Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Gomaşinen (26): Gezi günlerinde gazetecilik

Gazetecilik anılarımın 26. bölümünde Gezi Parkı direnişi günlerinde medyanın ve gazetecilerin durumunu, “ana akım” olarak bilinen medyanın iflasının barizleşmesini ve “yeni medya”nın iyice öne çıkmasını ve benim için özel bir anlamı olan Berkin Elvan’ı, onun hayata tutunma mücadelesini anlattım.

Yayına hazırlayan: Zübeyde Beyaz 

35 yıllık gazeteciyim. Türkçe’nin dışında Fransızca ve İngilizce’yi anlayabiliyorum, konuşabiliyorum, yazabiliyorum da. Ama kendi anadilim olan Lazca’yı bilmiyorum. Birkaç kelimeden ibâret bir Lazca bilgim var. Bu da benim hayattaki en büyük ukdelerimden birisi. Bu nedenle 35 yıllık gazetecilik hayatımdan kesitleri aktarmayı hedeflediğim bu podcast dizisinin başlığını “Gomaşinen” olarak seçtim; yani: “Hatırlıyorum…“

Merhaba, iyi günler. “Gomaşinen”in 26.  bölümünde, Gezi dönemini ve o tarihte gazeteciliği anlatmak istiyorum. Anılarımı anlatmak istiyorum. Gezi derken kastettiğim, Gezi Parkı direnişi, yani 2013 yılı ortasında Mayıs-Haziran aylarına damgasını vuran bir süreçti. Çok uzun tartışıldı, sonra bir süre unutuldu. Şimdi, Boğaziçi Üniversitesi’nde yaşananlar nedeniyle Gezi tekrar gündeme geliyor. “Boğaziçi olayları ikinci bir Gezi olur mu?” sorusu etrafında dönüyor bazı şeyler. Bu sorunun cevâbını vermek gibi bir arayışım yok. O tarihlerde gazeteciliğin nasıl seyrettiği hakkında bir şeyler söylemek istiyorum ve ben kendim o tarihte, Gezi sürecinde neler yaptım, neler yapmadım, yapamadım, bunları birazcık ele almak istiyorum. Hâfızamı biraz tâzelemek ve hep birlikte o günlerin üzerinden tekrar geçmek…

İlk başta küçük bir hareket olarak başladı, sonra büyüdü, sonra İstanbul’u kuşattı, sonra tüm Türkiye’yi kuşattı. İnişli-çıkışlı bir grafik izledi. Ve en sonunda da devletin acımasız saldırılarıyla sona eren ve hâlâ yargılamaları tekrar tekrar yapılan bir olay Gezi Direnişi. Gezi, aslında Türkiye’de konvansiyonel medya denen ya da ana akım medya denen medyanın nasıl bir kandırmaca olduğunu bu kadar net gösteren en çarpıcı olay oldu. Aslında birçok olayda da bunlar yaşanmıştı. Mesela Roboski Katliamı’nda da yaşanmıştı. Ana akım medya bunları görmezden gelmişti. Ama o Roboski’ydi, uzaktaydı, Kürtler’di vs.. Bir şekilde buradan çok ciddî bir medya eleştirisi çıkmadı. Ama İstanbul’da, kentli orta sınıfların büyük ölçüde destek verdiği ve katıldığı, gençlerin olduğu, çok doğrudan politik olmayan insanların da katıldığı bir süreçti Gezi süreci. Burada medyanın devekuşu politikası izlemesi, görmezden gelmesi, olayları yansıtmaması bu sorgulamayı çok ciddî bir şekilde gündeme getirdi ve o süreç, aslında birçok haber kanalı, gazete ve genel televizyon kanalıyla toplumun önemli bir kesiminin kopuş yaşama ânıdır. Buna paralel olarak da zaten teknoloji gelişiyor ve sosyal medya gelişiyordu. Sosyal medya adım adım bunun yerini aldı. Ve bugün, aradan geçen 8 yıl sonrasında bu sürecin büyük ölçüde tamamlandığını söylemek mümkün. 

Gezi ile berâber, aynı zamanda iktidârın hem nasıl geleneksel medyayı kontrol altına aldığını, emir-komuta ilişkisi içerisinde kontrol ettiğini gördük, hem de sosyal medyadan ne kadar korktuğunu gördük. Yasaklamalar bu anda başladı. İnsanlar bunun yollarını bulmayı da bu tarihte, Gezi ile berâber keşfettiler. Dolayısıyla her şey bir yana, Gezi, vatandaş-medya ilişkileri anlamında da, yeni medya anlamında da ve vatandaş gazeteciliği denilen kavramın ortaya çıkmasında da gerçekten kritik bir rol oynadı. Penguen dizilerini herkes biliyor, CNN Türk ile özdeşleşti. O tabii en çarpıcı olayıydı. Ama hemen hemen her medya kuruluşu, en îtibarlı olanlar, örneğin Gezi’den kısa bir süre önce ayrılmış olduğum NTV –ki her şeye rağmen bir iddiası vardı hâlâ– NTV’nin de meselâ çöküşü Gezi ile birlikte olmuştur. NTV konusuna daha sonra tekrar geleceğim. Şimdi, o tarihte Gezi başlayınca, önce herkes anlamakta tereddüt etti, şaşırdı, neye çıkacağını anlamadı. Sonra adım adım yükselen bir hareket ve büyük bir heyecan yarattı. Bir tarafta heyecan, bir tarafta korku yarattı tabii. Bu tarihler AKP iktidarıyla Fethullahçılar arasındaki ilişkilerin kötülemeye başladığı, ama kopmadığı tarihlerdi. 

O tarihlerde ilginç bir şekilde AKP’yi eleştirmeye başlayan bazı Fethullahçılar’ın Gezi’ye sempatik olduğunu gözlemledim. Ama esas olarak devlet içerisindeki Fethullahçı yapılanmanın, özellikle polisteki Fethullahçı yapılanmanın Erdoğan’ın Gezi’yi bastırmasında çok önemli bir rol oynadığını da öğrendik, gördük. İlginç bir olaydı. Fethullahçılar son olarak, kopuştan önce, Erdoğan’a, kendisine ne kadar yardımcı olduklarını Gezi’de göstermek istediler — Fethullahçılar’ın devlet içerisindeki yapılanması, yani bu örtük yapılanması. Ama sivil hayattaki Fethullahçılar’ın bâzılarının, bâzı gazetecilerin, bâzı akademisyenlerin Gezi konusunda empatik, hattâ yer yer sempatik açıklamalar yaptıkları da oldu. Yani onlar bir yandan Gezi’yi anlamaya çalışır ve hatta takdir ederken, esas kendi örgütlenmelerinin yeraltı şebekesi, devlet içerisindeki örgütlenmesi, Gezi’nin bastırılması için elinden geleni yaptı ve Erdoğan’ın gözüne bir kez daha girmeye çalıştı — böyle bir olay da oldu. 

Ben Gezi üzerine yazmaya –o sırada Vatan gazetesindeydim– Gezi üzerine yazmaya Haziran başlarında başladım. Net bir şekilde Gezi’den yana, direnişten yana yazılar yazdım. Fakat bu sürecin içerisinde –gazetecilerin en önemli meselelerinden birisidir bu, gazetecilikle aktivizm arasındaki ilişki meselesi çok ciddi bir tartışmadır–, aktivizm yerine gazeteciliğin daha önemli olduğunu düşünerek, Gezi’nin içerisinde bir vatandaş olarak yer almadım, böyle bir pozisyonu tercih ettim; bana göre doğrusu buydu. Bazı meslektaşlarım hem aktif olup, yani Gezi’nin içerisinde aktif olup, hem de oradan haber yapmayı ya da yorum yapmayı tercih ettiler. Bu onların kendi kişisel tercihiydi. Ben Gezi’yi izleyip yorumlamayı tercih ettim. Gazetede yazdım, yazma imkânım oldu, Vatan’da sürekli yazdım, Gezi’yi sürekli yazdım. Televizyonlar zâten artık çok fazla ele almıyorlardı. Televizyonlara çıkıp bunları anlatma imkânını bize televizyonlar vermedi. Gezi bittikten sonra, işi biraz toparlanmaya çalıştılar, o ayrı. 

O tarihte yazdığım yazılara bakıyorum: Meselâ “Korku sınırı çoktan aşılmıştı” diye bir yazı yazmışım. “Dün sosyal patlamayı öngöremeyenler, şimdi önlerini göremiyor” diye bir yazı yazmışım. “Medyada özeleştiri günleri ve NTV” diye bir yazı yazmışım. O yazı işte demin sözünü ettiğim, değineceğim dediğim bu yazının tarihi 5 Haziran. Taksim Meydanı’nda biliyorsunuz tahrip edilmiş bir NTV canlı yayın aracı vardı, sarı bir araç, üzerine yazılar yazılmış. Taksim’deki olayların yatıştığı bir ara dönemdi o. Taksim’e gittiğimizde, Müge ile beraber, eşimle beraber gittiğimizde, onun önünde bir fotoğraf çektirdim. Daha sonra bu yazıyı yazınca, yani “Medyada özeleştiri günleri ve NTV” yazısını yazınca şöyle bir not düşmüşüm: “Normal şartlarda bu anı fotoğrafını kendime saklamak istiyordum, ama NTV yöneticilerinin kendilerine hatalarını hatırlatması için bu aracı aynı bu şekilde muhâfaza edeceklerini duyunca, bu fikrimden vazgeçtim”. 

Yani NTV’nin o tarihteki yöneticileri kısa bir süre sonra ayrıldılar NTV yönetiminden. Demişlerdi ki: “Bu bize bir ders olsun, bunu böyle alıp NTV’nin girişine koyacağız”. Yapmadılar tabii. Ama bunu dile getirmişlerdi. Ben de bu fotoğrafı yazının altına koydum. Daha sonra bu fotoğraf değişik vesîlelerle, iktidar yanlıları tarafından hoşlanmadığım şeyler söylediğimde benim aleyhime, sanki gizli bir fotoğrafmış gibi –halbuki ben kendim yayınladım, yanlış bir şey olduğunu da sanmıyorum; yapılan iş doğru mudur, NTV canlı yayını, o ayrı bir tartışma konusu–, ama o fotoğraf, o aracın durumu, aslında birçok şeyi özetliyordu. Buradan saldırı yapmaya çalıştılar, saldırdılar. Olabilir, o da onların bakış açısı diyelim. Ama daha sonra, AKP iktidarına kayıtsız şartsız angaje olan eski bâzı arkadaşlarım da yıllar sonra –ki bu olay ne zaman olmuş? Haziran. 5 Haziran’da ben bu yazıyı yazmışım ve fotoğrafı koymuşum 2013’te–, 2016-2017 gibi tarihlerde, çok alâkasız sonraki tarihlerde de bu fotoğrafla bana saldırdılar ve tabii ki bu da her şeye rağmen sürdürmek istediğim, en azından tanışıklığımı, arkadaşlığımı iptal etmiş oldular. Bu da benim hayatıma bir not olarak düştü. O fotoğrafı çektirme meselesinde yanlış yaptığımı hâlâ düşünmüyorum. Ama eleştiriler tabii ki mümkün. Fakat o trollerin yapmaya çalıştığı şeyin ne olduğunu herhalde anlatabilmişimdir. 

Gezi, benim için de en çok Berkin Elvan’la birlikte aklıma gelir. Tabii Gezi’de çok gencimiz hayatını kaybetti. Kimisi linç edildi, kimisi polis kurşunuyla, saldırısıyla hayatını kaybetti. Bunların hepsinin ayrı ayrı yerleri var. Ancak Berkin Elvan olayı benim kişisel tarihimde ayrı bir yer taşıyor. Onu da şöyle anlatmak istiyorum. Gazetede haberini gördüm: Okmeydanı, yaşıyor vs.. Hastanede yoğun bakıma kaldırıldığını öğrendim. Okmeydanı’nın benim kendi tarihimde önemli bir yeri vardır. Normalde ben Çağlayan’da büyüdüm, Çağlayan ile Okmeydanı komşu sayılır. Ama özellikle lise yıllarında, solculuk dönemlerimizde, Okmeydanı çok sık gittiğimiz bir yerdi ve çok arkadaşım vardı. Okmeydanı, Hasköy, Aynalıçeşme’ydi yanılmıyorsam. Oralarda, Örnektepe’de çok zamanım geçmiştir. Ve daha sonra cezaevinde de, askerî cezaevinde yattığımda da Okmeydanı bölgesinden çok sayıda arkadaşım olmuştu. Berkin’in haberini duyduktan sonra çok etkilendim o haberden ve arkadaşlar, meslektaşlar üzerinden bir avukatı buldum. Avukat üzerinden de Berkin’in ailesine ulaşma imkânım oldu. Okmeydanı’nda Sosyal Sigortalar Hastanesi’ne gittim. Şimdiki adı nedir bilmiyorum, ama biz hep “Okmeydanı SSK” diye biliriz, oraya gittim. Babasıyla karşılaştım — Sami ile. Sami beni tanımıyordu. Ve açıkçası şüphelendi; zâten çok şey çok zor bir şey yaşıyorlardı. Kapının önünde, orada ailelerin olduğu, yani hastanedekilerin ailelerinin olduğu, hasta yakınlarının olduğu bir yerde, bir bankta oturalım istedim, hatta oturmak da istemedi hiç unutmuyorum. O sırada Sami’nin kayınbiraderi geldi. O da, yani Berkin’in dayısı, ikisi beraber, benim onlarla muhabbet etmeme yani böyle tereddüt ettiler. Sonra ben elimde iPad vardı, hiç unutmuyorum; iPad’de yaptığım birtakım röportajların fotoğraflı hallerini göstererek kendimi onlara tanıttım, yani benim sahici bir gazeteci olduğumu. Ondan sonra onlar da iknâ oldular ve bayağı bir sohbet ettik ve daha sonra Berkin’in bütün o talihsiz serüvenini, ailesi ile babası, annesi, dayısı, ablalarıyla beraber yaşadım ve onun ölümüne de maalesef tanık olduk. Cenâzesine de gittik ve hep benim aklıma, Gezi deyince ilk olarak Berkin gelir. 

Ve AKP yönetiminin başta Erdoğan’ın –ki o tarihte Cumhurbaşkanı değildi– Berkin’den terörist gibi bahsetmesi, gibisi fazla terörist olarak bahsetmesi ve bir mitingde de annesini, Gülsüm’ü yuhalatması, hayatta hiç unutmayacağım şeylerdir. Ve bir anlamda da benim bütün gazetecilik serüvenimi, o tarihe kadar yapıp ettiklerimi sorgulamama yol açan olaylardır. Yani bir tür benim de Türkiye’ye, Türkiye siyâsetine bakışımda Gezi tabii ki önemli oldu; ama Berkin olayı, Berkin Elvan olayı apayrı bir yer tutuyor. Bunu tam ifâde edemediğimi farkındayım, ama bu kadar söylemekle yetineyim. Yani bu bir aydınlanma sağladı demeyeceğim; çünkü çok acı bir olaya tanık olduk, çok insânî bir olaya tanık olduk. Ve bu kadar insânî bir olayda bâzı insanların gerçek yüzlerini görme imkânını da, çok çıplak bir şekilde görme imkânına da ulaştık. 

Gezi bir şekilde söndü. Orada çok yakın, Galatasaray’da hazırlık sınıfından beri yakın olduğum bir arkadaşımı da Gezi’de yaptığı stratejik tercih nedeniyle kaybettim. Yollarımız ayrıldı. Aslında iyi de oldu; galiba sonradan izlediği güzergâha baktığım zaman, her işte bir hayır varmış diyorum. Aslında böyle kritik olaylar, ciddî anlamda kopuşların yaşandığı, önemli tercihlerin yapıldığı anlar oluyor. Bunlar bir sınav oluyor. Boğaziçi ve şu anda yaşananlar, Gezi’ninki kadar kapsamlı değil, ama bu da bir anlamda sınav. Ve bu sınavlarda insanlar, meslekleri, îtibarları, şusu busu, parası pulu, statüsü ne olursa olsun, herkes eşit bir şekilde giriyor bu sınavlara. Ve sonunda bu sınavların ardından, ya daha donanımlı olarak ve kendine güveni artmış olarak çıkıyor ya da tam tersine ezik bir şekilde ve insanların yüzüne bakmaktan zorlanarak çıkıyorlar. Gezi birçoklarımız için, meslektaşlarım anlamında da birçok meslektaşım için gerçekten dönüm noktası oldu. Orada kimin, kimlerin hangi soruları nasıl sorduğunu, hangi soruları sormadığı, ne tür çıkışlar yaptığını, hepsini bir şekilde hâfızalarımız kaydetti. Kendi şahsıma, çok hatâ yapmış olabilirim, ama Gezi sürecinden başım eğik çıkmadığımı düşünüyorum ve bu anlamda Gezi’yi yaşamış olmaktan da, tabii ki bütün olumsuzluklarına rağmen, hayatını kaybeden bütün gençlere rağmen, Türkiye’nin Gezi’yi yaşamasından ve bir gazeteci olarak bu süreci bir şekilde izlemiş olmaktan da aslında memnunum. “İkinci bir Gezi olur mu, yeni Gezi olur mu?” gibi tartışmaları başka mecralara bırakalım; ama Gezi’nin aynı zamanda Türkiye’de yeni tür gazeteciliğin tetikleyicisi olduğunu ve ben ve arkadaşlarımın Medyascope deneyiminde bu kadar hırsla ve destekle yürütmemizde de Gezi’nin çok ciddi bir etkisi olduğunu söylemek istiyorum. Evet, söyleyeceklerim bu kadar. İyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.