Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Bekir Ağırdır ve Ruşen Çakır tartışıyor: Ekonomik kriz seçmen tercihini nasıl etkiliyor?

KONDA Genel Müdürü Bekir Ağırdır ve Ruşen Çakır, “Ekonomik kriz seçmen tercihini nasıl etkiliyor?” sorusuna yanıt aradı.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. 2022 yılının ilk Bekir Ağırdır yayınıyla karşınızdayız. Bekir merhaba, iyi yıllar.

Bekir Ağırdır: Merhaba Ruşen. İyi yıllar. Sağlıklı, huzurlu, ama daha çok umut getiren bir yıl olur inşallah. Umutlanmaya ihtiyacı var ülkenin, hepimizin. Elimizde fener, umut arıyoruz.

Ruşen Çakır: Sağlık dedin de, seninle yaptığımız son yayının başında aşı konusundan bahsetmişsin, ben onu duymamışım. Demin sohbet ederken fark ettim. Salgın hâlâ çok kötü. Artık bütün dünyada normal bir şekilde yaşama eğilimi var. İkimiz de dört aşılıyız değil mi?

Bekir Ağırdır: Evet.

Ruşen Çakır: Beşinci aşı da sırada. Aşı karşıtları da, “Bakalım daha kaç kere aşı olacaksınız?” diye dalga geçiyorlar, ama gidebileceğimiz kadar gideceğiz.

Bekir Ağırdır: Ben bilimin söylediğinden sapmam. Bilim ne söylüyorsa onu yaparım. Aşı karşıtları nereye bakıyor bilmiyorum. 

Ruşen Çakır: Katılıyorum Bekir. Dönelim konumuza. Yayının başlığını “Ekonomik kriz seçmen tercihini nasıl etkiliyor?” diye verdik. Mâlûm, farklı farklı kamuoyu araştırmaları yayınlanıyor. Bu araştırmaların hemen hepsinde de Cumhur İttifakı’nın toplam oylarının düştüğü görülüyor. Kimisinde çok düşüyor, kimisinde az, ama sonuçta düşüyor. Muhalif seçmende şu tepkiyi görüyoruz: “Bu kadar ekonomik sorun, bu kadar yoksulluk varken, hâlâ bu oyu alabiliyorlar.” Düşüşü yeterli görmüyorlar yani. Normalde, “Seçmen cebine bakarak oyunu kullanır” denir. Ama hâlâ yüzde 40 ve üstü oy alıyor Cumhur İttifakı. Bu nasıl oluyor da oluyor?

Bekir Ağırdır: Önce dünyadan bir örnek vererek başlayayım. Netflix’de çok tutulan bir film var, sen de izlemişsindir. Amerika’da bile, Biden’ın seçildiği seçimde 74 milyon insan Trump’a oy verdi. Biden’ın oyu da 82 milyon. Nasıl oluyor da Trump, yaptığı saçmalıklardan sonra hâlâ 74 milyonun oyunu alabiliyor? Demek ki konuştuğumuz problemin bir küresel boyutu var; onu işaret etmek için söylüyorum, biraz sonra o konuya gireriz. Ama yereldeki kısmında da birkaç katman var. Senin işaret ettiğin gibi, kamuoyu araştırmalarında b–ir iki tane istisna hariç, hatta benim gördüğüm kadarıyla bir istisna hariç–, hepsinde hâlâ AK Parti önde görünüyor. 20 yıla yaklaşmış, 2008’den itibaren vites değiştirmiş, 2013 Gezi’den itibaren bambaşka bir karaktere dönmüş, başkanlık seçimiyle beraber daha da öte uca doğru, giderek karikatürize olan, giderek kaba, şoven ve dinci söylemleri artan, reel sorunlarla, hakikatle ilişkisi giderek bozulan bir iktidar nasıl oluyor da hâlâ yüzde 30’lar mertebesinde oy alıyor ve hâlâ birinci parti? Bunun birkaç sebebi var. Birincisi: Kimlik meselesi. Kimlikler bütün dünyada da küresel bir mesele; ama Türkiye’de 2008’den beri bu meselenin kutuplaşma vesilesi olduğunu en çok bağıranlardan birisi benim. Bunu böbürlenmek için söylemiyorum. 2008 Eylül ayında Radikal gazetesinde beş günlük bir dizi yapıp, “Türkiye’de politizasyon kutuplaşmaya döndü” diye rakamlar vererek yazdığımda, bir sürü insan itiraz etmişti. Ama Türkiye’de kimlikler üzerinden ana kutuplaşma, muhafazakârlarla sekülerler arasındaki kutuplaşmaydı — bir katmanı da Türk-Kürt gerilimi elbette. Böyle bir kimlik meselesi var işin içinde. Tabii ki o da nitelik değiştiriyor. Bunca yaşananları görmüyor değiller. Elbette görüyorlar ve toplumsal bellekteki her küme, kendince bu deneyimleri bir yere kaydediyor ya da en azından belleğine kaydediyor. 

Hatırlayacaksın, çünkü bu programlarda sıkça konuştuk: Yerel seçimden beri o kutuplaşma bu reel sorunlar karşısında zayıflıyor, ama hâlâ “negatif kimliklenmek” veya “duygusal kutuplaşma” dediğimiz, bulunduğu pozisyonun aşkından, duygusal bağımlılığından, sadakatinden değil, karşı tarafa olan negatif duygulardan burada durmaya devam eden bir boyutu da var elbette. Son bir ayda, “Dindar muhafazakâr hayat tarzı olan insanlarda ne oluyor?” türünden birkaç araştırma çıktı — ben de yazdım. Elimizde de her ay yaptıklarımızdan bir sürü araştırma var. Gördüğümüz şey şu: Bir kere orada monolitik bir AK Partili kümesi konuşmuyoruz. Orada da alt kümeler var. Ya da monolitik dindarlar veya dindar muhafazakâr diye bir kümeyi konuşmuyoruz. Birincisi, evet, hâlâ kimliğinden düşünenler, dindar kimliğini öne koyanlar, yani annesinin mezarı başında Arapça Kur’an okuyan bir başbakan veya cumhurbaşkanının onun gözündeki kıymeti çok başka bir şey — bir küme böyle. 

Türkiye’de 22 milyona yakın yurttaş, sosyal devlet politikalarından yararlanıyor. Bu sayılar yakın zamanda yayınlandı. Dolayısıyla, bir diğer alt küme içerisinde, sadece müteşekkirlik duygusu değil, aynı zamanda, bir iktidar değişiminde bu imkânı kaybetme kaygısı ağır basan insanlar var. Bir iktidar değişiminde, “Bu sosyal yardımlar kesilir mi? Sosyal devlet anlayışı politikaları değişir mi?” kaygısından beslenen bir küme var. Evet, yine hâlâ dindarlar. Ama bir yandan da başka bir yerden bakıyorlar. 

Bir diğer alt küme, bir dönemin ekonomik kazanımları ile kentleşmiş, modernleşmiş, bir yandan ülkedeki ekonomik meselelerin nereye gittiğini görüyor, eleştiriyor. Başkanlık Sistemi eleştirileri de yüksek. Ama başka bir partiyle ya da başka bir ütopya ile henüz güven ilişkisi üretememiş. Onun için, buradan kopması yakın ama henüz nereye gideceği konusunda da kafası net olmayan bir küme. 

Bir başka küme daha var: Onlar, iktidardan artık zihnen de tümüyle kopmuş durumdalar. Hâlâ kendilerini dindar veya dindar muhafazakâr olarak tanımlıyor olabilirler, ama aynı zamanda, hayata dâir bütün kuralları babanın koymasına dâir olan ataerkil aile düzenine itiraz ettiği gibi, devletin her şeyi denetlemesine de itiraz ediyor. Daha özgürlükçü, daha kentli pratikleri benimsemiş; başı kapalı olabilir, namazında niyazında da olabilir, ama yaşam tarzı olarak kentli pratiklerin içinde ve daha çok bireysel özgürlüğünden bakan bir küme var. Onlarda da kesin bir kopuş var artık. Ama hâlâ bir yere doğru bağlanmış değil.

Bütün bunlara bakarak şöyle bir şey diyebiliriz: Kabaca, toplumun üçte biri “Kararsızım” dediğinde, istatistikî olarak, araştırmalarda çarpıyorsun, bölüyorsun, “Şu oluyor” diyorsun. Aslında bu doğru değil, açıklayıcı da değil; hataya da teşne. Çünkü bu sözünü ettiğimiz üçte birin neredeyse üçte ikisi, yani genel seçmenin neredeyse yüzde 20’si, AK Parti iktidarından çözülmüş, ama yeni bir umuda bel bağlayamadığı için, matematik olarak dağıttığın zaman, AK Parti’ye de belli bir payını yazmak durumunda kaldığın bir küme. 

Ruşen Çakır: O zaman şöyle bir not düşeyim: Bu olay buraya gelince, “Hemen muhalefeti eleştiriyorsunuz” diyorlar; ama senin bu söylediğin hususta, muhalefetin, kopmuş ama gidecek yer bulamayan, kopan, kopmayı düşünen ya da sosyal yardımların kesileceği endişesini taşıyan bu kesimlere ekonomik olarak bir şeyler sunabilmesi gerekliliği var. 

Bekir Ağırdır: Evet. İşin hem ekonomik olarak bir vaat tarafı var. Bir yandan da, ortadaki kesime “daha büyük bir küme” diye baktığımız zaman, böyle bir iktidar değişiminin yeni bir kaos ve karmaşa nedeni olmayacağını, ülkenin siyâset marifetiyle bu meselelerden huzur ve sulh içinde geçebileceğine dâir güveni inşa etmek meselesi var. Yani sadece ekonomik vaat meselesi değil. Çünkü o karmaşa ve kaos hâli insanları ürkütüyor. Arap Baharı’ndan ya da Turuncu Devrimler’den beri, çevremizde, doğrudan Türkiye’ye değen, bir ucu ya da akrabaları Türkiye’de olan, Türkiye’deki insanların bir biçimde gözünün önünde, ama hiçbirisi de başarıya ulaşmamış ve karmaşaya neden olmuş bir dizi olay var.

Ruşen Çakır: Şu anda Kazakistan’da yaşanıyor mesela.

Bekir Ağırdır: Evet, aynen öyle. Türkiye’de Kırgız, Türkmen, Kazak, çalışan bir sürü insanlar var. Türkiye medyası yer versin vermesin, herhalde ülkenin yüzde 10 hanesinde bu olay bir biçimde konuşuluyor, gözleniyor. Hemen yakınımızda, 13 yıldır Suriye’de yaşananlar var. Arap Baharı’nda yaşananları, Ermenistan’da olanları gördük. Dolayısıyla, bir de işin evrensel tarafı var. O zaman da Türkiye’deki insanlar, sadece Kemal Kılıçdaroğlu’nun veya Meral Akşener’in söylemine bakarak değil, ama bu tür bir değişimin, bir karmaşa ve kaos üretmeyeceği umudunun inşa edilmesi gerekiyor. Ben siyâsete güvenin yeniden güçlendirilmesi diyorum. Buradaki sorunlarda biri o. Çünkü sadece dindarlar ya da AK Parti seçmeni veya oradan kopanlar değil, ülkenin yüzde 50’si, sorunların siyâset marifetiyle çözüleceği umudunu kaybetmiş. Bu oran gençlerde üçte iki. O nedenle öncelikli meselemiz, kimin aday olacağı değil, siyâset marifetiyle bu işi halledebileceğimize dâir, siyâsetin itibarını, güvenin yeniden güçlendirmek meselesi.

Ruşen Çakır: O zaman, Erdoğan’ın kışkırtıcı bir dille sokağa gönderme yapması, insanlardaki kaos endişesini kendi lehine çevirmek.

Bekir Ağırdır: Kesinlikle öyle. Zaman zaman çevremizde, “İktidarın gerçeklikle bağı koptu” lâfını görüyoruz, okuyoruz, duyuyoruz. Ama bir yandan da, kimse Erdoğan’a bir şey söyleyemiyor. “Bilmeden mi yapıyor, hatalı mı yapıyor?” deniyor. Benim tezim, Cumhurbaşkanı ne yapıyorsa, ne söylüyorsa, bunu bilerek ve isteyerek yapıyor. Temel oyun planı da, insanların zihninde böyle bir iktidar değişiminin kaos ve karmaşa yaratacağını canlandırmaya çalışmak. O yüzden, bu haftaki konuşmasının kendince bir hedefi var: Böyle bir değişimin kaos üreteceğini îmâ ediyor. Ya da, her hak talebinin bir şiddet veya karmaşaya yol açtığını îmâ edecek görüntüleri bilerek ve isteyerek yaratıyorlar. Meselâ, Beyoğlu’nda kadınlar yürürken polisin o canhıraş şiddeti, bir yandan senin benim gibi insanları hak talebi üzerinden çok öfkelendiriyor. Haklıyız da ayrıca. Ama bir yandan da, toplumsal bellekte, her hak talebinin ucunda, güvenlik güçleriyle, devlet güçleriyle karşı karşıya gelme görüntüsünün zihinlerde kalıcılaşması. İktidar da buna oynuyor. 

Ruşen Çakır: Buna yakın bir olay olarak İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun hedefe alınmasını da söyleyebiliriz. Burada değişik senaryolar yapıldı. Kimisi “İmamoğlu özel olarak hedef alındı. Çünkü Erdoğan belediyeyi ele geçirmek istiyor” dedi. Kimisi “Erdoğan, İmamoğlu’nun kendisine rakip olmasını istediği için hedefe alıyor” dedi. Ben, bunun öfkeyle yapılmış bir şey olduğu kanısındayım. Çünkü bu tür saldırıların İmamoğlu’nu siyâseten daha güçlendireceğini düşünüyorum. Katılır mısın?

Bekir Ağırdır: Ben de biraz farklı bakıyorum. Zihinlerinin içini bilemiyoruz tabii, ama birkaç ihtimal var: Bir tanesi, senin de sözünü ettiğin gibi, bu tür baskıların İmamoğlu’nu güçlendireceği. Doğru, güçlendirir. Çevresindeki insanlar da, seçmen de, “Ne oluyor?” der ve İmamoğlu bir siyâsî figür olarak güçlenmeye devam eder. İşin bir yanı bu. Bir diğer yanı da, İmamoğlu’nu görevden alıp bir baskın seçim yapacaksa, Kemal Kılıçdaroğlu’nu İmamoğlu’suz bırakmak ve rakip olarak Kemal Bey’i gözüne kestirmiş olmak da demek mümkün. 

Ama benim bir başka tezim daha var, bilmiyorum katılır mısın? Muhalefetteki geniş ittifakın ve muhalefetin öncüsü olarak CHP’nin hâlâ adayın kim olacağına kilitlenmiş olması. Kamuoyuna açıklamak açıklamamak ayrı mesele, ama adayın kim olacağı belirlenmediği sürece, bu konuda örgütsel bir karar ve tavır olmadığı sürece, İstanbul’da, Aydın’da veya İzmir’de, belediye başkanı veya milletvekili olma hayali kuran hiçbir siyâsetçi, “Kemal Bey mi, Ekrem Bey mi? Aman yanlış pozisyon almayayım, yarın başıma ne geleceği belli olmaz” deyip… Şu anda sokakta CHP’nin örgütlü bir gücü çalışmıyor. Mesela bu yaz orman yangınları oldu. CHP’li bütün belediyeler, arozözleri, itfaiyecileriyle oradaydı. CHP’li belediyelerin bir gayreti oldu. Ama CHP’nin kurumsal bir gayreti hâline dönüşmedi. Ve dolayısıyla bu, CHP’ye bir oya dönüşmedi. Çünkü o sinerji üretilemiyor. 

Burada da, aday meselesi belli olmadığı sürece, CHP’nin sokaktaki toplumsal muhalefet örgütlemek, ona öncülük etmek, o enerjiden beslenmek gibi bir faaliyeti olmayınca, seçimler yaklaştıkça, enerji maksimum hıza gelmiyor. Herhangi bir atlet 100 metre koşuyor belki, ama 100 metre koşmak için 1 saat önceden ısınmaya başlıyor. CHP örgütü sadece “Ekrem Bey’i alır mı almaz mı? Ekrem Bey güçlenir mi? Ekrem Bey güçlendikçe, Kemal Bey’in başında başka riskler mi ürer? Kemal Bey öyle değil, böyle mi der?” tartışmasıyla meşgul olduğu sürece bu, iktidarın lehine olur. Onun için, iktidar ne Ekrem Bey’i görevden alacak, hatta belki dava bile açmayacak, ama sürekli bunu gündemde tutmaya devam ederek üç ay daha kazanacak.

Ruşen Çakır: Biliyorsun, Faruk Bildirici, medya ombudsmanı olarak ciddi bir medya takibi yapıyor. Geçen gün, iktidar yanlısı köşe yazarlarının, Millet İttifakı’nın cumhurbaşkanı adayını yazma hevesi üzerine bir yazı yazmıştı.

Bekir Ağırdır: Evet gördüm, kim ne yazmış tarihleriyle veriyordu. İktidar bu konuyu hep gündemde tutuyor. Dün akşam bile sekiz kanaldaki sekiz tartışmanın beşinde “Aday kim olacak?” konusu vardı. Bu da iktidarın işine geliyor. Toplumla ilişki kurmak, toplumsal muhalefeti örgütlemek, oradan beslenmek, toplumun ve toplumsal muhalefetin önüne seçimden sonrasına dâir bir hikâye koymak değil, “Aday kim olacak?” meselesi öne çıkıyor. O zaman her belediye başkanı, her ilçe parti başkanı bir şey yapmak için bekliyor şu anda. Muhalefette hâlâ bir savrukluk var. İYİ Parti ayrı bir söylemle afişler asıyor, CHP başka bir şey yapıyor diyeceğim, ama yapamıyor bile. Bu durum iktidarın lehine. Onun için de iktidar, belediyeler üzerindeki bu kavgayı bir süre daha diri tutmayı istiyor olabilir. İllâ böyledir demiyorum. Ama ürettiği sonuçlardan biri bu.

Ruşen Çakır: “Muhalefet adayı kim olacak?” bahsini söylemişken, muhalefetin birlikte fotoğraf vermesi üzerine de bir iki şey söyleyeyim. Muhalefet liderleri sürekli ikili görüşmeler yapıyor. En son dün akşam, Meral Akşener Ahmet Davutoğlu’nu evinde ziyaret etmiş. Herkes birbirini ziyaret ediyor, ama birlikte bir araya gelmiyorlar. Üç kişinin bir araya geldiğini çok ender gördük. Mesela bugün Kılıçdaroğlu ve Akşener, açılış ve temel atma töreni için Beylikdüzü’ndeler, daha önce Mersin’de bir aradaydılar. İkisi birlikte, sadece fotoğraf vermek değil, toplu açılışlar, mitingler gibi birtakım etkinlikler de yapıyorlar. Sonuçta şöyle bir görüntü var. Akşener ve Kılıçdaroğlu, tamam, ama onun dışındakiler belirsiz. Muhtemelen olur, ama açık söylemek gerekirse pazarlıklar hâlâ sürüyor. Yanılıyor muyum?

Bekir Ağırdır: Ben pazarlık diye düşünmüyorum. Çünkü DEVA, Gelecek ve Saadet partileri henüz pazarlık yapacak duruma gelmedi. Ama DEVA ve Gelecek partileri yeni partiler. Kendi kişiliklerini ve kimliklerini inşa ediyorlar bir yandan da. Daha başladıkları gün ittifakın içinde yer alacaklarını söyleselerdi, “Baştan itibaren ittifakı hedeflediysen, o zaman niye yeni parti kuruyorsun?” diye sorardık. Onun için biraz da doğal buluyorum bunu. DEVA ve Gelecek partilerinin, kendi kişiliğini, kimliğini, örgütsel tavrını geliştirmesi, kapasitesini güçlendirme ihtiyacı vardı. İşin bir yanı bu. Ama bir yandan da, beklenmeyen pandemi ve pandemiyle beraber ekonomik kriz, bu iki yıl, Ali Babacan ve Ahmet Davutoğlu’nun oyun planını ve beklenen hedeflerinin şaşmasını da tetikledi muhtemelen. Beklentilerinin gerisinde oldukları açık, ama hâlâ beklentilerine ulaşabilirler. Eğer seçmen hâlâ kimliklerinden hareket eder ve negatif kimliği güçlü bir biçimde sandığa giderse, AK Parti’den çözülenler CHP’ye gidemiyorsa, İYİ Parti, DEVA ve Gelecek partilerinden birisine veya ikisine, üçüne doğru meyledebilir. Dolayısıyla, birdenbire karşımızda 2002 seçimlerinde olduğu gibi yüzde 7-10 bandı aralığına çıkmış iki üç parti de olabilir. Veya aralarından bir tanesi, bugün mesafe aldığı için, en azından dört yıllık birikimiyle belli bir yere geldiği için, belki de İYİ Parti ciddi bir oy sıçraması da yapabilir. Şu anda bütün bu ihtimallerin hepsi var. Bütün bu sarsıntının durmasından sonra, diyelim Mart-Nisan’dan sonraki tabloyu görmek lâzım. Son bir aydır, döviz kurlarıyla yaşanan hikâyeyle beraber, vitesi attırdı. Dolayısıyla, böyle bir buhranın göbeğinde –kasırganın gözü diyorum ben– KONDA dâhil bütün anketlere bakıp, “Bu kasırganın gözü şu olacak” demek çok da doğru değil. 

Şu örneği çok sık tekrarlıyorum bu aralarda: 80’lerin ikinci yarısında özel televizyonlar ortaya çıktığında, naklen maç yayınları başladığı zaman, özel televizyonun kameramanı, sakatlanan futbolcunun yanına doktordan önce koşar, kamerayı uzatıp, “Nereni vurdun, neren acıyor?” derdi. Böyle bir buhranın göbeğinde –evet, KONDA olarak biz de yapıyoruz elbette– insanlar genel bir trend de verir. Ama asıl sonucunu iki üç ay sonra görürüz. Son iki ayda yaşanan bütün bu sarsıntı, hükümetin bu sarsıntıya verdiği cevap ve yaklaşım biçimi, Ekonomi Bakanı’nın söylemleri…, asıl onların çok ciddi bir kayma üreteceğine dâir bir kanaatim var benim. 

Ruşen Çakır: Tam bunu soracaktım. İktidar hep “mış” gibi bir şeyler göstermeye çalışıyor. Bakan Nebati’nin, 20 Aralık gecesi dövizin düşüşüyle ilgili “Lan nasıl?” diye anlattığı hikâye de acayip. İnsanların, rakamların doğru olmadığını anlattılar zaten. “Kurun köpüğünü aldık. Şimdi sırada enflasyonun köpüğü var. Her şey yolunda gidiyor” dense de, enflasyonun köpüğü bile, TÜİK’in açıkladığı resmî açıklamaya göre yüzde 36. Herkes bunun çarpıtılmış bir rakam olduğunu söylüyor. AKP yanlısı veya değil, insanlar ekonomide yaşananların çok ciddi bir kriz olduğunu ve iktidarın bunu beceremediğini görüyor mu?

Bekir Ağırdır: Görmez olurlar mı? Yüzde 80 insan bu kanaatte. Bu tıpkı şuna benziyor: Maç sırasında boksör sürekli dayak yiyormuş. Her raunt arasında antrenörü, “Çok iyi gidiyorsun” diye gaz veriyormuş. Boksör sonunda isyan etmiş: “Tamam, iyi gidiyorum da beni kim dövüyor?” Yurttaş görmüyor olur mu? Bakkala gittiği zaman fiyatın ne olduğunu, doğalgaz, elektrik faturası geldiğinde ne ödeyeceğini bilmiyor olur mu? Bence, krizin kendisi kadar, iktidarın bu söyleminden seçmen daha çok etkilenecek. Dünyada da Türkiye’de de seçmen davranışlarını açıklamak için birçok teori var. Evet, kimliksel kutuplaşmalar var. Ama yanı sıra, hanenin dirliği düzeni, hanenin geçimi meselesi her şeyden önce geliyor. Türkiye’deki hanelerin üçte birinden fazlasında, gelir giderden eksik hâle gelmiş artık. Geliri giderden yüksek hane sayısı sadece yüzde 13’lere inmiş bir ülkede, insanların ekonomik duruma bakmayıp sadece kimliklerinden hareket edeceklerini varsaymak da doğru değil. Evet, kimliklerin etkisi var, ama şimdi bir de ekonomik krizin, yoksulluğun, adaletsizliğin etkileri de var. Her seçimin kendine göre farklı bir dinamiği, karakteri oluyor; ama Türkiye’nin de özgün hikâyesi buradan beslenecek. Hem kimliklere sıkışma ve kimlikler arası kutuplaşma hem de sınıfsal olan yoksullaşma üzerinden gelen sınıfsal öfke, aynı anda çalışıyor. Yani, sadece sınıfsal öfke yükselip kimlik öfkesi yok olmuyor, bir yandan da kimliklerin öfkesi, dinamikleri ve şehveti de var. Ama şimdi sınıfsal olan öfke de güçleniyor. Bunun hangisi hangisini güçlü bir biçimde tetikler ayrı bir konu. Ama iki dinamiğin bu kadar güçlü biçimde çalışıyor olması, tuhaf bir durum üretecek. Bunun mutlaka seçmen tercihlerinde çok radikal birtakım değişikliklere yol açacağını beklemek mümkün. Burada kritik olan şey şu: Bu kadar büyük kasırganın içinde, insanlarda, sadece bireysel hayatlarına dâir kendi feryat figanlarından öte, genel duruma dâir bir ortak öfke var. “Sınıfsal öfke” dediğim şey bu. Bir arada olmayabilir o öfke. Sokaklara da çıkmıyor Türk insanı, böyle bir derdi yok. Ama bir sınıfsal öfke var. Ve bu öfke kitlesel bir duygu hâline dönüştüğü zaman başka bir risk oluşur. Hükümet o riski, “Sokağa çıkarlarsa” diye okuyor ve buradan başka bir söylem üretiyor. 

Bence oradaki risklerden biri de muhalefet açısından şudur: İnsanlar, bireyler, “Ülkenin ortak hayatı, benim bireyselliğimi bile yok edecek kadar büyük bir kaos ve kargaşa âmâ ediyor” duygusuna gelirse, o zaman Türk insanında, Türk kimliğinin bir parçası olarak, devlet, güvenlik ve asayiş arayışı baskın çıkabilir. İktidar bir yandan da buna oynuyor. Eğer muhalefet burada, böyle bir kargaşanın panzehrinin “güçlü devlet” değil, “problemleri yöneten güvenilir devlet” olması gerektiği anlatamazsa ve şimdi yaptıkları gibi meseleye “güçlü devlet” tuzağından bakarlarsa, bütün bu değişimler iktidarın lehine de olabilir. Paradoksal bir durum var yani. 

Ruşen Çakır: Seni dinlerken aklıma, Özal’ın hediyesi “orta direk” kavramı geliyor. Bu, Özal’ı epeyce taşıdı. Türkiye 80’li yıllarda çok ciddi bir şekilde eğitimli, kentli orta sınıfın oluşumuna, var olanın güçlenmesine de tanık oldu. Ama son yıllarda bu son ekonomik krizle beraber orada bir çözülmenin, çöküşün, mülksüzleşmenin ve yoksunlaşmanın olduğunu görüyorum. Çarşamba günkü “Adını Koyalımda Burak Bilgehan Özpek çok güzel anlattı bunu: “Bugün insanların işe gidip gelme, kendilerini devam ettirebilecek enerjiyi temin edebilme mâliyetleri, aldıkları maaşa yaklaşmış durumda. İşine gidip gelen, toplu taşıma kullanan ve yemeğini oralarda bir yerde yiyen bir insan, aldığı maaşın yarısını, zaten o maaşı almak için harcıyor.” Normal şartlarda, bu kişiler yazın tatile çıkar, ev ya da araba satın alabilirken, şimdi orta sınıfın ciddi olarak mülksüzleştiğini görüyoruz. Mesela Gezi, bir anlamda kentli orta sınıf hareketi olarak tanımlanmıştı. Şu anda o kesimlerin kendilerini ifade edebileceği bir yer yok sanki. 

Bekir Ağırdır: Ben o kesimi “Ak yakalılar” olarak tanımlıyorum. Bir kere “Ak yakalılar”da da ciddi bir çözülme var. Bütün bu problemlerin nedeninin iktidar olduğunu görüyorlar. Bu problemin birkaç katmanı var. İşin bir sosyolojik yönü var. Çünkü ülke metropolleştikçe, metropol rantı, metropollerdeki gayrimenkul fiyatları, metropoldeki gündelik hayatın içinde… Mesela Denizli’de yaşarken gider kalemi olmayacak şeyler, İstanbul için sadece zaman değil, aynı zamanda bir mâliyet. Bir hamburger veya bir kahve fiyatı aynı değil. Hele ev fiyatları hiç aynı değil. Dolayısıyla, metropol rantı nedeniyle, “Beyaz yakalılar” zaten giderek orta sınıftan düşüyordu. Şimdi bu dalgalanmayla beraber, müthiş bir yoksullaşma var. Benim de iki kızım profesyonel çalışıyorlar. Şimdi onlara bakıyorum: Ben ilk maaşımla bile beyaz eşya taksiti ödemeyip bir ev kurmaya başlamıştım. Onların, bu gelirleriyle sadece gündelik yaşamlarını sürdürmeleri bile çok zor, mümkün değil. Dolayısıyla, böyle bir sınıfsal çöküş, ya da orta sınıfın giderek yok olması var. 

Bizim elimizde 12 yıllık veriler var. Kişi başı gelir, beyan edilenler üzerinden ne kadar değişmiş, değişmemiş ya da hangi kümelerde farklı, ben de bunlar üzerinden aynı hesapları yapmaya çalışıyordum. Ama bu yoksullaşmanın bir başka boyutu, daha riskli boyutu bence şu: Kalıcılaşıyor. Yoksulluk kuşaklara devrediliyor. Senin benim gibi insanların toprak damlı evden çıkıp bugün bu imkânlara kavuşma şansı artık kalmıyor. Dolayısıyla, genç kuşakların bu gerçekliği kabullenmesi ve beklentisiz, hayalleri olmayan bir hayata razı olmalarını beklemek doğru değil. Asıl konumuz sosyoloji değil siyâset olduğuna göre, muhalefet, bu genç kuşak seçmenin önüne bir umut koyamazsa, bu çocuklar seçimlere de katılmayabilirler. Zaten şimdiye kadar genel eğilim, Türkiye’deki seçimlere katılmayan yüzde 10-15 oranındaki insanın, seçmen içindeki payı üçte bir olduğu halde gençlerin, katılmayanların yarısı gençlerdi. Umutsuzlukları, siyâsete olan ilgisizlikleri de buna etken. Ama önemli olan bugün gençleri sandığa götürmek. Bunun da yolu siyâset marifetiyle bu işin çözüleceğine dâir bir güveni inşa etmekten geçiyor. Halbuki bizimkiler, bilge adam mı, esprili tweet mesajları atan mı, ülkenin sorunlarını bilen, çözecek, Erdoğan’la mücadele edecek bir lider mi? Yoksa blucini giyip yer sofrasında gençlerle yemek yiyecek bir lider mi? Bu tipolojilere bile karar veremedikleri için, bir yandan öyle konuşuyorlar, bir yandan gençlere ulaşıyoruz diye tuhaf videolar, video oyunları yapıyorlar ve bunlarla gençleri ikna edebileceklerini sanıyorlar. Burada problem çok daha derin. Mesele oy meselesinden de öte; çünkü ülkenin genç enerjisini, ülkenin gelişimi için, geleceği için… Sadece ekonomik gelişme anlamında söylemiyorum; kültürel gelişimi, sosyal sermayesinin güçlenmesi, toplumsal huzuru inşa etmek, sivil toplumu güçlendirmek… Neresinden bakarsan bak, Türkiye şu anda genç enerjinin dörtte üçünden yararlanamıyor. Umutsuzluklarından dolayı yararlanamıyor. 

Ruşen Çakır: Burada liyâkat kavramı gerçekten çok fonksiyonel olabilir. En son KPSS meselesinde, öğretmen atamalarındaki mülâkat konusunda Kılıçdaroğlu’nun aldığı inisiyatif, epeyce bir geri dönüş aldı. Çünkü gençlerin umutsuzluğunun içerisinde, “Ben ne yaparsam yapayım, içeride tanıdığım biri yoksa veya parti ilişkim yoksa, zaten yükselemem. Ne üniversitede ne memuriyette ne özel sektörde” düşüncesi var. Onun için de gençler yurtdışına yöneliyor. 

Liyâkat meselesine gelirsek: Önceleri, “Muhalefet ‘yolsuzluk’ diyemiyor ya da demek istemiyor, liyâkati çok öne çıkartıyor” diye bakılıyordu. Ama liyâkat meselesinin özellikle gençler nezdinde çok anlamlı olduğunu görüyorum. 

Bekir Ağırdır: Olmaz olur mu? Bir kere, hem ekonomik olarak hem de eğitimde fırsat eşitliği bozulduğu için, Kayseri’de, Kırşehir’de, Denizli’de ya da Tokat’ta doğan çocuk, ortaokul ve liseyi ancak orada okuyor ve ancak kendi kentinde üniversiteye giriyor. Ekonomik olarak bile İstanbul’a, Ankara’ya gelip okuması ya da oralarda üniversiteyi kazanma ihtimali zaten baştan yok. Pamukkale Üniversitesi’nden ya da Ardahan Üniversitesi’nden mezun olduğunda ne yapabilir? Buralara gelip adını bildiğimiz o kocaman kocaman holdinglerde iş bulamayacağına göre, tek umudu var: Kamuda memur olmak. Yani işten atılma riski olmayan kamuda memur olmak. 

Bugün kamuda çalışanların sayısı 6 milyona ulaşmış durumda. Zaten yaklaşık 24 milyon çalışan insan var ve bunun da neredeyse dörtte biri kamuda çalışan insanlar. Ardahan’da ya da Tokat’ta yaşayan bir çocuk, komşusundan, etrafından, iktidara yakın bir örgütlenme veya cemaat ilişkisi içinde değilse, zaten kamuda işe giremeyeceğini görmüyor mu? Görüyor elbette. İstanbul’a geldiğinde de, ancak inşaatlarda çalışabileceğini ya da simit satarak –tezgâhını zabıtalardan kurtarabilirse tabii– yaşayabileceğini de görüyor. Bu gençlerin, bu yaşta böyle bir beklentisizliği kabullenmelerini beklemek zaten yanlış ve bu mümkün değil. O yüzden öfke biriktiriyorlar, kızgınlık biriktiriyorlar. Bugün iktidarın yaptığı en kötü şey, her bir mahallede, kasabada, ilçede, ilde bile, ulusal ölçekte yapılan bütün bu keyfîliğin, keyfî ihâlelerin, keyfî işe alımların, hukuksuzluğun, her bir küçük ölçekte tekrar yaşanıyor olması. Belediye başkanlarının, ilçe başkanlarının konuşmalarını, bir ilçedeki kaldırım taşeronunun oğlunun nasıl para harcayıp nasıl bir yaşam sürdüğünü, her gün yayınlanan videolarından görüyorsun. Komşusu olan o çocuklar da görüyor bu hayatın ne olduğunu. Buradaki partizanlık meselesini, çeteleşmenin, hukuksuzluğun ne olduğunu, bu gençler bizzat kendi sokaklarında görüyorlar. İktidar medyayı denetleyerek, haber kanallarının hepsinde aynı 20 insanı her gün papağan gibi konuşturarak işi denetlediğini sanıyor. Ama zaten herkes sokakta kendi gerçek hayatından görüyor ne olduğunu. 

Benim anam bile bir gün dedi ki “Devletin televizyonlarında söylenen, pandemiden ölenlerin sayısının ne kadar olduğunun ne önemi var? Ben mahallemdeki camiden okunan selâyı biliyorum. Önceden kaç tane okunuyordu, şimdi kaç kere okunuyor.” İşte bu, toplumu küçümsemek. Eskiden bunu bizim beyaz yakalılar, muhalifler yapardı. Şimdi iktidar da, iktidar sözcüleri de toplumu küçümsüyor. Dolayısıyla, herkes partizanlığın ne olduğunu, keyfîliğin nerelere geldiğini herkes görüp yaşıyor. Ama burada mesele sadece şikâyet etmeleri değil. Alternatif başka bir hayatın mümkün olduğuna dair bir umudun inşa edilmesi lâzım. Çünkü bu gençler bu iktidar döneminde doğdular. Yani, 1998 doğumluları aldığın zaman, 28 Şubat, 99 Marmara Depremi, 2001-2002 ekonomik kriziyle, topluma, ortak kadere, devlete güven probleminin son derece travmatik bir hâle geldiği bir hanenin içinde doğdular zaten.  Şimdi yeniden aynı ruh hâli.  Hani psikologlar hep “Çocukluğunuza dönün” derler ya; o çocuklar çocukluklarına döndükleri zaman daha travmatik bir durum var. Kendi gerçek, bugünkü ergen hallerinde de daha travmatik bir durum var. Dolayısıyla bu ülkenin geleceğini düşünen her siyâsetçinin, her yurttaş ve birey olan, senin benim gibi konuşan herkesin dert edinmesi gereken bir mesele var. O nedenle mesele tek başına, “Erdoğan mı, Kılıçdaroğlu mu? Erdoğan mı, İmamoğlu mu?” meselesi değil. Muhalefetin bunu anlaması lâzım. Bunu anlamadıkları sürece hem seçimi kaybetme hem ülkenin 50 yıllık geleceğini kaybetme ihtimâli vardır. 

Ruşen Çakır: Partilerle ilgili birkaç şey sormak istiyorum. Son kamuoyu araştırmalarının hepsinde, rakamlar değişse de MHP’de bâriz bir oy kaybı görünüyor. Halbuki son seçimde MHP’den İYİ Parti’ye, ama AKP’den de MHP’ye kayma olduğu değerlendirmesi yapılmıştı. Yanılıyorsam düzelt lütfen. 

Bekir Ağırdır: Evet, doğru.

Ruşen Çakır: Şimdi AKP’den MHP’ye oy gelmiyor ve sanki bir yerlere gidiyor bu oy. Belki kararsız olarak gidiyor.

Bekir Ağırdır: DEVA’ya, Gelecek Partisi’ne ve İYİ Parti’ye gidiyor.

Ruşen Çakır: Peki, ne oldu da böyle oldu? Ben şöyle bir akıl yürütüyorum: Daha önce MHP iktidar ortağıydı ama suç ortağı değildi. “Ekonomiyle benim alâkam yok” tavrındaydı. Ama son dönemde, Bahçeli tam anlamıyla angaje oldu. Sanki bunun etkisi var gibi geliyor bana. Ama dediğim gibi, bu bir akıl yürütme. 

Bekir Ağırdır: Hayır, doğru. Ben de şöyle bir tanım kullanıyorum: MHP kendisini, problemlerle iktidarın aldığı pozisyonlar arasında bir yerde konumlandırsaydı, o zaman, problemler nedeniyle AK Parti’den çözülen seçmenin bir ara durağı olurdu. Halbuki MHP, tümüyle daha açığa bir pozisyon aldı. Ekrem İmamoğlu meselesinde bile, “Ne davası? Alın görevden” yaklaşımındaydı. Ve hemen her konudaki bu söylem, problemler nedeniyle AK Parti’den çözülen insanların uğrak yeri değil, tümüyle arkalarında kaldığı bir seçenek olarak kaldı MHP. Bir yandan da, ülke hâlâ metropolleşme, iletişim, teknolojik devrim hikâyeleriyle, sosyolojik olarak da değişiyor. 2015’ten bugüne de değişti, 2002’den bugüne de değişti Dolayısıyla, muhafazakâr değerleri hâlâ yüksek olan, ama metropollere gelmiş insanlar –ki Türkiye seçmeninin neredeyse yüzde 55’ine yaklaştı– metropollü bir hayatta zaten bütün bu farklılıkların içindeler. Sen Kürt meselesine, HDP’ye bu kadar keskin bir dil kurarken, senin seçmenin, karşı kapısındaki Kürt komşusuyla pandemiyi veya işsizliği aynı biçimde yaşadığını görüyor. Buradan oy devşirme imkânın kalmadıkça da, o insanlar, hâlâ geleneksel değerleri ya da milliyetçi duyguları ağır basıyorsa, İYİ Parti veya DEVA veya Gelecek Partisi’ne doğru meylediyor. Ya da en azından şimdilik bir kısmı kenarda bekliyor. Ama bu krizden iki üç ay sonra netleşmeye başlar fotoğraf. 

Ruşen Çakır: Ülkü Ocakları çevresine dâhil olmayan gençlik içerisinde milliyetçilik epeyce yükseldi sanki. Bunlar, iktidar ortağı olduğu için MHP’yi kendi kıta sahanlığı içerisinde görmüyorlar. Yani, MHP dışında bir milliyetçi gençlik dinamiği var sanki. 

Bekir Ağırdır: Evet, var. Bir kısmı, gerçekten samimiyetle, inanarak, okuyarak, bilerek kendini “milliyetçi” olarak tanımlıyor. Ama bizim milliyetçilik araştırmalarımızdan gördüğümüz, Türkiye’deki milliyetçilik, esas olarak ezbere dayanıyor. Bir siyasal akım ve ideolojiden çok, devletin Cumhuriyet’ten beri eğitim ve hukuk sistemiyle kurduğu, öğrettiği, “mâkul vatandaş”ın bilmesi gerekenler var: Yunanlıların kaçarken İzmir’i nasıl yaktığı, bütün dünyanın Türkiye’yi bölmek için neler yaptığı vs.. Ama gerçek hayatın problemleri ağırlaştıkça, bu ezberler çalışmıyor. Bir yandan da o çocuklar kendilerini var etmek için, aidiyet duygusu içinde bir Türklük söylemine sığınıyor. Ama “Okumak ya da çalışmak için nereye gitmek istersin?” diye sorduğunda, hâlâ bir Batı ülkesini tarif ediyor. Bu iktidar ne derse desin, genciyle, yaşlısıyla, Türkiye insanı için muasır medeniyet hâlâ Batı. Yapacak bir şey yok. Cumhuriyet’in, Atatürk ve arkadaşlarının bu topraklara verdiği en büyük kazanımlardan biri muasır medeniyet; hukuku, ekonomisi, kurum ve kuralları oturmuş bir nizamdır. Keyfîlik ya da padişahlık değil. Dolayısıyla, Batı’ya bakıyor. 

Ruşen Çakır: Son olarak İYİ Parti’yi sorayım. Araştırmalarda, yükseldiği görülen yegâne parti İYİ Parti. HDP üç aşağı beş yukarı oyunu koruyor. CHP’nin oyları düşmüyor, belki biraz da artıyor. Ama istikrarlı bir şekilde oyları yükselen İYİ Parti. Peki, neden böyle? İYİ Parti denildiğinde, hâlâ Meral Akşener’le başlıyor ve Meral Akşener’le bitiyor sanki. Yanılıyor muyum? Bir teşkilat mı var? Başka bir seçenek olmadığı için mi böyle?

Bekir Ağırdır: Ben de katılıyorum söylediğine. Her şeyden önce, hâlâ bir lider partisi. Örgütü de bunu böyle kabul etmiş durumda. Ama bir yandan, sosyolojik olarak da negatif kimliklenme çalıştıkça, örneğin CHP’ye gelemedikçe… O sol fikriyat da bu ülkede, yine devletin eğitimle, hukukla zihinlere soktuğu bir ezber. Ama Soğuk Savaş yıllarından beri inşa edilmiş böyle bir karşıtlık duygusu da var. O zaman da, kendi zihni veya manevi dünyasına daha yakın bir parti olarak İYİ Parti önünde duruyor. Hem de Meral Akşener gibi modern, kentli bir kadın lideriyle de, hem kendi arzuladığı kentli ve modern hayatı îmâ ediyor hem de geleneksel değerleri koruyor. Bunun bir karşılığı var elbette. Ama bence asıl önemlisi, AK Parti’deki büyük çözülmenin en azından bir kısmı, şimdilik İYİ Parti’ye meyletmiş durumda. Onun için İYİ Parti istikrarlı bir biçimde, düzenli olarak yükseliyor. 

Ruşen Çakır: Benim, gazeteci olarak dikkatimi çeken bir husus var: Gelecek Partisi’nin içinde ülkücü var: Selçuk Özdağ. DEVA Partisi içinde de ülkücü var: Ramiz Ongun mesela. CHP’de eski İslamcı, Cihangir İslam ve Mehmet Bekâroğlu var. HDP’de de var. Ama İYİ Parti’de, AKP ile, İslâmcılık’la özdeşleşmiş bir isim yok. 

Bekir Ağırdır: Bildiğim kadarıyla yok, evet. En azından kamuoyu önüne çıkmış bir isim yok. Ama tam tersine, metropollü kadrolar var. Bahadır Erdem, Ümit Özdağ ya da Bilge Yılmaz gibi, daha metropollü, daha modern ve geleceği îmâ eden insan fikirleri var Meral Hanım’ın etrafında. Örgütlerinin durumunu, il başkanlarının, tabanlarının durumu nedir bilmiyorum. O yüzden ben hep İYİ Parti kadar, DEVA ve Gelecek partilerinin de –bugün henüz o noktaya ulaşmadılarsa bile–, bir şansları olduğu kanaatindeyim. Seçmen gözünde CHP’nin bu imajı devam edecekse, bu üçünden birisi ya da ikisi sıçrayacak. Ama DEVA ve Gelecek Partisi’nin oyları 9-10’lara mı gelir, 5-6’larda mı kalır? Bilemem. Ama en azından bugün henüz oralarda değiller. İYİ Parti de zaten kendi hedeflediğinde değil henüz. Ama yarım puan, bir puan da olsa, düzenli olarak oyunu önceki seçimlere göre, neredeyse yarı katı kadar ya da ona yakın oranlarda artırmış durumda. Tabii bir de zaman şansı var. İYİ Parti onlardan üç yıl önce başladı. DEVA ve Gelecek, pandemiyle beraber, belki kendini sokakta tam olarak ifade edemedi. 

Ama bu ortam, bu kasırganın gözü, bu ekonomik sarsıntı, hükümetin tavırları ve siyâsî problemler, Ukrayna, Kazakistan, Doğu Akdeniz’de yaşanan küresel bir sürü başka dinamik… Onun için sohbetin başında Trump’la başladım. Bütün dünyada, bu hikâyeyi üreten iklim hâlâ tamamen değişmiş değil. Türkiye de bundan etkileniyor. Avrupa’da da çok güçlü bir başka özgürlük hareketi, yeni bir reformcu dalga başlamış değil. Biden’ın bile yapabildiği sistemi dengeye kavuşturmak — ki orada bile tam olarak hâkim değil sisteme. 

Ruşen Çakır: Bir sorum daha var Bekir. Aslında daha önce de konuştuk, ama yine de sorayım: Türkiye’deki siyâsî aktörler ve kurumlar belli. Seçime de fazla bir zaman kalmadı. Normal şartlarda 1,5 yıl sonra seçim var. Bu süre aslında az bir zaman. Ama yine de, seçime kadar, muhalefet cephesinde, yeni bir parti değilse bile muhalefeti toparlayacak yeni bir isim çıkma ihtimâlini görüyor musun? İhtimâlin dışında, böyle bir ihtiyaç var mı?

Bekir Ağırdır: Bence ihtiyaç var. Ama ihtimal yok. En azından bu seçim için ihtimal yok. Çünkü bu seçim, artık var olan partiler ve liderlerle olacak. Başkanlık Sistemi dediğiniz zaman, bu oyun artık ikili bir oyundur. Bizim kendimize özgü Kürt meselemizden dolayı, bir HDP veya ardından gelecek üçüncü bir hareket hep olacak. Ama özü îtibârıyla bu oyun ikili oyuna döndü. İkili oyunun içinde sadece var olman yetmiyor. İkili oyunun bir tarafındaki aktörleri, karar vericileri de etkileyecek güce gelmen gerekiyor. Eski sistem olsaydı, tümüyle toplumsal destekle, “18 oy aldı, şu oldu, bu oldu” demek mümkündü. Ama burada öyle bir şansın olmayacak. Ama ihtiyaç olduğu açık. Türkiye, bugün geldiğimiz noktada, bu kimlikler meselesini aşan bir yerden, yeni bir demokrasiyi, devleti, hukuku, eğitimi, yargıyı baştan aşağıya inşa etmemiz gerektiği çok açık. Bunu da bir kimliğe göre yapamayız. İktidar diyor ki: “Ben dindar kimliğime göre kuracağım bu hayatı”. Fâizi bile nas’a bağladı. Ama bunun sürdürülemez olduğu çok açık. Tek başına seküler bir kimlikle de yürüyemez. İşte 80 yıllık bir Cumhuriyet tarihimiz var, nereye geldiğimizi de gördük. Demek ki kimlikleri aşan bir yerden, onurlu yaşam hakkını savunan, birbirini didiklemeyi esas alan değil, beraberce geleceğe bakmayı esas alan başka bir siyâsî örgütlenme üretmemiz lâzım. Onun için ben “sekmeli seçim” öngörüyorum. 

Bu seçimde çok olağandışı şeyler olmazsa, çok büyük bir olasılıkla iktidar değişecek gibi gözüküyor. Ama sistemi bu sözünü ettiğim ilkeler etrafında yeniden kuralım, örgütleyelim diyen bir fikir, bir aday da yok. Öyle bir ittifak da yok zaten. Öyle olmadığı için, o siyasal güce ulaşacak bir ittifak ihtimâli de görünmüyor. Peki, ne olacak? Tıpkı Biden meselesinde olduğu gibi, bu savruluştan, belki bir duralama, bir dengelenme ihtiyacını üretecek bir seçim yaparız. Ama iki sene sonra, cumhurbaşkanını değiştirsek bile bu tuhaf sistemle Türkiye’nin yürümediğini görürüz. Ve yeniden bir başka ikinci erken seçim kaçınılmaz hâle gelir. Bazen genç arkadaşlar fikrimi almak için arıyorlar ya da yüz yüze geliyorum. O yüzden ben de şimdi kuracağım cümleleri söylüyorum onlara: “Bu seçimi hedeflemeyin. Ondan sonraki seçimin hedef de olduğu, ihtiyaç da olduğu çok açık. Böyle konumlanın. Ben de sizin için nefer olayım” diyorum. Eğer bugünkü duruma bakıyorsak, ülkenin bu gidişinden de, benim gibi memleketin geleceğinden de burnunun direği sızlıyorsa, yapılabilecek şey, belki ikinci seçimi hedeflemek.

Ruşen Çakır: Zaten Meral Akşener’in “Ben Başbakanlığa adayım” demesi, bu senin söylediğine denk geliyor. Çok akıllıca bir hamle, değil mi?

Bekir Ağırdır: Aynen öyle. Bence çok stratejik bir hamleydi ve asıl oyunu sıçratma nedenlerinden birinin bu olacağını sanıyorum. Çünkü bir tek o cümleyle, iktidarın oyun planını bozdu. İktidarın oyun planı, ittifak içinde adaylık üzerinden bir gerilim çıkması meselesiydi ve ona oynayacaktı. Bu olmayınca, şimdi Ekrem İmamoğlu üzerinden aynı oyunu tekrarlamaya çalışıyorlar diye düşünüyorum. 

İkincisi, ittifakın küçük partisi olarak görülmekle birlikte, aslında partisi için de bir hedef koydu. Yani, “Bu seçimden sonra ana muhalefet partisi ben olacağım” diyor Akşener. 

Ruşen Çakır: Ya da iktidar partisi. 

Bekir Ağırdır: Evet. Böylece kendine ve kendi örgütünün önüne de bir hedef koydu. Siyasette kararlı olmak, mücadele etmek kavramlarını, muhtemelen her siyâsî liderin etrafındaki iletişimciler, reklamcılar onlara söylüyorlardır. Ama kof kabadayı olmakla, gerçekten kararlı, bilgili duruşun arasındaki farkı anlatmıyorlar liderlere. Onun için de tuhaf tuhaf işler görüyoruz. Ama Meral Hanım o açıdan, kendisine ve partisine somut bir hedef koymuş oldu. 

Ruşen Çakır: Bekir, burada noktayı koyalım. 2022 yılı pek parlak başlamadı. Ama seninle yaptığımız Medyascope sohbetimiz çok güzel başladı; her zaman olduğu gibi yine çok iyiydi. Çok teşekkürler Bekir. İzleyicilerimize de teşekkür ediyoruz. İyi günler. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.