumhurbaşkanı Erdoğan, Canan Kaftancıoğlu’nu hedef göstererek, hem Boğaziçi Üniversitesi’nde yaşananları etkisizleştirmeye hem de bir düşman alıp, zayıf gördüklerini… Sanki Canan Kaftancıoğlu’nu CHP’nin zayıf karnı olarak görüyorlar; ama kendileri açısından bunun çok isabetli olduğunu sanmıyorum. Kılıçdaroğlu’nun muhafazakâr ve sağ kesime daha şirin gözükmek için söylemleri var; ama Kaftancıoğlu’nu partinin sol kanadı ve yumuşak bir güç olarak görüp, onun üzerinden “CeHaPe zihniyeti”ni deşifre etme arayışları içerisinde olma gibi bir yaklaşımları var. Ama ben bunun çok isabetli olduğu kanısında değilim. Davalar da açtılar. Sosyal medyadan ve kendi medyalarından her vesileyle sataştılar, hedef gösterdiler. Ama Canan Kaftancıoğlu pek de sarsılmış gibi gözükmüyor. Popülaritesi, en azından kendi tabanında da, kendi tabanı dışındakiler tarafından da bilinen bir isim oldu. Öyle değil mi? Sen CHP Ankara İl Başkanı’nın kim olduğunu biliyor musun? Ben isim olarak bilmiyorum, birçok il başkanını bilmiyorum. Ama Canan Kaftancıoğlu’nu biliyorum. Birçok insan da biliyor. Bunun en önemli nedenlerinden birisi, iktidar blokunun her vesileyle onu zayıf olarak algılayıp, sürekli onun üzerinden saldırı yapıyor olmaları. Bence bu çok akıllıca bir strateji değil. 

Can: Demin onu anlatmaya çalışıyordum. Onların aklı bakımından baktığımız zaman akıllıca görünmüyor, ama onların akıl yürütme biçiminde, senin söylediğin gibi, sürekli onu parlatsalar bile, CHP’nin içine de etki yapabilecek bir hedef olarak onu canlı tutmaları, işlerine yarıyor diye düşünüyorlar. Çok basit bir mantıkla düşünelim: Gezi’yi hatırla, sekizinci yıla giriyor artık, üzerinden 8 yıl geçti. İki, hatta daha fazla dava açıldı bu konuyla ilgili ve bu davalarda beraat kararı verildi. Bugün hâlâ iktidar sözcüleri, başta Bahçeli ve Erdoğan olmak üzere, bunu kullanıyorlar. Geçen gün Erdoğan, Boğaziçi Üniversitesi’nde yaşananlar için “Yeni Gezi arayışı”, “Gezi kalkışması” diyor. Kendi mahkemelerinden iki beraat kararı çıkmış, defalarca bir suçlama konusu yapılıp artık kimsenin çok fazla önem atfetmediği bir suçlamaya dönüşmüş bir meseleyi, hâlâ vazgeçmeden kullanıyorlar. Bu çok saçma. Artık başka bir şey bulmaları lâzım. Hayır, çünkü o kodlar, o anlaşılmazlık hâli, oradaki hassasiyetin iki bloktaki karşılıklarının farklı olması… Kutuplaştırma tam da böyle bir şey zaten. 

Hani ABD’deki Kongre baskını için hem Beştepe, hem Ömer Çelik, “Seçime nasıl itiraz edilir? Seçim kabul edilmez olur mu?” açıklamalarını yaptılar. Sanki unuttuk; bir buçuk sene önce “Çaldılar” diye sokaklara çıktınız, aynı şekilde davalar açtınız ve davalar sonuçsuz kaldı. “Hesabını verecekler” diye seçim kurullarını hapse atmaya kalktınız. Bütün her şey elinizdeyken hiçbir soruşturmadan hiçbir sonuç alamadınız. 

Çakır: İstersen Trump olayını en son konuşalım. Çünkü orada işin başka bir boyutu var. Yani böyle kuyruğa girip, “Bu yapılan yanlıştır” demenin, Türk-Amerikan ilişkilerinin geleceğiyle ilgili bir boyutu var. 

Can: Tabii, işin o tarafı ayrı. Şunu söylemek istiyorum: İrrasyonel gelen, çok saçma şeylere ısrarla devam etmeleri. Canan Kaftancıoğlu olayı. Böyle bir şey olabilir mi? Bir ülkenin Cumhurbaşkanı, yaptığı iki konuşmanın birinde, ya bir partinin liderini, ya eski genel başkanını, ya il başkanını, ya beraat etmiş akademisyeni, ne mahkeme kararını tanıyıp ne hak gözetip, ona “terörist,” buna “suçlu” diyerek devam ediyor. Bu akıl alacak bir şey değil. “Bunu niye yapıyor?” sorusunun cevabı: Düşman yaratmak, düşmanı sürekli canlı tutmak. Yeni düşman yaratmak da kolay bir şey değil. Çünkü ikna edici bir şey geliştirmeniz lâzım; onun kod olarak insanların beynine yerleştirilmesi lâzım. Yani onun “çalışır bir düğme” hâline gelmesi lâzım. Her ihtiyaç duyduğunda “Canan Kaftancıoğlu düğmesi”ne basacaksın. AİHM’den Demirtaş’la ilgili karar çıktığında, “Yasin Börü düğmesi”ne basacaksın gibi kodlarla çalışan bir düşman profili çiziyorlar. 

Çakır: Bazıları, Boğaziçi Üniversitesi meselesine de yine benzer bir şekilde, “Bilerek gerilim yaratma” olarak baktılar. Ama ben şöyle düşünüyorum: Biliyorsun, bir önceki rektör Mehmet Özkan, AK Partili bir vekilin kardeşiydi. O atandığı zaman çok büyük olay olmamıştı. Ben, bu atamanın da bu kadar büyük tepki yaratacağını kestiremediklerini düşünüyorum. Kestirselerdi yapmazlar mıydı, onu bilmiyorum. Ama “Biz yukarıdan paraşütle birini atayalım, Boğaziçi de sokaklara dökülsün ve biz de buradan bilmem ne yapalım” gibi düşündüklerini de sanmıyorum. En güvenilir isim, AK Parti’den iki kere aday olmuş. “Ondan iyisini mi bulacağız?” diye atadılar, ama beklemedikleri bir olayla karşılaştılar. 

Ben bu konuda çok konuştum, artık aynı şeyleri daha fazla konuşmak istemiyorum. Yalnız izleyicilere bir bilgi aktarayım, ondan sonra sana pas vereceğim Boğaziçi Üniversitesi meselesi ile ilgili. Biz ilk günden itibaren, Melih Bulu ile Medyascope’ta yayın yapmak için, hem kendisini aradık hem de Boğaziçi Üniversitesi’ndeki ilgili kişileri aradık. Taleplerimizin kendilerine gittiğini biliyoruz; ama bize hiçbir şekilde olumlu olumsuz bir cevap vermediler. Öğrendiğimiz kadarıyla, artık medyaya çıkmama kararı almış. Geç kalmış bir karar, çıkmadığı yer kalmamıştı biliyorsun. Her yerde yeni bir şey anlatıyordu. En son, CNN Türk’te Mete Yarar, Mehmet Metiner ve Ümit Özdağ’ın karşısında gördüm. Bugün de Sabah gazetesine bir röportaj vermiş. Sonuçta gazetecilikte kiminle yayın yaptığın, kiminle röportaj yaptığın önemlidir. Bazı durumlarda da kimin, hangi zamanda seninle ya da bir kurumla röportaj yapmak istemediği de önemlidir. Bunu da bir not olarak düşeyim. Sözü sana bırakayım, ne diyorsun Boğaziçi Üniversitesi’nde yaşananlar için? 

Can: Ben senin aksine, diğer atamalar gibi bir atama olduğunu düşünmüyorum, Boğaziçi Üniversitesi’ne de öyle baktıklarını çok düşünmüyorum. Çünkü bu şöyle bir şey: Yapılan atamadaki tarafgirlik, AKP adaylığı filan meselesi bir yana, tıpkı daha önce yine Erdoğan tarafından atanmış olan rektörde itiraz olmayacağı gibi, daha az itiraz çekebilecek ve daha hevesli, iktidar açısından da daha elverişli olabilecek, hatta havalı bile olabilecek bir aday bulabilirlerdi. Bunun heveslisinin de çok sayıda olabileceğini düşünüyorum. Yani, iyice “kör gözüne parmağım” bir hal olduğunu düşünüyorum. Ve bunun, bir tür, “Gezi Parkı’nda çadır yakma”ya benzeyen bir gidişatı olduğunu da düşünüyorum: O kelepçe meselesinden öğrencilerin gözaltına alınma biçimine, şimdi verilen reaksiyona, elitizm tartışmalarına, terörizm tartışmalarına baktığımda, “Bir şey yaptılar ve ellerinde patladı” gibi görmüyorum ben. Daha önceki üniversite ve rektör atamalarında, tarafgirlikten farklı olarak, barolara, Tabip Odası’na yapılanların bir uzantısı olarak bakıyorum Boğaziçi’ne. Hatırlarsan, daha önce ODTÜ için de olmuştu bu. Erdoğan ODTÜ meselesini çok kişiselleştirmişti. 

Çakır: Evet. 

Can: Melih Gökçek’le süren meselede de… ODTÜ ve Boğaziçi, iktidarın üniversitelere hâkim olma sürecinden başka bir anlam taşıyor: Oraları ele geçirmek değil, tahrip etmek. O kültürel alan ele geçirilemiyorsa, onun yaşamasına izin verilmeyeceğini gösteren bir çıkış olarak. Bu, istedikleri türden bir hava yarattı mı yaratmadı mı, tasarladıkları gibi işlerine yaradı mı yaramadı mı bilmiyorum. Ama diğer kontrol hamlelerinden farklı olduğunu düşünüyorum. Buna Şehir Üniversitesi meselesini de ekleyebiliriz. İsteseler, Şehir Üniversitesi’ni de kapatmayarak devam etmesini sağlayabilirlerdi. Ama oradaki kapatmanın, imha etmenin başka bir anlamı vardı. 

Boğaziçi Üniversitesi meselesinde de daha uygun bir aday bulabilirlerdi; daha havalı bir kontrol sağlayabilirlerdi. Boğaziçi meselesini elverişli, o demin söylediğim, öbür tarafta çok anlaşılamayacak kodları olan, “Her yere rektör atıyor da niye Boğaziçi’ne atayınca bütün herkes ayaklanıyor? Var bunda bir iş” dedirtmeye çok yarayacak bir alan. 

Çakır: Senin söylediğin “çölleştirme” meselesine katılıyorum. Zaten ilk gün yaptığım yayında da söyledim. Bunu bir kültür savaşının devamı olarak görüyorum. Erdoğan’ın 3 yıl önce Boğaziçi Üniversitesi’ne gidişi ve yaptığı konuşmada açıkça Boğaziçi’ni suçlaması da var. Boğaziçi’ni, ODTÜ’yü, birtakım liseleri sevmediğini; bunların “yerli ve milli” standardına girmediğini de biliyorum. Benim söylemek istediğim, buradan özel olarak kargaşa çıkmasını istediklerinden emin değilim. Sen onun da olabileceğini düşünüyorsun. Hangisi doğrudur bilmiyorum. 

Bir not ekleyeyim: Geçen gün yaptığım bir yayında konuyu şöyle bağladım: Boğaziçi gibi, ODTÜ gibi, bizim Galatasaray Lisesi, İstanbul Erkek Lisesi gibi kurumlar –sizin Mülkiye de öyle mesela– çok köklü ve gelenekleri olan kurumlar. Bu kurumlarda birbirinden farklı görüşten, farklı insanlar yetişiyor. Yani tek tornadan aynı insanlar çıkmıyor. “İktidar, bu kurumların insanları, kurumlarının çok zarar görmemesi için bazı şeyleri nasıl olsa sineye çekerler diye güveniyor olabilir” yorumunu yapmıştım. Bugün, üniversiteden çok güvendiğim biriyle yaptığım sohbette, işin o noktada olmayabileceği mesajını aldım. Yani artık Boğaziçi’nin içindekiler ve çevresindekiler, “Yok artık!” noktasına gelebilirler. O zaman, o çölleştirme ve içini boşaltma, çok daha hızlı ve tahripkâr bir şekilde olabilir. Sonuçta olacak olan, çok büyük bir zarar. O okul, buna benzer okullar, kurumlar kolay oluşmuyor. Dünyanın her yerindeler. Sayıları giderek azalıyor, ama iktidarın ve onun destekçilerinin de çok da fazla umurlarında olduğunu sanmıyorum. 

Can: Bu söylediğin önemli bir mesele. Çok sistemli, bir ajandayla hareket eden bir iktidarla karşı karşıya değiliz. Bence, çoğu zaman refleksleriyle ve çok pragmatik hamlelerle ilerleyen bir iktidar söz konusu. Ama Erdoğan’ın ve onu motive eden temel ideolojik referansların işaret ettiği “düşman odaklar” meselesinde, bir şeyi dile getirmişse, bir problem işaret etmişse –bu bazen bir okul olabilir, bir kurum olabilir, bazen bir kavram olabilir–, eninde sonunda, onunla ilgili bir fırsat geldiğinde ya da zamanı geldiğini düşündüğünde, hep adım attığını görüyoruz. Yani Baro’nun birkaç yıl önce Metin Feyzioğlu’nun konuşmasına tepki verip salondan çıktığı zamandan itibaren işaretlediği bir problem olduğunu, bunu medyanın adım adım işlediğini gördük. Sonunda Feyzioğlu’nun kendisini de alarak bu sorunu çözdü. Sonra, Baro hamlesi, sonra Türk Tabipleri Birliği, tüm meslek kuruluşları, sendikalar, “örgütlü toplum” diyebileceğimiz her şey, medya, üniversite… Hatırla, Barış Akademisyenleri’nin hepsi beraat etti. Ama bu ülkenin Cumhurbaşkanı, onları defalarca suçladı. Konuşmalarında açıkça suçlu ilan etti ve hâlâ devam ediyor. Buna benzer şeyler. Dolayısıyla, Boğaziçi Üniversitesi’ni de telaffuz ettiği için, bir imkân bulduğunda, nasıl bir yöntemle olur bilmiyorum ama bu mesele hep böyle. Bu “düşman ajandası” hep işliyor. 

Çakır: Şimdi buradan Trump olayına geçebiliriz. Bugün bir muhabir arkadaşımızı Amerika’da yaşanan olaylarla ilgili, giren çıkan, alışveriş yapan insanlarla sokak röportajı yapsın diye Trump Tower’a yolladık. Vatandaşın biri, Amerika’da yaşananlar için, “Bütün bunlar dış güçlerin işi” demiş. Hakikaten çok acayip bir şey oldu. Bu konunun, sosyal medya yasakları da dâhil olmak üzere, aslında hepimizi çok ilgilendiren birçok boyutu da var. 

Çok da vaktimiz kalmadı, ama belli bir konuyla sınırlayalım: Sağ popülizmin yükselişi ve en azından şu an için kaybediyor olması ve Amerika Birleşik Devletleri’nde kurumların ve kuralların hâlâ güçlü olması. Bunu nereden anlıyoruz? Her şey bir yana, işin rengi değişmeye başladığı andan itibaren, başta Başkan Yardımcısı Mike Pence olmak üzere Cumhuriyetçi Parti’nin birçok ismi hemen Trump’tan uzaklaşmaya başladılar. Bakanlar istifa ediyor; ama istifa eden bakanların hepsi, duruş olarak sağcılıkta Trump’tan çok da geri değiller. Ama artık mesele başka bir şeye dönüştü. Trump, olayı, kuralların ve kurumların çizgisinde kalmak ya da dışında kalmak gibi bir hâle getirtti herhalde. Beyaz Saray bahçesine kurulan çadırda, Trump’ın ailesi ve danışmanlarıyla birlikte, Kongre baskını öncesinde toplanan kalabalığı keyifle takip ettiği video görüntülerini görmüşsündür. O, bir dönüm noktası oldu ve insanlar çark etmeye başladılar. Meselâ Trump’ın baskısına rağmen, ancak 8 senatör Trump’ın iddiasını savundu. 50’ye 8 gibi bir şey. Bu, aslında kendi içinde bulunduğu iktidarın da ne kadar sorunlu olduğunu gösterdi. Ama bence en önemli husus, ABD’de hâlâ güçlü birtakım kurumların ve kuralların olması. 

Dün yaptığım yayında bu konuyu yorumlamaya çalıştım; biraz hazin bir yorum oldu. Bizde böyle şeyler pek kalmadı gibi. Şimdi iş bu raddeye gelirse, hani Türkiye’de de, “İktidar kaybederse, sandıkla gelip sandıkla gider mi?” diye hep söyleniyor ya. Bu olay, yani “Sandıkla gelip, sandıkla gitmeme” inadındaki birisinin gitmek zorunda kalması, dünyanın geri kalan birçok yeri için iyi bir emsal teşkil edebileceği gibi, bir “fukara tesellisi”ne sahibim diyeyim. 

Can: Bu popülist liderlerin ya da popülist siyaset tarzının bir kumar tarafı var. Yani kaçınılmaz olarak, bu yüksek gerilim ve kutuplaştırma, sonuna kadar ısrar ve zorlama esasına dayalı şey, çok uzun süre bir güç konsolidasyonu sağlayabilmeyi, hatta bunu çok becerikli bir lider kullanıyorsa, çok uzun süre sürecek bir oy desteği de sağlayabilmesini mümkün kılıyor. Ama bu, sonunda büyük bir rezalete dönüşebilecek yenilgileri de göze almayı gerektiren bir kumar aslında. Çünkü Trump’ın, bu kutuplaştırma sayesinde, ucu ucuna gibi giden ve kendi oyunu da artırarak yeni seçime gidebilmesini sağlayan şey olduğunu biliyoruz. Ama buna karşılık, bu oynadığı kumardan kaybederek kalktı. Son anda da, bu zorlanmasıyla, aslında bir sonraki seçimin kaçınılmaz adayı olma şansını da kaybedebileceği bir hamle olarak oynadı kumarını. Yani aslında şunu biliyoruz, ya da belki Trump o derecede delirmiş olabilir ama, bu yaptığı hamleyle, bu seçimin sonucunu değiştirmekten çok, kendi gücünü göstererek, hayatı zorlaştırarak, Cumhuriyetçi Parti’yi de kendisine mecbur eden ve bir sonraki seçimi, bir tür garantileyen bir adım olarak bence oynadı. Ama oynadığı ve kaybettiği için de muhtemelen onu da elinden kaçırdı. Tabii önümüzdeki dönem nasıl gelişeceğiniz bilmiyoruz. Ama bu kumarı oynamaya mecburdu bence. Kendisini mecbur hissetti, bunu gördük. Şimdi de, senin dediğin gibi, işin rengi değiştiği için ve bunun yaratacağı risk ya da problemle ilgili kaygılar biraz daha genişleyip, kendi çevresini de etkiler hale geldiği için, bir dengeleme çabasıyla karşı karşıya olduğunu görüyoruz. 

Bunun çok benzerini biz burada yaşadık; örneğini verdim. Hani bu “Seçimle giderler, gitmezler” meselesindeki en temel soru şu: Bu konudaki kaygıların hepsinin haklılık payı var, ama şöyle bir şey var: Popülist otoriter liderler, seçimleri başkaları istediği için yapmıyorlar, kendilerinin ihtiyacı için yapıyorlar. O kumarı, kendi güçleri için oynamak zorundalar. “Çaldılar” diye yeniden seçime giden Türkiye’deki iktidar için de böyleydi. Çok açık biçimde, Türkiye’de de başka yerlerde de, rekabetçi otoriter rejimler, eğilimler, seçimleri demokrasiye bağlılıklarından, halkın iradesini öğrenmeye çok meraklı olduklarından değil, kendi güç kaynakları olduğu için seçime ihtiyaç duyuyorlar. Seçime ihtiyaçları, birileri onları seçime zorladığı için değil. Bu yüzden de, seçime gideceği zaman, kendi ihtiyacına karşılık geleceği zaman oluyor. Ama bunun her ânı bir risk içeriyor. 2019’da Türkiye’de, 2020’de de Amerika’da gördüğümüz gibi, belki de kazanabilecekken kaybedeceği bir zorlamaya sıkışıyor. 

Çakır: Peki, yavaş yavaş toparlayalım Kemal. Başta senin söylediğin, Türkiye’den yapılan açıklamaların bir boyutu da şu tabii ki: Türkiye, Trump ile birlikte, Trump döneminde en yoğun ilişkisi olan ülkelerden birisiydi. Şimdi böyle bir vesileyle çıkıp tavır almak, tavrını koymak, aslında Biden yönetimine bir tür “Bakın, zor zamanda sizin yanınızda durduk. Bizimle bir sorun yaşamazsınız” demenin bir girizgâhı bence. Ama Türk-Amerikan ilişkilerinin öyle kolay bir şekilde, kaldığı yerden devam edebileceğine çok emin değilim. Meselâ biliyorsun, Beyaz Saray’daki ulusal güvenlik ekibinde yer alan isimlerden Brett McGurk Ortadoğu ve Kuzey Afrika Koordinatörlüğü’ne getirilmiş. Brett McGurk, Obama döneminde IŞİD Karşıtı Küresel Koalisyon Özel Temsilcisi idi. Şimdi adını hatırlayamıyorum, SETA’cılardan birisi, Sabah gazetesine, “PKK sempatizanı McGurk, bilmem ne oldu…” diye yazmış. Tamam, bunu diyorsun ama, yarın McGurk, Başkan Yardımcısı ya da Başkan geldiğinde veya Cumhurbaşkanı buradan ABD’ye gittiğinde, o masaya oturacak. Bunun başka birçok örnekleri de var. Meselâ Pentagon’a girecek kişinin de, aynı şekilde Türkiye ile karşılıklı sorunları olduğu söyleniyor. Biden’ın kendisinin de olabilir. Dolayısıyla Türk-Amerikan ilişkilerinde zor bir süreç başlayacak. Sen Ömer Çelik’in, Fahrettin Altun ve İbrahim Kalın’ın açıklamalar yaptığını söyledin, ama onların dışında, Meclis Başkanı var, bazı bakanlar var. Hani nasıl derler, “Uzaylı! Biz dostuz” gibi peş peşe açıklamalar yapıldı; ama bu ne kadar işler? Tabii ki Washington Türkiye’yi feda etmeyecektir, iyi ilişki kurmak isteyecektir. Ama eskisi gibi kolayca ve istendiği zaman telefonla ulaşılan bir başkanla, birçok şeyin rahatça halledilebildiği ya da üstünün örtüldüğü bir dönem olabileceğini sanmıyorum açıkçası. 

Can: Evet, büyük ihtimalle, en azından ekstra avantajları kaybedeceği anlaşılıyor. Özel bir zorluk çıkar ya da çıkmaz, ondan emin değilim. Çünkü bu iktidar dış politikada en çok şuna inanıyor: “Dostluklar mostluklar yok, çıkarlar var. Dolayısıyla çıkarlar meselesi masaya geldiğinde, biz herkesle pazarlık edebiliriz” gibi bir inanışla hareket ediyor. Açıkçası, muhatapları da, şimdiye kadar problemleri böyle çözmekten yana çok büyük bir değişiklik yapma ihtiyacı duymadılar. Onlar da bu tür bir pazarlık zeminini daha efektif düşünüyorlar. ABD için de yine böyle olması gayet mümkün. 

Ama dediğin gibi, ekstra avantajlar, yani bir zamanlar “Washington’da iyi bir ahbabımız var” hâlinin artık olmayacağı çok açık. Ama şu anda, “Bana arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim” meselesini unutturmak istiyorlar. Çünkü bu ahbaplığa uygun bir kullanımdan daha fazla yatırım yaptılar. Biraz önce konuştuğumuz gibi, Trump’ın oynadığı kumara buradan da bir tür para yatırılmıştı. 

Çakır: Yeniden kazanacağını da ciddi olarak düşündüler. Meselâ Biden’ın Türkiye hakkındaki sözleri çıktığı zaman, çok sert açıklamalar gelmişti Biden’a yönelik olarak. Şimdi herhalde o sosyal medya paylaşımları revize ediliyordur diye tahmin ediyorum, ama onlar kayda geçti artık. Evet Kemal, bitirelim artık, epeyce konuştuk. 

“Haftaya Bakış”ı burada noktalıyoruz. Haftaya tekrar buluşmak üzere diyelim Kemal, izleyicilerimize teşekkür edelim ve iyi günler dileyelim. 

Can: İyi günler, teşekkürler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.