Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Bekir Ağırdır ile söyleşi: Sistemin tıkanışı ve seçmenin arayışı

KONDA Genel Müdürü Bekir Ağırdır ile salgınla beraber iyice derinleşen ekonomik krizin seçmen davranışlarını nasıl etkilediğini; iktidarın savrulmasını; kimlik politikalarının yerini yeniden sınıf temelli politikalara bırakma eğilimini ve muhalefetin birlikte hareket edip edemeyeceğini konuştuk.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. Bekir Ağırdır’la arayı çok açmadan yeni bir yayınla karşınızdayız. Yine konuşacak çok şeyimiz var. Bekir, merhaba.

Bekir Ağırdır: Merhaba sevgili Ruşen. 

Çakır: Bugün seninlesistemin tıkanışını ve seçmenin bekleyişini konuşacağız. Sistemin tıkanışı deyince, akla salgınla mücadele, aşıdaki aksaklıklar geliyor. Ben buna fiyasko diyorum. Sen çıtayı o kadar yükseltir misin bilmiyorum. Ben dün yaptığım yayında bugün seninle yapacağım yayını anons ettim ve izleyicilerden, soruları varsa yollamalarını istedim. Epeyce soru geldi. Mesela, Fatih Yüzbaşıoğlu’nun bir sorusu var. O soru aslında çok güzel bir girizgâh olabilir. Soru şöyle: “Bu yasaklar Erdoğan’a ne kazandırmış olabilir?”

Ağırdır: Hiçbir şey. Hiçbir şey kazandıramaz. Çünkü bu bir savrulma hâli. Ve her birey, her seçmen de bu savrulmayı fark ediyor. Her gün yeni bir karar alınması, bir gün önce alınan kararın düzeltilmesi. Her şeyden önce, bu kararlar dizisinin bir istikrarı, ana karakteri bile yok — vatandaş da bunu hissediyor. Vatandaş böyle bir salgın melanetiyle karşı karşıya olduğunu ve kaderiyle baş başa kaldığını, ne yapacaksa kendisinin yapacağını görüyor. Mesela kamuoyunda çok yer bulmadı, ama Antalya’da çiftçilerin bütün ürünlerini dökmeleri ya da dün Manisa’da bir kıraathane sahibinin çay ocağını sokağa fırlatması gibi örnekleri insanlar bizzat yaşıyor. Çünkü bütün bu kararlarda bir sistematik yok ve bir keyfîlik var. Telâşla bir şey yapılmaya çalışılıyor, ama ertesi gün onun yanlış olduğu ortaya çıkıyor. Mesela çekleri erteleme meselesinde, bir geceyarısı 10 milletvekili muhtemelen şöyle düşündüler: “17 gün kapanma başlıyor. O 17 gün içinde çekin tarihi gelip ödeyemeyecek esnaf ne yapar?” diye birisinin aklına geldi. Bir sistematik, karar verme süreçlerinde bir mekanizma kalmadığı için o anda akıllarına geleni torba yasaya eklediler. Ticaret hayatı durdu. Bu savrulma ve çözülme hâlini bütün vatandaşın da gördüğünü sanıyorum.

Çakır: Sözünü kesiyorum kusura bakma, ama bir şey daha ekleyeceğim: Bir de muazzam bir eşitsizlik var. Bir tarafta turist denize girerken, vatandaş sahile bile gidemiyor. Bir tarafta lebâleb kongreler yapılırken, diğer tarafta Boğaziçi Üniversitesi öğrencileri 3 kişi yan yana bile duramıyor. Birçok insan cenazesini aile içinde kısıtlı sayıda insanla kaldırırken, diğer tarafta Nurcu bir şahsiyetin cenazesine bakanlar ve binlerce kişi katılıyor.

Ağırdır: Sevgili Ruşen, ben babamı 2 yeğenimle beraber 3 kişi defnettim. Ben bunu yaşarken ya da bütün bu stresten, erken doğum yapmış bebeği yoğun bakıma alınmış kızımın başına gidemedim hastanede. Herkesin böyle bir hikâyesi var. Yasını ya da sevincini yaşayamayan böyle bir dönem aralığında, bıraktım maddi menfaatleri, ihale kollamaları, partizanlıkları, bireysel hayat üzerinden baktığın zaman, hemen her haneye değen bir problem var. “Seçmen ve bütün toplum bütün bu olup biteni görüyor” deme sebebim de bu zaten.

Çakır: Şöyle bir husus da var: Şimdi İkizdere’de olanlar gündeme geldi. Hatırlarsan, daha önce de fındık üreticileri protesto yapmışlardı, ama sonra seçimlerde AK Parti’ye oy vermişlerdi. Bir benzeri, Soma’daki seçim sonuçlarında yaşandı. Şimdi İkizdere’de de aynı şey yaşanıyor. Rize Erdoğan’ın memleketi –mâlûm– ve yüzde 90’a yakın AK Parti’ye oy veriyor. Birçok insan da şunu söylüyor: Buradaki insanlar şikâyet ediyor, ama sonunda yine gidip AK Parti’ye oy veriyor. 

Ağırdır: Hayır, öyle değil. Bu, “bizim akvaryum” dediğim, okumuş yazmış beyaz yakalı Türkler’in bu topluma kondurduğu şeylerden birisi. Oy verme tavrı öyle bir olaya bakarak verilen bir şey değil. Bunu hep tekrarlıyorum, ama izin verirsen bir kere daha tekrarlayacağım: Hiçbirimiz, pazartesi günkü fikstüre, puan durumuna bakıp, “Bu hafta hangi takımı tutayım” diye düşünmüyoruz. Onun için, kimlikler, ideolojiler, hayat tarzı, bir sürü başka ilişki var. Bu ilişki, ister sevdiceğimizle olsun, ister en yakın arkadaşımızla olsun, ister güvendiğimiz parti veya ait hissettiğimiz markayla, şirketle olsun, faydanın, keyfin, hazzın, aidiyetin veya mutluluğun tersine dönmeye başladığı o yüzde 50-50 dengesine gelme meselesi. “Z kuşağı” denen yaşı genç izleyiciler hatırlamaz, ama yaşı tutan izleyicilerimiz gayet iyi bilir: 28 Şubat, 1999 Marmara Depremi, 2000 ve 2001 krizlerinde, toplum o 4 yıl öyle bir travmatik hâle girdi ki, bugüne kadar “kerim devlet” diye tanımladığı, “her şeye kadîr” diye gördüğü devlet mekanizmasının olmadığını ve kaderiyle baş başa kaldığını gördü ve 2002 seçimlerinde, neredeyse var olan bütün aktörleri oyun sahasının dışına çıkardı. Bugün de tıpkı böyle bir travmatik durum var. Üstelik bu sadece siyasî gerilimden dolayı oluşan bir durum değil. 7 Haziran-1 Kasım 2015 arasındaki seçimlerinde olduğu gibi, ya da başkanlık referandumundaki gibi, siyasî gerilimden dolayı oluşan birtakım travmatik durumlarda, liderler, siyasî söylem, medya bir biçimde o ruh hâlini manipüle edebiliyordu. Ama bu kez farklı olan şey şu: Her haneye birebir değen bir can riski yaşanıyor. Daha da vahimi, ikisinin ürettiği sinerjik olumsuz havanın ağırlığının farkında değiliz belki, ama pandemiden önce başlamış ve hâlâ giderek derinleşerek süren ekonomik buhran var. Her hanede, işsizlik, geçim ve can derdinin bu kadar bir arada olduğu bir zaman aralığında, toplum, haneler, bireyler, kaderiyle baş başa olduğunu gözlüyor. O zaman da bütün bu partizanlıklar, başka zaman hoş görebildiği bütün bu hikâye, şimdi başka bir yere doğru evriliyor ve kaçınılmaz olarak evrilecek.

Çakır: Seninle son yaptığımız yayından bu yana birbirinden ilginç olaylar yaşandı. Bunların hepsi sembolik, ama çok konuşuldu. Mesela bir “pudra şekeri” olayı var. Ticaret Bakanı’nın kendi şirketinden bakanlığa sattığı dezenfektan olayı var. Bunların ötesinde, bir de “128 Milyar Dolar Nerede?” kampanyasının ciddi bir karşılık bulması var. 

Ağırdır: Ekleme yapayım: Bitcoin dolandırıcılığı var, Sedat Peker videoları var.

Çakır: Sedat Peker meselesi benim özel ilgi alanım, onu ayrıca konuşacağız.

Ağırdır: Dolayısıyla her şey, birbirine bağlayınca, bu bir savrulma ve çözülme hâli.

Çakır: Erdoğan, Başkanlık Sistemi’ni “Dağınıklık yok. Merkezde. Çok güçlü. Ânında müdahalelerle her şey tıkır tıkır yürüyecek. Bürokrasi azalacak” diye tanımladı. Ama bunun böyle olmadığını insanlar yaşayarak görüyor. Senin söylediğin gibi bir aculluk da var; sürekli değişen kararnameler… Diğer yanda da otoriterlik var. Otoriter bir tek adam yönetimi, yasaklar, baskılar, çok etkili bir kolluk gücü… ama bunlara rağmen devlet ciddi bir zaaf içinde. Mesela Sedat Peker olayı başlı başına bunun bir göstergesi.

Ağırdır: Zaaftan öte bence. Devletin omurgası kırıldı ve felç. Bütün zaaflarına ve handikaplarına rağmen, yine de bu topraklarda bir devlet geleneği var. Göçebe bir Türk kimliği yerleşik hâle geçerken, bütün o göçebelik süresince, “O yolculukta dağılmayalım, saçılmayalım” arayışıyla, Türk kimliğinin ana unsurlarından birisi devlet. Buna bağlı olarak bir başka unsur da güvenlik arayışı. Bütün bu devletçi bakışların, devletçi partilerin var olması ya da toplumun kafasındaki, “birey olmakla yurttaş olmak” arasındaki çelişik durumlar, hep bu, devlete atfedilen rolle, devlet tanımıyla, genlerindeki o devlet meselesiyle ilgiliydi. Şimdi bugün toplum yeniden bakıyor ve “devlet” denen o mekanizmanın olmadığını görüyor. Kaldı ki de yok zaten. Şunun için yok: Sözünü ettiğimiz gibi, Başkanlık Sistemi meselesi öyle bir beklenti yükseltilerek anlatıldı ki. Sayıyı izleyiciler de hatırlayacaktır: Teorik planda “Başkanlık Sistemi, Parlamenter Sistem’den daha yararlıdır ve doğrudur” diye düşünen insanlar sadece yüzde 33’tü. Aslında bu oran hiç değişmedi. Fakat Tayyip Bey sahneye çıkarak, o kampanya, propaganda süreci, bütün o medya ağırlığı ve mitingler sonunda, bu oranı yüzde 52’ye getirdi. Ama yüzde 52 oy alınırken, zaten onun yüzde 17’si, Başkanlık Sistemi’ne onay veren her 3 kişiden biri zaten tereddütlüydü. Beklenti o kadar yükseltildi ve öyle bir sihir anlatıldı ki, sonunda, “Peki, Tayyip Bey de söylüyorsa demek ki bir bildiği var” oldu sonunda. Ama göreceksin, önümüzdeki seçimlerin en temel kırılma eksenlerinden, seçmenin kararını etkileyecek meselelerden birisi, Başkanlık Sistemi ve Parlamenter Sistem ekseni olacak. Şimdiden bütün araştırmalarımızda görüyoruz. Oy verme tercihlerinden bağımsız olarak, “Yeniden parlamenter sisteme dönmeliydik. Bu sistem yanlışmış” diyenler yüzde 60’ı geçmiş durumda. İşin bir yanı bu. 

İkincisi: Beklenti bu kadar yükseltilirken, bu sistemin, kurşun kalemle bile yapılan bir eskizi olmadığı ortaya çıktı. AKP Parti ve MHP, ya da Tayyip Erdoğan ve Devlet Bahçeli, bu sistemi savunurken, o referandumun ardından peş peşe birtakım uyum yasaları çıkarılacağını ve elde bir sistem tasarımı olduğunu beklersiniz. Ama şimdi böyle bir şey olmadığı ortaya çıktı. Dolayısıyla eski sistem çalışmıyor. Çünkü eski sistemin tanımlı kurumları, karar süreçleri bugünkü sisteme uymuyor. Ama yeni sistemin de mekanizmaları belli değil. Sana çok somut, yakından bildiğim bir olay anlatayım. Hiç siyasetle de ilgisi yok. Bir büyükelçiliğe dünyanın öbür ucundan bir aşçı alınacak. O kişi 6 ay Cumhurbaşkanı o imzayı atsın diye bekledi. Bir büyükelçiliğe alınacak bir aşçı için Cumhurbaşkanı’nın imzası beklenen bir sisteme geldiğin zaman, iş nasıl yürüyebilir ki? Yürümesi de mümkün değil. Bunun ürettiği sorunlar var. 

Üçüncüsü ve daha vahim olanı, zihniyet olarak da bir eskiz olması istenmiyor belki de. Zaten bir keyfîlik hâkim. Otoriterlikten önceki adım, keyfîlik. Tercih edilen şey o keyfîlik. Otoriterlik tercihi, biraz da bütün bu hataları örtme çabasından da kaynaklanıyor. Sadece otoriterliği fikren ve ideolojik olarak tercih etmekten de öte, önce bütün bu hataları görünmez kılmak, konuşulmaz hâle getirmek için de bir otoriterlik, baskı ve siyasî alanı daraltma çabası var.

Dördüncü adım olarak da fikren ve zihnen, “Bu toplum padişahlara, Atatürk gibi güçlü liderlere alışkın. Başkanlık Sistemi de böyle bir lider tanımlıyor zaten. Tayyip Erdoğan da böyle bir lider” deyip, çevresinin ve kendisinin bunu tercih etmesi var. Dolayısıyla, bu otoriterlik böyle bir keyfîlikle, reel bir sorunun yaşandığı, her haneye değen ekonomik krizin ve can derdinin bir arada yaşandığı bir zaman aralığında –üstelik bir de sorunu yönetemiyorsan–, sistem bir karikatür hâline dönüyor. Karikatür hâle dönmenin bir örneğini vereyim. Mesela dün eşim bana, “Marketlerde ampul satılmayacakmış, yarın bana ampul alman lâzım” dedi. Markete giriyorsun, bir raf makarna var, satışa açık. Yanında içki rafı var, onun önü bantlarla, örtülerle kapalı. Yanında defter kalem rafı var; o da kapalı. Onun yanında salça rafı var, orası açık. Öbür koridora geçiyorsun, yine rafların yarısı açık, yarısı kapalı. Markete giren her yurttaş, bunun ne kadar sürrealist ve saçma sapan bir şey olduğunu fark eder; bunun hiçbir mantığının olmadığını da bilir.

Çakır: AK Parti’nin yayınladığı çizgi-filmi görmüşsündür. Ben dünkü yayınımda şöyle değerlendirdim: AK Parti’nin Tanıtım ve Medya Başkan Yardımcısı olan kişi “Bu filmi kaldırmamızı istiyorsunuz, şaka mı yapıyorsunuz?” şeklinde bir tweet atmış. “Ben CHP’nin yöneticisi olsam, bu çizgi filmin kaldırılması ne kelime? Daha da yayılmasını sağlarım” dedim. 

Ağırdır: Öyle yaptılar zaten. 

Çakır: Evet. Birkaç saat sonra yapmışlar. Sence isabetli bir şey mi yaptılar?

Ağırdır: İsabetli yaptılar tabii. Siyaset “tiye almak” haline döndü. Bir yandan da bakarsan, bu kadar ağır meseleler içinde karikatürler, çizgi filmler bizi gülümsetiyor. Buna bile ihtiyacımız olduğunu söyleyebiliriz. Ama şunu söyleyebiliriz: Sadece devlet aklı değil, aynı zamanda iktidarın, AK Parti’nin aklında da bir çözülme var. Çözülme kadrolardan başladığı için hiçbir strateji yok. Bunu sıkça söylüyorum. Bir yandan da, AK Parti bunca yıllık hâkimiyeti ve toplumsal desteğinin hep yüksek oranda gitmesinin getirdiği bir kibirle, giderek şöyle bir savrulma içinde: Savunma oynamayı bilmiyor; eskiden olduğu gibi sadece vaatleri, hizmetleri de yok, çünkü o 5 müteahhide devredilen işlerin dışında yeni projeler de yok. Savunma stratejisi olmayınca, sadece her türlü muhalefeti tekme tokat indiriyor. Şimdi futbolda, liberolar, stoperler gibi tanımlar var, ama eskiden “indir abiciler” tanımı vardı. Yani en son adam. “Top geçer, adam geçmez” modunda oynanırdı. AK Parti tam da böyle bir savrulma hâlinde şimdi; bir savunma stratejisi yok, siyasal bir stratejisi de kalmamış durumda. Çünkü her şeyi, toplumu, hayatı, tümüyle bir liderin keyfîliğine, onun tercihlerine ve ona kendini beğendirme üzerine kurulu. Meseleleri kaale almadan sadece kendisini lidere gösterme üzerine olunca… Mesela Ekrem İmamoğlu’na, eli arkasında türbeye gitti diye dava açan yargıç, gencecik bir çocuk muhtemelen. Çünkü bu 15 Temmuz ve FETÖ meselesinden sonra, son 3 yılda yargıya alınanlar gencecik insanlar; deneyimleri de, bilgileri de o kadar. Muhtemelen o da, “İki dava açarsam, Danıştay üyeliği, Anayasa Mahkemesi üyeliği çıkar mı bana?” diye gündeme gelmek için yapıyor. Yoksa böyle bir suçun olup olmadığını ya da bunun ne kadar komik bir şey olduğunu bilmiyor olabilir mi? Bu savrulma hâli AK Parti’de o kadar yaygın ki. Dün yaptıkları çizgi-film meselesi de öyle, birçok konuda kurdukları savunma dili de öyle. Bir savrulma ve çözülme var. “Kendi ayaklarına sıkıyorlar” gibi geleneksel bir cümleyle bitireyim.

Çakır: O çizgi-filmde 128 milyar dolar meselesi de özel olarak defalarca tekrarlatılıyor. Bence yanlış bir şey yapmışlar. O 128 milyar dolar meselesi iktidarın ayağına fena dolandı.

Ağırdır: Hem de çok.

Çakır: Çünkü sürekli açıklama yapmak durumunda kaldılar. Ben şöyle değerlendiriyorum: Farklı isimler farklı farklı açıklamalar yaptı. Herkes sırayla bir şey söyledi, cevap vermeye çalıştı. Ama ne dediklerini çok fazla hatırlamıyorum.

Ağırdır: Ama her biri birbirinden farklı bir şey söyledi.

Çakır: Evet. Ben burada bir çaresizlik görüyorum. Bu meselenin taşıyıcılığını daha çok CHP yapıyor, ama sadece CHP değil, Meral Akşener de, diğerleri de maden yakalamış gibiler.

Ağırdır: Doğru. Yakaladılar. Bütün o süreçte benim dikkatimi çeken şey şu oldu: Mesela Lütfü Elvan bu konuda hiç konuşmadı, ama Nurettin Canikli konuştu. Belli ki Reis, “Bir şeyler açıklayın” diyor. O anda aklına gelen konuşuyor. Bir tek bu 128 milyar dolar meselesi değil ki Ruşen. Dün akşam Sağlık Bakanı’nın açıkladığı vaka sayısı azalan iller meselesi bile yanlış. Çok muhtemel ki yanlarında sadece kendi partizanlıklarına uygun, belki bir kısmı da İmam-Hatip mezunu olan –ama yanlış anlaşılmasın, küçümsemek için söylemiyorum–, bu konuda bir uzmanlığı olmayan, belki de bilgisayar mahareti bile yeterli olmayan bir arkadaş, excell’de yüzdeleri almış, bir liste yapmış ve Bakan’ın eline vermiş. Yani o sistemlerin, mekanizmaların hepsi bozulunca, bunların olması kaçınılmazdır. 128 milyar dolar meselesi de öyle. Muhtemelen Nurettin Canikli Merkez Bankası’ndan, kendi hemşerisi diye oraya işe girmesine yardımcı olduğu uzmanı aradı. O uzman ona bir açıklama yolladı. O da onu okudu. Öbürü de başka bir uzmanı aradı. Onun yolladığı sayıları açıkladı. Merkez Bankası’nın bile bir mekanizmasını bu kadar bozarsan, bırak sağlıklı karar almayı, sağlıklı karar almak için gereken sağlıklı bilgiye bile hâkim olamıyorsun. O yüzden, iktidarın artık mekanizmayı bozduğu ve yeniden toparlayamadığı da ortaya çıkıyor.

Çakır: İzleyicimiz Çağrı Karayaka kutuplaştırmaya referans vermiş ve “Nasıl aşılır?” diye sormuş. Açıkçası ben son dönemlerde bunun çok da yürüyebildiğini görmüyorum. İçki meselesinde de oldu. Biden’ın “soykırım” açıklaması da öyle oldu. Yani aslında beklenti şuydu: “İç politikada bunu kullanır; Anti-Amerikanizm yapar” diye düşünüldü. Dış politikada birçok konuda bir yumuşama var. Mısır’la ilişkilerde de bir normalleşme olduğu söyleniyor. Bu kutuplaştırma, gerginlik, o klasik tabanını konsolide etme, kavgayı tırmandırma meselesinde çok ciddi bir performans görmüyorum. Yapmadıkları anlamına gelmiyor olabilir, ama artık eskisi gibi karşılık bulmadığını düşünüyorum. Yanılıyor muyum?

Ağırdır: Hayır, hiç yanılmıyorsun. Başka bir tespitimi daha söyleyeyim sana. Son 30-40 yıldır, dünyada ve Türkiye’de, bütün bu yaşanılan teknolojik devrimler, metropolleşmelerden sonra, sınıfsal olan bazı meselelerin kültürel plana kaydığını görüyoruz. Yani emek-sermaye çelişkisinin değil, kültürel kimliklere kaydığını yaşadığımız bir süreç oldu bu. Bu kültürel kimlikler üzerine Türkiye’de de, dünyada da daha yoğun bir kutuplaşma süreci yaşandı. Bugün başka bir durum var: Bu kadar gerçek sorunlar karşısında, yani hanenin dirliği, düzenliği ve can derdi gibi reel ve her haneye değen, bir kimlikten ibaret olmayan sorunlar karşısında iki şey ortaya çıkıyor: Birincisi, dünyada ve Türkiye’de adaletsizlik ve yoksulluk kalıcılaşmış durumda. Birçok bilim insanı, siyasetbilimci ve ekonomist de anlatmaya çalışıyordu. Ama şimdi adaletsizlik ve yoksulluğun kalıcılaştığı fark edildi ve yoksulluk artık yeni kuşaklara da devrediliyor. Senin benim gibi, parasız okullarda yatılı okuyup, eğitimi olmayan anne babanın çocuklarının, artık sınıf atlaması bile söz konusu olmayan bir dünyaya gelindi.

İkincisi, bugün bu reel sorunlar nedeniyle, o kültürel kimlikler arasındaki kutuplaşmanın pozitif bir enerji üretmediğini, emek-sermaye ilişkisi gibi, olumlu, bir hayatı daha ileriye taşıyan bir enerji üretmediğini de deneyimliyor bütün toplumlar ve bireyler. Bugün, pandemi ve ekonomik kriz nedeniyle kültürel kutuplaşmanın önemli bir kısmı, yeniden sınıfsal olana doğru dönüşmeye başladı. Yani önümüzdeki seçimde, sadece muhafazakâr-seküler meselesini değil, sağ-sol meselesini de yeniden tartışmamız gerekebilir. Emek-sermaye, yoksulluk, mağduriyet, yoksunluk politikalarını, adaletsizlik meselesine cevap üretilmesini yeniden tartışmamız gerekebilir. Dolayısıyla benim gözlediğim şey, kültürel kimlikler arası olan kutuplaşmanın hararetini bir miktar kaybetmekte olduğu ve sınıfsal olanın parıltısının yeniden yükseliyor olduğudur. O, onun yerini alacak demiyorum. Ama iki çelişkiyi bir arada yaşamaya başlayacağız. Bu daha yoğun problemlerin, seçmende veya toplumda, beklenmedik, çok büyük, tsunami gibi dalgalanmalar üretme potansiyeli var. Çünkü iki kutuplaşmayı aynı anda yaşadığın zaman, siyasal anlamda normal dalgalanmadan daha öte tsunamilerin oluşması ihtimali var diye düşünüyorum. Gazete Oksijen’de yarınki yazım da bu konuydu. 

Çakır: Ulushan Ulusman isimli izleyicimizin, bu konuyla ilgili ilginç bir sorusu var. Boğaziçi Üniversitesi direnişi, içki yasağı, İstanbul Sözleşmesi gibi toplumsal sorunları siyasal alana çekip çekmeme meselesi. Muhalefet bu konuda çok eleştiriliyor biliyorsun. Çünkü bu meselelerde topa girmiyor. Mesela, içki yasağı konusunun hayat tarzına müdahale olduğunu söylemedi. Öyle düşünüp düşünmediğini bilmiyorum. Bence hayat tarzına müdahale boyutu vardı, ama hiçbir şekilde bu konuya değinmediler.

Ağırdır: Affedersin burada bir açıklama yapacağım. Evet, ben de seninle aynı kanaatteyim: Yani bu fırsat alanı içinde, “Bir deneyelim” oldu. Bence de iktidarın hayat tarzına bir müdahale çabası var. Ama bir yandan da –ki bizim araştırmamızda da vardı– hem Ramazan ayı hem de pandemi gibi bir mesele olduğu için, toplumun önemli bir kesimi bunu doğal karşıladı. Sen ben bunu hayata müdahale diye yorumluyoruz ve haklıyız da bence. Ama toplumun büyük çoğunluğu, hem Ramazan ayı olması nedeniyle hem de pandeminin ürettiği risk nedeniyle meseleyi doğal karşıladı. Belki de muhalefet de böyle düşündü ve iktidarla değil ama toplumun tersine gidecek bir konuda hamle yapıyor olmayalım diye sessiz kalmış olabilirler.

Çakır: Bir diğer soru Uğur Serçe’den geliyor. Demin söylediğin olayın sınıfsal boyutu ve ekonominin bu kadar öne çıkması meselesi ile ilgili, “Muhalefet neden kapsamlı bir ekonomi programı gündeme getirmiyor?” diye sormuş izleyicimiz. Bu soruyu sorduğumuz zaman, muhalefet liderlerinin her biri tek tek, “İşte söylüyoruz, anlatıyoruz” diye cevap veriyorlar. Ama şu âna kadar dile getirilenler sanki daha çok sorunların târifi gibi. En azından algı böyle. Ama nasıl çözecekler ve kiminle çözecekler meselesinde, yine karşımıza muhalefetin birlikte hareket edip etmemesi konusu çıkıyor galiba. Böyle bir sorun var. İnsanlar ekonomiden şikâyetçi. Ekonomi iyi gitmiyor. İşsizlik, yoksulluk ve can derdi var. Ama muhalefet iktidara geldiği zaman, diyelim ki “1 yılda çözer. Şu isim çözer, şöyle çözer” duygusu yerleşmiş değil sanki.

Ağırdır: Doğru. Henüz yerleşmiş değil. AK Parti’den ya da iktidar blokunun bütününden bir oy çözülmesi olduğunu bizim araştırmalarımız da dâhil bütün araştırmalar gösteriyor. Sayılar 1 puan eksiktir fazladır, ayrı bahis; ama özü itibariyle, iktidar blokunun toplumsal desteğinde müthiş bir çözülme var. Ancak henüz muhalefet blokuna doğru oy tercihine dönüşmüş bir seçmen yönelişi yok. Bunun sebeplerinden birisi elbette kültürel kimlikler, kutuplaşma meselesi. Ama bir yandan da, senin sözünü ettiğin gibi, “Muhalefet bu sorunları yönetebilir ve çözebilir” algısının oluşup oluşmadığı meselesi. Artık şu noktaya gelindi: Birincisi, “AK Parti kaybetmez. Tayyip Erdoğan sahneye çıkar gene halleder” duygusu kırıldı. Toplum, “İktidar kaybedecek” noktasına kadar geliyor. Peki, muhalefet kazanabilir mi? İkinci adımda, toplumun zihninde bunu oluşturulması lâzım. Üçüncü adımda da, “Muhalefet kazanırsa yönetebilir mi?” dedirtmek lâzım. Bu konuda birtakım çalışmalar yapılıp yapılmadığını bilmiyorum, ama 2018 öncesinden farklı olarak, muhalefetin birbiriyle diyalog içinde olduğunu sanıyorum, en azından zihnen. Paradoksal bir durum var, o da şu: Senin, benim, birçok insanın şimdiye kadar eleştirdiğimiz, lider partisi olmak, oligarşik liderlik meselesi, parti içi demokrasinin olmaması gibi, partilere yönelttiğimiz bu eleştirilerin hepsi haklı ve doğruydu. Ama paradoksal olan şey şu: Bugün o liderler partilerinin kurumsal aklı olmayabilir. O kurumsal aklı oluşturan organların içinde hâlâ bir sürü farklı fikir olabilir. Ama en azından o oligarşik liderler seviyesinde, muhalefetteki bütün liderler bu ortaklığın, bu geniş ittifakın gerekliliğini kabullenmiş durumdalar. Paradoksal olan kısmı bu. Yani bunca eleştirdiğimiz mesele, ilk defa ülkenin hayrına bir fırsat açabilir. Ama partilerin kurumsal akıllarına ayak uyup uydurmamak, seçmen profillerine o ittifakın gereklerini anlatıp anlatamamak ya da ikna edip edememek ve her şeyden önce toplumu, “Biz hep beraber şöyle yaparak bu süreci yöneteceğiz ve değişimi başaracağız” meselesine ikna edip edememek konusu ayrı bahis. Nitekim buna örnek olarak, dün, “128 Milyar Dolar” çizgi-filmi üzerinden, liderler arasında birbirilerini etiketleyerek tweet’lerdöndü. Aslında bu bile, “Biz bir arada düşünmeye başladık” diye topluma bir mesaj vermekti. 

Ama yine de iktidarın en önemli kozunun şu olacağı şimdiden anlaşılıyor: Yerel seçimlerden önce iktidarın en önemli kozu neydi? “Muhalefet seçilse bile, bütün bu haklarınız, yerel yönetimlerdeki bütün çalışma imkânlarınız elinizden alınır, başörtülü kızları işten çıkartırlar, size gelen sosyal yardımları engellerler” diye bir korkutma dili vardı. Bunun çalışmadığı görüldü. Çünkü hangi partiden olursa olsun, hemen her yerel yönetime seçilen yeni başkanlar, bütün o sosyal politikaları ve o tavrı aynen sürdürmeye gayret ediyor. Dolayısıyla iktidarın o söylemleri boşa düştü.

Şimdi bu seçimde, iktidarın hal ve tavırlarından, “Kazanımlarınızı kaybedeceksiniz” korkutması değil de, “Muhalefet kazanırsa ülkede kaos çıkacak” dili ve stratejisinin hâkim olacağını gözlüyorum. O zaman da muhalefetin, tıpkı yerel seçimlerde, “Hayır, hiçbir hakkınızı kaybetmeyeceksiniz” dediği gibi, şimdi de, “Kazandığım zaman kaos olmayacak” fikrini toplum anlatabilmesi ve bunu nasıl yöneteceğini göstermesi lâzım. Burada kritik nokta şu: Eğer çok radikal oy kaymaları ya da benim biraz önce söz ettiğim gibi seçmende büyük bir tsunami gibi dalgalanmalar olmazsa, genel seyri içinden normal beklenti şu: Muhalefet cumhurbaşkanlığı seçimini kazanabilir, ama Parlamento’da milletvekilliği sayısı, 305-295 şimdiki iktidar blokunda kalabilir. Veya onu da kazanır, ama “Parlamenter sisteme döneceğim” diye anlattığı hikâyeyi sağlayacak oy sayısına gelemeyebilir. Yani o vaat edilen parlamenter sisteme öyle 3 ayda, 1 senede dönme imkânı yoktur. Bu olmayacak, gerçekçi olalım. Çünkü onun için, ya Anayasa’yı Parlamento’da değiştirecek sayısal çoğunluğa geleceksiniz. Bunun için de, muhalefet blokunun en az yüzde 60 oyu geçmesi lâzım, ama bu pek kolay görünmüyor. Ya da, Parlamento’da Anayasa’yı halk oylamasına götürecek 370 milletvekilini geçmeniz lâzım. Bunun için de en az yüzde 57-58 oy gerekiyor. Ona ulaşıp ulaşamadıklarını göreceğiz.

Bütün bu olasılıklar neyi gösteriyor? Bütün muhalefet ortak bir ittifak yapsa ve senin ismin üzerinde anlaşıp seni aday yapsalar, o seçim sabahı, bütün bu saçma sapan tek adamlık yetkileriyle, artık sen yeni bir aktörsün. Ve bu sistemi sürdürecek bir aktörsün. Seçimden önce toplumdan oy isteyeceksen, Ruşen’in toplumu nasıl yöneteceği, bütün bu partilerden bağımsız nasıl bir cumhurbaşkanı olacağı, hangi ekonomik ve siyasal kararları alacağı, gündelik hayatı nasıl yöneteceği konusunda toplumu ikna etmek gibi bir meselesi var muhalefetin.

Çakır: İstersen ismimi buradan çıkart. Zaten geçenlerde “Gomaşinen”de,  2002 genel seçimlerinde YTP’den milletvekili adaylığımın hikâyesini anlattım. Allah yazdıysa bozsun.

Ağırdır: Ama şunu söylemek istiyorum: Muhalefetin, bu gerçekliği, bu ihtimalleri ne kadar görüp görmediğini bilemem. Bunlara ne kadar hazırlık yapıp yapmadığını da bilemem. Ama toplumun gözünü, kulağını, aklını ve yüreğini, “Başka bir seçenek var mı?” diye çevirdiğini biliyoruz; araştırmalardan da bunu görüyoruz. Fakat henüz aklını, yüreğini ve tercihini bağladığı, yeni bir seçeneği gördüğünü ve güven duyduğunu, “Kazanırlar ve yönetirler” demediğini de görüyoruz. Bundan sonrası, muhalefetin ne yapacağına bağlı.

Çakır: Tuba Kolat’tan “Kemal Kılıçdaroğlu gerçekten aday olabilir mi?” sorusu gelmiş. Biliyorsun Kılıçdaroğlu, “Neden olmasın?” demişti. Çok fazla da yürümedi bu konu. Eskiden yoktu, ama bugün böyle bir ihtimalin gündemde olabileceğini düşünüyorum. Ne dersin?

Ağırdır: Bütün liderler aday olabilir. Kamuoyunda şimdiden Ekrem İmamoğlu ve Mansur Yavaş’ın da adı geçiyor biliyorsun. Herkesin gönlünden birtakım arslanlar geçiyor olabilir. Ama ben özellikle Kemal Bey’in, hatta Meral Hanım’ın da söylemlerinden, kişisel olarak aday olma arzusundan daha çok, şunun olduğunu düşünüyorum: Evet, ben de adayı konuşmadan önce ittifak oluşmalı, ilkeleri, sonrasının nasıl yönetileceği meselelerini konuşmalılar diyorum; ama eninde sonunda, başlarken değilse de günün sonunda, “Aday kim olacak?” meselesine gelecek. Onu konuşma ânı geldiğinde, masada güçlü olma hamleleri olarak görüyorum bunları. Benim gözlemim, Kemal Bey için de Meral Hanım için de böyle. İlle “Ben aday olayım” arzusu taşıdıklarından değil, ama adayı belirleme sürecinde… Çünkü sonuçta böyle bir ittifakta, farklı kültürel kimliklere dayalı seçmen profilleri olan veya farklı ekonomik sınıfsal profillere dayanan partiler bir araya gelmeye çalışıyor. İlke bazında kolay olmadığını da biliyoruz. Onun için de meselenin, farklı kimlikler, farklı ekonomik sınıfsal profillerin bir arada olacağı ve en az 30 milyona yakın oy toplamak zorunda olduğu bir aday seçiminin, kategorik olarak bugünden tanımlı olabileceğini veya her birinin, “Bu doğru profil benim” dediğini sanmıyorum doğrusunu istersen. Hikâye o tartışma ânına hazırlık.

Çakır: Emre Güler’den şöyle bir soru gelmiş: “İnsanlar birbirlerine niye güvenmiyor?” Muhalefette, liderler bazında bir yakınlaşma olduğunu söylüyorsun. Ama tabanlarda hâlâ bir mesafe var. Bir de “güven” denilince, sadece iktidar-muhalefet arasında değil, toplumun bir bütün hâlinde birbirine şüpheyle bakma meselesi var. Bildiğim kadarıyla siz bu tür şeyleri farklı farklı sorularla kontrol ediyorsunuz. Hatta bir yayınımızda da bunu konuşmuştuk. İnsanların birbirleriyle ilişkisi konusunda gidişat pozitif mi, negatif mi? Nasıl bir şey gözlemliyorsun?

Ağırdır: Türkiye toplumu birbirine güven konusunda son derece zayıf bir toplum. Bunun da bir sürü sebebi var. Türkler’in genlerinden kaynaklanan bir mesele değil bu. Güveni yaratacak ortam meselesi. Toplumsal hayatta, ortak hayatta, kamusal alanda, mekanizmaların, hukukun, kurumların ve kuralların olduğunu bilirsen güven duyarsın. Yoksa akrabalık, kan bağı gibi, aileden olmak, ya da sınıf arkadaşı, iş arkadaşı gibi ortamlar dışında, güven “Almanlar güveniyor da, Türkler güvenmiyor” değil ki. Güven, sistemin varlığı içinden oluşuyor. Ama Türkiye’de bu konuda son derece zayıf olduğumuz için, güven de son derece düşük zaten. Tanımadığı bir insanla tanıştığı ilk andan itibaren, “O insanla güvenle ilişki kurarım” diyen insanların oranı sadece yüzde 9. Bu kadar düşük. Ama bu pandemi ve ekonomik krizin şöyle bir şey ürettiğini sanıyorum: Problem bu kadar uzun sürünce, ilk defa, yeniden empati duygusunu, yeniden komşunun da aynı dertten mustarip olduğunu, kendi mahallesinde de aynı derdi yaşayan Türk veya Kürt, AK Parti’ye ya da CHP’ye oy veren insanların da aynı dertlerle, aynı adaletsizlikle, yoksullukla uğraşıyor olduğunu görmenin ürettiği ve hâlâ bunun bu kadar uzun aralıkta yaşanıyor olmasının açtığı bir fırsat alanı olarak, Türkiye toplumunda, henüz güven noktasına gelmese bile, empatinin, öbürünü de anlamak, öbürüne de gözünü kulağını açmaya başlamak gibi bir eğilimin başladığını düşünüyorum. Çünkü böyle bir pandeminin karşısında ilk yaptığımız şey, önce kendi bedenimize ve hânemize özen göstermek; ilk anda kendi can derdimize düşüyoruz. Ama iş giderek bu kadar uzun sürünce, bir süre sonra işimize de özen göstermek gerektiğini anlıyoruz. İşsiz kaldığımız anda, ne tür risklerle karşı karşıya olacağımızı, her gün patronu ya da yöneticini eleştirerek, “Lânet olsun!’’ diye gittiğimiz işin bile ne kadar gerekli olduğunu kavramaya başladık. Sonra giderek, sokaktaki yoksullara, sokaktaki aç olan hayvanlara özen göstermeye başladık. Yani özen duygusunu yeniden keşfettik. İkincisi, dayanışma duygusunu yeniden keşfettik. Hükümet farkında değil, ama bu pandemi süreci, ekonomik kriz, adaletsizlik ve yoksullukla bir arada yaşanınca, toplum giderek yeniden kendini keşfediyor. Önce kendimizi dinliyoruz elbette; ama toplum giderek kendini de keşfediyor.

Sıkça söylediğim bir metafor var: Tekrar olursa bazı izleyicilerimiz kusura bakmasınlar. Zamanın durduğu bir yerde, donmuş bir göle bakar gibiyiz. Gölün yüzeyinde bir buz tabakası var. O kutuplaşma dediğim şey, hâlâ bir biçimiyle var hayatta. Ama o buz tabakasının altına indiğiniz anda… Daha dört ay önceden yaptığımız somut araştırmalar var. Siyaset, Kürt meselesi, yeni anayasa gündemde hiç yok. Biz KONDA olarak “Yeni bir hayatı nasıl kurarız? Hangi ilkelere yaslanarak yeniden bu toplumsal uzlaşmayı üretiriz?” gibi tasarladığımız bir dizi araştırma yaptık. Sana 3 temel bulgu söyleyeyim: Birincisi, hayat tarzı bakımından, bütün o metropolleşme, muhafazakâr modernler, endişeli modernler diye ayırdığımız farklılaşmada, muhafazakârlar da –en azından metropollerdeki muhafazakârlar– giderek seküler hayat tarzına benzemeye başladılar. Ve o hayat tarzında, ayrışmalar çözülüyor; hâlâ var olmakla birlikte, eski dozunda değil.

İkinci temel bulgu şu: Elimizde 2011 Anayasa Uzlaşma Komisyonu sırasında yapılmış araştırmalar var. Şimdi de Kasım-Aralık 2020 ve Ocak-Şubat 2021’de yaptıklarımız var. Kürt meselesi, laiklik, Anayasa, Diyanet meselelerine 10 yıllık periyodda baktığında, elbette hâlâ gidilecek yer var, ama 2011’deki hoşgörü, tolerans, Kürt meselesine özgürlükçü bakış gibi hemen her konuda, bugün iki katı oranlar var.

Çakır: Olumlu anlamda yani.

Ağırdır: Evet. Hâlâ gidilecek mesafe olsa bile, her şey iki katı olumlu. Çünkü fikren, toplumda bütün bu yaşananlar, tartışmalar, karşı karşıya olduğumuz problemler, o gerçekliklerin ürettiği hararetle, fikrî ve gündelik pratikte bir değişim var. Ama toplum bunu hayatında henüz tam olarak gösteremiyorsa, onu gösterecek şey, kurumsal ve kural düzenlemeleridir. Ve tabii siyasettir. O kurallar ve kurumlar oluşmadığı sürece, “Ben fikren özgürlükçü oldum” diyor, evet, ama birdenbire de sokakta saçılmıyor; bütün o ezberini bagajını bir anda atmıyor. Çünkü hâlâ kurumlar ve kurallar olmadığı için, temkinli ve ikircikli davranmayı tercih ediyor. Onun için artık siyasetin ve partilerin işi bunları çözmek. Toplum, güven konusu da dâhil bütün bu konularda hem özen duygusunu hem empatiyi, hem dayanışmayı hem de bir arada yaşamayı, bütün bu uzun melanet döneminde bir kez daha düşünme fırsatı buldu. Onun için, henüz anketlere veya oy tercihlerine yansımamış olan tsunami gibi büyük dalgalanmalar olabilir diyorum. Ama ruhen, toplumda çok ciddi bir kıpraşma var. 

Göl metaforuna geri dönersek: O buz tabakasının altındaki filizler, bir gün o buzu çatlatacak ve bu ülkede başka bir hayat mümkün olacak. Ondan hiç kuşkum yok.

Çakır: Bazı izleyiciler “vicdanlı muhafazakârlar” meselesinde bana çok yüklendi. Geçenlerde Ayşe Çavdar, Burak Bilgehan Özpek ve Kemal Can’la yaptığımız yayında geçti bu konu, izledin mi bilmiyorum o yayını?

Ağırdır: Evet, izledim. 

Çakır: Bana şöyle diyenler var: “Sen bu konularla çok ilgilisin, kendini kaptırdın ve böyle bir şeyi ummak istiyorsun.” Halbuki ben gözlemimi söylüyorum. Senin bu söylediklerin bana biraz moral verdi. Çünkü “Olmayan bir şeyin peşine düştü” fikri çok yaygın. Halbuki muhafazakâr camiadaki bu dönüşüm, kentleşme, demokrasi, çoğulculuk fikirlerinin yaygınlaşması meselesinin, iktidar kutuplaşmayı ne kadar dayatırsa dayatsın, dipte çok güçlü olduğunu gözlüyorum. Buradan hareketle yaptığım bazı yorumları insanlar “naiflik”, hatta onunda ötesinde “enayilik” olarak değerlendiriyorlar. O zaman seni hakem olarak gösterebilirim.

Ağırdır: Burada sadece şöyle bir risk var: Biraz önce, “Muhalefet ne yapmalı?” meselesinde de söylediğimiz gibi, toplum, bütün bu değişim sürecinin daha büyük bir kaos, daha büyük bir çözülme ve problemli bir zaman aralığı yaratacağı kaygısını taşırsa, genlerinde olan “Devlet bu problemleri çözsün, sonra ben ayak uydurayım” moduna yeniden geçebilir; kendini emniyetli alana çekebilir. O nedenle, sadece iktidarın yaptıkları, yanlışları veya bugün yaşanan reel sorunlara bakarak, “İktidar kaybedecek” beklentisine girmek yanlıştır. Çünkü eksiktir. Eğer toplumu yeni bir umuda, yeni bir hikâyeye, güvene ve bir iddiaya ikna edemezsen, o zaman da bireyler, “Ben kendimi koruyayım, sokaktaki hayatı da devlet düzenlesin” deyip bir bekleme sürecine ya da güvenlikli alana çekilme sürecine geçebiliyor. Tıpkı, 7 Haziran ile 1 Kasım arasındaki o tercih değişikliği gibi. O yüzden, artık bugün daha çok gözlememiz ve ne olduğunu anlamamız gereken yer, muhalefetin neyi başarıp başaramayacağı. Yoksa kategorik olarak “Hayat böyle akacak” değil.

Çakır: Bitirirken bir soru soracağım, ama çok uzun tutmayalım. Sedat Peker bugünkü o 46 dakikalık videosunda, “Pandora’nın Kutusu”nu açtı. Biliyorsun, Mehmet Ağar’a takmış durumda. Mesela şöyle bir cümle kuruyor Mehmet Ağar için: “Tek başına Cumhur İttifakı’nın üçüncü ortağı.” Bu, öfkeyle yapılmış abartılı bir şey mi? Yoksa gerçekten böyle bir şeyi târif edebilir miyiz?

Ağırdır: Mehmet Ağar özeline bir şey diyemem, öyle bir bilgim yok. Sedat Peker’in söyledikleri var, bir de zaman zaman ortalığa çıkan dedikodular var. Ama ben hep şunu söylüyorum: Zaten karşımızda sadece bir AK Parti veya Tayyip Erdoğan iktidarı yok; bir zihnî koalisyon var. Görünür aktörlerden biri MHP. Ama Süleyman Soylu ya da Hulusi Akar ya da Hakan Fidan veya Mehmet Ağar kimleri temsil eder, hangi fikrin temsilcileridir onu bilmiyorum. Ama karşımızda bir zihnî ittifak olduğu ve devleti önceleyen, Türk-İslâm sentezi gibi 12 Eylül generallerinden beri efsaneye dönüşmüş bir başka hayâli önceleyen, Avrasyacılar’ın ya da ulusalcıların bile bir kısmının ortak olduğu bir koalisyon. Televizyonlarda, şimdiye kadar canhıraş bir biçimde ulusalcı olduğu için iktidar karşıtı bazı gazeteci arkadaşların konuşmalarına bakıyorum. Galiba onların temsil ettikleri zihniyet de o koalisyonun bir parçası. Ama hangisi isim ve cisim olarak kimde vücut buluyor, o konuda bir fikrim yok.

Çakır: Bekir, çok teşekkürler. Kapatmadan yine bir hatırlatma yapayım izleyicilerimize. Zaten yayınımız sırasında da ekranın altından destek çağrılarımız geçiyor. Vatandaşların bağımsız ve özgür medyaya sahip çıkmaları gerektiğini bir kez daha tekrar etmiş olayım. Herhalde siz KONDA olarak basın özgürlüğü ve medya konusunu insanlara soruyorsunuzdur. Ana akım olarak tanımlanan medyaya artık pek güven duyulduğunu sanmıyorum. Yanılıyor muyum?

Ağırdır: Hayır. Birkaç şey söyleyeyim sana. 1/5’ten fazla insan, televizyon haberleri ile ilişkisini kesmiş durumda artık. Bu, şunun için önemli. Çünkü Türkiye’de, aslında dünyada da öyle, haber kaynağı ya da “İlk duyduğumuz haber doğru mu?” diye teyit kaynağı, hâlâ televizyon. Burada yüzde 23-24’lere gelmiş durumda. Yani ülkenin özellikle entelektüel kesimi, televizyonlarla ilişiğini kesti. Her gün 32 kanalda birden Tayyip Bey’in konuşmasının bir anlamı yok. Çünkü zaten izlenmiyor. Gazetelerin de tirajları meydanda; inandırıcılıkları tümüyle gitmiş durumda. İnsanların medyada duyduğu bir habere güvenleri artık yüzde 15’lerin altına indi. O yüzde 15, “Bütün bunları okuyup güvenen bir 15 var, güvenmeyen de 85 var” demek değil. Aslında sen beniz o. Kendi güvendiğim, Medyascope’tan izlediğim, T 24’ten okuduğum 15 habere inanıyorum. Öbür kanallarda veya sitelerde gördüğüm 85 habere de inanmıyorum. Meseleye öyle bak. Basın özgürlüğü konusunda toplumda yüzde 75’ten fazla insan, “Basın denetlenmemeli, özgür olmalı” diyor. Ama aynı zamanda yüzde 50’den fazla insan da, “Medya olayları manipüle etmek için yanlış haber veriyor” diyor. Yani aslında herkes olan bitenin farkında. Burada bir problem yok.

Çakır: O zaman, izleyicilerin, bağımsız ve özgür medyaya destek olmalarının bilincine varmaları gerektiğini bir kez daha tekrar edelim.

Ağırdır: Kesinlikle. Gerçek haber ve bilgiye ihtiyacımız kaçınılmaz olduğuna göre, doğru, güvenilir ve gerçek haberin ya da bilginin, tartışmanın olduğu Medyascope gibi platformlara sahip çıkılması gibi bir mecburiyet var artık.

Çakır: Bekir, çok teşekkürler, çok güzel bir yayın oldu. İzleyicilerimize de bizi izledikleri için teşekkür ediyoruz. İyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.