Ruşen Çakır, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde (TBMM) dün (8 Aralık) yaşanan gerilimden hareketle İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun siyasetteki serüvenini değerlendirdi.
Yayına hazırlayan: Alpgiray Selim
Merhaba, iyi günler. Bugün aslında benim ve esas olarak tabii ki Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın favori bir konusu var: Yastık altındaki paralar. Onu konuşmayı düşünüyordum, hâlâ düşünüyorum. Birtakım rakamlar çıkartıyor arkadaşlar; akşama doğru onlardan hareketle bir yayın yaparım herhalde. Çünkü Erdoğan, ben bildim bileli, başbakanken de cumhurbaşkanıyken de ne zaman sıkışsa hemen yastık altındaki paralara, dövizlere çağrıda bulunur ve böylece sorunları atlatacağını düşünür. Bunu bilâhare konuşacağım, ama Süleyman Soylu’nun dün Meclis’teki görüntüleri, söyledikleri, hareketleri vs.. Bütün bunlar bu yayını mecbur kıldı. Daha önce çok sayıda Süleyman Soylu yayını yaptım, bugünkünden sonra da herhalde yaparım; ama bu birazcık final öncesi gibi; çünkü başlıkta da bir intihardan bahsediyorum. Artık Süleyman Soylu’nun bir siyasî geleceği olduğu kanısında değilim. Başlığı aslında şöyle de yapabilirdim — çok uzardı: “Bir zamanlar istikbal vaat eden” –ki o bir zamanlar çok da geçmiş değil–, “yakın bir geçmişe kadar istikbal vaat eden bir siyasetçiydi.”
“MHP’nin mi başına geçecek, AKP’nin mi başına geçecek? İki partiyi birleştirip onların mı başına geçecek?” derken, adım adım kredisini kaybeden ve yapabildiği tek şey bağırıp çağırmak ve tehdit etmek olan, siyaset üretmekten iyice uzaklaşan bir siyasetçi profili var karşımızda. Dün Meclis’teki görüntülerini görenler görmüştür: Hep bir nefret, bağırma, hakaret, tehdit vs.. Bunların hiçbir işe yaradığını sanmıyorum. Kimsenin artık Süleyman Soylu’nun kendisini hedef almasından hareketle endişeye kapıldığını da sanmıyorum. Bu noktada konuyu da biraz yumuşatmak için kişisel bir anımdan bahsetmek istiyorum. Aslında benim kişisel, tek başıma yaşadığım bir olay değil. Galatasaray Lisesi’nde okurken bizim sınıfta yaşanmış bir olaydır. Olayın kahramanı da fiziksel olarak Süleyman Soylu’yu andıran –özellikle saçı olmaması itibariyle–, Allah uzun ömürler versin, Turcan Hoca’mız. Turcan Hoca hem müdür muaviniydi hem de coğrafya hocasıydı. Nev’i şahsına münhasır bir isimdi ve en büyük sorunlarından birisi otorite kurmakta çok zorlanmasıydı. Onun dersleri hep şamata ve gürültüyle geçerdi. Bundan rahatsız olurdu tabii ki ve bizi susturmaya çalışırdı. Bir gün yine böyle bir ortalık karışmıştı: Derse gelmiş, sınıfa girmişti; ama kimsenin umurunda olmadığı, gürültünün olduğu bir anda, o büyük siyah yoklama defterini ahşap kürsünün üzerine vurdu, “Susun!” diye ve birden –bazen öyle anlar olur ya?– herkesin sesi kesildi, çıt çıkmıyor. İlk defa böyle bir şey oldu. Biz de şaşırdık. O da şaşırdı tabii. Onun hoşuna gitti. İlk defa otoriteyi kurdu. Ondan sonra baktı güzel, bir daha vurdu. Ama ikinci vuruşunda kimse sesini kesmedi. Tam tersine gülmeye başladı. Şimdi, birebir buraya uyuyor mu bilmiyorum ama, Süleyman Soylu’nun bir zamanlar, şahin çıkışlar yaptığı zamanlarda bir karşılığı belki vardı; çünkü iktidar güçlüydü, Süleyman Soylu güçlüydü ve “Bir şey söylerse yapabilir, yapar, gerçekten bir yeri işaret ediyorsa o yerin başına bir şey gelebilir” denebiliyordu; çünkü Süleyman Soylu aktifti, siyaset üretebilen birisiydi, önü açıktı ve ne olduysa bence o istifadan sonra oldu.
Kabul edilmeyen istifadan sonra oldu. Kabul edilmemesi saatler sonra açıklandı. O andan sonra genellikle şu yorumlar yapıldı biliyorsunuz. “Süleyman Soylu rest çekti. Cumhurbaşkanı da hem MHP ilişkisini bozmamak hem de hükümeti sarsmamak için mecburen onu geri aldı ve bu olaydan Süleyman Soylu güçlü çıktı” dendi. İlk bakışta doğru gibi gözüküyor; ama meğer o, Süleyman Soylu’nun zirvesiymiş. O zirveden sürekli indiğini görüyoruz. Sedat Peker, Süleyman Soylu’nun inişini hızlandıran bir isim oldu. Onun suçlamaları –tabii orada hafızalar çok çabuk eskiyor–, önce Sedat Peker, Süleyman Soylu’nun kendisiyle işbirliği içerisinde olduğunu ama sonra kendisini yarı yolda bıraktığını söyleyerek Soylu’yu hedef aldı. İlginç ve önemli bir ayrıntıdır o. Sonraki suçlamalarının ardından, Süleyman Soylu –ki bunların hepsini ayrı ayrı değerlendirdik–, televizyon yayınlarıyla hakkındaki iddiaları cevaplamaya çalıştı; ama bir şeyi cevapladığını açıkçası ben sanmıyorum. Gövde gösterisi yaptı. Yine çok lâf konuştu, ama geriye çok da fazla bir şey kalmadı, yani şöyle bir duygu oluşmadı, “Sedat Peker iftira atmış ve bakan da bunların hepsini tabii ki net bir şekilde çürüttü.” Böyle bir noktada değiliz. Peki Sedat Peker haklı mı? Onu da söylemek belki mümkün değil. Fakat devletin bütün imkânları, özellikle güvenlik bürokrasisi elinde olan Süleyman Soylu’nun bu iddiaları bertaraf edecek şekilde kamuoyunu, hatta kendi yakın çevresini ikna edebildiğini görmedik. Ama bunun ötesinde bir şey var: Soylu’nun başladığı yer ile geldiği yer arasında çok büyük bir mesafe var. Merkez sağdan geldi, merkez sağın içerisinden geldi — Doğru Yol Partisi, Adalet Partisi geleneğinden. Bunun içerisinde her şey vardır: milliyetçilik, muhafazakârlık, liberallik. Bunları nasıl harmanladığınızla ilgili bir şeydir ve bunu herhalde en iyi yapan da Süleyman Demirel’di. Ve “Süleyman Soylu’nun da adı Süleyman, bir tür yeni bir Demirel olma potansiyeli var mı acaba?” diye soruluyordu. AKP’ye geçmesi kimilerince yanlış olarak görüldü. Bence çok akıllıca hareket etmişti; o tarihte istikbali olmayan, canlanması mümkün olmayan bir “merkez sağ parti” yerine, merkezi iyice kapatmaya başlayan AKP içerisinde yer alması, ardından 15 Temmuz’dan sonra İçişleri Bakanlığı gibi önemli bir yere gelmesiyle –ki öncesinde parti içerisinde de Erdoğan onun önünü ciddi bir şekilde açtı, onore etti– tercihinin doğru olduğu gözüktü. Bence doğruydu. Daha sonra AKP’nin, Erdoğan’ın Bahçeli’yle ittifak etmesiyle beraber, Soylu için çok daha elverişli bir alan ortaya çıktı. Her iki tarafa da ayağını koyabileceğini düşündü — ki öyle yapıyor. En son Meclis konuşmasını bitirirken de Recep Tayyip Erdoğan ve nedense “Doktor” Devlet Bahçeli dedi; ondan sonra da, CHP’lilerin “Geliyor gelmekte olan” sözünü onlara iade etti. İkisini birlikte anmaya, özellikle de Bahçeli’yi öne çıkartmaya devam ediyor. Ama burada, arada şöyle büyük bir fark var: Eskiden onları arkasına alıp ileriye doğru gidiyordu; şimdi geriye giderken onları kendine kalkan yapmaya çalışıyor. Aradaki farkın ne kadar büyük olduğunun umarım izah edebilmişimdir. Geriye doğru giderken, Erdoğan ve Bahçeli’nin kendini korumasını istiyor. Ama eskiden öyle değildi; onlardan aldığı rüzgârla gidiyordu. İşte bu bize, yanlış zamanda yanlış yerde olmak ve yanlış politikalar uygulamanın Türkiye gibi ülkelerde nasıl sakıncalı olabildiğini gösteriyor. Açıkçası hep bir an gelecek ve Soylu frene basacak diye bekledim. Hatta birçok yayında bunu söyledim. Soylu’nun önünde hâlâ bir seçenek vardı. O gemiyi yavaş yavaş da olsa terk etme seçeneği vardı ve –bunu da söylediğimi hatırlıyorum– Meral Akşener’in yanında birinci kişi olmak değil, ama onun kurmayı olarak yükselişte olan İYİ Parti’de kendine bir yer bulabilirdi ve İYİ Parti’nin de merkeze yanaşıp merkezi tekeline alma çabasına katkıda bulunabilirdi. Ama bunun için frene basması lâzımdı. Frene basıp, o sert “şahin” diyeceğim, ama artık hiçbir şahinliği de kalmamış, sadece gürültüden ibaret olan çıkışları yerine, bir zamanlar seslendirir gibi olduğu hafif, daha özgürlükçü, daha bir anayasayı gözeten, hukuk devletini gözeten birtakım söylemlere yönelebilirdi. Burada frene basmak yerine gaza basmayı tercih etti ve şu hâliyle frenin artık tutacağını sanmıyorum. Bu saatten sonra dönüş olur mu? Açıkçası, çok emin değilim. Süleyman Soylu’nun bir başka talihsizliği — tabii birçoklarının yanı sıra: Terörle mücadele iddiasını hep öne çıkartıyor. Meclis’te de onu söyledi; “Terörle mücadele ediyoruz, niye bunu dile getirmiyorsunuz?” dedi, ama açıkçası baktığımız zaman terörle mücadele denince akla ne geliyor? Irak ve Suriye’nin kuzey bölgelerindeki operasyonlar geliyor ve bu operasyonları da büyük ölçüde Türk Silahlı Kuvvetleri ile MİT yapıyor.
Bunların çok da olağanüstü etki yarattığını ve kamuoyunu çok da fazla heyecanlandırdığını söylemek açıkçası mümkün değil. Birtakım harekâtların da, her an Suriye’ye yeniden olur mu diye beklediğimiz harekâtların da geçici sürelerde bir etkisi vardı. Dolayısıyla ülkede bir zamanlar olduğu gibi terör eylemlerinin her yerde, büyük şehirlerde, kırsal bölgede, Güneydoğu’da vs. çok da fazla Türkiye’nin gündeminde olmadığını görüyoruz. Çok şükür, bu hepimiz için iyi bir şey. Bu noktaya nasıl gelindi? Mücadelenin başarısı mı? Örgütün birtakım yeni stratejilere gitmesi mi? Bu ayrı bir tartışma konusu. Ama şu hâliyle bakıldığı zaman, Süleyman Soylu’nun övünerek anlatacağı başarı öyküsü de kalmıyor. Onun yerine, sağda solda yaşanan birtakım güvenlik güçlerinin, polisin, bekçilerin vs. vatandaşları mağdur etme öyküleri var. Mesela en son Kadıköy’de olan, silahsız bir gencin öldürülmesi gibi. Ya da, yanılmıyorsam bizim Ferit’in röportaj yaptığı –Mardin Savur’da– emekli yargıca, kimliği yok diye ters kelepçe takılması gibi. Ya da bir başka yerde, Ege’de, babasının önünde genç bir adamın ters kelepçeyle götürülmesi gibi birtakım “münferit” diye tanımladıkları, ama birbirinden farklı bölgelerde, hiçbirisine terörle mücadele diyemeyeceğimiz birbirinden farklı olaylar da yaşanıyor. Böyle bir ortamda, Süleyman Soylu’nun şahinliğinin de pek bir anlamı kalmıyor. Ortada şahin olunacak bir şey, somut olarak elle tutulur bir hal, insanların “Soylu öyle bir sert ki, öyle bir amansız ki şu sorunların önüne geçiyor” diyeceği bir durum yok. En önemlisi de, Sedat Peker’in gündeme getirdiği uyuşturucu meselesi başlı başına bir kara kutu olarak ortada duruyor — ki o da doğrudan İçişleri Bakanlığı’nın kıta sahanlığı içerisindeki bir olay. Neyse, çok uzatmaya gerek yok. Bu bir kamikaze dalışı mıydı? Değildi. Bu başka bir şeydi, bilerek yapılmış bir şey değil yani. İntihar bir yerde… intihar iradî bir şeydir. Burada aslında var kalmak için çabalarken, yani ileriye doğru gitmekten ziyade yerini korumaya ya da daha az geriye gitmeye çalışıyor… yani elinden bir iktidarın kaydığını görüyor ve bunun etkisini olabildiğince azaltmaya çalışıyor ve bunu yapmaya çalışırken de daha fazla kaybediyor. Aslında iktidarın yazgısıyla, Erdoğan’ın yaşadıklarıyla, Devlet Bahçeli’nin yaşadıklarıyla aynı bu. Son kamuoyu araştırmalarında –ki yarın saat 15.00’te MetroPOLL Araştırma’dan Özer Sencar ile bu konuda konuşacağız– MHP’nin çok ciddi bir oy kaybı gözüküyor. Farklı farklı araştırma şirketlerinde de benzer bir sonuç var. Yani güçlerini korumaya çalıştıkça güçlerinden kaybediyorlar. Burada işte, Soylu’nun yapabileceği, iktidarın kaybettiğini görüp bunun iyice netleştiği ve geri döndürmenin imkânsız olduğunu anladığı anda kendine yeni bir yol seçmekti. Yapmadı ve şimdi Cumhur İttifakının tüm bileşenleriyle birlikte o da inişe geçmiş durumda. Geçmiş olsun. Söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler.