Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Gomaşinen (69): İki komşu meslek – Gazetecilik ve casusluk

Ruşen Çakır, gazetecilik anılarının bu bölümünde, gazetecilik ve casusluk arasındaki ince çizgiyi, geçmişten örnekler vererek anlattı.

Yayına hazırlayan: Gülden Özdemir

Merhaba, iyi günler. “Gomaşinen”in 69. bölümünde gazetecilik ve casusluk ilişkisini anlatmak ve kendi yaşadığım örneklerden bahsetmek istiyorum. Öncelikle sesimdeki farklılık, diş operasyonu geçirmekte olduğum için. Şimdiden özür diliyorum. Bu bölümü bir şekilde yapacaktım; ama şimdi yapmamın nedeni tabii ki geçtiğimiz günlerde eski asker Metin Gürcan’ın, DEVA Partisi kurucusu, Güvenlik Uzmanı Metin Gürcan’ın İtalya ve İspanya’ya casusluk yaptığı iddiasıyla tutuklanması. Bunun saçma bir suçlama olduğu kanısındayım. Çok yakından tanıdığım bir isim değil; ama kendisine atfedilen şeylerin, açık kaynaklardan derlenmiş birtakım kişisel analizleri olduğu ifâdesi bana inandırıcı geliyor. Ama bir siyâsetçi bunu yapar mı yapmaz mı bu bir tartışma konusu. Ama burada bir casusluk olmadığı muhakkak. 

Casusluk meselesi öteden beri hep ilginç bir olay olmuştur. İnsanların hep ilgisini çekmiştir, merakını uyandırmıştır ve üzerinde en çok spekülasyon yapılan konulardan birisidir. Zira casusluk, istihbaratçılık, zâten gizli yapılan bir şey. Gizli yapıldığı için de o gizli kişinin kim olduğu konusunda akıl yürütmek serbest oluyor ve özellikle de yaptığı hareketler sıra dışı olan, farklı olan, dikkat çekici olan kişilere ve özellikle de bizim gazeteci câmiasındaki insanlara, çok kolay bir şekilde casus yaftası yapıştırılabiliyor. Kimi zaman bu casus yabancı ülkelerin istihbârat servislerine ait olabiliyor; kimi zaman da o ülkenin, Türkiye’de yaşıyorsak tabii ki Millî İstihbarat Teşkilâtı’nın casusu olduğu yolunda suçlamalar, iddialar dile getiriliyor. Şahsen ben gazeteciliğe başlamamdan beri bu suçlamalara, farklı farklı kesimlerden farklı farklı gerekçelerle muhâtap oldum. Hâlâ oluyorum. Benim şunun ya da bunun elemanı olduğuma –yani onlar tarafından kullanılmak da değil, bayağı maaşlı bir elemanı olduğuma– inanan insanlar var. Ama ben kendimden eminim. Hayâtım boyunca böyle bir şey yapmadım, yapmaya da niyetim yok. 

Gazetecilik başlı başına bir meslek. Yanına başka bir meslek koymanın anlamı yok. Fakat şurası muhakkak. Gazetecilik ve istihbâratçılık, çok komşu meslekler. Zâten gazetelerin muhabirlerinin çalıştığı birimlere de istihbârat servisi denir. Sonra –bir zamanlar vardı, artık pek yok herhalde–, muhâberat servisi de vardır. Yani özellikle bu teleks vs. gibi, daha sonra faks gibi haberleşme cihazlarının kullanıldığı yerler. Birçok kavram birbirine benzer ve aslında hedefleri de hemen hemen aynıdır. Birtakım haber kaynaklarından birtakım bilgileri almaktır. Gazeteci de bunu yapmaya çalışır, istihbâratçı da yapmaya çalışır. Ama gazeteci, kendi gazeteci kimliğiyle yapmaya çalışırken; istihbâratçı başka kimliklerle yapar bunu —diyelim ki diplomat, diyelim ki iş insanı ve tabii ki çok sayıda gazeteci. Gazeteci herkese mikrofon uzatabilen birisi olduğu için, istihbârat servislerinin hep en gözde, en kullandıkları mesleklerden birisidir. 

Tarih boyunca, özellikle Soğuk Savaş dönemlerinde, devletlerin gazeteci kimliğinde dünyanın değişik yerlerine ajan yollamalarına tanık olduk. İstihbârat tarihi bunu gösteriyor ve bunun bâzıları, o kurumun bizzat bilgisi dâhilinde de olmuş. Yani bâzı kurumlar, Türkiye’de de olmuştur, Soğuk Savaş döneminde her iki tarafın da birtakım insanları, birtakım gazetelerin, televizyonların, radyoların vs. çalışanıymış gibi dünyanın değişik yerlerine gitmişler. Meselâ İngiltere’nin o meşhur Cambridge Dörtlüsü — sonra beşli, altılıya çıktı. Onların en önde gelen isimlerinden Kim Philby’nin de gazetecilik yapmışlığı var. Ama benim gözümde, dünyanın gelmiş geçmiş en büyük casusu, çok bilinmeyen bir isim: Richard Sorge. Bir Alman gazeteci. Aslında gazeteci değil; çünkü kendisi Sovyetler Birliği’nin ajanı, bir komünist. 1895 Bakü doğumlu bir kişi. Alman vatandaşı. Komünist ve komünist partiye üye etmeden bunu bir ajan olarak yetiştiriyorlar. Kendisi, 2. Dünya Savaşı sırasında, bir Alman gazeteci olarak müttefik Japonya’ya gidiyor. Orada gazetecilik yapıyor. Çok ilginç bir öyküdür onunki. Alman olduğu için Japonlar tarafından baş tâcı ediliyor ve Japonya’da kraliyet âilesinden insanların da olduğu çok güçlü bir istihbârat ağı kuruyor ve bütün bunları yaparken gazetecilik yapıyor bir yandan. Japon hükûmetinin sarayı tarafından en üst düzeyde ağırlanan birisi ve bu şebeke çok önemli bilgileri o dönem, Stalin’in yönetimindeki Sovyetler Birliği’ne savaş zamânında veriyor. Örneğin ilk verdiği, meşhur, Almanya’nın anlaşmaya rağmen Sovyetler Birliği’ne saldıracağı bilgisi – ki bu bilgi başka kanallardan da Moskova’ya gitmiş, ama Stalin buna inanmıyor. Ama daha sonra verdiği bir başka bilgi… O da şu: Almanlar’ın saldırdığı sırada, Japonlar’ın Sibirya üzerinden Sovyetler Birliği’ne saldırmayacağı bilgisini, istihbârâtını veriyor ve bu istihbârat sâyesinde o tarafı, yani diyelim ki doğu sınırlarını korumak yerine, güçlerini tamamen batıya kaydırıp, orada Nazi ordularını yenebiliyorlar.

Richard Sorge’yi nereden biliyorum? Zira NTV’de çalışırken bir istihbârat belgeseli hazırladık. Benim yönetimimde bir ekip tarafından. Zeynep vardı, Heves vardı ve prodüktörümüz Turgut vardı. Bunun da ilginç bir öyküsü vardır. Benim NTV’de çalışmamdan önce, o tarihlerin MİT Müsteşarı Şenkal Atasagun, NTV’den böyle bir şey istiyor; “İnsanlar bu istihbârat konularında çok câhiller, çok yanlış şeylere inanıyorlar. Bu konuda böyle bir şey yapsanız, biz de size destek olsak” diyorlar. O fikir daha sonra, ben NTV’de çalışmaya başladığımda, tekrar NTV yönetiminin başındaki Cem Aydın’ın aklına geldi. Ben NTV’de çalışmaya başlamıştım. Ama beni haber merkezi yerine, program bölümüne vermişlerdi nedense ve ben o program bölümünde yaptığım birkaç belgeselin ardından, bu belgesel önümüze kondu. Biz, Şenkal Atasagun’un dâvetiyle, belgeselin başındaki ben ve haber bölümünün başındaki Ayhan Bölükbaşı, Yenimahalle’ye MİT binasına gittik. Tabii benim için çok heyecanlı bir şeydi. Zira ben sol hareketten gelmiş birisiyim ve hayâtımız boyunca hep en büyük meselemiz; acaba içimizde ajanlar var mı? MİT bizi takip ediyor mu? vs.. Ve sonra siz MİT karargâhına gidiyorsunuz ve müsteşarın misafirhânesi gibi bir yerde, orada biz Ayhan’la berâber, Şenkal Atasagun ve MİT Basın Yayın Sorumlusu olan kişi oturduk; şöyle bir sahne, hiç unutmayacağım onu. Bu arada Şenkal Atasagun, Galatasaray Lisesi’nden. Benden çok büyük tabii. Bizim rahmetli Mehmet Ali Birand abinin sınıf arkadaşı. Benim de Galatasaraylı olduğumu biliyor tabii ve kim olduğumu da bilip bir şekilde uzaktan tâkip ediyor belli ki.

Ayhan’a dönüp şöyle dedi: “Sizin hakkınızda hiçbir şey bilmiyoruz. Önce siz kendinizi bir tanıtsanıza” dedi. Ayhan orada kısaca kendini anlattı. Sonra sıra bana geldi. Elinde birkaç sayfalık A4 kağıdıyla… Benim hakkımda çıkartılan notları okumaya başladı. Bir yerde çok acayip oldum. O da şuydu, dedi ki: “Şu tarihte Beyoğlu’nda, Galatasaray Lisesi’nin önünde, Rusya Başkonsolosluğu ya da Büyükelçiliği Ekonomi Ataşesi bilmem kiminle konuşmuşsunuz.” Birden jeton düştü bende. Çok acayip bir şey. 94 yerel seçimlerinin ardından, Refah Partisi’nin yükselişi ve Türkiye’de bir Refah Partisi merakı başlamıştı. Bir sosyal-demokrat vakfın –Beyoğlu’nda üst katta bir yerdeydi, şimdi hayal meyal hatırlıyorum– orada bir panele ben de çağrıldım; Refah Partisi’ni bilen birisi olarak, gazeteci olarak. Çok kalabalıktı. Tıka basa doluydu. Panel bitti. Bayağı uzun sürmüştü. Tam aşağıda Taksim’e doğru yürürken, Şenkal Bey’in bahsettiği o şahıs yanıma yaklaştı. Ağzı içki kokuyordu, gündüz vakti olmasına rağmen. Onu da hiç unutmam. Bana kırık bir Türkçe’yle, çok ilgisini çektiğini vs. filan söyledi, kartını verdi. Ben de başımdan savdım. Bir daha da aramadım, etmedim. İki dakika ayak üstü konuştuk, gitti. Beni değil de herhalde onu takip ediyorlar ve herhalde o kişi de istihbâratçıydı. Yani orada diplomat görünümlü bir istihbâratçıydı. Oradan da bir not düşmüş. 

Ama bizim hayatımız boyunca gazeteciler olarak, çok sayıda insanla, özellikle benim gibi kritik konularda çalışan, yani İslâmcılık, Kürt meselesi, Türk milliyetçiliği gibi konularda çalışan gazetecileri, diplomatlar, akademisyenler, yabancı gazeteciler bir şekilde ararlar. Ayrıca bir “Gomaşinen”de, bunun özellikle akademiyle ilgili kısmını anlatmak istiyorum. Bunların içerisinde master öğrencileri, doktora tezi yazanlar da vardır. Belli bir konuda araştırma yapanlar da vardır ve bunların bazıları muhtemelen istihbâratçıdır; ama hiç kimse kendisini istihbâratçı diye tanıtmadığı için ve siz de onlara böyle bir şeyi diyemeyeceğiniz için, konuşursunuz ve konuşurken de alabildiğine dikkatli olmaya çalışırsınız. Bugüne kadar, yani artık neredeyse 40 yıla yaklaşan bir gazetecilik hayatım var ve İslâmcılık çalıştığım andan îtibâren yabancıların çok sık aradığı, görüştüğü birisi oldum. Bunların içerisinde diyelim ki yüzde biri istihbâratçıysa, bayağı bir istihbâratçıyla görüşmüşüm demektir. Bunlardan birisini Şenkal Bey orada bana söyledi. 

Neyse, biz o belgeseli yaparken çok ciddî bir araştırma yaptık, istihbârat tarihini vs.. Heves ve Zeynep gerçekten çok iyi çalıştılar. Çok sayıda röportaj yaptık ve yayınlamaya başladık. Adı da Beşinci Kol’du. Beşinci Kol: İspanya İç Savaşı’nda düşman dört koldan gelirken, içerideki bir kol da dışarıya bilgi sızdırır, ona da Beşinci Kol denir. İstihbârat dünyasının çok önemli kavramlarından birisidir. Çok iyi bir belgesel yapıyorduk; ama sonra birden benim siyâset yapasım tuttu. Onu daha önceki “Gomaşinen”lerde anlatmıştım. Yeni Türkiye Partisi’nden aday olmaya niyetlenince, o belgeseli yarıda kestik. Ama o belgeselde çok şey öğrendim. İstihbârat zaten ilgimi çeken bir konuydu. Hakkında acayip şey öğrendim. Çoğunu şimdi unutmuş olabilirim; ama Sorge’yi asla unutmam. Yani gerçekten onun çok ilginç, hazin bir öyküsü vardır. Aslında istihbâratçıların kaderidir bu. Yakalanıyor. Sovyet ajanı olduğu anlaşılıyor. Sovyetler Birliği’ne onu kurtarması için bir fırsat tanıyor Japonlar. Ama birazcık uğraşsalar onu kurtarabilecekken, Sovyetler Birliği’ndekiler uğraşmıyorlar ve idam ediliyor. Yıllar sonra ya da birkaç yıl sonra, Sovyetler Birliği kendisiyle ilgili 5 kopeklik (Sovyet rublesinin alt birimi) bir posta pulu çıkartıyor hâtırasına. Çok hazin bir şeydi. 

Bu istihbâratçılık gerçekten böyle garip bir yer. Câzibesi muhakkak vardır ve tekrar dönecek olursak, gazetecilikle çok iç içe geçmiştir. Dünyada değişik örnekleri var. Çok sayıda gazeteci sınır dışı ediliyor. Türkiye dâhil birçok yerde, istenmeyen kişi ilân ediliyor vs.. Bunların arkasında hep böyle şeyler var. Ama yakın tarihimizde şunu çok iyi hatırlıyorum. Hatırlıyorum dediğim, hepimiz de biliyoruz aslında. Unutmuş olabiliriz. Fethullahçılar, AKP ile ilk savaşa başladıkları zaman, MİT krizi filan çıktığı zaman, çok acayip bir şey yaptılar. MİT’in, istihbârat teşkilâtının özellikle PKK kapsamında yerleştirdiği birtakım ajanları deşifre ettiler. Bunları gözaltına aldılar. Tutukladılar ve sonra MİT bunları kurtarmak için kimliklerini açıklamak, kabullenmek zorunda kaldı. Bunların bâzıları gazeteciydi. Bir tânesini yakından tanıyorum. Adını vermeyeyim şimdi, çok gereği yok. Ama bizimle, biz gazetecilerle Abdullah Öcalan üzerinden, onun hukukî durumuyla ilgili olarak irtibat kuran birisiydi. Bir başkası, tanımadığım ama bildiğim birisi de uluslararası ajanslarda çalışan ve Irak’ın kuzeyinde filan da çok faaliyette bulunmuş, dünya çapında sayılabilecek bir gazeteciydi. Bunları Fethullahçılar öyle bir şey yaptılar ki, deşifre ettiler, PKK/KCK davasına bir tür monte ettiler ve onlar sonra deşifre olmak zorunda kaldı. Başka örneklerinin de olduğu söyleniyor. Meselâ bir tânesi, yurtdışında yaşayan, Kürt medyasında çalışan ve beni –Osman Öcalan bahsinde söylemiştim, ama tekrar söyleyeyim–, beni Osman Öcalan’la röportaj yaptım diye ajanlıkla suçlayan birisinin de, iddiaya göre kendisinin çalıştığı yeri terk ettiği ve saklandığı söyleniyor. Onun da aslında istihbârat servislerine çalıştığı söyleniyor — gibi. 

Bunların hiçbiri şaşırtıcı değil. Hep zâten gazetelerde, çalıştığımız yerlerde de meslektaşlar arasında insanlar birbirlerinden şüphelenirler. Hep böyle dedikodular da olur. Bâzılarının da daha sonra gerçekten kimlikleri de açıklandı. Hattâ bir tanesi, şimdi adı unutuldu ama bir ara çok lâfı edilen birisini hatırlıyorum. Hürriyet Grubu bünyesinde çalışıyordu. O zaman Doğan Grubu yoktu. Daha sonra doğrudan Yenimahalle’de bizzat çalışmaya başlamıştı. Ya da yakın bir dönemde berâber gazetecilik yaptığımız bir arkadaşımız –ki ben kendisini ABD’de gazetecilik yaptığım dönemden tanırım, o öğrenciydi– birdenbire karşımıza Hakan Fidan döneminin MİT Basın ve Halkla İlişkiler Sorumlusu Daire Başkanı olarak çıktı. Şahsen ben dâhil birçok meslektaşımın yakından tanıdığı bir isim ve o zaman birden şöyle bir soru çıkıyor ortaya: Hep öyle miydi? Sonradan mı oldu? Bunların artık belli bir yerden sonra çok da fazla bir anlamı yok. 

Bana yönelik olarak, İslâmcılar’la ilgili çalıştığım için birçok kişi böyle bir muameleyi yaptı. Yani en azından, kesin emin olmasalar bile, “Acaba?” dediler. Bunu biliyorum. Bunu yüzüme söyleyenler de oldu. Meselâ Malatya’da bir panele gitmiştik. Abdurrahman Dilipak filan da vardı panelde. İhsan Süreyya Sırma vardı. Bir genç çocuk çıktı, bana alenen “ajan” dedi. Hiç kimse de bir şey söylemedi. Acayip bir ortamdı meselâ. Kalabalıktı. Salonun çoğu İslâmcıydı. Bu çok zor bir şey; ama bir yerden sonra çok fazla yapacak bir şey yok. Yani kalkıp da bir yerden belge alıp, bir zamanlar Süleyman Demirel’e mason dendiğinde kendisi belgeyle “ben değilim” diye kanıtlamaya çalıştığı söylenir, bunu böyle bir kanıtlama imkânı yok. Burada önemli olan, sizin mesleğinizden tâviz vermeden işinizi yapmanız. 

Ama tabii ki bu arada, işiniz gereği isteseniz de istemeseniz de, demin sözünü ettiğim Şenkal Atasagun örneğinde olduğu gibi, istihbâratçılarla bir şekilde yollarınız bilerek ya da bilmeyerek çakışıyor, karşılaşıyorsunuz. Burada, ilişkilerde en önemli husus bence: Mesâfe. Zâten gazetecinin dikkat etmesi gereken en önemli husus mesâfe. Gazeteci herkesle konuşabilir, herkesle tartışabilir; ama burada o mesâfeyi koruması, ilişkileri belli bir yerde tutması kaydıyla. Bu noktada yıllar sonra, yani Şenkal Atasagun’la olan görüşme sanırım 2001-2002, öyle bir tarih olması lâzım, 10 yıl sonra aynı yerde bu sefer Emre Taner’i gördüm. Emre Taner de Şenkal Atasagun’dan sonra 2005’te MİT’in başına geçen, içeriden yetişmiş, müsteşar yardımcılığından müsteşarlığa gelmiş çok değişik bir adamdı. Hâlâ yaşıyor tabii de, artık MİT’te değil. O anlamda diyorum, -di’li geçmiş zaman. Kızı da o sırada NTV’de çalışıyordu. Hatta biz Mirgün’le “Yazı İşleri”ni yaparken, bizim prodüksiyonumuzu yapıyordu. Ondan dolayı da ben hep ona, kızına, “Babanla bir tanışalım, konuşacak çok şeyimiz var” diyordum. Zira Emre Bey, özellikle Kürt meselesine çok hâkim birisiydi. Daha ilk, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Irak Kürtleri’yle bağlantısını kuran isimlerden birisi. Kendisinin Barzani’yle defâlarca konuşmuşluğu var. Sonradan kendisiyle tanıştığımda, Molla Mustafa Barzani’yi tanıyor ve şimdiki lider Mesud Barzani’nin çocukluğunu ya da ufaklığını bildiğini söylemişti bana. Belli ki kızı da iletiyormuş. O da en son artık emekli olmuştu. Devir-teslim yapacaktı ya da bırakıyordu yerini Hakan Fidan’a. Baktım şimdi: 26 Mayıs 2012’ymiş. O son günü beni çağırdı. Çok uzun bir sohbet ettik. Çok hoş bir sohbetti. Hâlâ aklımda ve orada bir kere daha görüyorsunuz aslında gazetecilikle istihbâratçılığın nasıl iç içe geçmiş meslekler olduğunu. Böyle çok uzun bir sohbetti. 

Tabii şunu da söylemem lâzım: Benim Galatasaray Lisesi’nden aynı dönem arkadaşım, ama yakın bir arkadaşım… Duyduk ki sonradan, MİT’e girmiş – ki kendisini görmedik sonra, çalıştıktan sonra. Böyle hep duyuyorduk efsâne şeklinde. Meğer bu kişi, bu arkadaş, aynı zamanda Emre Bey’in de yakından tanıdığı, sevdiği birisiymiş. Beni görmesinde belki o arkadaşın etkisi olmuştur. 

Orada da görüyorsunuz ki istihbâratçılıkla gazetecilik hakîkaten birbirine komşu. Ama iki taraf da açık söylemek gerekirse birbirine güvenmez. Güvenmemesi de çok normaldir ve galiba doğrusudur. Yani gazetecinin istihbâratçıya; istihbâratçının da gazeteciye… Özellikle gazetecinin istihbâratçıya güvenmemesi çok doğrudur. Çünkü istihbâratın en önemli ayaklarından birisi dezenformasyondur. Yani istihbâratçılar bilgi temelinde çalışırlar ve olmadığı yerde bilgi yaratırlar ve bunu yayarlar vs.. Dolayısıyla oradan, o kanallardan gelen birtakım bilgilerin ne kadar doğru olduğunu ve de ne amaçla sızdırıldığı vs. meseleleri tartışmalı bir konudur. Dolayısıyla buradan gelen şeylerin, doğrudan ya da dolaylı gelen bilgilerin filtrelenmesi gerekir. 

Özellikle şunu görüyoruz: Geçmişte Fethullahçı yayın organlarının, bugün havuz medyasının yaptığı yayınlar, tamâmen sıfır filtreyle yapılıyor, verilen tüm bilgileri aktarıyorlar. Meselâ en son Metin Gürcan’la ilgili verilen bütün bilgilerin, sızdırılan şeylerin hepsinin, olduğu gibi, sorgulanmadan konmasına tanık oluyoruz. Bu arada bir şeyi daha vurgulayalım. Türkiye’de MİT’in dışında da istihbârat birimleri var. Ordunun var. Hâlâ eskisi kadar güçlü mü bilmiyorum; ama ordunun yani Türk Silâhlı Kuvvetleri’nin başlı başına bir güç ve en egemen güç olduğu dönemde, hem MİT üzerinde çok ciddî bir denetimleri vardı, hem de kendi ayrı istihbârat birimleri vardı. Hâlâ var da, eskisi kadar etkili mi bilmiyorum. Bir de Emniyet İstihbârat. Emniyet İstihbârat da yakın bir zamanda kurulmuş; ama çok hızlı bir şekilde gelişmiş. Özellikle teknik-tâkip konularında, teknoloji konularına çok gelişmiş bir yapı. Bu yapı da Fethullahçılık olayıyla berâber çok ciddî yara aldı. Şu hâliyle ne durumda bilmiyorum; ama onların da eski etkilerini kazanmaya başladıkları, hattâ kimi durumda MİT’le rekabet içerisinde ya da farklı çizgilerde olabildikleri söyleniyor ve burada da şunu özellikle vurgulamak lâzım: 

Bu kurumların her biri, haber toplamanın dışında haber yayma gibi birtakım işler yapıyorlar ve burada medyaya ihtiyaçları var. Tabii eskiden medya deyince akla sâdece gazeteler, televizyonlar, radyolar geldiği için, daha çok biz gazetecilere ihtiyaçları oluyordu. Ama şimdi sosyal medya da başlı başına öne çıktığı için, hattâ daha öne çıktığı için, hiç gazeteci kullanmadan da kendileri, sırf birtakım insanları görevlendirerek, bunu pekâlâ sosyal medya üzerinde gazeteciye ihtiyaç duymadan yapabiliyorlar. Çok uzattım farkındayım; ama bu konuda çok şey var anlatacak. Yani benim tanık olduğum, duyduğum, yaşadığım… 

Meselâ Graham Fuller… Bir zamanlar CIA’in Ortadoğu’da çok etkili bir ismi olan, Türkiye’yi çok yakından bilen Fuller’le bir tanışmam var. Onunla olan muhabbetimiz vs. var. Onları da başka bir “Gomaşinen”de anlatmak isterim. Çünkü Graham Fuller gerçekten ajan olduğunu bildiğim biri. Ama ben onu tanıdığımda emekli olduğunu söylemişti. Öyle miydi? Galiba öyleydi; ama o konulara çok hâkimdi hâlâ. İlgi alanlarını muhâfaza ediyordu. Onu ayrı bir yerde anlatmak isterim. 

Çok da fazla uzatmayayım. Metin Gürcan’ın casus olduğunu filan hiç sanmıyorum. Birçok kişinin, Osman Kavala’nın da casus olmadığı zâten alenen ortada. Bu iki olay da bize gösteriyor ki, casusluk öyle bir suçlama ki, kime söylesen, nasıl söylesen bir şekilde karşılık bulabiliyor. İnsanların bir kısmı inanabiliyor. Meselâ ben burada, “Ya, böyle bir şeyle ilişkim yok; ama hayâtım boyunca bana bunu yapıştırdılar” diyorum. Ama bazıları da “Tabii, tabii…” diye sinsi sinsi gülüyordur. Olabilir. Ben gazeteciliğimden eminim. İstihbâratçılar da benim istihbâratçı olmadığımdan eminler. Ondan sonrasını, artık üçüncü şahısların ne düşündüğünü belirlememiz çok da mümkün değil. Evet, söyleyeceklerim bu kadar. İyi günler…

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.