Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Sedat Peker videoları: Sivil toplum, medya, muhalefet ne yapabilir? Ahmet Şık ile söyleşi

Türkiye İşçi Partisi İstanbul Milletvekili Ahmet Şık ile geçen hafta Sedat Peker videolarından sonra Türkiye başlıklı epey ilgi gören bir yayın yapmıştık. Şimdiyse yine Şık ile, Peker’in videolarının siyasi sonuçlara yol açabilmesi için sivil toplum, medya ve siyasetçilerin neler yapabileceğini konuştuk. Şık ayrıca, Peker’in gündeme taşıdığı Sezgin Baran Korkmaz olayını da tüm yönleriyle anlattı.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi akşamlar. Türkiye İşçi Partisi İstanbul Milletvekili gazeteci Ahmet Şık ile Sedat Peker’in videolarını ve son videosunu konuşacağız. Ahmet, merhaba. 

Ahmet Şık: Merhaba, iyi yayınlar. İzleyicilere de iyi akşamlar. 

Çakır: Sedat Peker, son videosunda “Erdoğan’la helâlleşeceğim” demişti. Sonra, Erdoğan’ın Biden’la görüşmesini gerekçe göstererek ya da bahâne ederek video yayınını erteledi. Dün akşam saatlerinde, Serdar Ekşioğlu ile yaptığı Facetime görüşmesini yayınladı. Daha önce onun adını kâğıtta geçirmişti biliyorsun. Ardından, bu sabah 07.30’da, 1 saat 24 dakikalık 9. videosuyla karşımıza çıktı. Seninle geçen hafta yaptığımız ve çok da ilgi gören yayınımızda, bu konuya kısaca değinmiştik. Sedat Peker videolarının Türkiye’deki siyasî sonuçları ve toplumun ne yapabileceği meselesini bugün de ağırlıklı olarak ele alalım istiyorum. Bu sabahki videosunda Sedat Peker de, gazetecilere ve muhalefete baskı yapmaları konusunda izleyicilere seslendi biliyorsun. 

Ama önce önemli bir ayrıntıyı, Sezgin Baran Korkmaz olayını konuşalım. Daha önce de adı geçmişti diye hatırlıyorum. Ama bu sefer bu konuyu daha ayrıntılı, bir dosya halinde açtı Sedat Peker. Bugünkü en önemli dosya bu herhalde. İşin içinde epeyce şey var. Bir otel var. Otelde bedava kalan gazeteciler gibi işin sosları da var. Ama doğrudan İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’yu da suçlayarak, çok büyük bir para hareketi olduğundan ve paraların üstüne konma meselesinden bahsetti. Bu konu tam da senin uzmanlık alanın. Çünkü sen T24’te, “A’dan Z’ye ‘Sezgin Baran Korkmaz’ olayı” haberini yapmıştın. O zaman insanlara biraz yabancı gelmişti. Ama artık herhalde, şu âna kadar milyonlarca izlenmiş olan Sedat Peker videosundan hareketle, bu olay Türkiye’nin gündemine geldi. Bu konuyu bize de özetler misin? Nedir bu mesele? Nereden çıktı? Sen biliyordun, ilgililer biliyordu; ama kamuoyunun çok bildiği bir olay değildi. Zaten genç birisinden söz ediyoruz. Yani Demirören Ailesi gibi köklü bir geçmişe sahip değil. 

Şık: Sezgin Baran Korkmaz –bu son dosya üzerinden konuşuyorum– kara para aklama faaliyetiyle suçlanıyor. Burada bir parantez açacağım: Suçlama konusu olan şeylerin Türk Ceza Kanunu’ndaki karşılığı, 4,5 yıldan 7 yıla kadar hapis. Aslında yargıya ilişkin yapılan son düzenlemelere baktığımızda, neredeyse tutuklaması olmayan bir suç. Üst sınırdan bir ceza verilmeyeceğini düşünürsek, 5 yılın altında bir ceza alacağını tahmin ediyorum. Dolayısıyla tutuklanmayı gerektirmeyen bir suç. Ama Sezgin Baran Korkmaz şu an o dosyanın firarî sanığı. Çünkü gitmeye mecbur kaldı. 

Senin bahsettiğin T-24’deki o yazımda, Sezgin Baran Korkmaz olayını yaklaşık 6 ay kadar önce ele almıştım. Çünkü bilenlerin adını çok duyduğu bir isim. Kamuoyunun da “Hayırsever iş adamı” olarak tanıdığı birisi. Sezgin Baran Korkmaz da kendisini o şekilde göstermek için çok çaba harcayan birisi olduğu için ve medyadaki bağlantıları ile bunu sürekli haberleştirdiği için öyle bir kimlikle tanınıyor. Ama Sezgin Baran Korkmaz, aslında tam da bu iktidar döneminin çok iyi bir örneği. “Türedi zengin” diyorum ben onlara. Türedi zenginler bir de savaş dönemlerinde çıkar. Bence Türkiye de bir savaş döneminde. Çünkü daha önce de söylemiştim: Bu ülke işgal edilse, şu anki mevcut iktidarın yaptıklarını yapar. Korkunç bir yağma ve talan oluşturulmuş durumda. Sezgin Baran Korkmaz da bir “türedi zengin” olarak karşımıza çıktı. Çok ciddi yatırımlarla, çok ciddi paraların döndüğü birtakım şirketleri satın alıyor. 

Şu konunun altını özellikle çizmem gerekiyor: Sezgin Baran Korkmaz’ın medyaya çıkan ticârî faaliyetlerine dâir yaptığı her şey yasal. Kâğıt üstünde hiçbir sıkıntı yok. Örnek veriyorum: Senin bir şirketin var, iflâs etmişsin ya da çektiğin krediyi ödeyemiyorsun. Yüklü bir borcun var. Dolayısıyla şirketinin değeri düşüyor. Muhtemeldir ki bürokrasi içerisinde rüşvetle ilişki kurduğu birtakım insanlardan gelen bilgiler doğrultusunda, değeri düşen ve borca girmiş şirketlere, satın alma yoluyla el koyuyor. Gerçi “el koyma” tanımı doğru değil; aslında yasal bir iş yapıyor. Şöyle oluyor: Mesela gidiyor bir şirkete, “Ben senin kredi borcunu ödüyorum. Ne kadar?” diyor. Diyelim ki 100TL. “Al sana 2 TL de fazla para” deyip 102 TL’ye şirketi kendine alıyor. Fakat sonra küçük bir yatırımla, o şirket birden 300 milyon dolar oluyor. Yani gerçek değerine kavuşuyor. Sezgin Baran Korkmaz’ın yaptığı iş bu. Dünyanın her tarafında da yapılıyor bu iş. Ve söylediğim gibi gerçekten de yasal. 

Ama burada, savcıların soruşturma konusu edeceği şey –ki son soruşturmada bize böyle yapıldığı söyleniyor– bu alım-satımların yapılmasına kaynaklık eden paranın nereden geldiği. Sezgin Baran Korkmaz hayatımıza nasıl girdi? Onu da, ABD’de Utah Federal Savcılığı’nın yürüttüğü, bir dolandırıcılık faaliyetinin dava dosyasından öğreniyoruz. Nedir bu dava? Kingston Kardeşler ve mafya diyebileceğimiz Lev Aslan Dermen (Levon Termendzhyan) ABD Hazinesi’ni dolandırıyorlar. Yöntem de şu: Yenilenebilir bio-yakıt üretip, kâğıt üstünde satıyorlarmış gibi gösteriyorlar. Fakat gerçekte öyle bir alım satım yok. Amerikan Hazinesi’nin verdiği teşviklerden ve vergi indirimden faydalanarak, dava dosyasına göre Amerikan Hazinesi’ni 510 milyon dolar dolandırdıkları ortaya çıkıyor. FBI bunu soruşturma konusu ediyor. Hatta Kingston Kardeşler, kendilerine ait özel uçakla Türkiye’ye kaçmaya çalışırken yakalanıp hapse atıldılar. Îtirafçı oldular ve suçlarını îtiraf ettiler. Amerikan hukuk sistemi buna izin veriyor. Çok yüksek bir ceza ile karşı karşıya kaldığınızda, işbirliği yaparsanız, yani îtirafçı olursanız, bir hayli düşük bir ceza alıyorsunuz. Bundan faydalanmak için de îtirafçı oldular ve her şeyi anlattılar. O dava dosyasına giren bilgilere göre, ABD Hazinesi’nden dolandırılan 510 milyon doların, kayıtlara göre 132 milyon dolar civarında kısmı Lüksemburg ve Türkiye’ye aktarılmış. Ben tahmînî bir şey söyleyeceğim: Bana sorarsanız, o 510 milyon doların hepsi Türkiye’ye geldi. Hatta daha önceki yolsuzluklar veya kara para olarak elde edilmiş paraların hepsinin Türkiye’ye aktarıldığını düşünüyorum. 132 milyon dolar bizler için çok büyük bir para gibi gözüküyor, ama Sezgin Baran Korkmaz’ın sâhibi olduğu SBK Holding üzerinden yapılan alım satımlara baktığımızda, çok yüksek meblağlı paralar dönüyor. Dolayısıyla, ben çok daha fazla paranın girdiğini, ama kayıtlara girerek tespit edilebilenin 132 milyon dolar olduğunu düşünüyorum. Benim tahminim, 500 milyon dolarla, 1 milyar dolar arasında bir paranın geldiğini düşünüyorum.

O dönemde Sezgin Baran Korkmaz ortaya çıkıyor. Birden, devlet erkânıyla ve hatta Cumhurbaşkanı Erdoğan’la fotoğraflar veriyor. Hem ABD’de hem Türkiye’de, Türkiye’nin ilgili kişileriyle basın toplantısı düzenleniyor. Türkiye’ye çok ciddi bir sermaye akışı olacağına dâir basın toplantıları yapılıyor. Bu sermaye akışı da, Kingston Kardeşler’in yatırımcı olarak Türkiye’ye geleceği üzerinden yapılıyor. Hatta ABD’de, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın katıldığı Birleşmiş Milletler toplantısı sırasında da, Kingston Kardeşler’le, Sezgin Baran Korkmaz birlikte fotoğraf veriyorlar. ABD’de yürüyen o dava dosyasının içine bu fotoğraflar da girdi. İnternetten aradığınızda Amerikan Adalet Bakanlığı sitesinden bulabiliyorsunuz. Ancak bu işler ortaya çıkınca, Cumhurbaşkanı Erdoğan mahkeme kararıyla bu fotoğrafı sildirdi. Şimdi bir şekilde iktidara eklemlenmeye çalışan ya da orayla ilişkiler kuran bir dolandırıcılık ağının içerisinde olan insanlardan bahsediyoruz. 

Sezgin Baran Korkmaz’ın soruşturmaya dâhil edilmesiyle ilgili sıkıntı şu: Daha önce de bir soruşturma açılmıştı. Çok ilginç bir tesadüf, Sezgin Baran Korkmaz, o soruşturma açılmadan kısa bir süre önce yine Türkiye dışındaydı. Şunu söylemeye çalışıyorum: Belli ki, kendisine yönelik bir yargı tasarrufu ile üzerine gelineceğinin haberi kendisine ulaştırılıyor. Buradan da şunu iddia edebilirim: Sezgin Baran Korkmaz, hem Türkiye yargısı içerisinde hem güvenlik bürokrasisi içerisinde birçok kişiyi rüşvetle besleyen birisi. İsim vermeyeceğim, ama bir üst düzey yargı mensubunun Sezgin Baran Korkmaz’ın kendisine verdiği limitsiz kredi kartıyla harcamalar yaptığını biliyorum. Yani bu kadar derinlemesine ve kirli ilişkiler var. Soruşturma açılacağı haberi kendisine ulaştırılınca, Sezgin Baran yurtdışına çıkıyor ve arkasından İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından bir soruşturma açılıyor. Fakat o soruşturma bir yere varmadı. Çünkü Mâlî Suçları Araştırma Kurulu’ndan (MASAK) şöyle bir yazı gelmişti dosyaya: “Yaptığımız incelemede, söz konusu şirketlerin, öncül suçları işlediğine dâir herhangi bir bulgu tespit edilememiştir.” Böylece dosya askıda kaldı. 

İlginçtir, 2020 Aralık ayının sonunda, o soruşturma tekrar raftan inip önümüze geldi. Peki neden geldi? Sedat Peker bugünkü videosunda tam da bunu anlattı. Bence bazı yanlış bilgiler de verdi. Ama ben bunları 6 ay önce yazmıştım zaten. Yani “Ben bunları yazdım” demek için söylemedim; aslında Türk sermaye çevrelerinin, bürokrasi çevrelerinin ve iktidarın çok iyi bildiği bir hikâye bu.  

Hikâye şöyle: Sezgin Baran Korkmaz, zora düşen şirketleri satın alıyor demiştim ya, o şirketlerden biri de İnan Kıraç’a ait Kıraça Holding. Sezgin Baran, Kıraça Holding’in ana hissedarlarından Lüksemburg merkezli Silcolux Investment’a ait hisseleri alarak Kıraça Holding’e ortak oluyor. Daha sonra Kıraça Holding’in iştiraklerinden Karsan Otomotiv’e de ortak olmaya çalışıyor. Burada yaptığı iş şu: İnan Kıraç’ın, eski üst düzey yöneticisi ve ortakları olan Nahum Ailesi ile aralarında bir sorun var ve bu konu mahkemeye de yansımış durumda. Hatta İnan Kıraç, Nahum’ları, kendisini dolandırmakla suçluyor ve bununla ilgili de bir suç duyurusu var. Birkaç ay önce soruşturma aşamasındaydı. Kovuşturmaya geçti mi bilmiyorum. Nahum’ların elinde de Kıraç Holding’in hisseleri var. Sezgin Baran Korkmaz, Nahum’lardan hisseleri satın alıyor. Benim yorumum şöyle: Nahum’lar, İnan Kıraç’la da araları kötü olduğu için, ona son bir kazık atmak istemişler ve hisseleri Sezgin Baran’a satmışlar. 

Kâğıt üstünde yapılan anlaşmaya göre, Sezgin Baran Korkmaz, hisseler için Nahum’lara 78 milyon dolar ödediğini söyleyerek 80 milyon dolar istiyor ve İnan Kıraç’ın bu ortaklıktan güyâ rahatsız olduğunu söylüyor. Ama ilginçtir, Sezgin Baran, İnan Bey’le çiğ köfte yaptığına kadar anlatır ortalıkta. Buna rağmen, İnan Bey’in ortaklıktan rahatsız olduğunu söylüyor. Sezgin Baran Korkmaz, İnan Kıraç’a, “Eğer ortaklık yapmak istemiyorsan, 80 milyon dolar ver, hisseleri sana vereyim. Ya da sen hisselerini kaça satmak istiyorsan ben satın alayım, bütün holdingin sahibi olayım” teklifini yapıyor. İnan Kıraç, piyasa değerinin 30-40 milyon dolar olduğunu düşündüğü hisselerin, bedelinin çok üzerinde satın alındığını belirterek îtiraz ediyor. Biliyorsunuz İnan Kıraç yerli otomobil konsorsiyumunun içerisindeydi. Bu iş çözülemeyince, İnan Kıraç Ankara’ya gidiyor. Artık siz anlayın nereye gittiğini. Derdini anlatıyor. Bunu, “yerli ve milli” bir mesele olduğu vurgusuyla anlatıyor. Kendisinin yerli otomobil konsorsiyumunun içinde olduğundan, kirli olduğunu söylediği birinin Türkiye sermayesi içinde olmaması gerektiğinden bahsediyor. Tabii burada İnan Kıraç’ın ulusalcı hassasiyetlerini de düşünürsek aslında Sezgin Baran Korkmaz’ı neden sevmediğini de anlıyoruz. Çünkü Sezgin Baran “kara bir Kürt” açıkçası. Daha önce de Kars Belediyesi’ne yardımlar yapmış birisi. Ayhan Bilgen’in, Şevin Alaca ile Belediye Başkanı olduğu dönemde, tâdîlâtı yapılan tiyatro için bir hayli para dökmüş bir adam. HDP’li bir belediyeye yardım eden birisi, Kürt; İnan Kıraç gibi beyaz Türk değil ve ulusalcı hassasiyetleri de kaşıyan birisi. Buradan da bakarak bir değerlendirme yapmak gerektiğini düşünüyorum. Aslında bu hikâye, “Eski Türkiye, Yeni Türkiye ve mevcut Türkiye” özeti gibi. İzleyiciler o bahsi geçen yazımı okursa, burada kimin mafya, kimin parasının kirli ya da temiz olduğu konusunda daha net karar verebilirler. 

İnan Kıraç’ın Ankara’da görüştüğü tepelerden birisi de, bugün iddia edildiği gibi, Süleyman Soylu’ya “Sen bu işi çöz” diye görev veriyor. Yine iddialar üzerinden konuşuyorum: Süleyman Soylu İnan Kıraç’ı makama çağırıyor, derdini dinliyor ve sonra da konunun ilgilisiyle Ankara’da bir görüşme yapılıyor. Sedat Peker’in, “Ankara’da makamda yapıldı” diye bahsettiği görüşme bu. Bir süre sonra, hakkında soruşturma açılacak ve tutuklama kararı çıkartılacağını bilinen kişi, yani Sezgin Baran Korkmaz, İçişleri Bakanı makamına çağrılıyor. Hiç de kibar olmayan, ama anlayacağı “uygun bir dille”, İnan Kıraç’ın ödemesi gereken 40-50 milyon dolarlık borcun silinmesi gerektiği ve elindeki hisselerin de İnan Kıraç’a verilmesini söyleniyor — daha doğrusu emrediyorlar. Benim duyduğum kadarıyla, Sezgin Baran Korkmaz orada kuyruğu dik tutmaya çalışıyor. Ama sonra kendisine bir operasyon geleceğini öğrenince de yurtdışına çıkıyor. 

Sedat Peker, videosunda, “Bu operasyon haberini İçişleri Bakanlığı’ndan birileri söyledi” diye açıklıyor. Oradan da olabilir, yargıdan da birileri olabilir; kesin bir hüküm vermek istemiyorum. Ama güvenlik ve yargı bürokrasisi içerisinde, ilişkilendiği kişiler üzerinden kendisine bir haber geldiği ve onun üzerine de apar topar yurtdışına gittiği ortada. Zaten ondan sonra da yeni bir soruşturma açıldı. Bu soruşturmanın da yeni bir MASAK Raporu’na dayandığı iddia ediliyor. İddiaya göre, MASAK Başkanı ve İstanbul Çağlayan Adliyesi’nden birisi İçişleri Bakanlığı’na çağrılıyor ve Sezgin Baran Korkmaz’a yönelik operasyon yapılması isteniyor –“Bizzat emrediliyor” diyelim– ve bunun üzerine soruşturma başlıyor. Benim duyduğum kadarıyla, MASAK Başkanı “Elimizdeki raporlar yeni bir soruşturma açmaya uygun değil” diyor. Ona cevap olarak, “O zaman, soruşturma açmaya uygun yeni bir rapor yazacaksınız” deniyor. Biz o raporu yeni dava dosyasında gördük. Ama orada çok önemli bir vurgu var. Sezgin Baran Korkmaz’ın ve ABD’deki dolandırıcılıktan elde edilmiş 510 milyon dolar paranın Türkiye’de aklanma yolu, Mega Varlık Yönetim AŞ üzerinden yapılıyor. Dosyaya giren sayfalarca MASAK Raporu’nun en sonunda şu yazıyor. Size aynen okuyorum: “Raporun 4/2. Bölümünde açıklandığı üzere, Mega Varlık AŞ’nin, suç gelirinden elde edilen para ile kurulduğu kanaatine varılmış olup, ancak 5549 sayılı Kanunun 17. Maddesine göre (bu yasa kara para aklamanın önlenmesine dâir yasa) takdirin Cumhuriyet Savcılık Makamına bırakılması uygun olacaktır” diye MASAK müfettişleri bir tavsiyede bulunuyor. Ama sayfalar dolusu MASAK Raporu’na bakıyorsunuz, Mega Varlık AŞ’nin, kara para trafiğindeki rolü hiçbir şekilde anlatılmıyor. Başta, Sezgin Baran Korkmaz’ın üzerine kayıtlı şirketlerin para girdi çıktıları anlatılmış. Evet, orada da bir kuşku yaratacak ya da gerçekten kara para aklandığına dâir birtakım emâreler var. Ama Mega Varlık AŞ’nin herhangi bir şekilde MASAK Raporu’na dâhil edilmediği bir soruşturma, bence eksiktir. Bu bile yapılmamış. 

Sezgin Baran Korkmaz yurtdışında. Sedat Peker, Amerika’da arandığını söylüyor. Hayır, aranmıyor. Çünkü Amerika’daki hukuk sistemi Türkiye’deki gibi değil. Bir de, orada gerçekten en azından hukukun asgari normlarından bahsetmemiz mümkün. Türkiye yargısıyla Amerikan yargısını kıyaslamış gibi oldum; ama orada dosyanın bizzat baş dolandırıcıları olarak gözüken Kingston Kardeşler ve Lev Aslan Dermen gibi insanların bile mal varlığına henüz herhangi bir el konulma yok. Çünkü Amerikan Yargı Sistemi’nde, nihaî yargı kararı çıkmadan böyle bir tasarrufta bulunulmuyor. Örnek veriyorum. Diyelim ki 8 Temmuz’da bu karar çıkarsa, Amerikan yargısı ondan sonra bu şüphelilerin mal varlığına el koyacak. O kararın çıkmasından sonra ve bir bağ tespit edilirse –ki o bağın olduğu kuvvetle muhtemel, dosyada öyle iddialar var–,  o zaman Amerikan makamları, bahsi geçen 132 milyon doların ederi olan Sezgin Baran’a ait mallara ve paraya el konulması için, Türkiye yargı makamlarına müracaat edecek. Dolayısıyla Sezgin Baran Korkmaz şu anda aranan bir şüpheli değil. Ön mahkeme, mevcut ana davadaki suça konu iddialara dâir tespitler yapıp karar verdikten sonra, muhtemeldir ki Sezgin Baran Korkmaz ve Türkiye’deki SBK Holding –aynı isimle SBK USA diye Amerika’da şirket var– bir sonraki genişletilmiş soruşturmanın sanıkları arasına girebilir. Buradaki mal varlığına da ancak öyle el konulabilir. Zaten malları üzerine tedbir konuldu, ama şu an bütün mallar yine Sezgin Baran Korkmaz üzerine gözüküyor Türkiye’de. 

Çakır: Bu olay, Sedat Peker’in yeni oyuncağı oldu. Ama elinde şu âna kadar dile getirdiği çok husus var. Geçen sefer Suriye dosyasını açtı ve bayağı da konuşuldu biliyorsun. Sanki “Sedat Peker noktayı koydu ve artık Suriye meselesinin ne olduğu anlaşılmış oldu” gibi bir hava oluştu; ama hiç bir şey değişmedi, herhangi bir soruşturma olmadı. Hatta dün yayınladığı Serdar Ekşioğlu ile görüşmesinde de, SADAT’ın, kendilerine ait tırlar içerisinde Suriye’ye silah yolladığını ona da doğrulattı. Bu Suriye meselesi daha çok sürer mi?

Şık: Bence sürer. Suriye meselesi burada biterse, biz gerçekten tası tarağı toplayıp gidelim. AKP iktidarının 20 yıla yayılan, hatta öncesini de katarsak 94’te Refah Partisi üzerinden kazandığı belediyeleri de düşündüğümüzde –çünkü o belediyelerin içerisinde İstanbul ve Ankara başta olmak üzere birçok büyükşehir belediyesi vardı– AKP’nin çeyrek asra yayılan bir iktidar dönemi ve bu çeyrek asrın tamamında da bir yolsuzluk düzeni var. Bu, yerelden başlayıp, merkezî iktidarı karşı konulamaz bir güçle elde ettikten sonra daha da büyüyerek genişleyen bir yolsuzluk ve yağma düzenine döndü. Fakat burada AKP’yi ürküten en önemli şeyin, Suriye meselesinde üstlendiği rol olduğunu düşünüyorum. Yolsuzluk, yağma işlerinden gerçekten ürkmüyorlar. Çünkü Türkiye’nin siyasî tarihine baktığımızda, Tuncay Mataracı’dan başka yolsuzluktan ceza alan bir bakanla karşılaşmadık. Türkiye’de, medya yolsuzluk haberini yapar, bir soruşturma açılır. Fakat o yolsuzluk düzeni, muhalefetiyle iktidarıyla herkesi kapsadığı için bir şekilde üstü kapatılır; göstermelik cezalar verilir. Ya da kamuoyu vicdanı tatmin olmaz. Dolayısıyla o yolsuzluk aklanmış olur. Çalınan paraya da el konulmadığı için, o “aklanmış” insanlar, para yemeye devam ederler.  AKP’nin bundan yana bir korkusu yok bence. Ama yolsuzluklarla ilgili şöyle bir korkusu olabilir: Cumhuriyet tarihi gerçekten böyle bir yağma düzeniyle karşılaşmadı. 100 yıllık Cumhuriyet tarihinin toplamından daha büyük bir yağmayla karşı karşıyayız. Bundan dolayı “korkuyor” olabilirler. Ancak, ben, AKP’yi en çok korkutan şeyin, Suriye’nin parçalanmasına dönük iç savaşta, diğer emperyalist ülkelerin maşası olarak üstlendiği rol olduğunu düşünüyorum. Silah geçişinden tutun da, cihadcı transferine, cihadcıların korunmasına ve eğitimine kadar… Bunda da SADAT mıdır, kimdir bilmiyorum –doğrudan suçlamak için söylemedim, elimde somut bir delil yok–, ama elbette ki rol üstlendiklerini biliyorum. Mesela, çalıştığım kitapta kullanmak üzere arşiv görüntüsünü almıştım: SADAT’ın, savaşın başlangıcı sırasında Suriye’de var olan tankları tarif ederek, o tankın kullanılmasında, eğitiminde, tamiratında görevlendirilmek üzere uzman personel aradığına dâir verdiği iş ilanları var. Bu, SADAT’ın Suriye Savaşı’nda rol üstlendiğini gösteren bir şey. Silah transferi için olmayabilir, ama cihadcı eğitimi için olduğuna dâir bir emâredir. Bu gerçekten doğru dürüst soruşturulabilse, biz, SADAT’ın sorumluluğunu da, yardım kuruluşu adı altında faaliyet gösteren çok bilindik birtakım kurumların neler yaptığını da hep birlikte öğrenebiliriz. Bence, AKP iktidarını en çok korkutan şey bu. 

Geçen haftaki yayınımızda da söylemiştim. 17/25 Aralık soruşturmaları sırasında AKP’nin en sert müdahalesi, MİT’e ait olduğu söylenen TIR’ların durdurulup içindeki silahların kayda alınmasından sonra oldu. Çünkü o suçun, nasıl bir uluslararası denklemin içine düştüğü ve karşılığında neyle karşı karşıya kalacağını gayet iyi kestiren bir iktidar var. Ben bu işin daha çok su kaldıracağını ve Sedat Peker’in –eğer elinde bir şey varsa– bunu burada bırakmayacağını düşünüyorum. Görünen o ki, kendisinden talep edilenleri göndermek dışında, yanına başka TIR’ların da eklemlenerek bu sevkiyatı yaptıklarını söylüyor. Bunun kanıtını da, olaya şahit olduğu söylenen Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın üvey yeğeni ile evli olan Serdar Ekşioğlu üzerinden doğrulatan bir videoyu yayınladı. Ben elinde bundan öte bir şey olduğunu düşünmüyorum. Ama şu olabilir: Türkiye’nin Suriye Savaşı’na dâhil olmayı meşrû gösterdiği alanlardan biri, Türkmenler diye desteklediği kişilerdi. O Türkmen çeteler, Suriye’de Ermenilere, özellikle Keseb’dekilere çok ağır katliamlar yaptı. Türkiye’nin orada büyük bir rolü var. 

Ben bunu, Niğde Ulukışla’daki dava dosyalarına girmiş telefon kayıtlarından yola çıkarak Cumhuriyet gazetesinde yazmıştım. Burada da fırsat oldu, anlatayım. Biliyorsunuz Niğde Ulukışla cihadcıların Türkiye’deki ilk saldırısıydı. Bir kontrol noktasında, asker, polis ve 1 sivili öldürdüler. Çatışmada yakalananlar oldu. Üç tanesi şu anda hapiste. İnsanlar twitter’da “Nerede bunlar, hapisteler mi?” diye soruyorlar. Evet, onlar hâlâ hapisteler; onları bırakacak kadar bir gözü dönmüşlük yok. Ama o davanın dosyasına giren çok ilginç telefon konuşmaları var. Savcı, bilerek ya da bilmeyerek bir şekilde birtakım şüphelileri dinlemeye almış. O şüphelilerin konuşmalarını kronolojik olarak ve saat sırasına göre dizdim. Karşıma çıkan şey şu oldu: Mesela Türkmen Dağı’nda savaştığı söylenen Türkmenler, Türkiye’de Reyhanlı’daki ilgili kişiyi arıyorlar. Koordinat veriyorlar ve Türkiye’deki askerî birliklerden, verilen koordinatlara topçu atışı yapılıyor. Bir başka ülkenin içerisindeki bir savaşa Türkiye’nin nasıl müdâhil olduğunun en büyük kanıtlarından birisidir bu. Ben bu yazıyı yazdığım anda MİT’ten birisi beni arayıp, “Ssen FETÖ’sün dedi. Aynen bu lâfı kullandı. Ben de “Haddini bil, sensin o” diye cevap verdim. Çünkü ben gazetecilik yapmaya ve hakikatin yanında durmaya çalışıyorum. Bir başka ülkede, o ülkeyi parçalamaya yönelik bir iç savaşta, Türkiyeli bir yurttaş ve gazeteci olarak, sorumluluk duygumla ifşâ etmeye çalışıyorum. Herhangi bir ülkenin yaptığı bir şey olursa ve elime belgesi geçerse, onu da yazarım elbette. Ama bize koca bir yalan anlatılıyor. Ümmet kardeşliği, din kardeşliği, etnik kardeşlik filan diyerek, aslında bütün yapılan suçlara bir kılıf uyduruluyor. Çok büyük bir iddiayla söylüyorum: Türkiye’nin, başta Recep Tayyip Erdoğan olmak üzere çok büyük bir sorumluluğu vardır. Uluslararası suçlar işlenmiştir. Milyonlarca kişinin yerinden yurdundan edilmesinden tutun, on binlerce kişinin katledilmesiyle sonuçlanan ve hâlen süren bir savaşta sorumluluğu vardır ve bundan yargılanması gerekir. Dolayısıyla bu uluslararası bir suçtur. Bu iktidarı da, Saray rejimini de korkutan en önemli dosya budur. Dikkat ederseniz, içinde Suriye geçen, silah transferi geçen, cihadcı geçen veya Türkiye’deki cihadcıların yaptığı bombalama eylemlerine dâir soruşturmalardaki savsaklanmaya bile baktığımızda, ne kadar ürktüklerini görüyoruz. Bunu dile getiren herkese inanılmaz bir biçimde saldırıyorlar. Ben bu işin burada bitmeyeceğini düşünüyorum.

Çakır: Geçen haftaki yayınımızda, açıkça söylemese de Sedat Peker’in Erdoğan iktidarını devirmeyi hedeflediğini söylemiştin. Ben de bugün yaptığım değerlendirmede sana atıfta bulunarak şöyle bir yorumda bulundum:  Peker’in bugün 9. videosunda kullandığı dilden anladığım, devletle bir pazarlık veya bir mutabakat yapma beklentisi varsa bile, artık bu umudun nihayete erdiği –anladığım kadarıyla sen başından beri Sedat Peker’in böyle bir umudu olmadığını düşünüyorsun–; toplumu, dürüst gazetecileri ve muhalefeti göreve çağırarak bir şeylerin yapılması gerektiğini söylüyor. Bu, iyice netleşmiş bir siyasî pozisyon almaktır. Ne düşünürsün?

Şık: Aslında başta, dediği keskinlikte bakmıyordum. Yani, bir pazarlık var mı yok mu? “Hayır, yok” noktasında değildim. Sedat Peker’in geçmişini biliyoruz. Derin devlet dediğimiz yapıyla iş tutmuş, korkutmuş, Korkut Eken’in, Veli Küçük’ün, Mehmet Ağar’ın yetiştirdiği birisi olduğunu, JİTEM’le birlikte birtakım suç faaliyetlerine katıldığını biliyoruz. Dava dosyalarına bakarak da birtakım mafyatik işler yaptığını biliyoruz. Böyle bir kimliğin, bu kişilerle iş tutan güçlü bir iktidarın olduğu bir Türkiye’de, ortaya çıkıp bir şeyleri ifşâ etmeye başlamasına biraz mesafeli yaklaşmak gerektiğini düşünüyordum. Ama belli ki bir yerden de canı acımış. Bu söylediğimden şu mânâ çıkabilir: “Acaba biriyle pazarlık yapıyor mu ya da mevcut iktidara bir pazarlık payı mı açıyor diye düşünüyorum” demiştim geçen yayında. Fakat videolar devam ettikçe korkunç bir öfke olduğunu gördük. Ailesinin hedef alınması dışında, haklı ya da haksız bazı nedenleri vardır, bunu bize anlatmadığı müddetçe bilemeyeceğiz. O öfkeden yola çıkarak, mevcut iktidarla pazarlık kısmını tamamen çöpe attığını gördüm. Benim iddia ettiğim şey oydu. “Sedat Peker iktidarı devirmeye azmetmiş” derken, abartılı gelmiş olabilir. Bu ifşâlardan yola çıkarak, “iktidarı devirecek” mânâsında söylemiyorum. Niyet ettiği şeyin bu olduğunu söylemeye çalışıyorum. Ve evet, bence bir pazarlık yok. Mesela, Biden görüşmesi nedeniyle Erdoğan’ı merkeze koyacağı, “Helâlleşeceğiz” dediği videoyu ertelemesini de, bazıları “Pazarlık mı yapıyor? Geri adım mı atıyor?” diye yorumladı. Peker, o yorumları boşa düşürmek için de Serdar Ekşioğlu ile görüntülü konuşmasının kaydını yayınladı. 

Hitap ettiği politik taban açısından da, oraya ciddi bir mesaj veriyor: “Siz bana ‘Hain’ diyorsunuz. ‘İstihbaratçılarla çalışıyor’ diyorsunuz. Ama bunu en çok sömürenlerin, sizi nasıl bir yoksullukla kıvrandırırken, kendilerinin de nasıl bir lüks ve şatafat içerisinde yaşadıklarını, bu lüks ve şatafata erişmek için de ülkeyi nasıl yağmaladıklarını göstereceğim” diyor. Öte yandan da, “Bak, ben memleketimin çıkarını da düşünüyorum, devletimi de kutsal görmeye devam ediyorum” diyor. Tabana dâir politik yansıması o. Bence yine çok akıllıca bir hareket yaptı. Ben Biden-Erdoğan görüşmesinin ardından, Erdoğan’ı merkeze koyan videoları yayınlayacağını düşünüyorum. Bunun kanıtı da, Erdoğan’a uzaktan hısım olan Serdar Ekşioğlu ile yaptığı görüşmeyi yayınlaması. O görüşmenin odağında da zaten Suriye meselesi vardı. Kendi bildiği şeyi, tanığıyla birlikte… Aslında konuşturtmak için yapılmış o video. Gerçekten çok anlam veremiyorum. Peker’in kayıt yaptığı biliniyor, ama herkes çatır çatır konuşuyor. Burada asgarî bir zekâ sorunu mu var, yoksa gerçekten güvenerek mi konuşuyorlar bilemiyorum.

Çakır: Ekşioğlu yayını, bundan önceki Özışık yayını –bir de Fatih Tezcan gibi isimler de geçiyor–, bu yayınlar birilerinin arada bir şeyler yapmaya çalıştığını gösteriyor. Ama Peker buna çok memnun olmuyor. 

Şık: Evet. İlk videolarından birinde, “Bir konuda anlaşamadığım, ama değer verdiğim birisi var” demişti. Bir “Pelikan”la aracılık yaptığını söylemişti. Dünkü videoda biz o kişinin Fatih Tezcan olduğunu anladık. Zaten anlaşamadığı konuyu da anlatıyor. Fatih Tezcan için “Atatürk düşmanlığı yapıyor” diyor. Anlaşamadığı konu Atatürk meselesi. Belli ki Fatih Tezcan Pelikancılar’la görüşerek bir aracılık yapma girişiminde bulunmuş ya da görevlendirilmiş. Hilâl Kaplan’ın eşi Süheyb Öğüt’le görüşmüş. Süheyb’in yorumlarını aktarıyor. “MİT” diyor. “Bir oyun kurgulanıyor” diyor. “Mehmet Ağar’dan nefret ediyorlar” diyor. Fatih Tezcan’ın Pelikan adına aracılık yaptığını görüyoruz. Serdar Ekşioğlu’nun da yine aynı grup için aracılık yapmaya teşne olduğunu, bunu talep ettiğini ve teklif ettiğini görüyoruz. 

İnsanların kendine şunu sorması gerekiyor: Cemaat’in devlet içi kadrolaşmasını “FETÖ” diye târif edenler, ya da oradaki kadrolaşmanın yürüttüğü –bir inanç bağlamında orada olmaktan bahsetmiyorum– çete faaliyetlerini biz haklı olarak “Fethullahçı Çete” diye târif ederken, Pelikan ekibinin yaptığı işin bir çete faaliyeti olmadığını mı düşüneceğiz? Mesela son yerel seçimde muhalefetin başarısını Star gazetesi “Sandık Darbesi” diye karşılamıştı. Bir meşrû seçimi bile “Darbe” diye niteleyenler, bu ülkenin AKP’li bir başbakanının, “Pelikan” denen bir grubun çete faaliyeti yürüterek yayınladığı bir bildiriyle alaşağı edilmesini darbe olarak görmüyorlar, bunu da çete faaliyeti olarak görmüyorlar. Kimler var? Süheyb Öğüt’ten bahsediyorlar — “Pelikan Bildirisi”ni yazan kişi. Hilâl Kaplan’la evli. Hilâl Kaplan ne yapıyor? İktidarın en büyük medya grubunda, bütün bu hukuksuzlukları meşrû gösterme gayreti içerisinde. Sürekli taraf değiştirerek ve tarafını da hep kendi menfaatinden yana seçerek karşımıza çıkan bir kimlik. Daha önce Cemaat’le iş tutuyordu, şimdi AKP ile iş tutuyor. Yarın bir başkası iktidar olsa, belli ki onunla da iş tutmaya hazır. Fatih Tezcan’dan bahsediliyor. Serdar Ekşioğlu diye birisi çıkıyor karşımıza. Böyle bir dolu isim çıkıyor. Bosphorus Yalısı ve Pelikancılar’ın resmî adı olan Bosphorus Global’den (Boğaziçi Küresel İlişkiler Merkezi) bahsediliyor. Devlet kaynaklarının oraya aktarılmasına tanık oluyoruz. Başbakanın damadı olan bir bakan ve koca bir holdingin başındaki ağabeyinin, oraya para aktardığını ve e-posta trafiğine tanık oluyoruz. Bunların hepsi bir örtülü faaliyet. Başlangıçta örtülüyken, şimdi gözümüze sokarak devlet kaynaklarıyla yapıyorlar. Muhalifler de dâhil olmak üzere, bu halkın verdiği vergilerden ortaya çıkan bir paranın oraya aktarılması yoluyla yapıyorlar. Fakat biz bunu konuşamıyoruz bile. 

“Pelikan” bir terör örgütüdür. “Ergenekon” diye çıktılar, “ETÖ” (Ergenekon Terör Örgütü) dediler. Sonra FETÖ (Fethullahçı Terör Örgütü) dediler. Ben sonrasında ‘”Pelikan Terör Örgütü” diye bir soruşturmanın karşımıza çıkacağından eminim. Evet, “Pelikan” bir çetedir ve faaliyetleri araştırılmalıdır. Şimdi muhalif olan, ama daha önce orada görev yapmış birisi, kendi blog sayfasında buradaki ilişkileri anlattı. Hilâl Kaplan, kocası ve diğer çete yöneticilerinin periyodik olarak Saray’a gittiklerini, Recep Tayyip Erdoğan’a sunumlar yaptığına dair birtakım tanıklıklarını anlattı, ama arada kaynadı. Bunların hepsinin soruşturma konusu edilmesi gerekiyor. Ama bu yargı düzeninde olmayacağını da biliyoruz.

Çakır: Sedat Peker kendisini izleyenlere ve topluma çağrı yapıyor. İnsanlarda da genellikle, “Buradan bir şey çıkmayacak. Yine böyle konuşup duracağız” havası var. İşte tam burada yayın başlığımıza gelebiliriz. Kim neyi nasıl yapabilir? Bugünün şartlarında bunların soruşturulması olabilir mi? Sadece Kutlu Adalı cinayeti ile ilgili bir soruşturma başlatıldı; ama oradan bir şey çıkacağını sanmıyorum açıkçası. Normal şartlarda, burada adı geçen kişilerin çok zor durumda kalması gerekir. İşgal ettikleri yerleri bırakmaları, haklarında soruşturma açılması gerekir. Bazı durumlarda, bu insanların toplumun karşısına çıkmaya yüzünün olmaması gerekir. Böyle olaylar da var; çünkü birbirinden farklı olaylar anlatılıyor. Bu bilgilerin, bu ifşalârın, toplum ve ülke yararına döndürülmesinin yolu nasıl olabilir?

Şık: Sedat Peker’in, toplumu, gazetecileri, muhalefeti göreve çağırması çok acı bir şey. Kimseyi kırmadan söylemek isterdim; ama bizim ne kadar zavallı bir durumda olduğumuzun bir kanıtı. Bu çağrıyı yapacak kişinin Sedat Peker olmaması gerekir. Sedat Peker ifşâlarından yola çıkarak, en fazla “Dürüst, bağımsız savcılar varsa bu işi araştırsın” der. O kadar. Ama bu ülkenin geleceğini önemseyen bizlerin söylediği şeyin daha kıymetli olduğunu ve toplumun oraya kulak vermesi gerektiğini düşünüyorum. Evet, “Bundan bir şey çıkmaz” inanışı çok yaygın ve benim de karşıma çok sık çıkıyor. Bir de, aynı kişiler ve aynı çevreler birbirlerine eklemlenerek, “Muhalefet ne yapıyor?” diye bağırıyor. 

Bakın, Mecliste hepi topu 600 vekil var. Bunun yarıdan azı muhalefetin içerisinde. Birtakım noktalarda da ortak paydaları yok. Velev ki bu meselede 600 vekilin hepsi aynı düşünsün. 600 vekilin yapacağı iş bellidir; bir bürokratik engeli aşmaktan ibarettir. Güç dağılımının bir aritmetik çoğunluk üzerinden belirlendiği bir sistem içerisinde, muhalefetin yapacağı iş bellidir. Burada mevzu, muhalefetin yapmasını istediğiniz şeylere yön verecek olan bir toplumsal talebi ortaya çıkarmak ve göstermek. Muhalefetten buna öncülük etmesini isteyebilirsiniz; haklı bir taleptir. Ama ben bu sessizliği anlamıyorum. Bu benim yaram. Gerçekten çok ağır şeyler konuşabilirim. Ama kimseye de yılgınlık, umutsuzluk aşılamak ya da hakarete varan bir şey söylemek istemiyorum. Ama bir ayna tutmak istiyorum. Lütfen şu sosyal medya goygoyculuğundan ve sosyal medya muhalifliğinden vazgeçin. Bu işin yolu sokak, sokak, sokak. Yakıp yıkmaktan ya da sürekli kulaklara üflenen –bunu bazen muhalefet liderleri de yapıyor– “Aman sokağa çıkmayın! Bunlar katliam yapar!” yaklaşımından bahsetmiyorum. Katliam yapabilirler mi? Evet, yapabilirler. Bu kötülüğe sahipler. Bu suç düzeninin devam etmesi için her türlü kötülüğü yapabilirler. 

Peki ama biz toplumsal talebi nasıl görünür kılacağız? Herkesin sıkıştığı sosyal medyada bir görünürlük yaratmak ve oradan bir çözüm elde etmek mümkün değil. Oranın gücünü küçümsemiyorum, ama adı üstünde, “sanal” bir yer orası. Burada kutup yıldızımız belli: Kadın hareketi. Israrla hep bunu söylüyorum. Türkiye’nin yaşadığı en kanlı kalkışmalardan birinin ardından, son 5 yıldır sokakta olan, bulunduğu yerden bir adım geri atmamaya çalışan ve bunu da çoğunlukla başaran; gözaltına, gazlanmaya, dayağa, copa, tutuklanmaya rağmen bunu yapan bir kadın hareketi var ve bize ne yapmamız gerektiğini anlatıyor aslında. Haklı olduğunuz talepleri kararlı bir biçimde talep etmeye ve savunmaya devam etmek ve hattınızı geniş tutmak. 

Bu kadar ifşânın bize anlattığı şey şu: Çok ağır suça bulaşmış bir mafya rejimi, siyasî parti kılığına girmiş ve devleti esir almış. Demokratik araçları kullanarak bunu yapmış. Gücünün eriştiği noktadan baktığımızda, bu demokratik araçları sürekli kendine yontarak kullanışlı hâle getiriyor. Demek ki bu iş yasayla, mafyaya teslim olmuş bir yargıyla, kontrol altına alınmış medyanın yapmadığı yayıncılıkla ve seçimle olacak bir şey değil. Seçimle olacağını düşünüyorsanız, bu iktidarı indirmenin yolu, güçlü bir protesto hareketidir. Ben bu sessizliği, ya da kenara çekilip umutsuzluk aşılamayı, yapanlara da sadece kenardan alkış tutmayı da gerçekten anlamakta zorlanıyorum. 

Israrla şunu söylüyorum. Benim 21 yaşında bir kızım var. Senin de aynı yaşlarda bir oğlun var. Daha küçük yaşta çocukları olan milyonlarca da insan var. Benim tek derdim, bu çocuklarımızın hepsinin, güven ve huzur içinde, barışın egemen kılındığı, demokratik değerlerin ve hukukun üstünlüğüne inanan iktidarların elinde bir ülkede yaşamaları. Bu kadar. Bugünden başlayarak bunun için uğraşılmazsa, sokağa bir ses yansımazsa ya da ilgilisine ulaştırılamazsa, biz çok şey kaybedeceğiz. Kaybedeceğimiz şey, sadece bugünkü iktidarın ne olduğunu anlatan bir soruşturma fırsatı değil, bu ülkenin geleceğinin kendisi. Bu hal böyle giderse, yarın üzerinde yaşayabileceğimiz bir ülke kalacak mı bilmiyorum. Gerçekten endişem çok büyük. O yüzden herkes ses çıkarmalı. 

Çakır: Sedat Peker’in bize anlattığı, bu çıkar ilişkileri ve çıkar çatışmalarının ne kadar sakil, ne kadar kirli ve acımasız bir şekilde sürdüğünü gösteriyor. Birbirleriyle, şu ya da bu nedenle, kimi zaman nedenini de söylemeden devam ediyor bu ilişki ve çatışmalar. Ya da gerçek olamayacak nedenler de anlatıyorlar. Mesela Sedat Peker’in evine yapılan baskın yüzünden midir bütün bu olup bitenler, emin olamıyoruz. Bunlardan hareketle, “Nasıl olsa bunlar birbirlerini yiyip bitiriyorlar” yaklaşım da var — ki sen de tanık olmuşsundur: 

Şık: Ama bu bir yanılsama. 2016’daki darbe kalkışmasına gelinen süreçte de, AKP ile Cemaat’in birbirini yediğini düşünüyordu insanlar. Bu, korkunç bir kalkışma ile sonuçlandı. Cemaat tasfiye edildi. Fakat Cemaat’ten dolan boşluğu doldurmaya ne çok aday varmış gördük. Daha önce küfür ettiği Erdoğan’la birlikte ülkenin sahibi olmaya aday ve kendisine “milliyetçi” diyen Devlet Bahçeli, ülkenin yağma ve talan edilmesine göz yumuyor. Yani birbirini yeme ilişkisi yok. Gücü, olmaması gereken kişiden alıp, gerçekten değerler sistemi üzerine kurulu bir anlayışa teslim etmediğiniz müddetçe, onlar, yeni ortaklarıyla birbirlerini yiyecek başka ilişki biçimlerine girerler, girdiler de zaten. Daha önce Cemaat’le olan ortaklık, bugün MHP ile sürüyor. Yanına da, Süleyman Soylu gibi, menfaati için sonradan AKP trenine atlamış birini alarak devam ediyor. Mehmet Ağar gibi derin devlet artıklarıyla devam ediyor. Korkut Eken’in, Veli Küçük’ün adını tekrar duyuyoruz. 90’lar diye tarif edilen o “Fâili meşhur” devletin –fâili meçhullere imza attığı için böyle söylüyorum– yeniden sahnede ve daha ağır bir biçimde olduğunu görüyoruz. PKK ile 40 yıldır süren savaşın finansmanından tutun da, oradan doğan rant ilişkileriyle yapılan birtakım örtülü operasyonların bedelinin karşılanmasına kadar bir dolu şeyin, yıllardır Türkiye’nin iktidarında olan bir devlet anlayışının, bir “narko-devlet” biçimiyle, devletin narkotik hâle gelmesiyle mümkün olduğunu görüyoruz. Uyuşturucu ticareti bize bunu anlatıyor. Kokain veya eroin ticareti bugüne ait bir şey değil ki. Türkiye’nin on yıllara yayılan döneminde, herkesin bu pisliğin içine bulaştığı, bürokraside çeşitli ağların olduğu, bu rüşvet ilişkisinden faydalandığı bir durum. Bu söylediğimden de, “Savaşın finansmanı, sadece narkotik yolsuzluklara göz yummaktan geçiyor” diye anlaşılmasın. Onu yaparken o kadar yüksek meblağlar dönüyor ki ortada, kendi cebine de atma ilişkisi var. Tıpkı, Reza Zarrab olayında gördüğümüz gibi, binde birlik, on binde birlik komisyonların toplamının milyonlarca dolar ettiği meblağlardan bahsediyorum. Bunu yaparken zenginleşenler olduğu gerçeğini de görelim. 

Bütün bu sessizliğe dâir söyleyeceğim tek şey şu: Roland Barthes’in “Faşizm, konuşma yasağı değil, söyleme mecburiyetidir” diye çok güzel bir sözü vardır. İki türlü yorumlayabileceğimiz bir şey bu. “Faşizme karşı çıkın” gibi düşünülebilir. Aslında ben o kısmını görmek istiyorum. Ama esasında Barthes’ın o makalesinde bahsettiği şey şu: “Faşizm öyle ağır bir şeydir ki ve sizi öyle bir pozisyona getirir ki, sizi, söylemek istemediğiniz şeyleri söylemeye mecbur eder” der. İşte Türkiye şu anda bunu yaşıyor. Herkes, söylemek istemediği şeyleri de söyleyen bir pozisyona büründü. Ama gerçekten hakikati söylemeye çalışan insanlar var ve o hakikati duymak isteyen milyonlar var. Hakikati söylemeye çalışan azınlığın yanına, hakikati duymak isteyen milyonların da sesini katması lâzım. Bu olmadığı müddetçe biz, idealize ettiğimiz devlet düzenini, hukuk düzenini, savaşın sonlanıp barışın hâkim kılınması için bir çaba harcanacak bir süreyi sürekli öteliyoruz. Bu, çocuklarımızın yarınının çalınması demek. Özellikle “çocuklarımız” diye vurgu yapıyorum. Benim yaşım 50. Bu ülkede demokrasi mücadelesi yapmak, gerçekten iğneyle kuyu kazmak gibi. Biz iğneyle kuyu kazıyoruz. Ama o milyonlar sese ses kattığında, elimizde kazma kürek olacak, daha hızlı kazacağız. Bunun başarısı için daha hızlı yol alacağız. Bu ülkenin iyileşebilmesinin tek yolu, bu mafya iktidarının devrilmesi. Bunu yapamadığımız müddetçe bu iş başka türlü çözülmeyecek. Ben kalkıp bir devrim çağrısı yapmıyorum. Keşke olsa. Bu ülkeyi kurtaracak, bu pisliği temizleyecek tek şey olduğuna inanıyorum ama, bunun nesnel ve öznel koşulları olmasına rağmen olamayacağının da farkındayım. Yapılan en devrimci eylemin, seçim zamanı gidip oy kullanmak olduğunun da farkındayım. Ama bize sadece bu yetmez. Madem ki en devrimci tutum alış oy kullanmaksa, eğer erken seçime gidiyorlarsa, Türkiye’yi bir an önce erken seçim sürecine dâhil etmek lâzım Bunu yapmamız lâzım. Bunun yolu da ses çıkarmaktan geçiyor. Yolunu, yöntemini hep birlikte tartışabiliriz. Pencereden, balkondan tencere tava mı çalarsınız, miting mi düzenlersiniz? 

Buradan da bütün muhalefete bir çağrı yapayım: Bu kadar pislik ayyuka çıkmışken, insanların enerjisi bu kadar yüksekken ve bir ses duymak isterken, neden bir miting organizasyonu yapmak istemiyorlar? Dün Kadıköy’e, 6 kurumun ortak basın açıklamasına gittim. Eylemden 20 dakika önce vapurdan indim ve nümayişin ortasında kaldım. Polis birilerini gözaltına almaya çalışıyordu. Yani insanlar toplanamadı bile. 50’ye yakın insan gözaltına alınmış. “Pandemi var, yasak!” diyorlar. Senin İçişleri Bakanın bugün Afyon’da miting yaptı. Ya da, AKP’nin kongreleri, cami açılışları, şu bu derken, yasak sadece iktidarın ne mal olduğunu, nasıl ceberut olduğunu, nasıl bir baskı rejimi kurduğunu ve bu kadar pisliğe batmış olduğunu teşhir edecek eylemlere mi yasak var? Evet, öyle. O zaman bizim buna da itiraz etmemiz lâzım. “Ben o yasaklara uymuyorum” demek lâzım. Gözaltına alınmaktan korkmayın. Size bir şey yapamazlar. Dayak yemekten de korkmayın. Çünkü biz o dayak yeme ilişkisinden de bir şekilde güçlü çıkacağız. Hiç kimse korkmasın. Ama korkmakla bir yere varamayacağız, bu çok açık.

Çakır: Geçen haftaki yayınımızda, cemevi meselesini konuştuğumuzda, sen Alevîlik’le ilgili bir şeyler söyledin. Sedat Peker de kısa bir süre sonra, duyumlar aldığını ve birtakım provokasyonlar olabileceğini söyledi. Birçok kişi, Peker’in, senin geçen haftaki yayında söylediklerini dinleyip konuştuğunu düşündü. 

Şık: Ben de aynı şeyi düşünüyorum. Ben orada bir endişemi dile getirmiştim. Siz Türkiye’nin pisliğini, mafyalaştığını, Mehmet Ağar gibi, Korkut Eken gibi isimler üzerinden tartışıyorsanız, bir çete devleti olmaktan bahsediyorsanız ve en önemli ayaklarından biri olan Alevîlik üzerinden de bir şey söylüyorsanız, benim aklımdan geçen tek şey ‘’Eyvah, yine bir şey mi olacak?’’ endişesiydi. Belki Sedat Peker bunları kastederek söylememiş olabilir; ama tahmin ediyorum yayını izledi ve onun üzerine öyle bir mesaj paylaşma gereği hissetti. Ya duyum üzerine ya da “Bu konuda bir şey söylesem iyi olur” da demiş olabilir. Ben böyle düşünüyorum. 

Çakır: Biz 9 videodur bu konuyu konuşuyoruz. Türkiye’nin gündemi bunun üzerinden inşa oluyor. Ama bugünkü videoda en kan dondurucu yerlerden birisi, kızını ağlattığı için 10 yaşındaki oğluna çatal fırlatması ve bunu da normal bir şeymiş gibi anlatması. Bir yandan da böyle bir insanın belirlediği bir gündemi konuşuyoruz. Bunun da verdiği bir ağırlık var. 

Şık: Maalesef. Zaten benim burada takıntı yaptığım, ısrarla söylemeye çalıştığım şey bu. Tam da bahsettiğim profildeki birinin yayınladığı ifşâ videolarını izleyerek, bunlar üzerinden sosyal medyada kelâm üreterek bu işi çözemeyiz yani. Yayının başında da söylediğim gibi, bu, bizim zavallılığımıza işaret eder. Biz buradan güçlü bir talep yükseltmeliyiz. Sen bu iktidarı istemiyorsun. Çünkü suça bulaştığını, her türlü pisliği yaptığını, devleti yağmaladığını, ülkeyi talan ettiğini biliyorsun. Koskoca Marmara Denizi’nin yok olmasında çok büyük payı olduğunu biliyorsun. Öncekileri de katarak söylüyorum; çünkü bu, 50-60 yıla yayılan bir iş. Ama bu sorunun 25 yılı AKP ile geçmiş. Bütün o zeytinlikleri kesen, Kaz Dağları’nı yabancı şirketlere peşkeş çeken, doğanın en güzel yerlerini maden aranması için peşkeş çekenlerden bahsediyoruz. Kaybedecek daha neyin var? Buna “dur” demenin yolu çok basit: İtirazını en güçlü bir biçimde dile getireceksin. Hangi siyasî ideolojiye inandığının zerrece kıymeti yok. Bu ülkenin geleceğini önemsiyorsan, yurttaşlık bilincinin sana öğrettiği en asgarî öğreti kafanda yer ettiyse ve çocuklarını önemsiyorsan bunu yapacaksın. Bu işin başka yolu yok. Ses katacaksanız. Ama ne sosyal medyada umutsuzluk yayarak, ne de “Bir şey olmaz” diyerek, ne de “Aman bu işi muhalefet yapsın” diyerek bir şey olmaz. Muhalefetin yaptığı şey belli. Literatürde “düzen içi muhalefet” diye bir tanım vardır. Birkaçını ayırarak söylüyorum, Parlamento’da ciddi bir düzen içi muhalefet var. Derdimizin sistemle olduğunu herkesin kafasında yer etmesi gerekiyor. Ben, bu bozuk düzene sahip olma yarışı içerisindeki herhangi bir muhalif partiden bu ülkeye bir hayır geleceğini düşünmüyorum. Dolayısıyla, kendimizi konumlandıracağımız yer, düzen karşıtı olmaktır. 

Bana hep “devlete katil demiş bir adam” deniyor ya? Evet, bu devlet katil. Bunu söylediğim için bana kızanlar, Sedat Peker’in devletin katil olduğunu anlattığı videolara, “Ya! Öyle miymiş?” diyorlar ya da alkışlıyorlar. Evet, Türkiye’de devlet katildir, tıpkı dünyanın diğer devletleri gibi. En ileri demokrasinin örnek alındığı ülkelerin tarihinde de, kolonizasyon sürecinden ellerine bulaşmış ve ne kadar yıkasa da çıkmayacak kan vardır. Bütün devletlerin tarihi kanlıdır. Türkiye de bundan âzâde değil. 40 yıldır bu savaş neden var? Adına asker deyin, polis deyin, örgüt üyesi deyin, bu insanlar neden ölüyor? Bu insanların kanı, sadece birbirine ateş eden insanların eline bulaşmıyor, bu devletin eline bulaşıyor. Evet, bu devlet katil. Ve evet, bu devleti yıkmamız gerekiyor. Çünkü odağına yurttaşı koyan, asgarî hukuk ve demokrasi normlarını kendine rehber edinmiş ve bu ülkede barışı tesis edecek doğru bir devleti kurmak için yıkmak gerekiyor. Bu ülkenin devleti, Recep Tayyip Erdoğan’dır, Devlet Bahçeli’dir ve ondan öncekilerdir.  Zaten onlar olduğu için bu devlet var. Devlette devamlılık dediğimiz ilke, bu tür ilkesiz siyasetçiler üzerinden var. Çünkü herkes kendi menfaatini düşünüyor. Bu devleti yıkmadan, doğru devleti kurmadan, bu ülkede ne hukukun üstünlüğünü egemen kılabiliriz ne demokratik değerlerin burada köklü bir şekilde yer edinmesini sağlayabiliriz ne de barışı tesis edebiliriz. Bu kadar basit. 

Osman Kavala’nın neden içeride olduğunun sorusunu sadece AKP karşıtlığı ile açıklıyorsak, bu, koca bir ahmaklık. Selahattin Demirtaş’ın, Gülten Kışanak’ın neden içeride olduğunu, bir dolu siyasetçinin neden sürgüne gittiğini, bu savaşın 40 yıldır neden sürdüğünü, sadece AKP karşıtı olmakla açıklamaya devam etmek, katbekat ahmaklık. Bu bir devlet geleneğidir, sistemdir. “Düzen” dediğimiz şey bu. Bizim îtiraz etmemiz gereken şey de bu. Yıllara yayılmış bu kirli tarih içerisinde, herkesin az ya da çok kire bulaşmış olduğu bir gerçek. Biz bu kirden arınmak istiyorsak ya da çocuklarımız bu kire bulaşmasın istiyorsak, bu gerçekle yüzleşeceğiz. Evet, Türkiye Cumhuriyeti Devleti bir katil devlettir. Sen yeni cinayetler işlemesini engellemek istiyorsan, bunu yıkacaksın ve doğru devleti kuracaksın. Bu kadar basit. Ama bunu söylediğimi zaman, “Sen devlet düşmanısın” diyorlar. Hayır, ben devlet düşmanı değilim. Ben, doğru devletin tesis edilmesini isteyen ve bu ülkeyi önemseyen bir yurttaşlık bilinciyle konuşuyorum. Herkesin de, o asgarî yurttaşlık bilincine sahip olması gerektiğini söylüyorum. Ama bu yok. Arkadaş, asker üniforması, polis üniforması giymiş insanlar devleti temsil etmiyor mu? Onların işlediği cinayetlerin devlet hânesine yazılmadığını, ama hükümet hânesine yazıldığını düşünmek koca bir ahmaklıktır. Ben bunu söylediğimde, “Hayır, devlet demeyelim, hükümet diyelim” deniyor. Neden? O hükümetin hukuku paspas hâline getirmesini sağlayan şey, bir devlet anlayışı. Bunu tartışacağız. 

İşkence vakalarında, gözaltında ölümlerde, fâili meçhullerde, yıllar boyunca bize hep “münferit olaylar” olduğu söylendi. Bu, AKP döneminde de yapılıyor, geçmişte de yapıldı. Sadece gözaltında ölümleri, kayıpları toplasak, o “münferit” denilen olayların toplamının bize vereceği sonuç şu: Devlet koca bir suç örgütüdür. Devlet her zaman katilini korur. Küçük Armutlu’da evinin içerisinde öldürülen Dilek Doğan’ın hesabını soramadık biz. Cemevi’nin bahçesinde polis tarafından öldürülen Uğur Kurt’un hesabını soramadık. Kemal Kurkut’un, herkesin gözü önünde sırtından vurulup öldürülmesinin hesabını soramadık. Bir de dosyaya îtirafçı yerleştirdiler. Gazeteci arkadaşımız Abdurrahman Gül için, “Örgüt talimatıyla o fotoğrafı çekti” dediler. İşin içine Kürtler’in adının karıştığı, devletin kutsallığının karıştığı her şeyde, insanlar siyasal angajmanına göre pozisyon alıyor. Bu doğru pozisyon alış değildir. Zaten o yüzden bu sessizlik sarmalının içinde boğuluyoruz. Mevzu sadece AKP karşıtlığı değil. Mevzu, bu kadar suça bulaşmış ve suçun devamlılığı için, kendisi gibi suçlu olanları iktidara yerleştiren devlet anlayışıdır. Biz bundan kurtulamadığımız müddetçe, bize bu ülkede bir yarın yok. Biz 30 yıl sonra da, başka bir isimle iktidar olmuş başka bir siyasal yapıyı, başka bir diktatör bozuntusunu tartışmaya devam ederiz. 

Çakır: Maalesef programın süresini doldurduk. Dolu dolu, yoğun bir yayın oldu Ahmet, çok teşekkürler. 

Şık: Ben teşekkür ediyorum. 

Çakır: Bugün, Türkiye İşçi Partisi İstanbul Milletvekili Ahmet Şık ile Sedat Peker videolarından hareketle, sivil toplum, medya ve siyasetçilerin neler yapması gerektiğini konuştuk. Ahmet’e çok teşekkürler. Size de bizi izlediğiniz için teşekkürler. İyi akşamlar. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.