Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Transatlantik: AB’nin Türkiye kararı, AB Zirvesi ve yeni transatlantik ilişkiler, Biden neler yaptı, neler yapacak?

Yayına hazırlayan: Zübeyde Beyaz

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler “Transatlantik”te karşınızdayız. Yine Washington’da Gönül Tol ve Ömer Taşpınar ile dünyayı konuşacağız; Avrupa’yı, Amerika Birleşik Devletleri’ni ve Türkiye’yi. Arkadaşlar, merhaba. 

Gönül Tol: Merhaba Ruşen. 

Ömer Taşpınar: Merhaba Ruşen. 

Ruşen Çakır: Avrupa Birliği Liderler Zirvesi oldu ve ABD Başkanı da en büyük misafirdi değil mi? Ve Biden yönetimiyle beraber, Avrupa Birliği ile Amerika Birleşik Devletleri arasında, bizim programımıza da tam uygun tabirle transatlantik ilişkilerde bir iyileşme, bir ivme bekleniyor; iki taraf da bunun mesajlarını verdi. Ne dersin Gönül? Bu zirve bunun berraklaştığı bir an mı oldu? Yoksa henüz ortada soru işaretleri var mı? 

Gönül Tol: Aslında Ruşen, özellikle Biden yönetimi görevi devraldıktan sonra karşılıklı mesajlar çok yakın bir işbirliğine işaret ediyordu; fakat aslında temel konularda çok ciddi görüş ayrılıkları var AB ve Amerika arasında. Hangi konular bunlar? Öncelikle Çin ve Rusya. Yani mesela Çin konusunda Avrupa tarafı Biden yönetiminin çok sert bir politika izlemesinden endişe ediyor. Çünkü Çin Avrupa için önemli bir ticarî partner ve Avrupa iş dünyası Uygur meselesi gibi insan hakları konusunun Çin’le ilişkilerde en ön safta ele alınmasından rahatsız. Avrupa ve ABD farklı politikalar izliyorlar. Mesela hatırlayalım: ABD Uygurlar nedeniyle Çin’e ticarî yaptırımlar uygulamıştı; Avrupa Birliği tam tersini yaptı, Aralık ayında Çin’le bir ticaret anlaşması imzaladı. Özellikle de bu Alman otomobil üreticilerinin Çin’deki yatırımlarının önünü açan bir anlaşma imzaladı. Farklı yerlerden bakıyorlar Çin politikasına; bu nedenle de Fransa ve Almanya gibi ülkeler de, Biden yönetiminin, “Hadi gelin, Çin’e karşı bir ortak demokrasiler ittifakı kuralım” söylemine çok sıcak bakmıyordu; fakat son haftalarda Avrupa içerisinde Çin karşıtı tutum sertleşti. Çünkü birkaç gelişme oldu. Avrupa Birliği Uygur meselesi yüzünden Çin’e yaptırım uygulamıştı, ama çok sembolik yaptırımlar, dört tane Çinli yetkiliye yaptırım uyguladı. Buna karşılık çok sert bir tepki verdi Çin ve çok beklenmeyen bir tepkiydi. Bugüne kadar Çin mümkün olduğunda AB ve ABD arasındaki makası açmaya çalışıyordu. Fakat çok sert bir yanıt verdi; Avrupalı parlamenterleri, akademisyenleri, Avrupalı kurumları hedef alan yaptırımlar uyguladı ve Avrupa Parlamentosu daha sert bir yanıt verdi, dedi ki: “O zaman ben bu imzalanan AB-Çin Ticaret Anlaşması’nı onaylamıyorum”. Dolayısıyla tam bu zirve başlamadan evvel, Antony Blinken gitmeden evvel gerilim çok arttı ve Avrupa’da, “Aman da Çin’e karşı şey yapalım, Çin’i angaje edelim” diyenlerin sesi biraz kısılmış oldu. O nedenle bu zirvede Çin konusunda biraz daha aynı sayfadalar, fakat yine de çok ciddi bir şey var Avrupa’da, “Biden yönetiminin istediği kadar Çin’e sert girişmek istemiyoruz” diyen bir grup var. Bir diğer konu da Rusya konusu, Rusya’ya karşı da Biden yönetiminin çok sert olmasını eleştiren aktörler var Avrupa’da. Mesela Amerikan Dışişleri Bakanı Antony Blinken Almanya’yı uyardı, dedi ki: “Kuzey Akım 2 projesine yaptırımlar gelebilir” sinyali verdi. Biliyorsun Kuzey Akım 2 projesi Rus doğalgazını Avrupa’ya taşıyan bir proje ve Amerika tarafı çok net. Dedi ki: “Kesinlikle biz buna angaje olmanızı istemiyoruz”. Berlin de şöyle dedi: “Tam tersine, bu proje sayesinde ben Rusya karşısında elimi güçlendireceğim, çünkü bu doğalgaz boru hattını kapatarak Rusya’ya karşı bir avantaj elde edebilirim” dedi. Yani Rusya konusunda da ayrı sayfadalar. Ve son olarak da şunu söyleyeyim: Yine iki taraf arasında bir gerginlik kaynağı bir diğer nokta da, tabii Trump yönetimi döneminde öğrenilmiş acı bir ders var Avrupa tarafından. Nedir o acı ders? Amerika’ya bütünüyle güvenmemelisin ve Amerika’dan bağımsız bir siyaset izleyebilmelisin. En son Merkel bunu söyledi; yani “Bizim de kendi bir egemenlik alanımız var; tabii ABD ile çalışacağız, bunu önemsiyoruz, ama bağımsız bir politikamız da olabilmeli” dedi. Dolayısıyla bu üç faktör bana şunu anlatıyor: O müthiş pozitif mesajların ardında aslında birbirleriyle çelişen politika öncelikleri var.  

Ruşen Çakır: Ömer, sen ne dersin burada? Şimdi bir de şunu tabii ki özellikle vurgulamak lâzım: Trump zamanında transatlantik ilişkiler çok ciddi bir şekilde neredeyse dibe vurmuştu; bir karşılıklı birbirini sevmeme hâli de vardı. Şu âna kadar Gönül’ün söylediği şeyler çok önemli; ama karşılıklı da bir iyi niyet ve birbirlerine yönelik sürekli bir zeytin dalı uzatma, birlikte hareket etme, birtakım değerler üzerinden hareket etme gibi bir şey vardı. Tabii Çin ve Rusya meselesi bu olayı çok zorluyor; ama sonuçta yeni Biden döneminde transatlantik ilişkilerin, Trump döneminden daha iyi olacağını biliyoruz muhakkak ama, mükemmel olacağını söylemek zor anlaşılan. 

Ömer Taşpınar: Şimdi ana konularda baktığımızda, her zaman belirli farklılıklar oldu Avrupa ile Amerika arasında. Trump döneminde bu dediğin gibi çok daha büyüdü; fakat Biden gelince üç alanda çok çabuk iyileşme yaşandı. Bir tanesi İran. İran konusunda Biden’la Avrupa bir bakıma aynı sayfadalardı: Bir an evvel görüşmelere dönmek gerekiyor. Orada Avrupa biraz daha çabuk hareket etmek istiyor, Biden anladığım kadarıyla ağırdan alıyor biraz. O nedenle İran konusundaki ilk baştaki ivme kaybedildi gibi ve bundan Avrupa rahatsız; ama Trump’a oranla tabii ki çok memnun. İkinci çok önemli konu, özellikle Biden yönetimi için, İklim Anlaşması’na geri dönülmesiydi. Yani Paris İklim Anlaşması’na geri dönülmesi sadece transatlantik ilişkilerdeki iklimi, atmosferi değil gerçek meseleleri ilgilendiren bir şey. O konuda Biden’ın geri gelmesi çok takdirle karşılandı ve bir bakıma rahatlattı Avrupa’yı da; çünkü bu konuyu Avrupa’da özellikle güçlenmekte olan Yeşil partiler, özellikle Almanya’da çok güçlenmekte olan Yeşiller çok ciddiye alıyor. İlişkilerde düzelmeyi sağlayan üçüncü mesele NATO meselesi. Şu anda anlaşılıyor ki Trump ciddi ciddi NATO’dan çıkmayı düşünmüş. Bunu devre devre söylüyordu, ama Trump yönetiminde çalışanlar, “Zor tuttuk” diyorlar “Trump’ı”. Yani neredeyse, “Ben çıkıyorum buradan; gerek yok bizim burada olmamıza. Ne halleri varsa görsünler” diyecek aşamaya getirmiş. Yani nerelerden nerelere gelindiğini düşünürsek, şu andaki durum tabii ki çok daha iyi. Fakat Gönül’ün söylediği çok doğru. Avrupa Amerika’ya baktığında yaşlı bir başkan görüyor ve Çin’e karşı zayıflayan bir Amerika görüyor. Yani Biden 78 yaşında ve Amerikan ekonomisi belki şimdi toparlanma sinyalleri veriyor ama, zaman Çin’in lehine gelişiyor dünyada. Ve Çin çok ciddi bir ticaret ortağı Avrupa’nın. Amerika ise Çin’e karşı biraz panik halinde nasıl davranacağını, nasıl hareket edeceğini tam belirleyemiyor. O nedenle, “Başka bir başkan gelir, şimdi bunlar gene İran konusunda fikir değiştirirler, iklim konusunda fikir değiştirdiler, Trump’vâri biri gelir” diye, Amerika’ya bir güven azalması var. Bir de şunu söylemek lâzım: Avrupa içinde ciddi sorunlar var. Yani Amerika bu pandemi konusunda, aşı konusunda çok ciddi ilerleme gösterdi; fakat Avrupa bocalıyor. Almanya ve Fransa, İtalya, İspanya, bunlar çok başarılı performans veremiyorlar aşı konusunda. Ve Avrupa biraz kendi içerisindeki sorunlarla fazlasıyla meşgul gibi geliyor bana. Nihayetinde Avrupa Birliği dediğimizde, yani Avrupa Birliği-Amerika ilişkileri dediğimizde şunu unutmamak lâzım: Avrupa Birliği dediğinde insanlar Amerika şunu soruyor — Kissinger’ın ünlü sorusu: “Ya, bana bir telefon numarası verin, ben kiminle konuşacağım Avrupa içinde?” Herhalde bir tane Komisyon Başkanı, hiç kimseyi doğru düzgün temsil etmeyen bir Komisyon Başkanı ile konuşacak hâlimiz yok. Yani Avrupa’yı kim temsil ediyor? Avrupa dış politikada bölünmüş durumda. İngiltere çıktıktan sonra Fransa ve Almanya daha da ciddi bir bölünme içinde. Yani Fransa ve Almanya her zaman motoruydu bu işin, İngiltere biraz daha Amerika ile ilişkileri sağlam tutan ayağıydı Avrupa Birliği’nin, o çıktıktan sonra Almanya ve Fransa arasındaki farklılıklar Avrupa Birliği dış politikasında bazı sorunlar yaratıyor. Ve baktığımızda Macron ile Merkel çok farklı konumlardalar iç politika açısından. Yani mesela Macron, Türkiye konusunda –onu konuşuruz– bambaşka şeyler söylüyor, Merkel bambaşka şeyler söylüyor. Avrupa Birliği’nin politikası da bu iki ülkenin tezat mesajları üzerine kurulmak zorunda kalıyor; o yüzden Avrupa Birliği’nde Fransa ve Almanya’da böyle ciddi bir farklılaşma varken, Türkiye gibi bir konuda, Rusya konusunda, İslâm konusunda, içerideki meselelerde bence net bir ses mümkün değil. O yüzden Avrupa Birliği dediğimiz kurumun birazcık da içine bakmak gerekiyor.  

Ruşen Çakır: Tam o noktada Gönül, Ömer’in de demin bahsettiği Türkiye bahsine geçelim, Avrupa Birliği Zirvesi’nin önemli meselelerinden biri Türkiye’ydi ve yaptırım falan çıkmadı; tam tersine, Erdoğan yöntemini rahatlatacak bir şey çıktı; hatta Dışişleri Bakanlığı da ne zamandır ilk defa Batı’dan gelen bir açıklamaya pozitif bir cevap verdi benim bildiğim son dönemde. Bunu çok basit, geçen Kemal Can öyle söyledi bizim “Haftaya Bakış”ta: “İçeride beni kendi hâlime bırakın, dışarıda ne isterseniz yaparım” diyen bir Erdoğan yönetimi. En önemli meseleler ne? Doğu Akdeniz ve mülteciler meselesi, Avrupa’nın önemsediği. Buralarda Avrupa’yı rahatlatacak pozisyonlar alıp, ama içeride insan hakları demokrasi konularında Avrupa’dan hassasiyet dışında bir şey gelmedi, böyle bir durum var. Sen de fotoğrafın böyle olduğuna katılıyor musun? 

Gönül Tol: Kesinlikle, hatta bugün kurumum için yazdığım kısa bir yazıda Kemal Can’ın söylediğine de referans verdim, çok katılıyorum. İstanbul Anlaşması benzetmesi çok uyuyor gerçekten; “Bu bizim iç meselemizdir”… Yani kadına şiddet, aile içi şiddet o ailenin iç meselesidir dışarıdaki aktörler karışamaz; aynı şekilde “Batı da bizimle ilişkisinde benzer bir rol izlemeli” diyordu Erdoğan, bunu ümit ediyor. AB ile ilişkilerde ne istiyordu Erdoğan? “Ya, bırakın bu içeride olanları, insan haklarını, demokrasiyi vs.’yi konuşmayın; asıl bizim meselemiz var, yani mülteci meselesi var, ticareti konuşalım, ekonomiyi konuşalım” dedi ve istediğini almış oldu Erdoğan. O yüzden özellikle insan hakları konusunda, demokrasi konusunda değerlere vurgu yapmasını bekleyen bir grup AB’den hayal kırıklığına uğradı. Çünkü görüyorsunuz, zaten bu uzun zamandır, Türkiye ve AB arasında 2016’da imzalanan o göçmen anlaşmasından itibaren böyle demokratik liberal değerlere vurgu yapmayan, bir al-ver ilişkisine dayalı bir bakış açısı var AB’de Türkiye’ye karşı. Ve bu çok net, bunu geçen hafta gördük. Avrupa Konseyi’nin yayınladığı metne bakarsanız eğer, şeylerin nerede olduğunu, yani Türkiye’ye baktığında ne gördüğünü anlıyorsunuz: Doğu Akdeniz’den bahsediyor, yani metnin çok büyük bir kısmı Doğu Akdeniz’e ayrılmış ve mülteci meselesinden bahsediyor. Bir tarafta Türkiye’de olan demokratikleşme, haklar konusunda yaşananları kınıyor; ama o kınama da son derece zayıf bir kınama ve nitekim zaten mesela Avrupa Komisyon Başkanı, İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılmasına dâir soruyu yanıtlarken dedi ki: “Evet, Türkiye de İstanbul Sözleşmesi’nden çıkmasa iyiydi, ama bizim kendi üyelerimiz de… Bulgaristan, işte Macaristan, Latvia gibi ülkeler de aslında onaylamadılar” diyerek, aslında Türkiye’ye o eleştirinin de, İstanbul Sözleşmesi eleştirisinin de etkisini azaltmış oldu, dozunu azaltmış oldu. Bu çok büyük bir hayal kırıklığı; çünkü bunun sonuçları olacak. Yani mesela Zirve’nin ardından gelen metin diyor ki: “Erdoğan Doğu Akdeniz’de çok pozitif adımlar attı ve biz bunu ödüllendirmek için…” Ne diyorlar mesela? İşte, “ödüllendirmek için göçmenler konusunda daha fazla finansal yardımlardan bahsediliyor, Gümrük Birliği’nin modernizasyonundan bahsediliyor. Şimdi 2016 yılında hatırlarsanız Gümrük Birliği’nin modernizasyonu gündeme geldiğinde AB bunu ne olarak öne sürmüştü? “Bu anlaşmayı imzaladın, ben de sana ödül olarak bunu veriyorum” diye. Ama sonra bir sürü konuda anlaşılamadı; bunun içerisinde insan hakları konusu da vardı, bu yüzden bu hayata geçirilemedi; fakat 2016’da altının çizildiği bir durum vardı, neydi o? Türkiye’nin AB üyeliği süreci değil mi? Şimdi bu hiç tartışılmıyor. Yani AB üyeliği süreci hiç gündemde yok; bu da bütünüyle bu al-ver ilişkisinin nasıl kristalize olduğunu gösteriyor. Üstelik şimdi, 2016’da bunlardan bahsetmişsiniz, Gümrük Birliği konusunda, modernizasyonu konusunda yol alınamamış, yol alınamamasının sebeplerinden birini de siz Türkiye’nin insan hakları ihlâlleri olarak koymuşsunuz, beş yıl sonra Türkiye insan hakları konusunda daha iyi bir yerde mi ki şimdi yeniden Gümrük Birliği modernizasyonunu gündeme getiriyorsunuz? O nedenle bu şaşırtıcı değil bir taraftan; çünkü mesela bir az evvel bahsettiğimiz gibi, Çin ve Rusya’ya karşı da benzer bir ilişki türü geliştirmek istiyor AB. Yani Uygurlar konusunda, “Aman ha!” diyor, özellikle iş dünyası. Yani: “Onu çok karıştırmayalım, biz işimize bakalım, ticaret anlaşmamız var, önemli meselelere odaklanalım” diyen çok önemli bir kamp var AB’de. Yani Çin konusunda, Rusya konusunda bu tür bir gündemi olan Avrupa’nın Türkiye konusunda böyle olması şaşırtıcı değil. Ama dediğim gibi problem şu, asıl görülmek istenmeyen şu: Türkiye’nin dış politikada attığı agresif, militarist adımlar içerideki otoriterleşmeyle el ele giden bir süreç. Ve bunun artık idrak edilmesi gerekiyor. O yüzden, hani “Türkiye’nin içinde olan onu ilgilendirir, ama biz dışarıda ortak çıkarımız olan konularda yol alırız” düşüncesini son derece yanlış buluyorum. 

Ruşen Çakır: Ömer, sen demin Fransa ile Almanya arasında fark var dedin; ama sonuçta ortak bir karar çıktı, karar çıktıktan sonra da yine Macron, Türkiye’ye yönelik olarak yine birtakım sert açıklamalar yaptı, biliyorsun. Özel olarak Fransa’yı da sana sormak istiyorum; yani bu Macron Fransa’sı diyelim, özel bir yeri var, Erdoğan’ın en sık sataştığı liderlerden birisi biliyorsun Macron. Macron da Erdoğan’ın adını birçok kez medyada falan kötü andı; ama geçenlerde yine bir telefon konuşması yapıp ilişkileri geliştirmekten bahsettiler. Bu sadece bir real-politikle anlaşılabilecek bir şey mi? Ne diyorsun Türkiye-Fransa ilişkilerine? Tabii AB’nin Türkiye kararı konusunda da görüşlerini merak ediyorum; ama özel olarak Fransa hakkında ne dersin? 

Ömer Taşpınar: Şimdi Fransa’nın Almanya’dan en büyük farkı, Almanya’da güçlenen bir yeşil hareket var, Fransa’da güçlenen bir ırkçı, sağcı, milliyetçi hareket var. Ve baktığında, Macron normalde sağdan gelen bir politikacı ve Fransa’da sağ her zaman için bu güçlenmekte olan ulusal konvansiyonel, Ulusal Cephe diyelim, Marine Le Pen’e karşı nasıl bir politika izlenmesi gerektiği konusunda bocalıyor. Çünkü Marine Le Pen sonuçta faşizan, ırkçı, İslamofobik bir lider. Macron bu konularda yumuşak gözükmek istemiyor. Fransa’da 8 milyon Müslüman var ve bu Müslümanlar’ın çoğu Kuzey Afrika’dan geliyorlar, Cezayir’den geliyorlar, Fas’tan geliyorlar, Tunus’tan geliyorlar. Siyasî İslâm daha güçlü, radikalleşme oranı daha fazla Fransa’da. Almanya’daki Müslümanlar’a baktığımızda çoğu Türkiye’den; Kuzey Afrika’daki gibi öyle çok bir radikalleşme yok. Dolayısıyla Macron için bu İslâm konusuyla mücadele, dünyada İslâm’ı en çok savunan, siyasi İslâm’la bir bakıma özdeşleşmiş, Müslüman Kardeşler’le özdeşleşmiş liderle, Tayyip Erdoğan’la bir çatışma hâline de dönüyor. Yani Fransa iç politikasında Erdoğan’ın bir karşılığı var. Almanya iç politikasında da var; ama Merkel gidici, Hıristiyan-Demokratlar zayıflamış durumda ve yükselen güç Yeşiller olduğu için, yani Erdoğan meselesi Almanya’da her zaman için daha pragmatik bir şekilde ekonomik ilişkilerin olduğu, mülteci meselesinin olduğu, idare edilmesi gereken bir ülke olarak ele alınıyor. Fransa’da ise Erdoğan meselesi içeride kutuplaşma yaratan bir mesele; çünkü Müslümanlar seviyor Erdoğan’ı. Ve bir bakıma artık Fransa iç politikasında neredeyse “Seçimlere karışacak” konusu bile açılmaya başladı, Macron öyle bir açıklama yaptı. Yani Rusya nasıl Amerika’nın seçimlerine karışıyor, Türkiye de Fransa’nın seçimlerine karışacak diye kutuplaştırıcı bir mesele haline geldi. Üstelik Doğu Akdeniz boyutunda Fransa daha aktif; Fransa Ortadoğu’da, Lübnan’da aktif, Kürtler’le ilişkisi var. Yani dolayısıyla Fransa Türkiye konusunda çok daha sert. Ve bu oluşan Avrupa Birliği metnine gelecek olursak, Almanya ile Fransa arasındaki bir taviz metni. Fransa çok daha sert olunmasını istiyor, Almanya ise frene basıyor, iç politika nedenleriyle de. Ve sonuçta ortaya böyle sulandırılmış bir metin çıkıyor. Fakat Gönül’ün dediğiyle bitireyim; ana kural şu: Bir ülke ne kadar büyükse, bir ülke ile ne kadar çok ticaretin varsa, o kadar real-politik izlemek zorundasın. Türkiye büyük bir ülke, 80 milyonluk bir nüfusu var, ekonomisi her ne kadar kötü durumda olsa da Avrupa Birliği için önemli bir ekonomi; tıpkı Çin konusunda nasıl insan hakları alanında frene basıyor Avrupa, Türkiye konusunda da insan hakları konusunda frene basıp, neredeyse Erdoğan’ın iki dudağı arasından çıkacak söyleme bakmak zorunda kalıyor. “Acaba ümit edebileceğimiz bir şeyler söyleyebiliyor mu Erdoğan?” diye. Ve Erdoğan son zamanlarda hepimizin kozmetik bulduğu şeyleri bir bakıma bunların Avrupa’da bir pazarı olduğu için de söylüyor olabilir. Bak Avrupa ne diyor? “Söyleme dikkat edeceğiz” diyor, yani eyleme değil söyleme. O zaman söylemde devam edelim, böyle yapıyormuş gibi yapmaya, insan haklarından bahsetmeye… İçeride bütün milletvekillerini tıkalım, bir şey çıkmayacak oradan yani fazla, bu mesajı veriyor Avrupa Birliği, çok tehlikeli bir mesaj. Bana göre jeopolitik vizyondan, jeostratejik vizyondan yoksun bir mesaj; ama real-politik bir bakıma böyle bir şey, kısa dönemdeki meseleleri uzun dönemden daha ön plana koymak üzerine kurulu. 

Ruşen Çakır: Yeşiller demişken, Almanya’da Cem Özdemir’le bir anlaştık, önümüzdeki günlerde Cem Özdemir’le bir yayın yapacağım. Yükselişte olan Yeşiller’i konuşacağız. Daha önce bir kere kendi ofisinde yapmıştım bir yayın Almanya’ya gittiğimde, Berlin’de. Bu sefer herhalde Zoom üzerinden bir yayın yapacağız. Yanılmıyorsam önümüzdeki hafta oradan, birinci ağızdan Yeşiller’in yükselişini ve aynı zamanda Yeşiller’in iktidarda güçlü bir şekilde yer alması ihtimalinde Türk-Alman ilişkilerini konuşuruz — ki çok ilginç olacağa benziyor. 

Ömer Taşpınar: Çok keyifli bir yayın olacaktır. Ben AK Parti’nin yerinde olsam Cem Özdemir’e şimdiden yatırım yaparım; zira Türkiye ile ilişkileri zor bir isim Özdemir, haklı olarak. Türkiye tarafından çok dışlanmış bir isim ve Yeşiller koalisyonda birinci parti bile olabilecek durumda, yeni dışişleri bakanı bile olabilir. 

Ruşen Çakır: Bakalım. 

Ömer Taşpınar: Yani Almanya’nın Dışişleri Bakanı olabilecek birinin Türk kökenli olması bir avantajken onu dezavantaja çevirmemek lâzım; çünkü Türkiye ile ilişkileri, liberal bir isim olduğu için, Türkiye’yi Kürt meselesinde, Ermeni konusunda eleştirdiği için çok sorunlu. 

Ruşen Çakır: Evet, şimdi Biden’a geçeceğiz; ama öncesinde şu âna kadar neredeyse altı yıldır “Transatlantik”i yapıyoruz, hiç yapmadığım bir şeyi yapmayı istiyorum. İzleyicileri Medyascope’a ve Medyascope gibi bağımsız ve özgür gazetecilik için çalışan kişi ve kurumlara destek olmaya çağırıyorum. Bu çok önemli, çünkü Türkiye’de sizler çok iyi biliyorsunuz bu işleri; gazetecilikte her şeyden önce tabii ki siyasî sorunlar var, ama aynı zamanda da çok ciddi bir finansal ayağı var, onu da izleyicilerimize, “Transatlantik” izleyicilerimize de söylemiş olalım. Evet, Biden dedik; Biden ilk defa bir basın toplantısı yaptı, yok hasta mıydı, değil miydi muhabbetleri yapıldı Türkiye’de çok; ama orada verdiği mesajlar önemliydi. Bir de bizim burada gördüğümüz, aşı konusunda bayağı bir başarılı bir performans sergilediği görülüyor. Ne diyorsun Gönül? Biden olaylara el attı mı? Yoksa her an gidebilir ve yerine Kamala Harris mi geçebilir? 

Gönül Tol: Evet, aslında birkaç kere gördüm Yeni Şafak’ta falan; hani bir kere uçağa çıkarken düştü, çok büyük bir hevesle ön sayfadan verdiler; ama tabii yani 78 yaşında, eminim sağlık problemleri de vardır; fakat çok hızlı başladı Ruşen. Etkisini çok hissediyorsunuz; özellikle COVID’le mücadele konusunda bambaşka bir hava var. Her eyalet hissediyor. Yani Federal Hükümet’ten gelen yardım çok etkili oldu; o yüzden mesela, galiba 100 milyon aşı diyordu, Nisan sonuna kadar söz vermişti; şimdi 200 milyon aşıdan bahsediyor. Şimdi pek çok insan çok daha kolay aşıya erişim sağlayabiliyor. Tabii bunlar çok çok pozitif gelişmeler. Aynı zamanda benim takip ettiğim, eyalet düzeyinde de bunu konuşmuştuk, COVID’le mücadelede yaşanan sıkıntıları. “Neden Amerika bu kadar problem yaşadı aşı dağıtımında, aşının yapılmasında?” vs. diye; çünkü o federal yapının getirdiği, yerel yönetimlerin ciddi bir özerklik alanı var. Ve federal hükümetle yerel hükümetler arasında o koordinasyonu kurmak çok kolay olmuyordu. Trump yönetiminde bu güven eksikliği tavan yaptı; federal hükümet ve yerel yönetimler arasındaki güven eksikliği tavan yaptı. Özellikle COVID döneminde hem fon aktarılmıyordu federal hükümetten, hem de verilen sözler tutulmuyordu Beyaz Saray tarafından ve onun getirdiği çok ciddi aksamalar olmuştu COVID’le mücadele noktasında. Bugün ise tam tersi bir resim söz konusu, Cumhuriyetçiler’in yönettiği eyaletlerde dahi çok ciddi bir koordinasyon var federal hükümetle. Bu da işte, hem aşıların dağıtımını hem de insanların aşıya erişimini çok kolaylaştıran bir faktör. Son olarak şununla bitireyim: Basın konferansı düzenledi Biden, ilk kez, yani iki ay geçmiş olmasına rağmen. Normalde Amerikan başkanları çok daha önce yaparlar, ama Biden hep dedi ki: “Yapmam gereken çok iş var, bitirmem gereken çok şey var, yoğun bir gündemim var; o yüzden bunu erteledim” dedi ve ilk basın toplantısında da Trump’a çok saldırdı. Yani yönetiminin yaşadığı problemlerin neredeyse tamamını Trump yönetimi altında atılmış yanlış adımlara bağladı; bunu sadece iç siyasette değil, sadece COVID meselesinde değil, göçmen meselesinde yaşanan problemler için de Trump’ı suçladı, dış politikada yaşadığı sorunlar ve karşılaştığı zorluklar için de Trump’ı suçladı; yani çok Trump merkezli bir konuşmaydı. 

Ruşen Çakır: Evet, Ömer sen ne diyorsun, nasıl gidiyor Biden? 

Ömer Taşpınar: Şimdi Biden bu basın toplantısını Perşembe günü yaptı ve bütün kameralar üzerindeydi; çünkü biraz gecikmiş bir basın toplantısıydı. Bir iki ilginç not var basın toplantısıyla ilgili. Bir kere COVID ile ilgili, pandemiyle ilgili soru gelmedi. Yani bu gösteriyor ki artık öyle bir yerde ki Amerika, “Bu işi hallettik” havasındalar. Biden konuşmayı açarken dedi ki: “Ben göreve geldiğimde, ‘ilk 100 gün içinde 100 milyon kişi aşılanacak’ dedim, 100 günde 100 milyon; bugün 54. günümdeyim dedi ve 100 milyon aşılandı” dedi. Dolayısıyla 100 gündeki yeni hedef 200 milyon. Yani bu büyük bir başarı, bu devletin başarısı; çünkü biz de aşılandık, ben bu hafta sonu ikinci aşımı yaptırdım ve baktığımda lojistik olayı askerler yapıyor. Yani Amerikan halkı devleti, askerleri, polisi görüyor karşısında ve işleyen bir sistem var. Trump dönemindeyse sistem işlemiyor gibiydi; yani bir bakıma dibe vurmuştu her şey. O nedenle böyle bir moral var, bir güçlenme havası var, iç politikada güçlüyüz, pandemiyi hallediyoruz, ekonomi konusunda %6’lık bir kalkınmadan bahsediliyor. Niye? Çünkü inanılmaz bir mali programla, ekonomiyi kurtarma paketiyle 2 trilyon dolarlık bir paket geçti. Şimdi 3 trilyon dolarlık bir altyapı paketinden, 3 trilyon dolarlık bir altyapı yatırımından bahsediliyor, on yıllık. Nasıl ödenecek bunlar? Onu açıkladı. “Vergiler artırılacak” dedi, “Vergiler gelecek” dedi ve “Bütçe açığına izin vermeyeceğiz” dedi. Onun dışında gündemi iç politika belirledi, yani bir saatlik toplantının 45 dakikası iç politikaydı, göçmenler meselesi. Güney sınırında bir kriz yaşanıyor Amerika’nın şu anda; çünkü Meksika’dan gelen göçmenler çok arttı. Niye arttı? Çünkü Biden daha iyi bir insan Trump’a göre ve bir bakıma değiştirdi politikaları. Gazeteciler de onu söyledi, “Siz bir bakıma iyi kalpli oluşunuzun bedelini mi ödüyorsunuz acaba? Çünkü aşağıda kriz yaşanıyor, bir sürü insan geldi. Ne yapacağız?” dediler. Onunla ilgili bir plan açıkladı. Dediğim gibi ekonomiyi konuştu, silah meselesi Amerika’da son iki hafta içerisinde yine bayağı bir silahlı saldırılar nedeniyle ölenler oldu. Silah kullanımı, silah ruhsatı gibi konularda yeni reformlar getirileceğini söyledi. Bu arada Cumhuriyetçiler Georgia’yı kaybettikleri için güney eyaletlerindeki oy kullanma meselesinde özellikle azınlıklara bazı sınırlamalar getirme peşindeler. Yani nasıl yaparız da oy oranı düşer için onunla ilgili bazı tedbirler alacağız dedi. Yani o kadar çok iç politikadan konuşuldu ki, dış politikaya sıra geldiğinde gene ilginç bir not: Ortadoğu’yla ilgili bir tane bile soru gelmedi. Sanki Ortadoğu diye bir bölge yok, İran meselesi bile açılmadı. Çin konusunda çok önemli açıklamalar yaptı. Çin konusunda dedi ki: “Ben Çin Başkanı  Şi Cinping ile Obama döneminden çok iyi tanışıyorum”. Orada Biden’ın şeyini gördük, yani hâlâ kişisel ilişki.., aynı şeyi Erdoğan için de söyleyebilir, “Ben Erdoğan’ın ciğerini bilirim” dermiş gibi, “Ben Çin liderinin ciğerini bilirim” dedi ve İngilizce’de bir lâf vardır, işte, “Vücudunda bir tane demokrasi kemiği olmayan birisi” dedi. Yani o kadar otoriter biri ki, “tam bir diktatör” dedi. “Onunla anlayabileceği dilde, sert bir şekilde konuştum” dedi. “Üç konuda, yirmi dakikalık bir konuşma olacaktı, iki saat konuştuk Çin lideriyle” dedi. İki saatlik bir konuşma geçmiş aralarında. “Amerikan ekonomisine, Amerikan işçisine daha fazla yatırım yapacağım” dedi, “Bölgede Hindistan ile, Japonya’yla, Avustralya’yla dörtlü oluşturacağız ve demokrasiler ittifakı olarak karşınızdayız; sizin düşmanınız değiliz, ama en ciddi rakibiniz biziz, bizi her yerde karşınızda bulacaksınız dedim ona” diyor. “Avustralya, Hindistan ve Japonya da arkamızda hep bölgede dedim” diyor. Bir de insan hakları konusunda, “Uygurlar meselesinde kabul etmiyoruz yaptıklarınızı, Hong Kong, Uygurlar, Tayvan; buralarda ayağınızı denk almanız gerekecek” diye sert konuşmuş. Zaten o sertliğin sonrasında geçen hafta Alaska’da Dışişleri Bakanı Antony Blinken ile Çin Dışişleri Bakanı’nın çok sert konuşmasını yaşadık, kameralar önünde neredeyse kavga ettiler yani. Ve Amerikan-Çin ilişkilerinin nerede olduğunu iyi anladık. Kuzey Kore’yle ilgili bir soru geldi; “Kuzey Kore hâlâ en ciddiye aldığım konudur” dedi, “İki tane balistik füze patlattılar orada, onları çok ciddiye alıyoruz” dedi. Bir de çok komik bir an oldu: “2024’te tekrar başkan adayı olacak mısınız?” diye soruldu, “Trump’a karşı aday olacak mısınız?” diye sordular, o da dedi ki: “Ya, Trump’ı çok özlüyorum ben” diye dalga geçti. Ve yani işte İngilizce, “God love him”, onu Allah sevsin gibi bir lâf etti ve sonrasında “2024’te tabii ki adayım” dedi. “Ama” dedi, “ben Allah’a ve kadere inanan bir insanım. Bir bakalım neler olacak?” dedi. “Orada da biraz işimiz Allah’a kalmış” da dedi.  

Gönül Tol: Bir de “Cumhuriyetçi Parti olacak mı?” dedi, değil mi? 

Ömer Taşpınar: Ha evet, çok sağol Gönül. Bir de en önemlisi, “Belki de bakalım 2024’te kim öle kim kala, belki de Cumhuriyetçi Parti diye bir parti olmayacak” dedi. Yani o kadar dağılıyor ki, yani kendine güvenini gösterdi, ama matraktı yani.  

Ruşen Çakır: Biz de aslında “Transatlantik” olarak Trump’ı özlüyoruz diyebiliyorum. Yani dört yılımız geçti onunla. Neyse… 

Ömer Taşpınar: Ben özlemiyorum valla, kendi adına konuş. Ben çok memnunum. 

Ruşen Çakır: Evet, son olarak, Washington’da Büyükelçilik’te Murat Mercan fiilen başlamış anlaşılan, siz de göreceksiniz diye tahmin ediyorum. Çok selam söyleyin; hatta bir iyice yerine otursun, bir gün “Transatlantik”e onu konuk alalım ve Türk-Amerikan ilişkileri özel yayını yapalım. Kabul eder mi bilmiyorum, ama çok eski bir hukukumuz olduğu için belki kabul eder. Evet, burada noktayı koyuyoruz “Transatlantik”e. Ömer’e ve Gönül’e çok teşekkürler, izleyicilerimize de çok teşekkür ediyoruz, iyi günler. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.