Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Adını Koyalım (35): Derinleşen ekonomik kriz gölgesinde siyaset

“Adını Koyalım” programının 35. bölümünde Ruşen Çakır, Ayşe Çavdar, Kemal Can ve Burak Bilgehan Özpek, ekonomik koşullardan hareketle Türkiye’de yaşanan siyasi gelişmeleri ele aldı.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal 

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. 2022’nin ilk “Adını Koyalım”ında Burak Bilgehan Özpek, Ayşe Çavdar, Kemal Can ve ben, tam kadro karşınızdayız. Bu hafta ekonomik koşullardan hareketle siyâseti konuşacağız. Arkadaşlar, merhaba.

Çavdar-Özpek-Can: Merhaba.

Ruşen Çakır: Tekrar herkese iyi yıllar diyelim. Bu yılın siftahını yapalım. Enflasyon rakamları açıklandı. Özellikle muhâlif kesim TÜİK’e güvenmese de, rakam bayağı yüksek. Birtakım alternatif rakamlar çok daha yükseği gösteriyor; ama şu hâliyle bile %36 yıllık enflasyon çok büyük bir rakam. Ama buna rağmen iktidar, sanki çok fazla bir şey olmamış gibi, işler tıkırındaymış gibi davranıyor. Erdoğan en son, “Kurun köpüğünü aldık, şimdi sıra enflasyonun köpüğünü almakta” dedi. Bugün Bakan Nureddin Nebati de her şeyin yolunda gittiğini, artık “Ortodoks politikalar” yerine “heterodoks politikalar” uygulayacaklarını söyledi. Sanki iktidârın gözünde, ekonomi tıkırında gibi, birtakım sıkıntı veren hususlar var ama bunlar o kadar önemli değil gibi bir hava var. Kemal, ne dersin? Bunu söylüyor olmak tabii ki bir tutum olabilir, ama bunun sanki toplumda bir anlamda karşılığı da oluyor. Yani ekonomide yaşanan memnûniyetsizliklerin siyâsete tam olarak yansıdığını söylemek pek mümkün değil. Burada iktidar bir şeyi başarıyor mu, yoksa başarır gibi mi yapıyor?

Kemal Can: Galiba seçenek olarak ikinci söylediğin, “gibi yapıyor”kısmı daha doğru. Ama bu “gibi”yi çok yeni yapmıyor. Bunu daha önce de konuşuyorduk. Geçen yıl çok daha sertleşti. Şimdi enflasyon rakamları, işsizlik, diğer bütün göstergeler ve geçen yıl yaşanan kur krizi, çok önemli akut bir ataktı. Ama ekonomik kriz son birkaç ayın meselesi değil. Ekonomik krizi iktidârın reddetmesi, “Yok öyle bir şey” demesi de yeni bir şey değil. 

Hatırlayalım: Damadı olan Ekonomi Bakanı’nın sosyal medya üzerinden “görevden af talebi”yle başlayan, hattâ ona neden olan süreçten îtibâren, iktidar iki temel savunma argümanını kullandı: Birincisi, “Aslında bu bir algı, sorun yok, sorun geçici. Sorun bâzen dış kaynaklı, bâzen içerideki toptancılar ya da açgözlü birtakım esnafın işi ya da muhâlefetin kışkırtması. Dolayısıyla aslında büyük bir sorunumuz yok. Hattâ, “Biraz direnilirse, biraz sabır gösterilirse, porsiyonlar küçülürse, güzel bir yakın gelecek oluşabilir”. Ama onun nasıl oluşacağına, niye oluşmadığına, hangi politikayla oluşacağına ilişkin çok fazla şey söylemeden, bunun olacağını ve çok büyük bir sorun olmadığını söylemek argümanlardan biri. İkinci argüman ise, bu eleştirilerin hepsinin bir bozgunculuk, yıkıcılık, daha ileriye gidersek iktidara dönük bir darbe girişimi olduğu. Bunun içerisine muhâlefet de giriyor, mandacı iktisatçılar da giriyor, dış güçler de giriyor, herkes giriyor. “Sorun yok. Sorun gibi görünen şeyin sebebi de birileri.” Stratejiyi bu iki argüman üzerine kurdu. Geçtiğimiz yıl kriz iyice akut bir hal aldığında herkes şunu düşündü: “”Bunu artık devam ettiremez, bu artık iknâ edilebilir bir şey değil, ‘sorun yok’ diyerek nereye kadar gidebilir?” İktidar, o zaman da sorunu kabul edip, sorunu tartışmayı seçmek yerine, sorunun kendisini saldırganlığının ana unsuruna çevirdi. Ne yaptı? Erdoğan, çok çeşitli kesimlerden gelen eleştirilere rağmen çıkıp çıkıp, şimdi köpüğünü aldığını söylediği doların köpüğünü üretti. Buna birtakım icraatlar da eklendi tabii: Merkez Bankası başkanının defâlarca değişmesi, bakanın değişmesi, fâizin indirilmesi meseleleri gibi şeyler yapıldı. Ama sistemli biçimde, “Köpüğünü aldım” dediği şeyin üretimiyle uğraştı: O köpüğü büyüttü, köpürttü, köpürttü ve bunun sonucu olarak dolar 19-20 seviyelerine kadar tırmandı. Şimdi “Köpüğünü aldık” diyor. Ama bunu yaparken de, köpüğünü alırken de, onu oraya tırmandırırken de bu temel argümanı, “Kontrolün kendisinde olduğu argümanı”nı güçlendirdi. 

Bunun bir faydasını görüp görmeyeceğini önümüzdeki aylardaki veriler ortaya koyacak. Hem ekonomide bunun nasıl sonuç vereceğine ilişkin veriler, hem de bunun siyâsî olarak kendi tabanında ve genel olarak seçmende nasıl karşılık bulduğunun ölçüleri henüz elimizde yok. Ama en azından şu doğru: Sanki iktidar bu işe yaramış intibâını vermek istiyor. Bunun tamamlayıcı bir parçası daha var: Demin söylediğim iki argümandan ikincisi. O da, sertliği ve kutuplaştırma söylemini tırmandırmak; bunun da işaretlerini görüyoruz. Ne görüyoruz? Yıl biterken İmamoğlu meselesinde gördük. Dün hem Bahçeli’nin, hem Erdoğan’ın konuşmalarında gördük. Erdoğan, ekonomik sorunlarla ilgili meydanlara çıkma ihtimâli olan muhâlefete karşı, “15 Temmuz’u hatırlayın. Biz sokağa çıkanları süpürüp götürdük” dedi. Dolayısıyla, şunu söylemiş oldu: Ekonomik krizle ilgili eleştiri ve îtirazlar, darbe girişimiyle eşdeğerdir ve benzer bir cevap göreceklerdir. Bahçeli de, bildiğimiz, iktidâra sertlik politikasındaki hedef ve istikamet gösterme tavrını devam ettirdi. Hatta Numan Kurtulmuş’u da bir yıl aradan sonra bir daha hedefe koydu ve hırpaladı. Aslında bu da yeni değil. Hatırlarsan HDP kapatma davasında da neredeyse aynı biçimde yaşanmıştı. 

İktidar sâdece “Sorun yok, biz köpüğü aldık, ücretlere de biraz iyileştirmeler yaptık ve idâre edebileceğiniz bir şey yarattık” tavrıyla idâre etmeyecek. Bunun zorunlu devâmı olan, bu konudaki eleştiriler veya îtirazları siyâsî alanda hâkim kılabilecek her şeyi düşmanlaştıracak ve darbe tehdidiyle etiketleyecek. Şimdi ikinci aşama olarak bunun da kuvvetli biçimde devreye gireceğini anlıyoruz. İktidar sâdece, şimdiye kadar yaptığı gibi “Sorun yok” diyerek idâre etme tarzını sürdürmüyor; tam tersine, sorunun kendisini politik bir mesele hâline getiriyor ve bununla ilgili inisiyatifin elinde olduğunu söylüyor. Buna ilişkin her türlü eleştiri ve îtirâzı da, suçlamayla ve “Bedel ödeyeceksiniz” diyerek veya başka yollarla kriminalize ediyor. Bu toplam paketin işe yarayıp yaramayacağı ya da toplumda bir karşılık bulup bulmayacağının verilerine henüz sâhip değiliz. Ama geçmişe doğru baktığımızda, bunlar aslında tamâmen yeni buluşlar değil. Hatırlarsan, Berat Albayrak da, “Geçen ay, bu ay, sonraki ay” sistematiğiyle müthiş bir iyileşme grafiği târif ediyordu ve bunu birkaç ay arayla tekrar tekrar çıkıp, “Düzeliyor, her şey iyi oluyor” diyordu. Şimdi onun benzeri bir şey işliyor. Ama bunun karşılığı pek olacak gibi görünmüyor. Çünkü ekonomik göstergelerdeki, özellikle enflasyondaki tablonun, daha karamsar muhâlif iktisâdî yorumları bir kenara bıraksak ve TÜİK’in gerçekleriyle tabloya baksak bile, yakın bir vâdede çok büyük bir rahatlama görülmüyor. Ama bunu sürdürmeyi dengeleyecek şeyin, bu konudaki rahatsızlığın veya memnûniyetsizliğin politik alanı doldurmasını engellemeye dönük tarafının belirleyici olmaya başlayacağını görebiliriz. İktidar geçen yıl biraz bunun sorunlarını yaşamıştı. Bu da hem yılın son adımlarıyla hem de yeni yılın ilk demeçleriyle kendini yeterince belli etti.

Ruşen Çakır: Burada şunu vurgulamakta yarar var: 15 Temmuz göndermesini tekrar çok yapmaya başladı ve bunu MHP ile beraber telaffuz ediyor. Ama biliyorsun, MHP 15 Temmuz gecesi Genel Merkez’den yapılan açıklamada “Sokağa çıkmayın” çağrısı yapmıştı. İkincisi de, Erdoğan’ın son söyledikleri, Gezi zamanındaki “%51’i evde zor tutuyorum” söylemini çağrıştırıyor. Ama o tarihte %51 dediği zaman “Nereden çıkartıyor bu %51’i?” denmiyordu. Şimdi artık o yüzdenin kaçlarda seyrettiği de çok şüpheli. Onları de şerh olarak düşmek lâzım. 

Burak, sen ne diyorsun? İktidar bunu yokmuş gibi yapmayı, ya da varsa bile, “Zaten çözülüyor, merak etmeyin” duygusunu vermeyi becerebiliyor mu?

Burak Bilgehan Özpek: İktidarın ekonomi politikası yok, iktidârın bir halkla ilişkiler politikası var ve attığı adımlar, genel îtibâriyle ulusun menfaatini temin edecek, ulusun refâhını maksimize edecek politikalar değil. Amacı da bu değil. İktidarın amacı, kendisinin bir şeyleri başarabiliyor gibi gözükmesi ve insanların gözünde kaybettiği kredisini yeniden kazanmak. Aslında atılan adımları, “Bu işe yarar mı, yaramaz mı?” diye bir iktisâdî rasyonaliteyle değerlendirmeye çalışıyoruz. Ben baştan söyleyeyim: Hiçbir işe yaramaz. Çünkü ortodoks ekonomi politikasını terk edip, tamâmıyla kendi siyâsî ikbâline ve kendi inanç dünyasındaki fantezilere göre ekonomiyi yönetmeyi amaçlayan bir yönetim var. Buradan hiçbir şey çıkmaz. Üstelik bu ekonomi yönetiminin önceliği, ulusun kolektif menfaati de değil. İçerideki birkaç bin kişilik mekanizmanın kendi refahını artırmak. Orada, danışmanlardan, yandaş medyadan, yandaş müteahhitlerden müteşekkil bir mekanizma var ve bu insanlar kaynakların büyük kısmını sömürüyorlar. Onların tek amacı kendilerini devam ettirmek. 

Siyâsetbiliminde, yönetenler ve yönetilenler arasındaki ayrıma dikkat çeken kuramlar var. Birçok farklı yaklaşım olabilir, fakat asıl yaklaşımın, sistemin kendisi fark etmeksizin yönetenler ve yönetilenler arasındaki karşıtlık üzerine kurulduğunu iddia eden yaklaşımlar var. Bu AKP Türkiyesi’ni çok iyi açıklıyor. Dolayısıyla, seçim gibi meşrû ihtiyaçları olduğu için, bu insanlar kendi bencil çıkarlarını devam ettirebilmek için, bir yandan da toplumdaki algılarını yüksek tutmak zorundalar. O yüzden biz uygulanan herhangi bir dış politikanın, sosyal politikanın veya ekonomi politikasının, ulusun menfaati rasyonalitesiyle değerlendirilmesine karşı olmalıyız. Böyle bir durum da yok. Oradaki mesele, ulusun bir kısmının algılarını şekillendirerek, çok daha küçük bir azınlığın menfaatinin devam etmesini sağlamak — resim bu. Dolayısıyla, “Ekonomiyi iyi yönetiyor mu?” ya da “Ekonomik sorunları bir şekilde çözebildi mi?” sorusunun yanıtı: “Hayır”. Buradan hiçbir hayır çıkmaz. Dolayısıyla o şapkadan çıkan şey de tavşan değil. Onu söylemek lâzım.

Bu algıyı yönetme meselesi ise çok zor bir durum. Siz soyut idealler söz konusu olduğu zaman algıları propagandayla yönetebiliyorsunuz. Gezi Parkı protestolarını hep beraber yaşadık. Orada soyut bir fikir var: Meselâ “özgürlük” fikri insanların yorumuna çok açık ve bunu eğip bükerek kendi seçmeninize, onların hayâtına tesir etmeyen bir konu olmadığı için istediğiniz gibi sunmayı başarabiliyorsunuz. “Terörle mücadele”de aslında buna çok benziyor: Yozgat’ın bir köyünde A Haber izleyen bir AK Parti seçmeni, sınırdaki çatışmaları, eğer o çatışmanın içerisinde kendi oğlu yoksa, uzayda bir yerde gerçekleşen fantastik bir kahramanlık hikâyesini izler gibi izliyor. Dolayısıyla hayâtına doğrudan dokunan herhangi bir şey yok. Hayâtınıza dokunmadıktan sonra çok milliyetçi olabilirsiniz, çok muhafazakâr da olabilirsiniz. Fakat ekonomi dediğimiz hâdise insanların hayatlarını doğrudan etkileyen bir şey.

Bugün insanların işe gidip gelme mâliyetleri, kendilerini devam ettirebilecek enerjiyi temin edebilme mâliyetleri, aldıkları maaşa yaklaşmış durumda. Bu çok enteresan bir şey. İşine gidip gelen, toplu taşıma kullanan ve yemeğini oralarda bir yerde yiyen bir insan, aldığı maaşın yarısını, zaten o maaşı almak için harcıyor. Market sıraları, Halk TV’deki Uğur Dündar programları gibi. Akşamları eve giderken market sıralarında biraz vakit geçiriyorum. Oradaki memnuniyetsizlik ciddî anlamda son derece hissedilebilir durumda ve gayri insânî zamlar da, bu 20 Aralık gecesi yapılan operasyonla foyası dökülmüş halde. İnsanlar artık çok temel ihtiyaçlarını karşılama konusunda sıkıntı çekiyorlar. Bu, orta sınıfın kendi hayâtından muazzam derecede ödün vermesinden ibâret de değil; halkın geneline yansıyor. Adalet ve Kalkınma Partisi şu anda yoksulluğu yöneten, kendi tabanına bunun çok fazla tesir etmemesi için çabalayan bir parti konumunda. 

Dolayısıyla ben Tayyip Bey’in dünkü açıklamasının lapsus (psikanalizde kişinin bilinçaltını açığa vuran dil hatası) benzeri bir durumdan ortaya çıktığını düşünüyorum. Gezi protestoları soyut fikirlere sâhip olan insanların bir şekilde daha iyi bir ütopyada yaşamak için sokağa çıkmasından ibâretti. Fakat yarın Bağcılar’daki, Keçiören’deki, Anadolu şehirlerindeki insanlar bir şekilde sokağa çıktığı zaman, karşısına kimi dikeceksiniz? Zaten Tayyip Bey’in, bizlerin karşısına dikmek için örgütlediğini düşündüğü insanlar, bu insanlar. 

Çok enteresan bir şey söylemek istiyorum: Hayat, AK Parti’nin zannettiği gibi kutuplaşmış bir şekilde ilerlemiyor. Mesela, Suriyeli göçmenler veya sığınmacılar konusunda ne bekliyoruz? “Bunlar din kardeşimiz. Biz ensârız, onlar muhâcir. Sekülerler ve muhâfazakârlar arasında herhangi bir hâdise olursa, Suriye’den Türkiye’ye gelen insanlar, muhâfazakârlarla birlikte saf tutar” gibi bir düşünce vardı birçok insanda. Bu yaz Ankara’da, Elmadağ’da ne oldu? Bizzat AK Parti’nin, Cumhur İttifakı’nın seçmenleri ile sığınmacılar arasında bir problem yaşandı. Hayat, sizin zannettiğiniz gibi, robotvâri insanların sizinle kurdukları duygusal özdeşim sonucunda her istediğinizi yapabilecekleri bir düzlem değil. Dinçer Demirkent’in yıllar önce “Bu halk her şeye inanır mı?” diye bir yazısı vardı. Demirkent o yazısında “Her şeye inanmış taklidi yapar” diyordu. İnsanlar, menfaatini temin edebildiği sürece sizin söylediğiniz yalanlara inanabilir. Yalan olduğunun farkındadırlar. Fakat onu açığa çıkarmak, ona meydan okumak bir mâliyet içerdiği için inanmış gibi yapmak en mâliyetsiz yol olabilir. Dolayısıyla, şu anda insanları sokaklara çağırmak veya insanlara ne için sokağa çıktıklarını îzah edemeden, “Hadi gelin, beni koruyun” demek, bana sorarsanız bir lapsus örneği. İşlerin çok kötü noktaya gittiği durumda, Tayyip Bey’in gözünün önünde bazı resimler canlanıyor olabilir. Buna karşı da kendisini güvende hissedebilmek için %50hikâyesini yeniden ısıtıp kendisini rahatlatıyor olabilir. Bunun gerçeklik payının olduğu kanaatinde de değilim. Bu kadar yolsuzluk skandalının, AK Parti seçkinlerinin bu kadar yozlaşmasının, zengin ve fakir arasındaki ayrımın bu kadar olduğu –ki zengin olmanın şartı da AK Parti çevresine girebilmek– ve bunların ifşâ olduğu, teşhir edildiği bir ortamda, Halk Ekmek kuyruğunda bekleyen insanların, Demirören için, on maaşlı bir danışman için sokağa çıkıp Tayyip Erdoğan’ın emriyle komşusuna, oğlunun arkadaşına, akrabalarına saldıracağını düşünmüyorum. Bir çatışma olabileceği kanaatinde değilim. 

Ruşen Çakır: Ayşe, Burak’ın bıraktığı yerden, özellikle AK Parti’nin bu ekonomik kriz sürecinde kendi tabanıyla kurduğu ilişki meselesinden devam edecek olursak, bu kurun yukarı çıkıp aşağı inmesinde mağdur olan insanların içerisinde çok sayıda AKP’li olduğu yolunda görüş var. Ama buna rağmen hâlâ Erdoğan’a bağlılıkları sürüyor mu, sürmüyor mu? Ne dersin? AK Parti, kendi seçmen tabanındaki alt sınıfları ve yoksullaşan orta sınıfları hâlâ elinin altında tutabiliyor mu? Yoksa onları ayrı bir kayırmacılık yoluyla genel mağduriyetin dışına taşıma imkânı var mı? Ne dersin?

Ayşe Çavdar: Belirli koşullar veya mevcut veriler, bunun olmayacağını gösteriyor, ama Kemal’in dediği doğru: Henüz elimizde bununla ilgili veri yok. Fakat şöyle bir durum var: Önce Burak’ın bahsettiği lapsus’un başka bir tarafından bakayım. 15 Temmuz’u hatırlatmasının da aslında bir lapsus olduğunu ve aynı etkiyi yaratacağını düşünüyorum. Evet, 15 Temmuz’un arkasında ona bir saldırı vardı, ama onun eski ortaklarının ona düzenlediklerini söylediği bir saldırı vardı. Zaten sahneyi de “Kandırıldım, Allah affetsin”le kapatmıştı. Dolayısıyla onun yaptığı bir dizi hatayı düzeltmek, sokakta halka kalmıştı. Orada, bu tür şeyleri görmezden gelmelerinin bir tarafı çâresizlik, diğer tarafı da Erdoğan imgesinin ne anlama geldiği — sâdece yoksullar için de değil. 

AKP’lilerin 20 Aralık’ta olanlardan zarar görüp görmedikleri meselesinde ekonomistlerin söylediği bir şey var: O gece 100 bin kişi gerçekten çok mutlu oldu. Çünkü 100 bin ailenin mevdûatları garanti altına alındı. Peki, nasıl garanti altına alındı? Mevdûatları olmayanların verdiği vergilerin biriktiği Hazine’den karşılayacaklar. Dolayısıyla böyle bir durumda, eğer AKP seçmeni 100 bin aileden mürekkep değilse, böyle bir durumda herkes kadar AKP’liler de kaybetti; bundan da hepimiz emin olabiliriz. Elimizde, bu kaybı nasıl yorumlayacakları ve bu kayıpla ne yapacakları gibi bir soru var. Henüz orada da veri yok. Bu ne anlama geliyor? Kimisinin rüyâsı gerçekleşti, kimisinin rüyâsı gerçekleşirken diğerleri ciddî bir kâbusun kapısından içeri girdiler. Şu anda bu kâbusu hayra yormak durumunda bırakılıyorlar. Sebeplerden bir tanesi, “Daha büyük bir kâbusa uyanabilirsiniz. Ne olabilir? Ben gidebilirim. Ben artık olmayabilirim. Beni devirmeye çalışabilirler. Bir 15 Temmuz daha olabilir” gibi düşündürülmesi. O lapsus’un içinde bir tehdit de var. Sâdece muhâlefete karşı değil, kendi seçmenine karşı da, “Böyle bir durumla karşılaşabilirsiniz ve böyle bir durumla karşılaştığı halde beni korumayanların başlarına neler geldi? Onların hakkında neler söyledim? Onları nasıl köşeye sıkıştırdım? Hatırlıyor musunuz?” gibi bir tehdit de var. 

Lapsus olan kısmı, dediğim gibi, 15 Temmuz’u hatırlatarak kendi hatâsını halka mâletmişti. Hatâ da dememek lâzım; çünkü en başından îtibâren Gülen Cemaati’yle işbirliği yaparken ve onları bürokrasiye yerleştirirken siyâsî bir tercih yapmıştı. Sonuçta o evliliğin bitmesi sürecinin bedelini de hem AKP’liler hem sokağa çıkanlar ödediler. Hem de bütün Türkiye senelerdir ödüyor. Dolayısıyla orayı hatırlatırken, evet, retorik olarak öyle bir şey söylemiyor, sâdece muhâlefeti korkutmaya çalışıyormuş gibi görünüyor. Fakat bu hatırlatmanın, kendi seçmeni açısından da birtakım kötü anlamları var. 

Peki, bu kâbusu AKP’liler niye hayra yormak zorunda? Bunu aslında ikinci bölümde konuşmak lâzım, ama girmeden yapamayacağım: Onları bu kâbusu hayra yormaya mecbur eden şey ne? Bir tânesi, en başından beri söylüyorum, AKP’nin çekirdek oyu %15, hadi 5 de ben ekleyeyim, %20’den fazla değil. Oradan açılarak bakarsak, etkisi azalarak devam eden o kutuplaştırma söyleminde satın alınmış birtakım kalıplar var. Almanya’dan bir örnek vereceğim: Neredeyse altı ay oluyor, buradaki AKP’lilerin oluşturdukları bir grupla, istemediğim bir tartışmaya girmek zorunda kaldım. Çünkü tanıdılar, “Sen osun” dediler ve sorularına muhâtap oldum. Dolayısıyla cevap vermek zorunda kaldım, kaçmak olmazdı. “AKP bu kadar yanlış ne yaptı ki? Bana AKP’nin yaptığı beş yanlışı söyle” dedi birisi. Ben de anlattım: Kentsel dönüşümü anlattım, ekonomi anlattım, hastaneleri, sağlık sistemini, okulları anlattım… “Şimdi beni dinle” dedi ve başladı saymaya: Başörtüsü, imam-hatip, şehir hastanelerinden herkesin yararlanabiliyor olması ve Türkiye’nin yurtdışından gelen büyük bir baskı altında olmasını saydı. Kendi beşincimi de hatırlamıyorum, onun beşincisini de hatırlamıyorum. Elimde değil, ufak ufak öfkelenmeye başladım. Çünkü benim söylediklerimle, karşılığında onun verdiği cevaplar o kadar ilgisiz ki. Benim söylediğim şeyler, şehirlerin yaşanmaz hâle gelmesi, ama onun o taraftan getirdiği hikâye bir karşı argüman bile değil; hiçbirini yalanlamıyor veya değillemiyor da. Bu söylediklerim bir vak’a, ama bizim bu bedeli ödeyerek hep berâber satın aldığımız şey böylebir şey. O şey de başörtüsü, imam-hatipler vs… Bu ezberin dışına çıkabilmesi çok kolay değil. Muhâlefetin yaptığı, “Merak etmeyin, biz bunlara bir şey yapmayacağız. Bunları kaybetmeyeceksiniz” hikâyesi de işe yaramıyor. Çünkü bu, onları korumak üzerinden geliştirilmiş bir söylem değil. Bu, verilmiş kararın, yani Erdoğan’ı destekleme kararından dönemeyişin bir kılıfı. Bunu defâlarca söyledim, birazdan ikinci yarıda yine söyleyeceğim. O dönemeyişin sebebi de, öbür tarafta bir güç birikmemesi. Dönecek yeri yok, buradan döndüğünde ona “Hoşgeldin, ne haber? Sen de şu köşede bizimle berâber dur. Halledeceğiz, bu sorunları çözeceğiz” diyen bir irâdeyi görmemesi. İkincisi, o kutuplaştırma içerisinde, sonuçta bir kimlik olarak da Erdoğan’ın adının Erdoğan olması. Daha önceki bir yayında avatar demiştim. “Avatar’dan ne kastediyorsun?” diye de eleştiri aldım. Avatar’dan kastettiğim, Erdoğan bir şey yaptığında onu kendisi yapmış gibi, hattâ Erdoğan’ın irâdesiyle değil, onu avatar olarak gören her kimse, onun irâdesiyle böyle bir şeyi yaptığı yanılgısını yaratması. Şapkadan çıkan tavşan da bu. O şapkada bir tavşan var, tek tavşan da bu. Bu da bir illüzyon. Dolayısıyla bu bağın nasıl kopacağı konusunda ciddî ciddî düşünmek lâzım. Bunu biz koparamayız. O, AKP ile seçmeni arasında kopacak. Ama bunun kopabilmesi için, bunun dışında, bu kopuşun gerçekleşmesi hâlinde kıyâmetin kopmayacağını, her şeyin berbat olmayacağını, şimdi berbat durumda olan şeylerin bile düzeleceğini söyleyen bir irâde lâzım. 

Hülâsa, şunu söylemeye çalıştım: Evet, Erdoğan sanki, “Ben olmazsam siz yoksunuz ve diğerleri de toptan kötü insanlar ve beni alt etmeye çalışırken sizi alt etmeye çalışıyorlar. Bunun sonuçlarına katlanacaklar ve bu esnâda onlardan yana olanlar da katlanacaklar”retoriğini tekrar ediyor. Kemal o konuda haklı. Fakat bu retoriğin ona mâliyeti giderek artıyor. Erdoğan açısından durumun manzarası bu. Öbür tarafa, yani Erdoğan’ı destekleyenlere baktığımızda, bu onlar açısından da mâliyeti artan bir şey. Çünkü artık onlar da çok ciddî kaybediyorlar. Asgarî ücret iki katına getirildi, zam yapıldı, ama günün sonunda 4500 lira olan asgarî ücret, aşağı yukarı 10 bin lira olan açlık sınırının yarısından bile az. Ve bu daha da yükselecek. Dolara endeksli meselesini bir kenara bıraktım, konuşmayalım. AKP’yi destekleyenlerin çok büyük bir bölümü yoksulsa, en çok onlar bundan etkilendiler. Bunun için bir sürü araştırmaya bakıp bir profil çıkarmak, son bir yılı gözden geçirmek lâzım. En çok onların hayatları köşeye sıkıştı. Karşısında, bu köşeye sıkışma hâlini bertaraf etmek ve bir zamanlar verdikleri o kararı korumak için onların ödedikleri mâliyet de çok fazla arttı. Burada tek olmayan şey, karşısında gerçek bir irâde. Erdoğan’ın yaptığı gibi, halkla ilişkileri veya propagandayı siyâsetin yerine koyarak, 100 bin kişinin çıkarlarını 80 milyon kişiden koruyan, 80 milyonun kâbusunu, 100 bin kişinin rüyâsı gibi satan bir propagandanın karşılığında, muhâlefetin de bir şekilde propaganda değil siyâset üretmesi lâzım. Ne yazık ki onu henüz göremiyoruz. 

Ruşen Çakır: İkinci bölümde ona geçeceğiz: Başlığımız “Derinleşen ekonomik krizde siyâset”. İktidârı konuştuk, şimdi biraz da muhâlefeti konuşalım. Aslında hepiniz ilk bölümde bir şekilde muhâlefetten de bahsettiniz. Erdoğan ve Bahçeli’nin istediği bir muhâlefet var ve işin içerisinde çok ciddî bir şekilde “sokak”kavramının da girdiği ya da sokulmak istendiği bir dönemdeyiz. Bugün Meral Akşener, dün Kılıçdaroğlu ve Pervin Buldan, ekonomik kriz üzerinden Erdoğan’a yönelik olarak suçlamaları, eleştirileri getirdiler. Ama açıkçası, ekonomide yaşanan krizin derinliğine denk gelen ekonomi temelli bir muhâlefet görmüyorum. Ne dersin Kemal? 

Kemal Can: Aslında bu, birinci turda konuştuğumuz “ekonominin nasıl konuşulacağı” meselesini siyâsette kimin belirlediğiyle ilgili bir konu. Burak’ın biraz önce söylediği türden bir hayâtın içinde, insanların kendi yaşadıkları ekonomik krizle ilgili başka bir deneyimleri var. Çok ağır bir yük altındalar ve kaçınılmaz olarak bunu çeşitli biçimlerde tepki olarak dışa vuruyorlar. Hayâtın içinde böyle bir şey var; çok derin bir yoksullaşma var. Gelir adaletsizliği sâdece son dolar spekülasyonlarıyla olmadı. Yedi senedir devam eden bir gelir dağılımı bozulması var. Dünya ölçeğinde kişi başı gelirin düzenli olarak düştüğü ve bunun da giderek daha küçük kesimlerde bir sermaye birikimi hâline dönüştüğü, büyük yığınların çok açık biçimde yoksullaştığı bir süreç var. 

Bunun bir yaşanma biçimi var, bir de bunun siyâsete taşınma biçimi var. Şu anki fark, birinci turda da konuştuğum gibi, iktidârın –eğer bir stratejisi varsa– bunun ekonomik bir strateji olduğu kanaatinde değilim, aslında bir siyâsî strateji olduğu kanaatinde de değilim.  Bunun bir savunma stratejisi, reflekse dayalı bir siyâsî tercih olduğunu söyleyebiliriz. Ama yapmaya çalıştığı şey şu: Sorunu çözmek, sorunun yaratabileceği politik çıktıları engelleyebilmek için, sorunun konuşulma biçimini belirlemeye devam etmek zorunda. Birinci turda anlattığım şey de bu. Hâlâ yönetilebilen şey, bu ekonomi meselesiyle ilgili –ister buna halkla ilişkiler faaliyeti deyin, ister bu konunun siyâsîleştirilmesi, kutuplaştırmanın parçası hâline getirilmesi deyin–, iktidar bunu belirlemeyi sürdürmeye çalışıyor. Bunu yaparken de sâdece kendinden bahsetmiyor. Bu 15 Temmuz hikâyesi, mandacı iktisatçılar, ortodoks iktisat, dış güçler hikâyelerinin tamâmı şunu anlatıyor: Sâdece kendi hikâyesini anlatmıyor, zaten kendi anlatacağı bir hikâyesi de yok. Tam tersine, diğerlerinden bahsediyor. Ayşe’nin anlattığı gibi, kendi tabanına da, genel seçmene de sürekli olarak diğerlerini, diğerlerinin tehlikesini, diğerlerinin yapabilecekleri ya da verebilecekleri zarara ilişkin şeyler anlatıyor. Dolayısıyla, sâdece muhâlefeti korkutmaya çalışmıyor. Kendi seçmenini de, kendi destek tabanını da muhâlefetle korkutmaya çalışıyor. “15 Temmuz’da yaptığımız gibi sizi sokaktan süpürürüz” derken, onlara bir şey söylüyor, ama onun yanına bir de şunu ekliyor: Kılıçdaroğlu’nun kurumlara gitmesini “eşkıyâlık”diye yorumlayarak, Özgür Özel’in söylediklerini kullanarak ya da dolar garantili ihâle paralarını ödemeyeceklerini işâret ederek, o tehlikeyi gösteriyor. Burak’ın söylediği gibi, tabandan bu şikâyetlerle meydanlara gidebileceklere, gidecekleri yerin tehlikesini ve kimin yanı olduğunu anlatıyor. Diyor ki : “Bu muhâlefetin yanına giderseniz, bu şikâyetleriniz dolayısıyla îtirazlarınızı onların yanında ifâde etmeye kalkarsanız, siz hem bir tehlikenin içine gireceksiniz, hem düşmanlaşacaksınız.” Bu önemli bir şey. 

Bu, kaçınılmaz olarak muhâlefeti de etkiliyor. İktidarın savunma stratejisi sâdece kendisiyle ilgili değil, rakiplerini ve muhâlefeti de gerekirse biçimlendirmek, biçimlendiremiyorsa bile onun algılanma biçimini yönetmekle ilgili. Dolayısıyla muhâlefeti eleştirirken, neden bunu aşamadıklarını, neden bunun karşılığını üretemediklerini soruyoruz. Çünkü aslında orada kontrolün ya da algı yönetiminin önemli bir kısmı hâlâ iktidârın elinde. Mesela iktidar sokak tehlikesini gösteriyor, 15 Temmuz’u hatırlatıyor, ama aynı tür bir etki muhâlefet cephesinde de var. “İnsanları bu memnûniyetsizliği böyle ifâde etmeye çağırmak acaba riskli bir şey mi? Acaba iktidârın oyununa mı geliyoruz?” diyorlar. İktidar, kendi oynayabileceği tehlikeli oyunu, hem kendi seçmeni için, hem muhâlefet için bir tehdit ve korku unsuru olarak kullanabiliyor, bunu yapıyor. Bâzen “Bu daha iyi günleriniz” diyerek çok fizîkî bir saldırıyı îmâ ederek, bâzen “Bunun bedelini ödeyeceksiniz » diyerek, bâzen sokağı ya da kendi destekçilerini göreve çağırarak yapıyor. Ama hepsinde, muhâlefeti sıkıştırma tarafı da az değil. Yani kendi savunmasını kurmanın yanında, rakibini ve karşısını da biçimlendirmeye çalışıyor. 

Burada önemli olan, bu hayatta yaşananla, bu işin siyâsete taşınma biçimi arasındaki kontrolü muhâlefetin ele alması. Geçen yıl muhâlefetin kontrolü zaman zaman ele alabildiğini, bazı çıkışlarla gündemi kurabildiğini konuştuk. Ama bu gündemi ileriye taşıyan, bunu değiştirme irâdesi gösteren bir politik sürekliliğe taşıyamadı muhâlefet. Hattâ bu son olayda tartıştığımız “Şapkadan tavşan çıkardı mı? Yaptığı işe yarar mı, bu anlatıdan bir fayda sağlayabilir mi? Muhâlefetin bu ataklardan, kısa sürse de şaşkınlık yaşaması”meseleleri, bunların süreklileşmiş politik bir dile çevrilememesi… Burak’ın kuyruklarda gördüğü insanların bir politik dille siyâsî alana taşınması lâzım. Muhâlefetin bunu yapması gerekiyor. Bu konuda hâlâ kendi yapısal sorunlarından, parçalı yapısından ve epeydir bu iktidârın biçimlendirdiği siyâsî zeminde hareket etmenin bazı uzuvlarını etkisizleştirmesinden dolayı hâlâ bazı sorunlar yaşadığını görüyoruz. 

Geçen haftaki yayında da konuştuk: Yüzde 60-40 dengesinin tersine döndüğü bir noktada bile, “Tamam, koptu, bitti bu iş. Gittiler, gidiyorlar”lâf olarak söyleniyor ama, bunların sâhiden herkesin iknâ olduğu bir duruma dönüşmesi ve buradan da, oluşacak yeni şeye ilişkin bir umut doğması gerekiyor. Bu, illâ ortak bir program olup olmamasıyla ilgili değil. O da çok tartışmalı bir şey. Ama sâdece şu anda yaşanan sıkıntının politikleştirilmesinde bile bir tereddüt ve belirsizlik var. Konuştuğumuz, sonraya dâir bir şey ifâde edip, bir iktidar alternatifine dönüşme konusunu geçtim, bugünün sorununu da politikleştirme konusunda hâlâ çok ilerleyemediğini düşünüyorum muhâlefetin. İnsanların sesini duyurmak anlamında onlara söz veriyorlar, onların sorunlarından bahsediyorlar, evet. Ama muhâlefetin tek görevi taşımak değil. O medyanın işi. Sorunları göstermek, insanların şikâyetlerini duyurmak, sorunlara işâret etmek… Muhâlefetin bundan bir fazlasını yapması gerekiyor. Kuyruklarda olan insanları politik bir baskıya dönüştürme becerisi göstermesi gerekiyor. Henüz bunun olduğu kanaatinde değilim. “Daha ne yapsın?” diyenlere de, “Eğer bir şey eksikse, demek ki daha yapılacak bir şey var” demek gerekiyor.

Ruşen Çakır: Burak, demin söylediklerinde Kemal’in şimdi söylediklerini birleştirerek şöyle bir şey söylemek istiyorum: Turgut Özal, Türkiye’ye “orta direk”kavramını hediye etmişti. Kullanılan bir kavramı siyâset diline, ekonomi-politiğe taşıdı.  Şu anda orta direklerin, yani orta sınıfların çok ciddî bir çöküşünü görüyoruz. Yoksulların daha yoksullaştığını görüyoruz, ama yeni yoksular da ekleniyor. O zamana kadar kendini yoksul hissetmeyen, “İyi-kötü idare ediyoruz, haftada bir sinemaya gidiyoruz, Netflix’e abone oluyoruz” diyen insanlar da bayağı yoksunlaşmaya başladılar. Bu kesimler, siyâsetle daha ilgili oldukları varsayılan kesimler aslında. Onların, bu yoksullaşmayla beraber, siyâsete daha fazla müdâhil olması ve muhâlif bir pozisyonda olması beklenir. Sorulduğu zaman şikâyetçiler, ama aktif olarak katıldıklarına dâir emâreler çok belirgin değil. DEVA’da, Gelecek Partisi’nde, İYİ Parti’de, kısmen CHP’de, birtakım insanlar tek tük çıkıyor ortaya. Ama orta sınıflarda çok büyük bir çöküş yaşanıyor. Kemal’in tâbiriyle politikleştirmede niye ciddî sorunlar yaşanıyor?

Burak Bilgehan Özpek: Çünkü siyâset alanıyla sivil alan arasındaki kanalların açık olması yetmiyor, aynı zamanda bu alanların kendi içerisinde de belirli bir serbestliğe sâhip olması gerekiyor. 2001 Krizi’ni hatırlayalım: İktisat profesörleri akşamları televizyonlarda, uygulanan politikanın yanlışlığını üniversite kampüslerinde yaptıkları yayınlarla anlatırlardı. NTV’de Ekodiyalog diye bir program vardı. Profesörler kampüslere giderlerdi ve öğrencilerle birlikte bunu tartışırlardı. İnsanların organik tepkileri medyada çok açık bir şekilde yer bulurdu. O dönemdeki esnaf eylemlerini ya da insanların medyaya yansıyan tepkilerini hatırlarız. Bunlar sivil alana has özelliklerdir. Sivil alanda bir çatışma vardır; bu çok doğal — olması gerekir. Demokrasi zaten budur. O çatışmanın kendisini medenî bir şekilde, özgür bir şekilde ortaya koyması beklenir. 

Türkiye’ye baktığınız zaman belki böyle bir huzursuzluk var, fakat bu huzursuzluğun özgür bir şekilde ortaya konulma şartları çok müsâit değil. Öyle ki, sokak röportajları yapan insanlar bile şu anda ev hapsinde. Hükümetin kısıtladığı alan sâdece siyâset alanı değil, sivil alanı da muazzam ölçüde kısıtlıyor. Dolayısıyla biz, siyâset alanından sivil alanı temsil etmesini değil; sivil alanı bir anlamda da inşâ etmesini bekliyoruz. Bu aslında demokrasi açısından çok sağlıklı bir tutum değil. Sivil alanın aktörlerinin kendi gündemleri olacak. O çatışmadan söylemler ve programlar üretilecek. Daha sonra siyâset alanı sivil alanla bir ilişki kuracak ve bunu kendi siyâsî söylemine çevirecek. Bizde “sivil toplum”dediğimiz alan çok baskı altında olduğu için, aynı zamanda siyâsetçilerden beklentimiz, bir sivil toplum kurmaları. Bu da berâberinde siyâsetçilere çok fazla yük binmesini getiriyor. Bana sorarsanız sağlıklı da değil. Sivil alanın siyâsetçiler tarafından kurulması sağlıklı değil. Mekanizmanın daha organik işlemesi gerekiyor. 

Buna rağmen, siyâsetçilerden beklediğimiz şey, gözlemledikleri memnuniyetsizliği bir siyâsî programa çevirmeleri. Açıkça ifâde edilememesi memnûniyetsizliğin yok olduğu anlamına gelmez; sokakta, çarşıda, pazarda dolaşıyorlar ve bir memnûniyetsizliği görüyorlar. Bu konuda çok başarılı olunduğu kanaatinde değilim, Kemal Can’a katılıyorum.  5 Nisan 1994 krizini hatırlayalım: Necmettin Erbakan, ekonomik krizi ülkenin Batı hayranlığıyla, laiklikle ilişkilendiriyordu. Siyâsetçinin, birbiriyle alâkalı olsun olmasın, iki soyut kavramı birbiriyle ilişkilendirip bunların arasında bir neden-sonuç ilişkisi olduğunu söyleyip halkı iknâ etme meselesi bu. 1929 Krizi’nde Almanya ve bütün dünya ülkeleri çöktü. Ama Hitler’in söylediği şey, Weimer Anayasası yüzünden bu yoksulluğu yaşadıkları oldu ve kitleleri peşinden sürükledi. Siyâsetçiler, doğru neden-sonuç ilişkisini kurmak zorundadır. Çok sempatik figürlerden örnek vermedim, biliyorum. Ama netîcede bunlar çok uç, çok saçma örnekler olmasına rağmen, insanların kriz anlarında neden-sonuç ilişkisi kuran liderlere meylettiğini göstermesi açısından da ilginçtir. Twitter’da insanların memnûniyetsizlikleri ortada zaten. Siyâsî parti liderleri de, Twitter’daki memnûniyetsizlikleri alıp kürsülerden söylemekle yetinmemeli. Bu yeterli değil. Neden-sonuç ilişkisini ortaya koymalı.

Bugün yaşadığımız ekonomik krizde eğer siz aile meselesini gündeme koymuyorsanız, yani Berat Albayrak’ın sistem içerisindeki rolünü ortaya çıkartmıyorsanız, ailenin kendi içerisinde kurduğu mekanizmayı, karar alma süreçlerini bir şekilde eleştirmiyorsanız ve sâdece çok fazla insan için de bir anlam ifâde etmeyen Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem vurgusu yaparak gidiyorsanız, ekonomik kriz ile Başkanlık Sistemi’ni ilişkilendirdiğiniz zaman, bu çok iknâ edici bir durum olmuyor. Daha spesifik, daha insanlara odaklanan ve daha kanlı canlı siyâset yapmanız gerekiyor. Böyle maalesef. 

Baktığınız zaman, sistemden çekilmiş bir Berat Albayrak var, fakat aynı zamanda bütün adamlarıyla sistemi domine eden bir Albayrak var. Bunu gündeme getirmediğiniz zaman, sosyal medya mızmızlanmasının ötesine geçemeyen bir tavır ortaya koyuyorsunuz. Veyahut milli güvenlik üzerine kurulmuş iktidârın, Türkiye’nin kurumlarını nasıl partizanlaştırdığını iddia edemiyorsanız ve bu partizanlaşmanın da kurumsal zâfiyet yarattığını, bu zâfiyetin ekonomik krizleri tetiklediğini, Tayyip Bey’in liyâkat kavramından anladığı tek şeyin, kişinin kendisine duyduğu sadâkat olduğundan bahsetmiyorsanız, bunu da ekonomik bozulmayla ilişkilendiremiyorsanız, siyâsî söylem biraz havada kalıyor. Siyâsetçiler bunu yapsa başarılı olurlar demiyorum, fakat iktisâdın kötü olduğu zâten ortada. Bu, üzerinde te’vil götürmeyecek bir mesele. Akşama kadar, “Açlık var, yoksulluk var, hepimiz fakirleşiyoruz” demenin bir anlam ifâde edebilmesi için, bu bağımlı değişkenin, bu sonucun sebebine işâret etmeniz gerekiyor. Siyâsetçilerin farklılaştığı nokta, zaten bu olgunun sebepleri üzerine farklı yorumlar getirmeleri. O yüzden siyâsî alan sâdece yoksullaşmaya odaklandığı için, hepsi aynı şeyden bahsediyormuş gibi geliyor. Hâlbuki sebepleri konusunda onların yorumlarını duyabilsek, hem siyâsî alanın farklılaştığını görebiliriz — ki bu zannedildiği kadar kötü bir şey değildir, hatta çok iyi bir şeydir; çünkü sivil toplum içerisinde de ekonominin kötü olduğunu düşünen insanlar arasında da bir farklılaşma var. Bu siyâset alanına da yansır, böylece daha verimli bir temsil oranı olabilir. Ben maalesef çok daha kolay yolun tercih edildiğini, sürekli olarak ekonominin kötü olduğundan bahsedildiğini, ama bunun sebepleri konusunda bir içtihat geliştirilemediğini düşünüyorum. Asıl sorunu biraz da burada görüyorum. 

Machiavelli’nin yazdığı bir mektup var. Diyor ki: “İyi bir vâiz insanları cennete yöneltmek için cehennem tasvirini çok iyi yapmak zorundadır, cennetten bahsetmese de olur. İyi cehennem tasviri, insanları cennete sevk edebilir. Daha iyi müminler olmalarına vesile olabilir.” Bu meselenin bile, Adalet ve Kalkınma Partisi’yle yaşanacak beş senenin bile çok iyi tasvir edildiği kanaatinde değilim. Dediğim gibi, burada sivil toplumun bazı sıkıntıları var. Ama siyâsetçiler zaten, kendisini ifâde etme zorluğu yaşayan sivil alanın sorunlarıyla muhâtap olmak için toplum arasına, çarşıya pazara gidiyor ve bunu gözlemliyorlar. Televizyondan izlemek yerine bizzat çarşıya, pazara gidiyorlar. Bu harika bir şey, çok iyi. Oradan aldıkları huzursuzluğu daha kapsamlı bir programa dönüştürüp, neden-sonuç ilişkisini ortaya koyup sunmaları gerekiyor. Yoksa herkesin üzerinde mutâbık olduğu olay, ekonominin kötü olduğu. AK Parti de artık enflasyon sorunu olduğunu kabul ediyor. Peki, bu sorunun sebebi konusunda AK Parti ile diğer partilerin farklılaştığı nokta ne? O belli değil. 

Ruşen Çakır: Ayşe, sen ne diyorsun? Sen de kaldığın yerden devam et. Aslında iktidârın sırf ekonomi nedeniyle bile teorik olarak çok zor durumda olduğunu varsayıyoruz.  Ama bunun pratiğe yansımasında, iktidar karşıtı aktörlerin inisiyatifi ele alması ve yönlendirmesi gerekiyor. Bunları hep söylüyoruz, ama şu hâliyle bakıldığı zaman, resmî rakamlarla %40’a yaklaşan enflasyon olan bir ülkede yaşıyormuşuz gibi bir sokak yok.

Ayşe Çavdar: Ne yazık ki sokağı bilebilir vaziyette değilim. Ama Türkiye’den konuştuğum her arkadaşım, sosyal medya, sâdece ve sâdece rakamlardan bahsediyor; hayat pahalılığından, alım gücünün ne kadar azaldığından bahsediyor. O kadar çok arkadaşım işsiz ki. O kadar çok arkadaşım dediğim zaman, ağır eğitimli insanları kastediyorum: Üniversite eğitimi almış, yüksek lisans yapmış, doktora yapmış, piyasada çeşitli kurumlarda çalışmış veya özellikle yaratıcı sektörde kendi işini yapmış, medyada, sivil toplumda, halkla ilişkilerde, reklamcılıkta, yayıncılıkta çalışmış insanlardan bahsediyorum. Bu insanlar işsizler. Bunlar yakın arkadaşlarım. Kaldı ki, anladığım kadarıyla KOBİ düzeyinde ciddî iflâsların yaşanmakta olduğu, yaşanacağı, bunu kaldıramayacakları meselesi de var. Ücretlerde düzenlemeler yapıldı, 500 liralık bir stopajı kaldırdı, ama onun dışında, işverenin ne yapacağı konusu pek düşünülmedi. Dolayısıyla bu öyle çok uzun vâdede değil, birkaç ay içerisinde işsizlik rakamlarının çok ciddî miktarda yükseleceğini gösteriyor. Bunları görmek için kimsenin çekirdekten ekonomist olması gerekmiyor. Hayat ve daha evvelden yaşadığımız krizler, bunların deneyimleri… Yaşım, üç ekonomik krizi görebilmemi sağladı. Dolayısıyla bunları görebiliyoruz.

Ama olmuyor. Neden olmuyor? Benim verdiğim cevâbı biliyorsunuz, izleyici de biliyor. Aşağı yukarı bir senedir her zaman, her yerde bunu söylüyorum. Çünkü Machiavelli’nin mektubundan yola çıkarak, öbür tarafta –yani bu “cehennem”ise “cennet”tarafında– ne olacağı konusunda bir fikrimiz yok. Birtakım tasvirler var, birtakım farklı farklı cennet tasvirleri var. Biri programını açıklıyor, öteki bir şey yapıyor vs.. Ama o cennete götürecek sistematik bir kutsal ittifak, ne yazık ki kurulabilmiş değil. Biz öyle bir ittifakın olduğunu varsayıyoruz. O ittifakın da olmamasının iki nedeni var: Bir tanesini Burak’a katılmadığımı söyleyerek açıklayacağım. Galiba Burak’la karşılıklı olarak birbirimize en çok katılmadığımız konu bu. Bu siyâsî partilerin, sivil toplumla… Yani sivil toplumdan kastım, sâdece örgütlü sivil toplum değil, örgütlü olmayabilir. Ayrıca örgütlenme pratikleri de eskisinden biraz farklı. 90’ların ortasından beri farklılaşıyor. Ondan biraz farklı olabilir, bunun da çeşitli sebepleri var, onu da konuşuruz. Evet, sivil toplumun üzerinde ciddî bir baskı var. Ama Türkiye’nin olgun bir sivil toplumu var. Siyâseti gayet yakından takip eden, nerede ne yapacağını gayet iyi bilen, deneyimli bir sivil toplum var. Özellikle 2000’li yıllarda uluslararası deneyim de edinmiş bir sivil toplum. Ben diyorum ki, AKP onun yolunu 2010 İstanbul Kültür Başkenti velvelesi esnâsında öğrendi. Orada gerçekten sivil toplumun zayıf karnını öğrenip, onu bir güzel bıçaklamaya başladı ve devam etti. Ama yine de bunun altından da kalkmış, o hesaplaşmayı henüz yapmasa da bir şekilde kendini yenilemeye çalışmış bir sivil toplum var. Fakat muhâlefet partileri bu sivil toplumla herhangi bir şekilde, herhangi bir iletişim şeklinde değiller. Bunu nereden biliyoruz? İkizdere’den biliyoruz, Soma’dan biliyoruz, Boğaziçi’nden biliyoruz. Bunlar sivil toplum değiller mi? Sivil toplum dediğimiz zaman, “devlet olmayan”dan bahsediyoruz. Bunlara da “örgüt”kelimesi başka türlü anlaşıldığı için, o sorun etrafında toplanmayı becerebilen sivil toplum alanları diyelim. Ama bu insanların dertleriyle ilgilenmiyor. Aslında kelime: Angaje olmak. Muhâlefet angaje olmak istemiyor. O sorunu içermek istemiyor. Çünkü muhâlefetteki siyâsi partilerin, tek tek ve birlikte bir tek sorunları var: İktidârı nasıl alt edebilecekleri ve iktidârı alt ettikten sonra en güçlü nasıl kalacakları. Üstelik bu iki soru da birbirini götürüyor. İktidarı nasıl elde edebilecekleri sorusuna verilen cevapla, iktidârı bertaraf ettikten sonra nasıl daha güçlü kalınacağı sorusuna verilen cevaplar birbiriyle çelişiyor. 

Nitekim biz kaç aydır, genişletilmiş Millet İttifakı ekseninde her partinin kendi hesâbına çalıştığını, dolayısıyla ittifak içindeki rolünü ve payını büyüttüğünü, bu sayede ittifakın ne yapacağı konusunda daha fazla söz sahibi olup, sonrasında ittifaka angaje olmayı tercih ettiği bir yol seçtiklerini görüyoruz — ki bu da hepimizin içine gark olduğu umutsuzluğu büyütüyor. Üstelik şöyle de bir sorumluluk alıyorlar: Esasında bütün o heterodoks ekonomi meseleleri, o 100 bin kişinin içerisinde bulunan bir kısım AKP’liyi de zengin etmek üzere yapılmış manipülasyonlar; bunları biliyoruz. Bir de bu konuda Erdoğan ve AKP’ye cesaret veriyor. Onlar da diyorlar ki: “Bunlar da bir şey beceremiyorlar, biz yolumuza devam edelim. Halk da sokağa çıkamıyor.” Niye çıkamıyor? Muhâlefet partileri, örgütlü siyâsî partiler, iktidârın kendilerine ne yapacağından bu kadar korkarken, halk nasıl sokağa çıksın?

“Ne yapmaları lâzım?” konusunda ben yine somut olacağım: Tartışma sürerken, yedi tane başlık yazdım. Bir tanesi, bence teşkilâtlarda çok ciddî sorun var. Muhâlefetteki hiçbir siyâsî parti, teşkilâtlarını ittifak siyâsetine iknâ edebilmiş değil. Onların gözünde, “İktidar kaybediyor, onlar bir şekilde kazanacaklar. Dolayısıyla kazandıkları zaman iktidârın nîmetlerinden faydalanacaklar.” Her ne kadar insanı çok heveslendiren Güçlendirilmiş Parlamenter Sistemgibi şıkır şıkır bir plan varsa da, Türkiye’de siyâset böyle yapılan bir şey. İnsan gerçekten partilerin bu konudaki programlarını okurken hevesleniyor. Ama pratikte siyâset, az önce bahsettiğim gibi işleyen bir şey. Dün Erdoğan, “Siyâset hâcet kapısıdır”demişti. Sonuçta birçoğu sağ teşkilâtlar olduğu için, bu teşkilâtlar nezdinde de siyâset hâcet kapısından başka bir şey değil. O da kötü kokuya sebep oluyor. Nihâyetinde, aslında hiçbir siyâsî lider, kendi teşkilâtını ittifak siyâsetinin ne demek olduğu konusunda aydınlatmış değil. Bunu halletmeleri lâzım. Çünkü ben buradan bile teşkilâtlar arasındaki kavgaları duyuyorum. Düşünün, buraya kadar geliyor. Ben Berlin’deyim ve siyâsî partilerle direkt bağım yok. Bana bile, “Şu aday olmak istiyormuş, şu bakan olmak istiyormuş, milletvekili olmak istiyormuş, bunun yüzünden öbür teşkilâtla kavga ediyormuş” gibi söylentiler geliyor. Bunu bitirmeleri lâzım. Şu sosyal medya ortamında, Whatsapp gruplarında, dedikodu ortamında, formal iletişim yollarından partilerin yararlanamadıkları bir evrende, fısıltı gazetesi şeklinde halka dağılır. Bu ne demek biliyor musunuz? Medya bu kadar güvenilmezken, fısıltı gazetesi kadar insanların güvenecekleri ve dayanacakları başka bir kaynak daha yok demektir. Dolayısıyla o işe yarar.

İkincisi, iktidara birlikte gelecekleri fikrini hem teşkilâtlara hem de seçmene söylemeleri gerekiyor. Seçmene de dönüp, “Biz berâberiz. Ben kendime oy isteyeceğim, o zamanlar da gelecek. Ama şimdi istediğim, bu ortaklığa vereceğiniz oy” demeleri lâzım. Üçüncüsü, bize “Ben bu ittifakın içinde olmak için bakın nelerden vazgeçiyorum” desinler ve göstersinler. Biz de onları ölçelim. Yani fedakârlıkta yarışsınlar. İttifakın genel görünümünü belirlemekte daha fazla güç için yarışacaklarına, fedakârlıkta yarışsınlar. Kim neden vazgeçiyor görelim. Ben Meral Akşener’in “Cumhurbaşkanı adayı olmayacağım, çünkü ileride başbakan olacağım” söylemini bu türden bir başlangıç olarak görmüştüm. Yanıldım, hakîkaten yanıldım. Meğerse o, ileriye dönük başka bir tür siyâsî manevraymış. Oysa bize fedakârlıkta yarıştıklarını gösterebilirler. Çünkü şu anda, bu halkın, bu toplumun, bu seçmenin kendisi için fedakârlık yapacak birilerine ihtiyâcı var. AKP’nin ya da Erdoğan’ın karşıtı bu. Erdoğan 15 Temmuz dediğinde, “Benim için ne fedakârlıkta bulunacağınızı bir kez daha gösterin” diyor. Bunun tersi şudur: “Ben sizin için şu fedakârlıkta bulunacağım. Bu ittifak olsun ve biz bu bâdireden kurtulalım diye sizin için şu iddiamdan, şu programımdan vazgeçiyorum.” Bir protokol yapmaları ve bunu açık yapmaları lâzım. “Anlaşabildiğimiz konular şunlardan ibâret. Çok değil, ama anlaştık işte. Bunlarda anlaşmayı becerebildik” demeleri lâzım. Çok olmak zorunda değil. Birlikte, olabileceği kadar çok görünmek zorundalar. Tek bir siyâsî parti olduğu müddetçe, dünyanın en iyi ekonomi veya siyâsî programını bile getirseler fayda etmeyecek. Dünyanın en güzel lâflarını bulup söyleseler, en güzel çizgi filmlerini yapsalar yine fayda etmeyecek ve onlara arzu ettikleri oyu kazandırmayacak. Çünkü şu anda ülke çok büyük bir felâket yaşıyor. O felâketten kurtulmaya yaramayacak bahsettiğim o çizgi filmler, o lâflar. Tek bir şey yapmaları gerekiyor: Mümkün olduğu kadar çok birlikte görünmeleri, birbirlerine danıştıklarını, birlikte hareket ettiklerini, bu bâdireden kurtulmak için güç birleştirdiklerini bize çok göstermeleri lâzım. 

Buna biraz neşenin de eklenmesi lâzım. Çünkü ülkenin içi karardı ve inanılmaz bir geleceğe yönelik umutsuzluk söz konusu. Bir de, öbür tarafa, yani AKP taraftarına –özellikle çekirdek tarafa–, “Şenlik burada arkadaşlar, buyurun” diyebilmek için hafif neşe lâzım. Birbirlerine takılsınlar, şakalaşsınlar, diyalog olsun da her ne olursa olsun; o diyaloğun içerisinde biraz insanca bir şeyler olsun. Yedinci başlığım da şu: Bütün bunları yapabilmeleri için, kendilerini bu kadar ciddîye almasınlar. Çünkü şu anda siyâsî partilere, teşkilâtlarına ve gerçekten o programları değil de neleri tartıştıklarına baktığım zaman gördüğüm tek şey iktidâra aç birtakım siyâsî partiler; mevcut hâli de bir tür krizi fırsata çevirme hâli olarak görmekteler. O yüzden kendilerini çok abartmasınlar. Aslında, kendiliğinden, muhâlefet bir şey yaptığı için değil, iktidar böyle bir iktidar olduğu için, toplumda birikmiş siyâsî muhâlefeti örgütlemekten başka bir şey yapmıyorlar, yapmayacaklar. Yaptıkları tek şey, zâten olanı bir şekilde kanalize etmek. Bu kanalize etmenin önemlice bir kısmı seçim güvenliğiyle ilgili. Şu anda bundan başka bir şeyi de çok fazla tartışmasınlar. Çünkü “Seçim olacak mı, olmayacak mı?” tartışması bir tarafa, “Bu seçim gerçekten seçim olacak mı?” hikâyesi başka bir tarafa. Önemli olan bu. 

Bir de şunu söylemek istiyorum: Kulağa sıradan bir şeymiş gibi geliyor ama, seçim sandığının manipüle edilmesi ta Osmanlı’dan îtibâren çok ciddî siyâsî karışıklıklara sebep olmuştur. Çok ciddî ve sonradan onarılması imkânsız kayıplara sebep olmuştur. Bunu da galiba akıllarında tutmaları lâzım. Bence en önemli gündem maddesi bu. Biraz uzattım, ama somut önerilerim vardı. Aslında hiçbiri de yeni değil, ama bu şekilde tekrar edilmesinin işe yaramasını umut etmekten başka da bir çâre yok elimizde. Teşekkürler.

Ruşen Çakır: Seçime gidene kadar bu yedi maddeyi her hafta okuyabilirsin Ayşe. 

Ayşe Çavdar: Yapacağım.

Ruşen Çakır: Bu arada, Ankara kulislerini senden Berlin’den alıyor olmak da ilginç. Burada noktayı koymak istiyorum. Var mı ekleyecek bir şeyiniz? 

Burak Bilgehan Özpek: Yok.

Ruşen Çakır: O zaman, “Adını Koyalım”ın “Derinleşen ekonomik krizde siyâset” bölümünü burada noktalıyoruz. İzleyicilerimize tekrar iyi seneler diliyoruz. 2022’nin daha mutlu geçmesini dileyelim. Eskisinden mutsuz olma ihtimâli var, değil mi?

Burak Bilgehan Özpek: Her zaman var.

Ayşe Çavdar: Ne yazık ki. Ama Allah korusun diyelim. 

Ruşen Çakır: O zaman daha mutlu olmasını temenni edelim. Burak Bilgehan Özpek, Ayşe Çavdar, Kemal Can’a teşekkürler. Haftaya tekrar buluşmak üzere, iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.