Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Erdoğan kopan saadet zincirini neden birleştiremiyor?

Cumhurbaşkanı Erdoğan, dünkü kabine toplantısının ardından bir kez daha vatandaşa yastık altındaki altın ve dövizlerini sisteme katma çağrısı yaptı. Daha önceki örneklerde olduğu gibi bu çağrının da sonuç vermesi beklenmiyor, hatta tam tersi etki yapma ihtimali daha yüksek. Neden?

Yayına hazırlayan: İlayda Öykü Biberoğlu

Merhaba, iyi günler! Cumhurbaşkanı Erdoğan dün kabine toplantısının ardından yine millete seslendi. Tabii ki esas konu salgın, salgınla mücadele ve tedbirlerdi. Tedbirlerin gevşetilmesinin ardından vaka sayılarının yine hızla fırlamış olduğu gerçeği var ve ülke kıpkırmızıya döndü. Yasaklar tekrar gündeme geliyor, kademe kademe de olsa… Ve Ramazan’da yine işyerlerinin büyük bir kısmı, özellikle lokantalar, kafeler vs. kapanacak. Ve bunun tek meselesinin salgınla mücadele olduğunu düşünmeyen çok ciddi sayıda bir toplum kesimi de var. Her neyse… Ama ben bugün esas olarak Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yine dün akşam da tekrar vatandaşa seslenerek, yastık altındaki altınlarını ve dövizlerini bozdurmaları çağrısı yapmasına takıldım. Onu duyar duymaz zaten bunun bir alarm olduğu düşüncesi bende oluştu.

Aslında bu ne zamandan beri süren bir şey. Arşiv olarak baktığımda mesela 6 Ağustos 2018’de Medyascope’ta bir yayın yapmışım: “Yastık altı altın ve döviz çare olabilir mi?” Orada, hatırlanacaktır Erdoğan, seçimi kazandıktan sonra, gidip yanılmıyorsam Bayburt’taydı, en çok oy aldığı ilde bir konuşma yapmış ve insanları, yastık altındaki altın ve dövizlerini bozdurmaya çağırmıştı — ki o tarihler, Türkiye’nin aslında yeni bir ekonomik krize girdiğinin belli olduğu tarihlerdi. 2018 krizi diyelim biz bu krize genel olarak. Onun ardından yaprak kımıldamamıştı, çok fazla bir şey olmamıştı. Ardından 15 Aralık 2020’de bir başka yayın yapmışım. Yine Erdoğan bir yerde bunu söylemiş ve yine salgınla ilgili bir kabine toplantısının ardından. Ben de 15 Aralık 2020’de, dolayısıyla bu 14 Aralık’taki açıklamasının ardından, “Erdoğan’ı destekleyenler onun sözünü dinliyor mu?” diye bir yayın yapmışım ve dinlemediklerini de söylemişim. Bunun bir gerisinde, hatırlanacaktır, 2016’da yaşanan büyük krizde, dövizin alabildiğine tırmanmasıyla, orada bir Brunson krizi vardı. Orada bir çağrı yapmıştı Erdoğan ve bir kampanya başladı. Ülke çapında insanlar gösterilerle döviz bozdurdular. Hatta döviz yakanlar oldu, şu oldu, bu oldu. O tarihte bu büyük kampanyaya bakıldığı zaman, kampanya başladığı zaman 3,5 TL’ymiş döviz. Ve o süre içerisinde toplanan para: 724 milyon dolar. Toplanan dediğim, yani bozulan döviz. 173 milyar doların 724 milyon doları bozulmuş. Yani 1 milyar dolar bile değil. Ve bunun sonucunda 3,45 TL’ye düşüyor ama 10 gün sonra tekrar 3,51 TL’ye çıkıyor. Şu anda da doların ne durumda olduğunu görüyoruz. Bütün bunlar bize Erdoğan’ın artık insanları kendi dediklerine iknâ etmekte, onlara güven vermekte zorlandığını, aslında veremediğini gösteriyor. Buna ben bir saadet zinciri diyorum.

Şöyle bir saadet zinciriydi bu. Biraz evveliyatından alırsak: Milli Görüş hareketi, Refah Partisi’nden itibaren başlayan. Ve bayrağı sonra Adalet ve Kalkınma Partisi aldı. Kendilerini dışlanmış hisseden Türkiye’deki dindarların bir bölümü, daha İslâmcı görüşlere yatkın bir bölümü, çalışıp çabalayarak ve fedakârlık ederek (Milli Görüş tam anlamıyla bir fedakârlık hareketiydi) insanlar burada bir dava uğruna verdiler. Ve bu hareketi adım adım sistemin merkezine taşıdılar. Önce 94 yerel seçimleri, sonra 95 genel seçimleri, ardından Refah Partisi’nin kapatılması, Fazilet Partisi’nin kapatılması. Ve AKP’yle beraber 2002’den itibaren tekrar merkeze geldi ve yerleşti. Uzun bir süre, AKP’nin ilk yıllarında da hatta, şu söyleniyordu çünkü: “Hükümet oldular, ama iktidar olabilecekler mi?” Çok temkinliydi insanlar, dikkatliydi. Ve o dönemde de, ilk yıllarında da bu fedakârlık, tabanın fedakarlığı kendini gösteriyordu. Öne çıkıyordu diyelim. Daha sonra, işler rayına oturduktan sonra, artık insanlar almaya başladılar. Veren insanlar almaya başladı. Bu arada da Türkiye ekonomik olarak büyüdü, gelişti ve ortada çok ciddi kaynaklar oluştu. Bu kaynaklar doğrudan devlet imkânlarıyla, devletin kurumlarının imkânlarıyla ya da yine iktidar partisinin elinde olan belediyeler (hepsi değilse bile de önemli bir kısmı, özellikle İstanbul, Ankara gibi büyükşehir belediyeleri… Bir dönem Antalya falan da vardı) eliyle bu kaynaklar dağıtıldı. Bu kaynaklar dağıtılırken, tabii arslan payını daha çok tepedekiler aldılar, elitler aldılar, iktidar elitleri aldılar. Ama aşağıya da dağıtıldı. Büyüyen Türkiye ile birlikte, Türkiye’nin büyümesiyle birlikte o hareketi merkeze taşıyanlar da buradan istifade ettiler. Çocuklarına iş buldular, ihaleler aldılar, devlet içinde çalışanlar buradan haksız kazanç elde ettiler ve adım adım yolsuzluk ve suiistimal olayları bayağı bir, AKP iktidarıyla beraber anılmaya başlandı. Herkesin birlikte mutlu olduğu bir saadet zinciri söz konusuydu. Ama bir yerden itibaren bu zincir gevşemeye ve kopmaya başladı. Özellikle de Türkiye’nin ekonomik krize girmeye başladığı andan itibaren, bu imkânlar azalınca, ekonomi yönetimi tam anlamıyla başarısızlıkla karşılaşınca, bu sefer Erdoğan ve ülkeyi yönetenler, insanlardan fedakârlık istemeye başladı. Bunu aslında şöyle söyleyebiliriz: Zamanında, o süreç içerisinde dağıtmış olduklarının bir kısmını geri almak istedi. 2016’daki olay bunun bir örneğiydi. Bayağı bir kampanya yapıldı ülke çapında, hatırlanacaktır. Ve bu kampanyanın sonucu çok da tatminkâr olmadı, yaraya merhem olmadı, buradan çok büyük bir hareketlilik doğmadı. Mesela Erdoğan ne diyor? Yanılmıyorsam, “13 milyon üyemiz var” diyor, eğer şimdi yastık altında para ve döviz varsa –ki herhalde var, bu üyelerin de önemli bir kısmının da burada yastık altında paraları vardır ama– sisteme katılmıyor. Erdoğan ne demişti? Kongrede de bunu söyledi. Kongredeki konuşmasında bir yerde diyor ki: “Sadece kendilerini güvende hissetmek amacıyla yastık altında paralarını tutanlar” diyor. Niye? Güvende hissetmek istiyorlar. Çünkü sisteme güvenmiyorlar. Sistem ne? Erdoğan’ın kendisi. Bir zamanlar yaratılan “Erdoğan ayrı, sistem ayrı” olayı yok. Artık Erdoğan devlet. İnsanlar bugün bankalara paralarını yatırmıyorlarsa ve paralarını Türk lirasına koymuyorlarsa, bir güvensizlikten dolayı koymuyorlar. Güvensizliğin nedeni bankanın kendisi değil, güvensizliğin nedeni ülkeyi yönetenler. Dolayısıyla Erdoğan’ın kendisi. Burada çok ciddi bir güvensizlik var ve Erdoğan, bu güvensizliği îtiraf ediyor.

Benzer bir şey: Varlık Barışı — ki bunu kongrede söylemişti, hatırlanacaktır. Yani yurtdışında varlığı olanlara diyor ki: “Getirin paranızı sisteme katın.” Burada da, “Herhangi bir endişeye gerek yok. Biz bu noktada kendilerinin kesinlikle garantisiyiz” diyor. Garanti veriyor. “Getirin paranızı bir şey olmayacak, zarar görmeyeceksiniz. Hatta kâr edeceksiniz. Garanti benim” diyor, ama paralar gelmiyor — ki Varlık Barışı’nda çağrı yapılan, yurtdışında mal varlığı olduğu düşünülen iş insanlarının bir kısmının en azından AKP seçmeni olduğunu, ortamlarda “reisçi” olarak takıldıklarını pekâlâ tasavvur edebiliriz. Özellikle AKP’nin son döneminde yeni bir zümrenin ortaya çıktığını ya da var olanların da iyice güçlendiklerini biliyoruz. Şimdi ne oldu? Önce insanlar verdiler, sonra aldılar, sonra çağrı üzerine verir gibi yaptılar, bir denediler. Baktılar bir şey değişmiyor, tam tersine 3,5 TL’ye bozdurdukları dolar kısa bir süre sonra 4, 5, 6, 7 oluyor. Zarar ediyorlar ve bunun dönüşü de gözükmüyor. Şu gün îtibariyle paralarını bozduracak olan insanların neye güvenmesini bekleyebiliriz? Erdoğan’ın sözüne. Erdoğan’ın sözü tek başına yetmiyor. Bir zamanlar yetiyor olabilirdi, ama artık tek başına yetmiyor. Artık devlet, Erdoğan yönetimindeki siyâsî iktidar, kendisine destek olanlara, yani değil Türkiye’nin tamamına, kendisine destek olanlara bir şeyler dağıtabilmek imkânından mahrum. Ekonomi artık yürümüyor. Bunu ilk nerede gördük? Salgın çıktığında dünyada devletler, hükümetler vatandaşına kaynak aktarırken, Türkiye’de iktidarın ilk refleksi ne oldu? Vatandaştan kaynak istedi. IBAN verdi, “Bana yardım edin, ben bunu dağıtayım” dedi. Burada tabii CHP’li büyükşehir belediyelerinin erken davranıp yardım kampanyaları başlatması ve bayağı bir etkili olması da önemli bir rol oynamıştı. Fakat devlet, o paraları vatandaştan topladı –ki çok başarılı bir kampanya olmadığını hatırlıyoruz–, o çok büyük bir heyecanla duyurulan, her vesileyle tekrarlanan kampanya kısa zamanda söndü ve aynı devlet, vatandaşına maske bile dağıtamadı. İlk günler şimdi unutuluyor ama, bir yılı geçti, maske yoktu. Maskeyi sadece devlet dağıtacaktı. Evlere gelecekti vs. Alabilen çok az sayıda insan oldu. Biz mesela ailecek alamadık başvurmuş olmamıza rağmen. Zaten kısa bir süre sonra maskeleri herkes kendi cebinden almaya başladı.

Şimdi artık insanlar verir gibi de yapmıyorlar. Geçen bir yayında bahsetmiştim, Dünya gazetesinde Alaattin Aktaş yazısında şunu söylemişti, rakamlar vermişti: “Türkiye’deki mevzuat hesaplarının ne kadarı dövizde, ne kadarı Türk lirasında?” “2012’de” diyor Alaattin Aktaş, “100 Türk lirası mevduat varsa 43 Türk lirası değerinde döviz mevduatı vardı.” Yani bir yerde 100 lira bir yerde 43 lira. İnsanlar 2012’de AKP’nin nispeten parlak dönemlerinde, Türk lirasına yatırıyorlardı. “2019’da 100 Türk lirasına karşılık 94 lira döviz hesabı vardı” diye yazmış. Daha sonra aralık ayında ben baktığımda yatırımların, yani bankalardaki toplam mevduatın yüzde 55’i Türk lirası dışı paralara yatırılmıştı. Bugün itibariyle, 25 Mart itibariyle baktığımız zaman da yüzde 54 civarı, yüzde 53,5 dövizde görünüyor. İnsanlar Türk lirasına güvenmiyorlar. O kadar faiz artırılmış olmasına rağmen, dövize yatırmayı tercih ediyorlar. Bütün bunlar, insanların iktidara güvenmediğini gösteriyor. Tabii ki bankalardaki mevduatlardan bahsediyoruz. Erdoğan bankadaki mevduatların dışında, bankaya bile yatmayan paranın ve altının peşinde; ama bunu alamıyor. Kampanya da düzenleyemiyor. Yani 2016 örneği önümüzde. Orada AKP teşkilatları, medyası bir kampanya başlatmıştı. “Döviz bozdurma” kampanyası. Şimdi mesela, bekliyorsunuz, Erdoğan kongrede söyledi, dün akşam yine söyledi: “Yastık altı altınlarınızı ve dövizlerinizi sisteme katın” diye… Ama görmüyoruz; meselâ Anadolu’nun değişik yerlerinde altınlarını, yüzüklerini bozduran kadınlar.

Bu hareket, çok iyi hatırlıyorum –ki hatırlayan başkaları da vardır–, ilk başladığında, Refah Partisi’nde başladığında, insanlar alyanslarını vs. bozdurarak buraya paralar akıtırlardı, aktarırlardı ki o hareket bir yerlere gelsin. O hareket bir yerlere geldi, o insanları belli anlamlarda, özellikle maddi olarak tatmin etti. Ama maddi olarak tatmin etmenin ötesinde hareket iyice dünyevîleşti, dava özelliğini kaybetti. Şimdi insanları yeniden davaya davet etmeye çalışan bir Erdoğan var. Onlara diyor ki “Bana güvenin.” O insanlar da diyorlar ki “Tamam sizi seviyoruz, eyvallah, ama niye güvenelim?” Ya da kimisi sevmiyor, o ayrı. Sevenler de niye güvensin? Sevmek tek başına yetmiyor; çünkü bugün dövizini bozdurursa, Türk ekonomisinin düzeleceğine de inanmıyor ve buradan kendisinin ve ailesinin kârlı çıkacağına da inanmıyor ve Erdoğan onları iknâ edemiyor, edemeyecek. Peki buradan nasıl çıkacak? Vatandaşlar kaynaklarını aktarmadığına göre, bunda zorlandığına göre, akla yine yurtdışından sıcak para bulmak gelecek. Sıcak parayı bulmak için de yüksek faizler ödemek gerekecek. Tam bir sarmalın içerisinde. Ya da bir başka seçenek var: Vatandaşın rızasını devlet eliyle sağlama yoluna gidebilir — ki böyle bir şeyi denemesi hâlinde, yani rızasını devlet eliyle sağlamaktan kastımı anlıyorsunuz, bir baskıyla insanların paralarını, mevzuatlarını, birikimlerini sisteme çekmek isteyebilir. Bu da zaten var olan güvensizliği iyice derinleştirecektir. Tam bir açmaz içerisinde Erdoğan. Diyelim ki benzer bir duruma 2004’te, 2005’de kapılmış olsaydı, ekonomik anlamda –hani diyor ya– “Dış güçlerin bir taarruzu altında kalmış” olsaydı Erdoğan, o tarihte çok büyük bir kampanyayı gerçekleştirebilirdi. O günleri çok iyi hatırlıyorum, gerçekleştirebilirdi. Karşılığı olurdu ve onun içinden de siyasî olarak güçlenmiş olarak çıkardı. Ama şimdi yaptığı her açıklamanın ardından, insanlara yaptığı her çağrının ardından, insanlar paralarını bozdurmaya, altınlarını sisteme sokmaya değil, daha fazla parayı sistem dışına çıkarmaya yöneliyorlar. Çünkü, insanlara da bir cehâlet atfetmemek lâzım, Erdoğan’ın bu çağrılarının ekonomik anlamda bir çâresizlik olduğunu görüyorlar. Bunu bir alarm olarak görüyorlar. Onun taleplerini yerine getirmek yerine, bu çıkışların ardından daha fazla kendi başlarının çâresine bakmaya çalışıyorlar. Bakabilen var, bakamayan var. Ülke iyice yoksullaşıyor.

Bir diğer yandan da Kürşat Ayvatoğlu örneğinde görüldüğü gibi, insanlar, aynı zamanda AKP seçmeni de, bu kendilerinden istenen fedakârlıkların karşılığında, bu kaynakların nerelere, nasıl sarf edildiğini de görüyorlar. Dünkü yayında söyledim. Eskiden var olan “Bunlar yemezler, dindarlar ama yemezler” daha sonra “Yiyorlar ama çalışıyorlar”a doğru evrildi. Şimdi artık “Hem yiyorlar, üstelik çalışmıyorlar”a geldi. Ve bu çok büyük bir kırılmaya yol açıyor. Erdoğan bunu toparlamaya çalışıyor; ama bu düz, kuru çağrılarla olabilecek şeyler değil. İnsanlar artık Erdoğan’ın sözleriyle iknâ olma ve büyük bir mobilizasyon, seferberlik içerisine girme noktasından çok uzaklaştılar. Çünkü ortada bir dava falan kalmadı. Herkes kendi davasının peşinde, kendi ayakları üzerinde durmaya çalışıyor. Bunu, saadet zinciriyle birlikte kurmuşlardı. Kötü yönetimle Erdoğan bu zincirin kopmasına neden oldu. Ve bu zincir bir daha kolay kolay toparlanacağa benzemiyor. Evet, söyleyeceklerim bu kadar. İyi günler! 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.