Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Adını Koyalım (11): Toplumsal muhalefetin gösterdikleri ve öğrettikleri

Ayşe Çavdar, Burak Bilgehan Özpek, Kemal Can ve Ruşen Çakır, Boğaziçi Üniversitesi ve İstanbul Sözleşmesi protestolarından hareketle toplumsal muhalefetin gelişimini, bu hareketlerin siyasi muhalefet ile ilişkilerini tartıştı.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Adını Koyalım” programımızla yine karşınızdayız. Bu hafta, Ayşe Çavdar, Burak Bilgehan Özpek ve Kemal Can’la toplumsal muhalefet konuşacağız. Arkadaşlar, merhaba. 

Ayşe Çavdar-Kemal Can-Burak Bilgehan Özpek: Merhaba. 

Ruşen Çakır: Yine Türkiye’nin dört bir tarafına dağılmış durumdayız. İstanbul’da bir tek ben varım. Almanya temsilcimiz Ayşe, Ankara’dan Burak, İzmir’den de Kemal yayına katılıyor. Kemal, geçen hafta cuma günkü “Haftaya Bakış” yayınımızda seninle Boğaziçi Üniversitesi eylemleri, kadın hareketinin İstanbul Sözleşmesi eylemleri ve LGBTİ+ Onur Yürüyüşü’nden hareketle, sokakta ve toplumsal alanda etkili bir muhalefetin olduğunu ve “Aman şunu yapmayalım, bunu yapmayalım” gibi birçok uyarının tekzip edildiğini konuşmuştuk. Bugün bu konuyu biraz açarak değerlendirelim istiyorum. Zaten o yayınımızdan önce sen sosyal medyada bazı paylaşımlar yapmıştın, onun üzerinden konuşmuştuk. İstersen önce neler konuştuğumuzu hatırlat, sonra bunun üzerinden konuşalım. Bu konunun iki boyutu var: Biri, bu olaylar nereden geliyor, nasıl başarılı oluyor? Yani gösterdikleri. İkincisi de öğrettikleri. 2. turda ise özellikle siyasî partilerin bu tür toplumsal muhalefet hareketleriyle kurdukları ilişkiyi sorgulayalım istiyorum.

Kemal Can: Evet, seninle o yayınımızda, o kapanan haftanın önemli olayları üzerinden bu konuları konuşmuş, birkaç noktaya değinmiştik. En önemli noktalardan biri, bu toplumsal hareketin, sokakta ya da olay yerinde cereyan eden itiraz, gösteri, tepki performanslarının bir işe yaramayacağı; hatta tersine, bazen iktidarın veya yönetimde olanların işine yarayacağı; bir “sokak tehlikesi” temasının, hem iktidar tarafından kullanıldığı hem de muhalefetin buna çok uygun biçimde, hatta daha fazla özen göstererek, sokağı tehlikeli saydığı ve toplumsal muhalefetin kendini ifade alanlarını iktidar baskıyla kısıtlarken, muhalefetin de –ille muhalefet partilerinin olması gerekmez, sıradan insanlar da olabilir– bir tür oto-kontrolle kendi ifade alanlarını daraltmaya yöneldiklerini; ama kadın hareketi, inatçı bir Boğaziçi Direnişi gibi bunu kırabilenlerin, birdenbire olayın öyle olmayabileceğini gösterdiğini konuşmuştuk. Burada birkaç şey devreye giriyor. Birinci argüman, yeni siyasî mimaride  “Normal siyaset” diye tarif edilen şey seçimden ibaret. Bu, uzunca bir süredir böyle; ama Türkiye’de son dönemde iyice bu hâle dönüştü. İktidar bunu seçimden ibaret hâle getirdi ve kendi aritmetik üstünlüğünü bir tür “değiştirilemez ve üstüne lâf söylenemez” şeklinde bir irade onayı olarak ortaya koydu ve adeta futboldaki “Tabelaya bak” hâlini herkese kabul ettirdi. “Kazanıyorum. Kazanana kadar susacaksınız. Kazanan da her istediğini yapacak.” Siyaseti böyle tarif ettiğinizde, diğer ifade alanlarının hepsini ya lüzumsuz ya tehlikeli gösteriyorsunuz. Bunun kabul ettirilebildiği ölçüde de siyaset alanı daralıyor. “Sokak tehlikeli. Bizi sokağa çekmek istiyorlar. Çok bağırıp çağırırsak kutuplaşma artar…” Bak yine söyleyeceğim: “Maazallah konsolidasyon gelir”.  İşin endişe kısmı bu.

Bir de, yüksek bir faydacılıkla, daha rasyonel bir mantıkla açıklanan “lüzumsuzluk” teması var: “Bundan bir sonuç çıkmaz ki, ne olacak ki?” Yani sonuçtan anladığımız, “Kadınlar sokakta yürüyecek. Yürüdüğü anda da ‘A, tamam kadınlar yürüdü’ diye İstanbul Sözleşmesi’ni geri getirecekler” ya da “Boğaziçi öğrencileri direnecek, bunun karşılığında Melih Bulu pat diye görevden alınacak” anlayışı ise, tabii ki böyle olmuyor. Ama şöyle bir şey oluyor: Toplumun çeşitli alanlarında, çok canlı, çok aktif ve doğrudan özne olmayı talep eden bir toplumsal etkiyi görüyoruz. Zaten, bu etkinin toplamından bir siyasî sonuç çıkıyor. Sonuca, “Basit bir vaka oldu. E ne oldu? Bunun ne sonucunu gördük?” hesabıyla bakarsak, Paris Komünü’nün de, Fransız Devrimi’nin de, 68 Baharı’nın da hiçbir sonucu yok. Ama aslında toplam bir sonucu, bütün hayata kattığı bir şey var.  Dolayısıyla, toplumsal hareketleri biraz böyle kurmak lâzım. 

Lüzumluluk, lüzumsuzluk, toplumsal hareketlerle siyasetin bağı meselesinde bir başka nokta daha var. Geçenlerde sosyal medyada bir paylaşım gördüm. Galiba İYİ Parti’nin bir paylaşımıydı, hatırlamıyorum; şöyle ifade ediyordu: “Halkı özne yapmak için çabalarımız devam ediyor. Esnaf buluşmaları şu tarihte, şurada…” gibi bir paylaşımdı. Muhtemelen, aklı başında, doğru dürüst birtakım uzmanlardan bir şeyler dinlemişler, bilgiler almışlar, akıllıca da bir şey. Ama buradan sadece, “Halkı özne yapmak” sloganını kapmışlar. Evet, bu slogan güzel, kullanışlı da bir şey. Ama halkı gidip dinlemeniz, onu özne yapmanıza yetmiyor. Bir toplumsal kesimin, bir sınıfın, bir baskı grubunun hakikaten politik özne hâline dönüşebilmesi için, onun taleplerinin bir politik programa, ayrıca itiraz ve taleplerinin de doğrudan kendisinin katılacağı bir süreçle siyasete taşınabilmesi gerekiyor. Yoksa şikâyet edenleri dinlemek, onlara mikrofon tutmak ya da onların sesini taşımak, onları özne yapmaya yetmez. Sahiden özne yapmaya çalışmak gerekir. Bir toplumsal talebi önemli bir mesele hâline getirirken, mevcut içerisinde ne yapıldığını aramak, pratik olarak en rasyonel şeydir. Koşulları iyi süzüp, orada en optimum faydayı çıkarmak, siyasetin önemli ayaklarından biridir. Ama bundan ibaret olursa, sadece mevcudun çözümlerini aramak, mevcudun kendisini değiştirmek üzerine hiçbir şey düşünmemek, hiçbir şey söylememek, bu konuda bir şey söyleyen her şeye kapalı durmak, çok sorunlu bir bakıştır. Şu anda yapmaya imkânınız olmayabilir. Ama buna kulaklarınızı kapatmak, hatta bunu tehlikeli ve rahatsız edici bulmak, son derece sorunludur. Bu iktidarın kullandığı beka söyleminin, “Şu anda muhalefet etmek eşeklik. Çünkü ülke tehdit altında” diyenle, “Şu anda muhalefet iktidara yürüyor. ‘Orası yanlış, burası yanlış’ diye niye lâf söylüyorsunuz? Şimdi yapılacak bu mudur yani?” demenin bir farkı yok. Evet, mevcudun içerisinden en doğru çözümleri bulmak akılcılık olabilir. Ama mevcuttan ibaret akıl, sonunda hiçbir şey olan çözümlere vardırır. Problem böyle bir noktada. Dolayısıyla, toplumsal olanla, toplumsal hareketle siyasetin buluşma noktası, birincisi bu özne, ikincisi de mevcutla ilişki, mevcudu tartışabilme meselesi olması gerekir. 

Ruşen Çakır: İkinci turda özellikle bu konuyu konuşacağız. Daha çok, kadın hareketi ve Boğaziçi Üniversitesi Direnişi’ni öne çıkartıyoruz. Burak, Boğaziçi’ni özel olarak sana soracağım. Tabii başka şeylerden de konuşabilirsin, ama orada hem akademi dünyası açısından hem toplumsal muhalefet açısından çok ilginç bir deneyim yaşanıyor.Ayşe, sana özel olarak kadın hareketini soracağım. Tabii diğerlerinden de bahsedebilirsin. Kadın hareketi, Kemal’in söylediği özne olma meselesinde, Türkiye’de son dönemde kendini en çok kanıtlamış hareket. Hatta Ahmet Şık, yaptığımız bir yayında Türkiye’ye örnek olması için kadın hareketini anmıştı. Sen ne dersin?

Ayşe Çavdar: Tabii ki katılıyorum buna. Kadın hareketi Türkiye’de dünya ölçeğinde göz dolduran bir harekete dönüştü. Bunu da, inadına, sabrına, sokaktan vazgeçmemesine ve birbirinden vazgeçmemesine borçlu. Bunun için çok uğraştı, kendi içerisinde ağır tartışmalar geçirdi ve hâlen de geçiriyor. Bence muhalefete asıl örnek olması gereken şey, kadın hareketinin, farklı siyasi düşünceler ve konular ne olursa olsun, İstanbul Sözleşmesi, kadın cinayetleri ve kadına yönelik şiddet gibi ana ve herkesi ilgilendiren sorunlarda birlikte olmak için, sadece mevcut koşullara, siyasal ortama, iktidara değil, birbirlerine ve o görüş ayrılıklarına da direnen, buna rağmen yan yana kalmayı başaran bir hareket olması. Gücünü de ittifak yapma potansiyelinden ve bunu sürekli geliştirmesinden alıyor. Bir arada kalma ve bir arada olma iradesinden, o sorunu ısrarla çözmeye çalışmak, gündemde tutmak, onun için eylemden kaçınmamak, konuşmaktan vazgeçmemek ve görüş ayrılığı, fikir ayrılığı, bazen eylem ayrılığı, ne olursa olsun kadın hareketi müzakeresinin masasında kalmak. Bunu siyasetteki muhalefet partileri için de söylüyoruz. 

Kadın hareketi, yalnızca kadına ve LGBTİ’ye yönelik, patriarkal şiddetin yarattığı problem alanlarına yönelik bir modelde sunmuyor. Şöyle bir örnek vereyim. İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme meselesi başka bir şeyi daha getirdi. Meclis’te muhalefetin çalışmamasının getirdiği bir sonucu gözler önüne serdi. O da, uluslararası anlaşmalarla ilgili bir mevzu. Biliyorsunuz İstanbul Sözleşmesi uluslararası bir anlaşma. O dönemdeki bütün partilerin oylarıyla geçirilmiş ve Parlamento’da imzalanmıştı. Herkesin arkasında durduğu bir mevzu. Cumhurbaşkanı Erdoğan, bir geceyarısı Resmî Gazete’de yayınladığı bir kararla, bu Sözleşme’den vazgeçti. Orada mesele sanki kadınların meselesi gibi algılandı. Siyasî partiler ve sivil toplum kuruluşları Danıştay’da dava açtılar. Hatta Meral Akşener, bir anlaşma nasıl yapıldıysa, o yolla çekilinmesi, yani bu çekilmeye Meclis’in karar vermesi gerektiğini söyledi. Fakat kadın hareketinin çok önemli isimlerinden Avukat Hülya Gülbahar, geçen hafta şunu hatırlattı: Uluslararası anlaşmaların, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ndeki yeni niteliğiyle ilgili bir tehdit olduğundan bahsetti. Bu tehdit bir hayli zamandır var. Çünkü uluslararası anlaşmalarla ilgili Meclis’teki yetkiler doğrudan Cumhurbaşkanlığı ofisine terk ediliyor. Bunu bu kadar anlatmamın sebebi, bu mesele sadece kadınlarla ilgili değil. Toplumsal muhalefetin siyaseti ve Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ni okuma, anlama, eleştirme, konumlama ve geleceği öngörme pratiğiyle, siyasî partilerinki birbirinden tamamen farklı. Siyasî partilerinkine baktığınız zaman, orada partiler arası bir rekabetin konuştuğunu ya da o rekabetin bir türlü konuşamadığını görüyorsunuz. 

Toplumsal muhalefete gelince: “Toplumsal muhalefet iktidarın yaptıklarına nasıl tepki veriyor, nereden tepki veriyor?” diye baktığınızda, inanılmaz bir çeşitlilik ve çoğulculuk görüyorsunuz. Çünkü hayatın içinden konuşuyor toplumsal muhalefet. Toplumsal muhalefet ya da sivil toplum diyeceğim, çünkü bu ikisi sanki birbirine düşmanmış gibi düşünülüyor. Sivil toplumdan bahsettiğimde STK’lardan değil, siyasî partiler dışındaki muhalefetten bahsediyorum; gayet siyasî, ama partileşmemiş. Dolayısıyla, partilerin kendi siyaset biçimlerine dâhil etmekte beceriksiz kaldıkları bir muhalefetten bahsediyorum. İstanbul Sözleşmesi’ni niye söyledim? Çünkü hayatın içinden muhalefet ettiğinizde, “gündelik hayatımıza; kendi aramızdaki ilişkilerimize; toprakla, suyla, çoluk çocuğumuzla, kurumlarla olan ilişkilerimize bu yapılanlar nasıl yansıyor?” diye baktığımızda, sahiden muhalefet edecek bir şey buluyorsunuz. O hikâye siyasi partiler arasındaki rekabetten çıkıyor ve ayakları yere basan bir muhalefete dönüşüyor. Muhalefet partileri bunu okuyor mu okumuyor mu kısmını galiba 2. tura bırakıyoruz. 

Ruşen Çakır: Evet, orada ele alacağız. 

Ayşe Çavdar: O zaman şimdilik bu kadarını söyleyeyim. Ama gelecek turda ne söyleyeceğime dâir bir ipucu vereyim. Muhalefetteki siyasî partilere baktığınız zaman, genellikle, “Çok zayıf. Toplumsal muhalefetin ne dediği belli değil. Zaten toplum örgütlenemiyor” diyorlar. Ben kadın hareketi ve Boğaziçi Direnişi’nin yanı sıra, İkizdere’yi de örnek verebilirim. Ama bir taraftan da, sosyal medya ve toplumsal muhalefet ne zaman ortak bir enerji yaratsa ve üst perdeden konuşmaya başlasa, Meclis’teki muhalefet de onun arkasında, oradaki bilinirlik ve görünürlükten pay almaya çalışıyor. Fakat biz siyasî partileri hiçbir zaman toplumsal muhalefeti güçlendirirken görmüyoruz. Sanki toplumsal muhalefetle, muhalefetteki siyasal partiler arasında da bir rekabet varmış gibi. Toplumsal muhalefetten siyasî muhalefeti görünür kılacak bir atak geldiği zaman, gidip oradan payını almaya çalışıyor; ama asla, oradaki bir hareketi güçlendirip onu siyasallaştırmayı aklına getirmiyor. Gelecek turda ben bunun üzerine konuşmak istiyorum.

Ruşen Çakır: Evet, o çok tartışmalı bir konuydu. Mesela “Partililer Boğaziçi Üniversitesi eylemine gitsin mi gitmesin mi?” ya da “Siyasî partiler kadın hareketi eylemine birey olarak mı gidecek, partili olarak mı gidecek?” tartışması yaşanıyor. 

Burak, sana özel olarak Boğaziçi Üniversitesi meselesini sormak istiyorum. Çünkü “Bunlar bir şey yapamaz” duygusu vardı. Melih Bulu’da da onu atayan Erdoğan’da da, Erdoğan’a Bulu’yu atama fikrini veren danışmanlarda da bu duygu vardı. Ama şu çok ilginç: Bir taraftan, salgın koşullarına rağmen, onun gereklerine göre eğitim aksamadı. Bir taraftan da direniş sürdü. Melih Bulu’nun çok bilmiş bir şekilde söylediği, “6 ay sonra her şey düzelecek. Hesabımı ona göre yaptım” sözünün üzerinden 6 ay geçti, ama bir şey değişmedi. Burada tabii ki Boğaziçi Üniversitesi’nin özgür koşulları mutlaka etkilidir; ama bu bize bayağı bir şey gösteriyor, öyle değil mi?

Burak Bilgehan Özpek: Evet. Doğrusu çok akıllı bir strateji izlediler, haklarını vermek lâzım. Çünkü bu iş başladığı zaman, muhtemelen meseleyi muğlâklaştırıp, Boğaziçi içerisinde de bir kamplaşma yaratıp, Melih Bulu’yu akademik yetersizliklerini gizleyecek şekilde konumlandırmayı amaçladı. Aslında, Melih Bulu’nun Boğaziçi Üniversitesi’ni yönetmemesi gerektiğini iddia eden birisi, onun yeteri kadar saygın bir bilim insanı olmadığını, başka insanların akademik çalışmalarını çalmış bir intihalci olduğunu ve kurum kültürü içerisinde yıllarını geçirmiş bu kadar insan varken dışarıdan yapılan bir atamanın, o kurumun otonomisine ve özgürlüğüne aykırı bir durum teşkil ettiğini söyleyecek. Bunlar akademik itirazlar. Dolayısıyla bu itirazları yapan insanlar, bir anlamda akademinin kendi otonomisini korumayı amaçlıyorlar. Fakat dikkat ederseniz, hükümet başından beri bu meseleyi çok farklı alanlara yaymaya başladı. Mesela, Boğaziçi Üniversitesi direnişi devam ederken, LGBT meselesi tartışıldı. Çünkü muhtemelen orada istenilen, akademisyenleri ve öğrencileri ikiye bölüp, Melih Bulu’yu bir şekilde meşrûlaştırmaktı. Biz öyle bir LGBT meselesi tartıştık ki, Kâbe resmi üzerinde bir LGBT gibi, kombo şeklinde bir operasyon yapıldı. Dolayısıyla, “Öğrenciler ikiye bölünür, akademisyenler ikiye bölünür ve biz de bu konuyu siyasal olarak, muğlak bir tartışmanın içerisine çekeriz. Melih Bulu yeteneksiz ve kapasitesiz bir rektör değil de, belirli bir grubun siyasî fantezilerinden dolayı istemediği bir rektör olur. Fakat arkasında hükümetin gücü olduğu için, o, yerinde kalmaya devam eder” gibi bir düşünce vardı. Buna karşı verilen tepki çok anlamlı. Mesela, akademisyenler 6 aydır her gün gidip sadece durarak, sessiz sedasız bir protesto yürüttüler. Hiçbirinde yıldızlaşma gayreti yok.  Biz bu akademisyenlerin ismini özellikle bilmiyoruz. Sözcü seçmediler, bir kahramanlaşma çabası yok. Romantik bir hikâye yok. Sadece işini yaparak var olan, emeğiyle var olan ve muhalefet yapmayı da bununla özdeşleştiren bir protesto şekli. Otoriter sistemler içerisinde en etkili muhalefet şekli nedir? İşimizi doğru dürüst yapmak. Timothy Snyder’ın Tiranlık Üzerine kitabında da vardı bu. Orta ve Doğu Avrupa rejimlerini incelediği zaman, en büyük tehlikenin işini namusuyla yapan insanlar olduğunu söylüyor. Yani, bir gazetecinin iyi gazetecilik yapması, bir akademisyenin iyi makaleler yazması. Bir iş adamının, hiçbir şekilde kamu kredisi peşimde koşmaması gibi. Otoriter hükümetler bunlardan çok rahatsız oluyor. Boğaziçi Akademisyenleri de, kendilerini çok fazla öne çıkartmadan, sadece yaptıkları işle gündeme gelmeye çalıştılar. Meseleyi, iki farklı siyasetin muğlak ve herhangi bir sonuç vermeyen, sadece güç ile çözülebilecek bir çatışmasından ziyade, siyaset üstü bir akademik kavram tanımladılar. Akademisyenliği, akademik olmayı siyasetin üstüne çıkartarak, tabirimi hoşgörün ama, Melih Bulu’yu 6 aydır şekilden şekle soktular. Melih Bulu 6 ay önce çok iddialı bir şekilde, iyi akademisyen olduğu düşünülerek Boğaziçi Üniversitesi Rektörlüğü’ne atandı. İlk atandığı günü hatırlıyorum. Hükümetin mensubu olmamasına rağmen, birçok insan “İyiymiş işte, birkaç yayını varmış, doktorası da Boğaziçi’ndenmiş” diyorlardı. Muhtemelen hükümet de Melih Bulu’nun iyi bir akademisyen olduğunu düşünüyordu. Fakat 6 ayın sonunda, bir üniversite içerisinde sadece özel güvenlik görevlilerini koordine edebilen bir pozisyona düştü. Bir rektörün, akademisyenleri, öğrencileri koordine edemediği, sadece özel güvenlik görevlilerini koordine ettiği bir durum düşünün. Şu anda Boğaziçi Üniversitesi’nde bu yaşanıyor. Bu da, akademisyenlerin yürüttüğü bu akıllı direniş stratejisi ve öğrencilerin, kendi içinde çözülmeden üniversitelerinin otonomisine sahip çıkmaları sayesinde yaşanıyor. 

Ancak orada bir tehlike vardı, bunu tartışabiliriz: Boğaziçi Üniversitesi’ndeki rektör atamasına nasıl tepki verileceği ilk günlerde çok tartışmalıydı. Mesela, Boğaziçi Üniversitesi’ne Melih Bulu’yu rektör olarak atamaya, kampüs önünde DHKP-C marşı söyleyerek tepki veremezsiniz. Bu, kaybedeceğiniz çok açık olan bir savaşın başlangıcı olur. Bu tam da Melih Bulu’nun görmek istediği bir şeydir. Çünkü arkasına popüler bir desteği alabilir. Meselenin aslında kendi akademik yetersizliğinden kaynaklanmadığını, siyasî bir şımarıklıktan kaynaklandığını söyleyebilir. Ya da, mesele başka şekilde siyasetçilerin iştahını kabartabilir. Kampüse gidebilirler, kendi tabanlarına sinyal verebilirler. Bu da meselenin hükümetin istediği mecralara gitmesine sebep olur. Bunu karıştırıyoruz. Yani “Bu hükümete yarar” meselesi bu noktada çok karıştırılıyor. Protesto, kendiliğinden hükümete yarayan bir şey değil. Akıllı protesto hükümeti mahveder, akılsız protesto hükümetin işine gelebilir. Dolayısıyla doğru protesto tekniğini, doğru direniş tekniğini bulmak gerekiyor. 

Ben siyasî sebeplerden dolayı 1,5 sene önce işimden uzaklaştırıldım ve bunu da kamuoyuna duyurdum; hepiniz biliyorsunuz. Bu meselenin arka planı da siyasî bir meseleydi. Yaptığım yorumlardan dolayı 1 gecede keyfî olarak işten çıkartıldım. 4 tane tweet yazdım; akademik yetersizliğimin olmadığını CV’mi koyarak ispat ettim. Ahlâka mugâyir bir davranışımın olmadığını kamuya açık olarak söyledim; itirazı olan gelip itiraz edebilirdi. Herhangi bir kovuşturma ya da soruşturma olmadığını söyledim; o da itiraza açıktı. Geriye sadece siyasî bir sebep kalıyordu ve bu siyasî sebebi söylememiştim. Siyasî parti temsilcileri bir şey yapabilir miyiz diye telefon açtılar; onları elimden geldiği kadar durdurmaya gayret ettim. Mümkün mertebe, öğrencileri, akademisyenleri ve entelektüelleri bu sürece ortak etmeye çalıştım. Hemen arkasından da davayı açtım. Çünkü mesele siyasallaştığı zaman, yüzlerce, binlerce Aktrol meselenin içine girebilir, AK Parti bu işi yenme yenilme mekanizması içinde algılayabilir. Günün sonunda işime dönemeyebilirim. Bence şimdi Boğaziçi Üniversitesi akademisyenleri ve öğrencileri, hoyrat bir siyasete karşı, kendisini siyaset üstünde konumlandıran bir akademi dikotomisine oturtarak benzer taktiği uyguluyor. Ondan dolayı başarılı olacaklarını düşünüyorum. Melih Bulu’nun şu anda bulunduğu nokta, zinhar, hükümetin de çok görmeyi arzu ettiği bir nokta değil. Meselenin bir kaç ay içinde çözülüp, her şeyin yerli yerine oturacağını, bir meşrûluk zemini yaratacağını düşünüyorlardı. O meşrûluk zemini şu anda Melih Bulu için yok; bahçeyi bekliyor, binaları bekliyor ve sadece özel güvenlik görevlilerini koordine edebiliyor. Onun dışında hiç kimseye hükmünü geçiremiyor. 

Ruşen Çakır: Melih Bulu’nun ilk başta medyaya çok cevval bir şekilde çıkması, sürekli röportajlar vermesi aslında tam da öyleydi. Ama şimdi hiç ortaya çıkmaması, fotoğraf vermemesi, aslında yenilgiyi kabul ettiğini gösteriyor. Artık öyle bir duruma geldi ki, kendisi istese bile istifa edemez duruma geldi. Çünkü onun istifası, aynı zamanda iktidarın mağlubiyeti kabul etmesi anlamına geleceği için, kendi kendine esir oldu.

Kemal, şimdi 2. tura geçelim. Senin demin bıraktığın yerden, “Toplumsal hareketle siyasetin buluşma noktası, mevcutla ilişki, mevcudu tartışabilme meselesi”nden başlayalım. Toplumsal muhalefetle siyasî muhalefeti nasıl birbirinden ayırabiliriz bilmiyorum; ama Parlamento’daki partiler, ya da Gelecek Partisi, DEVA Partisi gibi Parlamento’nun dışında olan partilerle sorunlu bir ilişki olduğunu düşünüyorum. Ya da bir ilişkisizlik var. Hatta kimileri de bu ilişkisizliğin iyi olduğunu söylüyor. Ne dersin?

Kemal Can: Şöyle bir şey var. Siyasetin toplumsal muhalefetle ya da Ayşe’nin söylediği gibi sivil toplumla veya hayatta olup bitenle ilişki kurma açısından, bazen birbiriyle çelişen iki fonksiyonu var. Biri, dediğimiz gibi mevcut içerisinde, bazen hukukî mücadele ile bazen Meclis’te yapılanlarla, bazen yasama faaliyetiyle, bazen denetleme faaliyetiyle, mevcudun içindeki optimum çözümleri, faydayı çıkartmak ve temsil ettiği çeşitli kesimler için bu faydayı rasyonel biçimde hayata geçirmek gibi bir fonksiyonu var. Bir de, hep konuşulan, mevcutta, olmakta olanın kaynağı olarak, problemlerin çözümüyle ilgili öneriler geliştirmek, yine bunu toplumsal kesimlerle ilişkilendirmek. Bu ikisi zaman zaman birbirine karışıyor. İbre birine çok kayıp, tamamen öyle akıl yürütme hâline dönüştüğünde, siyaset bir tür esnaflığa dönüşüyor. Mesela, biraz önce Burak’ın söylediği gibi, “Protesto kendi başına şöyle sonuç doğurur” diyecek bir şey yoktur. Protestonun yapılış biçimi, ilişkilenmesi, bağlamı, kullandığı yöntemler farklı sonuçlar yaratabilir. Ama sadece oluşacak riskler üzerinden akıl yürütüyorsan, mevcuda sıkışırsın. Ama imkânlar açısından düşünmeye başlarsan, değişime ve potansiyele ilgi göstermeye başlarsın. Bu denge Türkiye’de çoğu kez birbirine karışıyor. Siyasî akıl, iktidarın kendi başına kurduğu değil, 40-50 yıldır kurulmuş siyasete biçilmiş dar alanın önerdiği bu risklerden kaçınma üzerine kurulu bir siyasî dile oturuyor. Bu yüzden de siyasette reklamcılar siyasetçilerden daha etkili. Çünkü basit akıl yürütme, basit fayda öncelikli bir şeyde… 40 yıldır… Hani şimdi, “Bu siyasetçiler siyasetin içine ettiler” diyorlar ya? Siyasetin içine edenler, tıpkı siyaset siyasetçilere bırakılmayacak kadar önemli bir şey olduğu gibi, siyaseti imha işi de sadece siyasetçilerin becerebildiği bir şey değil. Buna çok kuvvetli bir katkı var ve bunun bir sürü arka planı var. Mesela Boğaziçi Üniversitesi örneği özel bir örnek. Burak uzunca anlattı. Aynı zamanda komşum olan Boğaziçi Üniversitesi’nden iki profesör tanıdığım var. Birkaç gün önce onlarla bir sohbet ettim; şunu anlattılar: Melih Bulu, Boğaziçi Üniversitesi’ni bir fütuhat hamlesiyle ele geçirmek için uygun bir aktör değildi. Şimdi de daha kuvvetli, rijit hamleler yapacak, daha sert biriyle gelirler. Burada düşündükleri şey, “Bu Boğaziçililer zaten elit, yumuşak adamlar. Fazla bir şey olmaz. Aslında biz buraya gayet rasyonel bir mantıkla gidiyoruz. Burayı bir proje üniversitesine çevireceğiz. Bunu bir iktisadî akılla paketleyebiliriz. Melih Bulu da daha önceki görevlerinde böyle işler yapmış. Buna yatkın, işletme kafalı bir adam.” Böyle bir akılla geldiler. Direnç görünce de, “yok LGBTİ, yok DHKP-C, yok Kürtler de vardı, yok elitler grubu” gibi bildik üç beş düğmeye basıp, “Kamuoyu desteğini keseriz” diye düşündüler. “Zaten muhalefet, ‘Aman ha! Biz bulaşmayalım’ diyecek. Bunlar da geri basar, böylece iş bir süre sonra hallolur.’’ Ama iş öyle olmadı. Sonrasında bildiğimiz süreç işledi. 

Bu hafta, Boğaziçi’nden kalabalık bir heyet Ankara’da muhalefet partileriyle görüşüyor. Tam da bizim tartıştığımız şey: Alandan özneler Ankara’ya politik aktörlerle konuşmaya gittiler. Burada çok önemli bir şey var. Burada yöntem, tıpkı protesto yöntemleri gibi, siyasetin protesto alanlarıyla, toplumsal muhalefetle, sivil toplumla ilişkiye girme biçimi konusunda farklı yöntemler ve yürütülecek akılla ilgili çok çeşitli seçenekler var. Muhalefet partisi aktörlerinin bir alanda, gelip o sahneyi kapıp, o sahnede gerçek öznelerin önüne çıkıp, Boğaziçi Üniversitesi’nin içinde, Soma’nın bilmem neresinde, şurada burada önde olup, orayı sanki onların arkasındaki birileri organize ediyormuş havası vermesi, sadece iktidar burayı kullanacağı için değil, oradaki öznelere haksızlık olduğu için de doğru bir şey değil. Kimsenin de bunu istediği yok. Ne Boğaziçililer, ne Soma’dakiler, ne kadınlar… “Partiler bütün gruplarıyla önümüze geçsinler, biz de onların arkasından yürüyelim” diyen kimse yok. Dolayısıyla şu önemli: Burada bu hareketleri politik alana taşımak, burada olanın politik bir mesele olduğunu söyleyecek aktörler olmaları önemli. Yoksa orayı yönetmeleri, orada rol almaları, oradaki bütün eylemlerin en önünde görüntülerde yer almaları değil. 

Dolayısıyla “Muhalefet ne yapsın yani? Bütün milletvekilleri mi gitsin?” sorusu yanlış. Mesele bu değil çünkü. Bu, Boğaziçi’nde olan bir şeyin politik bir mesele olduğu, bunun politik alana taşınmasıyla ilgili bir yükümlülükleri olduğunun farkında olmalı. Bunun arasında dünya kadar fark var. Zaten tersi, iktidar bunu kullanacak diye değil; “Sizin ne haddinize? Siz mi yaptınız ki çıkıp sahnede başrolde görünüyorsunuz?” Bu, bazı basın açıklamalarında da vardır. Basın açıklamasını desteklemek için gelen siyasî parti temsilcileri birdenbire öne çıkarlar ve 20’şer dakika konuşurlar. Ama asıl olan, politik olarak bu hareketlerin yanında olmak, önünde ve arkasında değil. Peşinden gidip selden kütük kapma işi değil. “AKP’nin çok kuvvetli olduğu Karadeniz’de köylüler direniyor. Bu onların oradaki oy direncini kırar. Buradan selden kütük kapalım” yaklaşımı. Oradaki temel mesele, onların hâlâ AKP’ye oy verip vermemesinden bağımsız olarak, bir hakkın ve talebin savunusuyla ilgili bir mesele. Buradaki samimiyeti ve ilişkiyi doğru kurarsa, doğru muhalefet, doğru protesto yöntemleriyle kendini doğru ifade edebilirse… Bu, cümle kurarken bile öyle değil mi? Aynı şeyi kötü ifade edersen kötü sonuç çıkar. Protesto da böyle bir şey. Siyasetle toplumsal alanın ilişki biçimi de böyle bir şey. Ama burada problem şu: Risk var diye doğru yöntemi bulma çabasını bırakmak; sadece risklerden kaçınarak, “Onlar toplumsal alanda bir şeyler yapsın. Biz arada sırada ‘Onların yanındayız’ diyelim. Onlara bir şey olduğunda ‘Bu saldırı hepimize geldi’ diyelim; ama sahiden böyleymiş gibi davranmayalım” yaklaşımı, risksiz, doğru bir ilişkilenme biçimi değil. Mesela Boğaziçi örneğinde politik aktörlerin öne çıkmaması doğru bir şey. Ama onların öne çıkmaması, orayla doğru ilişki kurdukları anlamına gelmiyor. Çünkü Boğaziçi’ndeki öğretim üyeleri de, bir başka biçimde bir ilişki kurulması gerektiğini düşündükleri için bu hafta Ankara’dalar. Evet, yanlış bir ilişki kurmuyorsunuz, ama doğru bir ilişki de kurmuyorsunuz; doğru ilişkinin peşini de sürmüyorsunuz. Asıl problem bu. 

Allem ettim kallem ettim lâfı gene muhalefete getirdim. Diyeceğimi de dedim. 

Ruşen Çakır: Seni dinlerken aklım şöyle bir şey geldi. Yılını hatırlamıyorum, ama AKP iktidarının ortalarındaydı sanırım, fındık fiyatları düşük olunca Ordu’da, Giresun’da bayağı gösteriler oldu; yollar kapatıldı, protestolar yapıldı, ortalık yıkıldı filan. Ardından, kısa bir süre sonra bu protesto yapılan yerlerde AKP’nin oyları artmıştı. Soma’da da öyle olmadı mı zaten?

Ayşe Çavdar: Ama Soma farklı. Soma Karadeniz’deki gibi değil gerçekten. 

Kemal Can: Ama buralarda ilişkilenme biçiminde bir problem olduğu için, biraz saman alevi gibi, o sırada sıcakken ilişki kurup, ama o ilişkinin sürekliliği kurulamadığı için, o şey siyasî bir sonuca dönüşmüyor. En temel anahtar şu: Yanlış yapmaktan kaçınmak doğru yapmak değildir. Yanlıştan kaçınmak gerekir, ama doğruyu da aramak gerekir. Yanlıştan kaçınıyorsan doğruyu yapmış olmuyorsun; bir şeyi eksik bırakmış oluyorsun. 

Ruşen Çakır: Yani hiçbir şey yapmamış oluyorsun. Ayşe, demin senin söylediklerin Kemal’in söyledikleriyle de çok bağlantılı. Parlamento’daki muhalefetle toplumsal muhalefetin bir tür rekabetinden bahsediyordun. Kaldığın yerden devam edebilirsin.

Ayşe Çavdar: Ben bunları ne olarak söyleyeceğim? Gazeteci, akademisyen filan bunları bir kenara bırakıyorum. 1999 depreminden itibaren, hayatımda toplumsal muhalefetin bir parçası ile hareket etmediğim bir dönem olmadı. Deprem için sivil koordinasyondan başlayıp, en son Türkiye’de iş cinayetleri ile ilgili olarak Bir Umut Derneği ile beraber hareket ediyordum. Dolayısıyla biraz saha gözlemi aktaracağım. Geçmişte kalmış gibi görünse de, saha gözlemini sivil toplum ya da toplumsal muhalefet tarafında kalarak aktaracağım. Sonda söyleyeceğimi başta söyleyerek özetleyeyim: AKP’nin cemaatlerle ilişkisi neyse, muhalefetteki mevcut siyasî partilerin sivil toplumla, toplumsal muhalefetle –bunları birbirini döven değil, birbirini tamamlayan şeyler olarak söylüyorum– kurmaya çalıştığı ilişki de o. “Onların cemaatleri var, cemaatlerin vakıfları var. Bizim arkamızda da birtakım dernekler, gruplar, inisiyatifler olsun” söylemi, 90 öncesi söylemini hatırlatıyor: Her partinin kendince bir sendikası var. Sendika başkanı ve ileri gelenleriyle konuştuğunda, neredeyse sendikanın tamamıyla konuşmuş oluyor filan. Ama 90’lardan itibaren sivil toplum ve toplumsal muhalefet çok değişti; parçalandı, daha demokratik bir nitelik kazandı. Bu da bir ara muhalefetteki siyasî partileri şaşırtıyor. Aslında bu AKP’yi de çok şaşırtmıştı. Hep söylüyorum ya? 99’da devlet yıkıldı. O enkazın altından iki şey çıktı. Biri AKP, diğeri sivil toplum. Sivil toplum ve AKP rekabet hâlindeydi. Siyasî partilerin hallerini hatırlayın: AKP’nin oy oranlarına yaklaşamıyorlardı bile. Ama AKP’nin karşısında sağlam bir sivil toplum hep oldu. Çünkü AKP sivil toplumu bir türlü kavrayamıyordu. Ta ki 2010’a kadar. 2010’da “İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti” meselesi oldu. Kusura bakmasın kimse, ama ben onu “kahrolası” diye anıyorum. Bu, enteresan bir şeydi. Sivil toplum temsilcileri, Avrupa’da ilgili yerlere müracaat edip İstanbul dosyasını verdiler. Dosya tamamlanmamış olmasına rağmen AB İstanbul’u kültür başkenti ilan etti ve İstanbul bir ayrıcalık kazandı. O aşamadan sonra, AB prosedürleri nedeniyle işin içerisine Kültür Bakanlığı’nın girmesi gerekti. Bir kısmımız, bu yolu açanlara “İstifa edin!” dedik. Çünkü sivil toplumun açtığı bir alana devlet girmiş olacaktı. Aslında bahsedilen para da muazzam paralar değil. Fakat arkadaşlarımız oradan çekilmediler.  Yıllardır şunu iddia ediyorum: AKP, seküler sivil toplumun zayıf noktasını 2010’da çözdü. 2010’dan sonra zaten sivil toplumun gerilediği, AKP’nin sivil toplumun açtığı alanlara kendi GONGO’larını yerleştirerek sızdığı ve oraları tükettiği bir dönemece girdik. Ondan beri de, sivil toplum daha çok, parçalı, yerel inisiyatiflerin olduğu –Bekir Ağırdır onları “Çoban Ateşleri” diye adlandırıyor–, onların bir şekilde birbirleriyle irtibatta oldukları, fakat merkez siyasette ilişkilenmekte zorlandıkları bir hâle geldi. Bu zorlanmanın sebebi siyasî partilerdir kanaatimce. Böylece sivil toplumun, toplumsal muhalefetin sözü, ihtiyaçları, hayatın içinden çıkan problemleri siyasîleştirme misyonu akamete uğradı ve bunun bedelini muhalefet de dâhil olmak üzere herkes ödüyor bence. 

Biraz önce söylediğim gibi, eski sivil toplumu arıyorlar. “Ben gideyim sendika başkanı ile

konuşayım. Her seçimde de o sendikadan bir iki temsilciyi milletvekili yapayım, onlar da söylesinler.” Özellikle CHP’nin kafasındaki sivil toplum ya da toplumsal muhalefet böyle bir şey. “Örgütlü ve güçlü değiller” dedikleri zaman da, “Benim gidip muhatap alacağım güçlü bir aktör çıkarmıyorlar. Çıkarsınlar, ben de gidip onunla konuşayım, herkesi birden bağlamış olayım. Eskisi gibi olsun” yaklaşımı hâlâ sürüyor. Sivil toplum ya da toplumsal muhalefet, yerel bazda, konu bazında, az önce kadın hareketinde de belirttiğim gibi sorun bazında eylem ve söz birliği yapıyor. Ama ortak bir siyasî angajmana girmiyor. Bu, sivil toplumun, toplumsal muhalefetin en güçlü tarafı ve partili muhalefetin anlayamadığı da bu. “Ben şimdi bunlarla ne konuşacağım?” Çünkü özellikle yerelde hikâye şöyle tezahür ediyor: Mesela, diyelim ki İl Başkanı merkeze gittiğinde, “Benim arkamda şu insanlar var” demek istiyor. Ama bunu söyleyebilmesi için, aynı zamanda masaya onların dertlerini de koyabilmesi gerekiyor. Fakat mevcut siyasî partiler, toplumsal muhalefetin bu çoğunluğunu, dert merkezliliğini, birleşip ayrılan, derdini müzakere eden yaklaşımını kendilerine adapte edemiyorlar. Çünkü kendileri o kadar demokratik değiller. Dolayısıyla, partinin bu yerel temsilcisi, “Ben şu kesimleri arkama aldım. Onların sorunu da bunlar” dediğinde, popülaritesi düşüyor. Çünkü siyasî partinin üzerine yük binmiş oluyor. Siyasî partinin istediği şey, “Sen orada ol. Bizi güçlendir. Arkamıza oy getir. Dertlerinizi de seçimden sonra yapabilirsek yaparız.” Tabii böyle olunca sürekli bir çekişme hâli doğuyor. Ben hem siyasî parti temsilcileri hem toplumsal muhalefet temsilcileriyle ilgili bir hayli tartışmaya katılıyorum. Siyasî partiler, “Toplumsal muhalefetin ne dediği belli değil. Bunlar yerel çıkar örgütleri” diyor. Ben bunda bir kötülük görmüyorum. Tabii ki yerel çıkar örgütleri olacaklar ve siyasî partiler de o yerel çıkar örgütleriyle bir şekilde ilişkilenecekler. Böylece toplam çıkar müzakere edilecek. Bunların hepsi zaten herkesin siyaseten yaptığı şeyler. Bir yerde örgütlendiğiniz zaman, bir derdi dile getirdiğiniz zaman, “Hep birlikte o derdi çözebilecek gücü arıyoruz” demektir.

Toplumsal muhalefet de siyasî partilerde şunu görüyor: Mesela iş cinayetleriyle ilgili mevzuda da gördüm bunu. “Bir yere çağırıyoruz. Geliyor. Mikrofonu istiyor. Orada çocuğu ölmüş kadın konuşacak. O mikrofon onun için kuruldu. Senin ne işin var?” Bunu sendika başkanları da yapıyor bu arada. Yani o alanı, kendisinin öne çıkacağı bir alan olarak görüyor. O yüzden toplumsal muhalefet, siyasî partileri itiyor. “Ben, yerelde formüle edilmiş, etrafında da bir siyasî potansiyel oluşturmuş bu problemi kendi siyasetime nasıl angaje ederim?” Meselenin önüne geçerek, arkasında durarak, içine girerek değil, “Ben burada formüle edilmiş problemi kendi siyasetime nasıl tercüme ederim?” sorusu yok. Bunun sebebini söyleyip bitireceğim. Az önce Kemal, reklamcıların siyasetçilerden daha çok öne çıktıklarını söyledi ya? Bunun sebebi şu: Siyasetin tamamen propagandaya indirgenmiş olması. Onun bütün olayı o sloganı bulmak. O sloganı bir bulsun, ondan sonrası yok. Böyle olunca da anket firmaları bir tür müşteri memnuniyetini, kamuoyunun o slogana gösterdiği duyarlılığı ölçüyorlar. Bizim bunca sorunumuz var. O sorunlar da toplumsal muhalefet içinde, sivil toplumda siyasîleşiyor tabii ki. Fakat oradaki siyasî potansiyel bir türlü, varmış gibi olan parlamenter siyasete ya da partili siyasete tercüme edilip götürülemiyor. Böyle bir kopukluk var. Bu kopukluk bize siyasî partilerden nasıl yansıyor? “Ay! Bir susun!” Yani herkes bir sussa, muhalefetteki siyasî partiler bir muhalefet yapacaklar ki inanamazsınız! Alıp götürecekler gerçekten. Sivil toplum konuştuğu, taleplerde bulunduğu, “Benim de şu derdim var. Şunu da anlatmak istiyorum. Gelip şu derdimle ilgilenmek zorundasın” dediğinde, siyasî partiler paralize oluyor. Çünkü onların derdi, “Ben bu derdi kendi siyasetime nasıl nakşederim?” değil; “Ben bu dertten nasıl bir oy alırım?” meselesi. O yüzden, siyasî partilerin söylediği cümleler yarım kalıyor ve ikna edici de olmuyor.  

Ruşen Çakır: Burak, aynı minvalde devam ediyoruz; ama ek bir soru sormak istiyorum sana: Siyasî muhalefet denilince sadece CHP ve HDP’den bahsetmiyoruz.  Bunun içerisinde İYİ Parti, DEVA Partisi, Gelecek Partisi, Saadet Partisi de var. En azından ben Millet İttifakı’nın potansiyel bileşenleri olarak görüyorum. Sonra ne olur bilmiyoruz, ama şu hâliyle baktığımızda muhalefetteler. Şu anlamda söylüyorum: Toplumsal muhalefet denildiğinde akla sol ya da Kürt hareketi gelir. Türkiye’de, sağın, toplumsal muhalefet konusunda tarihte de çok etkili bir şekilde olmadığını görüyoruz. Hatta kuşkuyla yaklaştığı yolunda da rivayetler var. Bu günümüzde de geçerli mi? İYİ Parti’nin, DEVA ve Gelecek partilerinin, Boğaziçi Direnişi’ne, kadın hareketine, sokağa bakışı diğerleriyle aynı mı? Bu bir sorun potansiyeli taşıyor mu?

Burak Bilgehan Özbek: Çok iddialı bir soru sordun Ruşen Ağabey. Ben şimdi buna nasıl cevap vereyim? Şöyle bir şey var: Problemin, genel olarak muhalefetteki sağ partilerden değil de, ittifak kurmak zorunda olan muhalefet partilerinin kendi ideolojik tutkularını, kendi normatif ilkelerini bir süreliğine askıya alma zorunluluğundan doğduğu kanaatindeyim. Çünkü bunlar bir şekilde vurgulandığı zaman, muhalefetteki siyasî partilerde ittifakın bir şekilde bozulabileceği endişesi ortaya çıkıyor. Dolayısıyla toplumsal hareketler dendiği zaman aklımıza hep sevimli hareketler gelmesin. Mesela Türk sağının içerisinde, çok sevimsiz gelebilecek toplumsal hareketlere rastlayabiliriz. Sağ partilerin amacı, bu toplumsal hareketleri siyasetin gündemine taşımaktan ziyade, onları engellemek de olabilir ve bundan dolayı onlara da teşekkür etmek zorunda kalabiliriz. Meselenin bir de böyle bir boyutu var, bunu da söylemiş olalım. 

Siyaseti bir duyguyla yapma meselesi bir süredir tartışılıyor. Ayşe Çavdar maalesef bu konuda çok öne çıktı. Kemal Can da söylüyor bunu. Ben de burada bir kamplaşma tehlikesi sezdim. Asıl tehlike Ayşe Çavdar’ın veya Kemal Can’ın söylediği değil, sanki siyasî kurumsal muhalefet bir tarafta, toplumsal muhalefet bir tarafta gibi bir kamplaşma tehlikesi sezdim. Muhalefet açısından bu çok büyük bir tehlike; çünkü bunu kollayanlar da var. Mesela toplumsal muhalefet çağrısı yapan entelektüelleri topa koyma ya da hedefe koyma konusunda çok hevesliler farkındaysanız. Bu hoş bir şey değil. Çünkü bu insanlar gerçekten demokrat insanlar. Kendi siyasî kariyerleri için bir şey söylemiyorlar. Dikkate alınması lâzım. 

Son zamanlarda bunun nasıl aşılacağı yönünde biraz kafa yoruyorum. Türkiye’nin şartları aslında çok ortada. Çok objektif bir devlet yok. Mesela, bir protesto yaparken karşınıza çıkan polis, 657 sayılı Devlet Memuru Kanunu’na tâbi. Bütün Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına eşit muamele yapmak için orada olan bir polis değil. Aslında çok partizan bir kolluk kuvveti var orada. Bu bir gerçek; bunu cebimize koyalım. Sosyal hareketler toplumsal tabana o kadar da sahip olmayabilir. Üşenmedim, A101 işçilerinin grevi üzerine çekilen alternatif medya platformlarındaki YouTube yayınlarına baktım. Gerçekten içler acısı; 200-300 kişi izliyor. Sosyal medyaya yayılsaydı bu, insanlar muhtemelen sinyalcilik yapmak için sürekli böyle şeyler yazarlardı. Ama bu insanlar çıkıp dertlerini anlatmışlar ve toplamda 1200 kişi izlemiş. Çok ilginç bir şey. Bizim Medyascope’taki yayınlar, yani bu mecraların en çok izlenen kanallarından bir tanesi. Bakıyorsunuz, kurumsal siyasî partilerin işlerinin tartışıldığı programlar çok izleniyor, fakat daha toplumsal meselelere temas eden programlar çok fazla izlenmiyor. Bu toplumsal muhalefetin tabanı büyükşehirlerde fazla olabilir; ama taşrada bu kadar büyük bir taban yok. Büyükşehirlerdeki tabanı da biraz sınırlı. Bu da bir gerçek. 

Bir de, bu toplumsal muhalefet meselesi manipülasyona da çok açık. Çünkü çok hızlı hareket ediyor. Toplumsal muhalefet grupları aslında çok hızlı karar alan, çok hızlı cevap veren gruplar. Bu açıdan kurumsal partilerden farklılar. Çünkü kurumsal parti son derce hantal bir yapıdır; bir şeyi değiştirmek çok zordur. İnsanlar kurumsal partilere para vermiştir, oradan iktidar umarlar. Birtakım güç ilişkileri vardır. İnanılmaz saçma sapan bir karmaşa var orada. Ama toplumsal muhalefet grupları çok daha hızlı hareket ederler. Bu hızlı hareket de bir şekilde manipülasyona cevaz veren bir nitelikte. 

Öte taraftan, kurumsal muhalefetin de kendine özgü, son derece abuk, Türkiye’nin mevcut konjonktüründe hiç muhatap olmamamız gereken sorunları var. Mesela son zamanlarda Deniz Baykal’ın Korkmaz Karaca ile ilişkisini tartışıyoruz. Dün Kemal Kılıçdaroğlu bir açıklama yaptı ve o konuda bir pozisyon alamadı. Kılıçdaroğlu bu konuda niye pozisyon alamıyor? Çünkü Tayyip Erdoğan da Sedat Peker’in açıklamalarıyla ilgili pozisyon alamıyor. Aynı sebepten; birçok taşı yerinden oynatmaktan korkuyorlar. Toplumsal muhalefet bu tip hesapları algılayamıyor. Çünkü insanlar mevcut durumda haklarının, hakları bir kenara bırakalım, canlarının tehlikede olduğunu düşünüyorlar ve siyaset kurumundan bir soğuma geliştiriyorlar haklı olarak. Dolayısıyla, kurumsal muhalefetin de belki ontolojik, belki Türkiye’ye özgü bazı sorunları var. 

Peki, bunun nasıl aşacağız, onu konuşmak lâzım. Benim bulduğum bir çözüm var ki biraz önce Ayşe onu söyledi. Bence onu uzun uzadıya tartışmak gerekiyor. Bir hak savunusu ya da bir çıkar savunusu, hızlı bir şekilde siyasetin konusu oluyor Türkiye’de. Biz toplumsal muhalefetten bahsediyoruz ama bir de toplumsal iktidar meselesi var. Yani, iktidar da kendi toplumunu bir şekilde siyasete ortak etmeyi çok istiyor. Dolayısıyla, toplumsal muhalefet ile toplumsal iktidar, yani bütünleşmiş ve bir şekilde sivilleri de kendisinin uzantısı hâline getirmiş iktidar ikilemi, aslında hükümetin tam da istediği bir şey. Hani Kemal Can’ın “konsolidasyon” diye hep dalga geçtiği şey, aslında gerçek bir şey. Çünkü hükümetin arzusu, sivilleri de hükümetin bir parçası hâline getirmek ve siyasallaştırmak. Allah aşkına bu kadar çok sivilin siyasetle ilgilenmesi normal bir şey mi? Bana mı acayip geliyor? İnsanlar bir hayatları yokmuşçasına, siyasî analist izliyorlar. İnanılmaz bir şey. Bu, muhalefette olduğu kadar hükümette de var. O yüzden, o ikilemi kırabilecek bir yol üzerine düşündüm ve bir çözüm buldum. Mesela İstanbul Sözleşmesi meselesine tepki veriliyor, tamam, ama bence siyasetçinin görevi biraz meta-siyaset yapmak. Yani, biraz bu kararın hakkında konuşmak. “Bir uluslararası sözleşmeden çekilme hakkını Cumhurbaşkanı’na veriyor mu? Dolayısıyla, bir uluslararası sözleşmeye katılma hakkını içerir mi?” gibi çıkışlarla, bu karar alma sürecinin kendisini hedefe koymak ve bu şekilde siyaseti, iktidarın güç aldığı gruptan ayrıştırmak, iktidarı çıplak bırakmak olabilir.  Mesela Boğaziçi Üniversitesi rektör ataması. “Hangi adaylar sizin önünüze geldi? Bu adayı niçin seçtiniz? Sırf rektör atama yetkiniz olduğu için, her insanı rektör atamak sizce mâkul mü?” gibi bir söylem geliştirilebilir. Siyasî partiler bu kavramsallaştırmayı, bu soyutlamayı yapıp bir siyaset üretebilirlerse, bence karşımızdaki iktidarın dikkatini de müthiş derecede dağıtabilirler. Mesela, geçtiğimiz hafta konuştuğumuz Kanal İstanbul meselesindeki “tiksindirici borç” meselesi. Hiç ummadığı yerden bir darbe ortaya koyuyor. Kanal İstanbul meselesini çevreciler protesto edecek, İstanbul’un sosyolojisi açısından tehlikeli olduğunu düşünenler protesto edecek. Bunlar tamam. Siyasetçi toplumsal muhalefetten farklı bir şey söylemeli ve iktidarı sınırlandırmalı. Bunun, kendisi için de mâliyetler üretebileceğini iddia ettiği zaman siyaset yapmış oluyor zaten. “Eğer bu borcu alırsanız, Türkiye Cumhuriyeti Hazinesi’nden değil, sizin kendi bütçenizden tahsil edilme ihtimali var” argümanını ortaya koymak önemli. Orada siyasetin bir rolü var. Dolayısıyla, toplumsal muhalefeti elinin tersiyle itmek ya da kurumsal siyaseti bir şekilde değersizleştirmenin ötesinde bir yol bulmak zorundayız. Bu mesele bir süredir alttan alta tartışılıyor. Hepimiz görmezden geliyoruz; yokmuş gibi davranıyoruz. Ama hayatın her alanında kendisini ortaya çıkartıyor. Bu nedenle, kurumsal partilerle toplumsal muhalefet arasında bir rol paylaşımını yapmak zorundayız. 

Ruşen Çakır: Kanal İstanbul örneğini ileride yine tartışabiliriz, çünkü çok câzip bir konu. Orada, toplumla siyasî partilerin ve tabii belediyenin rolü çok önemli. Büyükşehir Belediyesi, siyasî partilerle toplum arasında bir tür köprü gibi olabiliyor. Kanal İstanbul örneğinde koordineli bir şekilde giden başarılı bir muhalefet örneği var sanki. En azından ben öyle görüyorum. Kemal Kılıçdaroğlu ve Meral Akşener’in “O paraları ödemeyeceğiz” ısrarı, Ekrem İmamoğlu’nun “İzin vermeyeceğiz” tavrı, aynı zamanda birtakım sivil girişimlerin olması, aslında ilginç bir başarı potansiyeli taşıyan bir örnek gibi duruyor.

Ayşe Çavdar: Ruşen, kısa bir şey söyleyeceğim. Biraz önce sana, “Soma Karadeniz’den farklı” diye itiraz etmiştim. Neden farklı olduğunu söylemeyi unuttum, kısaca onu da söyleyeyim. Ben Soma meselesine, “O civarda ne oldu?” diye biraz baktım. Soma’da 301 kişinin öldüğü maden kazası, o bölgede özellikle Bergama’da tarımın bitmesinden kaynaklanır. Soma’da ölenler ve aileleri, Soma merkezde yaşayan insanlar değil. Civarda yaşayıp oraya taşınarak gelen insanlar. Soma merkez ise bütün o madenciliğin zenginleştirdiği bir yer. Dolayısıyla madenciliğin korunması o merkezin işine yarar. Soma’nın iktidara neye mal olduğunu ölçmek için, Soma’nın geniş etrafına bakmak gerekir. Çünkü dediğim gibi, o insanların madende çalışmaya mecbur bırakılması için, hem tarımın bitirilmesi gerekti, hem de o insanlar ölmeye, tazminatlarını alamamaya, büyük bir adaletsizlikle karşı karşıya kalmaya devam ediyorlar. Dolayısıyla, “Soma’da bu oldu, ama iktidar orada yine birinci parti. Halkımız böyle” gibi çıkışlar hakikaten gerçeği yansıtmıyor. Hem de gereksiz ve haksız bir karamsarlık üretiyor. 

Ruşen Çakır: Ayşe, bu uyarı için çok teşekkürler. O zaman programı burada bitirelim. Haftaya 15 Temmuz Darbe Girişimi’nin 5. yılını konuşacağız. Biraz uzun konuşmayı istiyorum, çünkü çok ciddi bir konu. Üzerine söylenecek çok şey var. Haftaya tekrar buluşmak üzere diyelim. Ayşe Çavdar, Burak Bilgehan Özpek ve Kemal Can’a çok teşekkürler. İzleyicilerimize de bizi izledikleri için teşekkürler. İyi günler. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.