Bu kanalda paylaştığım ilk uzun metraj çeviri Emil Cioran belgeseliydi. Yaklaşık altı yıl öncesinden bahsediyorum. Elbette ki Cioran ile ilgili bir kaydı yayınlamış olmam bir tesadüf değildi. Benim “ben” olmama katkı sağlamış kişilere ait bulduğum görsel ve işitsel kayıtları burada paylaşarak onlara karşı olan minnet borcumu ödemeyi istiyordum. Hatırı sayılır bir kalabalığın böyle şeylerle ilgileneceğini ummuyordum. Ben ile sevdiğim isimler arasındaki bir meseleden ibaretti her şey. Bir yandan zaman geçiriyor, bir yandan da beyhude bir azimle kayıtları tozlu raflardan indirip kanalda sergilemeye çalışıyordum.
Daha önce çeşitli mecralarda söylediğim gibi, bu anlamsız ve kişisel uğraş aslında dört yıl kadar sonuç vermedi. Bir sonuç vermesi veya bir yere ulaşması da gerekmiyordu aslında. Bu açıdan, başarılı bile sayılabilirdi kanal: Kalabalık bir pazar yerine gizlediğim mahrem bir günlüğümdü burası. Ancak gelgelelim, bu hayatta başarısızlığın getirdiği başarı hissi bile umulduğu kadar uzun sürmeyebiliyor.
Gelelim her zamanki o kadim soruya: Ben bunları neden anlatıyorum? Eğer hakiki bir cevap istiyorsanız: Bilmiyorum. Ancak günü kurtaracak, bizim burada bu denli oyalanmamızı meşru kılacak görünür sebeplerden bahsedeceksek, işin rengi değişir.
Bahsettiğim gibi, kanalın ilk uzun metraj çevirisi Emil Cioran’a ait bir belgeseldi, daha doğrusu tam olarak burada şu an yayınladığım bu belgeseldi. O halde, neden yeniden yayınlıyorum bunu? Sebebi basit: O zamanlar henüz altyazı kodlamasının inceliklerini tam bilmiyordum, videoları görsel veya işitsel anlamda iyileştirmiyordum veya video kalitesi üzerinde kafa patlatmıyordum. Uzun lafın kısası, epey toydum.
Geçenlerde Cioran üzerine bir şeylere bakınırken, yıllar önce paylaştığım belgeselin ses ve görüntü açısından oldukça kaliteli bir sürümüyle karşılaştım. Eski sürümde ses bozuktu, hatta kulaklıkla izlendiğinde ses sadece bir taraftan geliyordu, görüntü epey eskiydi, falan filan. Bu sefer elimde görüntüsü iyi olan bir kayıt vardı, sesi de fena değildi, ama yine de ufak bir düzenlemeden geçirip olabilecek en güzel hale getirmeye çalıştım.
Sonra altyazı kodlamasını baştan sona satır satır kontrol ederek düzenledim. Gözü olabildiğince yormayacak hale getirdim. Birkaç cümleyi düzenledim kontrol sırasında. Belki de hiçbir amaca hizmet etmeyen boş bir işle uğraştım son birkaç gündür, ancak yine de, tam da o eski günlerdeki bireysel hesaplaşma tadını yaşadım: Her şey bittiğinde, karşımda Cioran varmış gibi, anlık ufak bir gülümseme belirdi yüzümde. Bu hayatta daha fazla ne olmasını bekleyebilir ki insan?
Sizleri görsel ve işitsel olarak daha kaliteli olan bu sürüm ile baş başa bırakırken, belgeselin içeriği hakkında uzun uzadıya konuşmak istemiyorum. Cioran’ın çocukluğunu, o cennetsi yıllarını, sonra köyünden kopuşunu, faşizm batağına saplanışını, kendi kendini sürgün edişini, dilini, geçmişini ve tarihini terk edişini, çatı katındaki dairesini, pesimizmini, reddedişini, kendiyle bitmek tükenmek bilmez mücadelesini ve daha nice bildiğimiz, bilmediğimiz, bilmediğimizi bildiğimiz veya bildiğimizi bilmediğimiz şeyleri ele alıp karşımıza koyuyor belgesel. Birinci elden izleyip okumadığınız bir şey üzerine bir şeyler izleyip okumanın o kadar da anlamlı bir iş olduğunu düşünmediğim için daha fazla uzatmak istemiyorum.
Son olarak şunu eklemek istiyorum: Belgesel boyunca Cioran’ın kitaplarından yapılan alıntılarda mümkün mertebe Türkçe basılı kitaplardaki çevirileri olduğu biçimiyle koruyarak kullandım. Diğer bir deyişle, tırnak işareti içerisinde gördüğünüz kitap alıntıları, çoğunluğu Haldun Bayrı olmak üzere, farklı çevirmenlerin tercümeleridir.
Esen kalmanızı, ama ola ki kalamıyorsanız, esen kalmanızın olası olduğu bir evreni düşlemenizi salık veririm.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.