Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Ruşen Çakır & Levent Gültekin tartışıyor: Muhalefet AKP tabanına ulaşabilir mi?

Ruşen Çakır ve Levent Gültekin, “Muhalefet AKP tabanına ulaşabilir mi?” sorusuna yanıt aradı.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. Levent Gültekin’le birlikteyiz. Kendisiyle, muhâlefetin, AKP başta olmak üzere iktidar tabanına nasıl ulaşabileceğini, bunun mümkün olup olmadığını konuşacağız. Levent, merhaba.

Levent Gültekin: Merhaba, iyi yayınlar.

Ruşen Çakır: Arayı epeyce açtık. Sen biraz rahatsızlandın, Corona değildin, ama yine de bir grip geçirdin. Geçmiş olsun.

Levent Gültekin: Evet evet. Bitmeyen bir grip yapmışlar, ondan oldum herhalde; bir türlü geçmedi. Ama şimdi iyiyim, teşekkür ederim.

Ruşen Çakır: Levent,seninle bu başlığı kararlaştırdıktan sonra, hayatına son veren Fırat Üniversitesi öğrencisi Enes Kara’yla ilgili, Kemal Kılıçdaroğlu’nun açıklaması ve Meral Akşener’in bir anlamda sessizliği vardı, bugün grup toplantısında iktidar ve muhâlefetin birlikte bir şeyler yapması gerektiğini söyledi, ama vurgusu cemaatlere değildi. Bunlar sıcağı sıcağına, üzerine konuşmaya çok elverişli bir malzeme — başlığımıza çok uygun. Kılıçdaroğlu’nun bu konuda, kendi tabanında da rahatsızlık yaratan bir tutukluğu oldu. Akşener’in de çok fazla ses çıkartmadığını gördük. Buna mukabil, mesela Tarkan çok net bir açıklama yaptı; birçok kişi de o açıklamayı çok beğendi. Bu duruşlara baktığımız zaman, muhâlefetin bu olayda topa girme konusundaki isteksizliklerinin tam da bizim başlığımızla alâkalı bir konu olduğunu düşünüyorum, ne dersin?

Levent Gültekin: Çok doğru. Muhâlefet, son üç dört yıldır, AK Parti tabanına ulaşmayı, “dindarlaşmak, dinî değerlere vurgu yapmak” veya “tarîkatler ve cemaatlerle ilgili olumsuz bir cümle etmeme”olarak algılıyor. CHP’nin, “sağcılaşma” denilen…, açılım olarak görüyoruz ama bâzen tavır olarak baktığımızda bence daha milliyetçi, daha sağcı reflekslerle hareket etmesi, kimi siyâsî aktörlerin Kur’an okurken ve namaz kılarken poz vermeleri, “annem başörtülü” gibi pozlar paylaşmaları, hattâ İYİ Parti’nin “Ömer’in Yolu” reklamı… Bunların hepsini topladığımızda, muhâlefetin zihninde bir karışıklık olduğu kanaatindeyim. Muhâlefet, AK Parti seçmeninin tamamını dindar, muhâfazakâr, cemaatlerden ve tarîkatlerden oluşan bir grup zannediyor ve onlardan oy almanın yolunun, AK Parti gibi dindarlaşmak, dinî hassasiyetlere fazlasıyla vurgu yapmak veya o inanç üzerinden bir siyâsî istismar yapmak olduğunu zannediyorlar. Halbuki KONDA’nın araştırmasına göre, Türkiye’de oy verme refleksinde inancın belirleyici faktör olduğunu söyleyenlerin oranı %20’yi geçmiyor. Dindarlık üzerinden oy alınıyor olsaydı, âlâsını yapan Erbakan oy alırdı. Erbakan’ın tarihinde gördüğü en yüksek oy %21. Onların da hepsi dindar değil, yoksulluk vb. başka gerekçelerle gelmişlerdi. Erdoğan “Biz muhâfazakâr-demokratız. Biz artık laikiz, biz artık Cumhuriyet’i savunuyoruz” diyerek Erbakan’ın getirdiği %21’i %34’lere taşıyabildi. 2002’de, muhâfazakâr bir siyâsetçi, toplumdan oy almak için sekülerleştiğini, laikliği benimsediğini, muhâfazakâr-demokrat olduğunu söylerken, bugün muhâlefet, toplumdan oy almanın yolunun “dindarlaşmak” veya dindar bir görüntü vermekten geçtiğini zannediyor. Bu büyük bir yanılgı. Bu gencecik çocukla ilgili verilen tepkilerde de, muhâlefetin zihninde, Türkiye’yi tarîkatlerden, cemaatlerden ibâret zanneden bir yaklaşım var. Türkiye, cemaatlerden, tarîkatlardan ibâret değil. Muhâfazakâr kesim de tarîkatlerden ve cemaatlerden ibâret değil. Tarîkat ve cemaatlerin topluma etkisine baktığımızda, muhtemelen %10’u bile bulmayacaktır. O %10’u küstürmeyeyim, kızdırmayayım diye, geri kalan %90’a gelecek vadeden, umut vadeden bir siyâset söylemi ortaya konulamıyor.

Ruşen Çakır: Ben bu konuyu, muhtemelen yarın, ayrı bir yayında anlatmaya çalışacağım. Burada, bir anlamda Akşener’in, ama en çok Kılıçdaroğlu’nun bir yanılgısı var bence. Senin de söylediğin gibi, cemaatler bir realite. Aslında etkileri sanıldığı gibi çok yüksek değil, ama belli bir etkileri de var. Ancak, Kılıçdaroğlu’nun yaptığı bir hata var — ki Enes Kara olayında da bunun yansımasını görüyoruz: Cemaat mensuplarına ulaşmanın yolu, cemaatlerin liderleri, hiyerarşik yapısı değil. Enes Kara’nın ailesi Hataylı bir aile ve belli ki bir cemaate bağlı. Çocuk Fırat Üniversitesi’ne gittiği zaman, kendilerine yakın olduklarını düşündükleri cemaatin evine teslim ediyorlar. Ama o çocuk kendisini o cemaate ait hissetmiyor; ailesi nedeniyle orayı bir şekilde kabulleniyor ama bir arayış içerisinde. Böyle çok insan var. Cemaate gerçekten angaje olmuş çok insan var ama, Kılıçdaroğlu gibi birisinin, herhangi bir cemaatin etki alanında olup, kendi ayakları üzerinde durmaya çalışan insanlara seslenmenin yolunu bulması gerekiyor.

Levent Gültekin: Bence, sadece seslenmesi değil, onların dikkatini çekmenin yolunu bulması gerekiyor. Siyâsette şöyle bir yanılgı var: Toplumun %100’üne ulaşmak ve onları iknâ etmek zorunda mısın? “Mâkul çoğunluk” denen bir şey var. Diyelim ki cemaatler %10, sen ulaşmayıver. Ulaşmaktan kastım şu: Tabii ki ulaş, ama geliyorlarsa senin doğrularına gelsinler. Onların yanlışlarına giderek, yanlışlarını meşrûlaştırarak, yanlışlarına göz yumarak, görmezden gelerek onlara ulaşmaya çalışmak bence siyâset değil, popülizmdir. 

Diyelim ki, Alevi kesimin en radikal, dışlayıcı, ötekileştirici olanları var. Ben, sırf onlara ulaşmak için onların o yanlışını görmezden geleceğim. Hayır. Toplumun bütün kesimlerinin ortak değerlerde buluşabileceği bir yüksek çoğunluk var. Ben bunun oranının %70-80 olduğunu düşünüyorum. Diyelim ki yüzde %20’si de en fanatik Kürtler. Ulaşamazsın. En fanatik dindar, ulaşamazsın. Çok fanatik Kemalist, Atatürkçü, ulaşamazsın. Ulaşsan da, kendi kabına sokup, kendi şeklini vermek şartıyla ulaşırsın. 

Siyâsette bir de şöyle bir şey var: Yanlışı söylemek, o topluma ulaşmak, onu bir konuda iknâ etmek, daha doğrusu ona kendi özgürlüğü içerisinde inancını, mezhebini, kimliğini, kişiliğini, yaşam tarzını koruyabileceği bir güven vermek. Bence, muhâlefetin bir diğer yanılgısı da şu: Toplumu çok uç noktalarına ayırarak söylüyorum: Senin dediğin gibi, bir tarafta, cemaatin bir yönetimi var; bir de, mecbûriyetten, yoksulluktan, cehâletten, çâresizlikten o cemaate sığınmış ve o cemaatin ağına düşmüş insanlar var. 

Dünden beri sosyal medyadaki tepkilere bakıyorum. Tamamen popülizm. Herkes aynı durumda. Ben çocukluğumdan biliyorum: Anadolu’da gariban bir aile düşün. Yoksul, çocuğunu okutacak parası yok, perîşan, ayakkabı alacak parası yok. Düşünsene: Kendi ilçende tanıdığın, güvendiğin, namazında niyazında düzgün iki insan geliyor evine. Diyor ki: “Biz senin çocuğunu fark ettik. Çok zeki bir çocuk. Senden herhangi bir para istemiyoruz. Senin çocuğunu alıp okutacağız, ‘adam edeceğiz’ ve sana teslim edeceğiz.” Bu yoksul ailenin başka türlü hayatta var olma şansı yok; ona kanıyor, teslim ediyor. Bunca imkânsızlık, yoksulluk, çâresizlik varken, o ailenin hayatta rekabet edebilir hâle gelmesi, Türkiye’de varlığını sürdürebilmesi, daha doğrusu, kendi hakkına düşen payı alabilmesi için, çocuğu için o cemaati bir çıkış yolu, bir kurtarıcı olarak görüyor. 

Devlet bunları yapmıyor. O insanı o yoksulluktan kurtaracak imkânı vermiyor. O çocuğun kalabileceği bir yurt da yapmıyor. Şöyle düşün: Anadolu’dasın, kız çocuğunu üniversiteye İstanbul’a göndereceksin. Doğası gereği tedirgin oluyorsun. Zaten maddî durumun yok. Kendin gibi gördüğün insanlara güvenerek, çocuğunu o tarîkatin veya cemaatin yurduna veriyorsun ki başına İstanbul’da bir iş gelmesin. Güvenliği sağlayacak, ekonomik refahı sağlayacak böyle bir devlet yapısı yok. Siyâset burayla ilgilenmiyor. Dünden beri korkunç bir hamâset dönüyor, “Şunlar kapatılsın, bunlar kapatılsın” diye. Mesele kapatmak değil ki. Mesele, bu ihtiyâcı ortadan kaldırmamız gerektiği. Bu ülkenin evlâtlarının bu tarîkatlerin, cemaatlerin ocağına, ağına düşmesini engelleyecek bir yaklaşıma ihtiyaç var. Siyâset bunu üretmiyor. Niye üretmiyor? Çünkü “O tarîkate ulaşayım, o cemaatin tabanına ulaşayım, aman beni ‘din düşmanı’görmesinler…”

Geçen hafta, Özgür Özel bir açıklama yaparak Diyânet’in 4-6 yaş arası çocuklara din eğitimi vermesine “Ortaçağ zihniyeti” diyerek tepki gösterdi. Bence, üslûbu yanlış bir “Ortaçağ” benzetmesiyle konuşma amacından saptı, ama sonuçta doğru bir yaklaşımdı. Din eğitimi vermek Diyânet’in işi mi? Eğitim dediğimiz iş okullarda verilecekse verilsin. Kemal Bey oradaki tepkileri azaltmak için şöyle bir cümle söyledi: “Diyânet’in din eğitimi vermesinden daha doğal ne olabilir ki, buna niye karşı çıkalım?” Ben bu kadar kafa karışıklığı, muhâfazakâr kesime ulaşmanın bu kadar yanlış bir yolunu ben daha görmedim. Tekrar ediyorum: Muhâfazakâr kesime ulaşmak, dindar olmaktan, dini istismar etmekten, dindarmış gibi davranmaktan geçmiyor. Muhâfazakâr kesimin çok fanatik olmayanlarına ulaşmanın yolu, demokrat olmak, saygılı olmak, özgürlükçü olmak, dışlayıcı olmamak ve gerçekten bütün bunları lâfta değil eylemlerle, duyguyla, tavırla da gösterebilmek. Demokrat olamıyorlar, özgürlükçü olamıyorlar, birleştirici olamıyorlar, insanların yaşamlarına, giyimlerine, kuşamlarına saygı duyamıyorlar. Bütün bunları olamadıkları için, dindarmış gibi gözükerek veya cemaatlere, tarîkatlere yüksek bir îtiraz ve eleştiri getirmeyerek oy alacaklarını düşünüyorlar.

Ruşen Çakır: Bu söylediğin, olayın dinle ilgili boyutu. Muhâfazakâr kesimin ya da AKP tabanının oy tercihlerinde inancın aslında çok da belirleyici olmadığını söyledin. Esas belirleyicilik, “Bunlar benim sorunlarımı çözer ya da çözemez” meselesi. Çok sevdiğim bir anekdot anlatmak istiyorum: Benim yaşadığım bir olay değil, bana doğrudan AKP kurucularından biri anlatmıştı. AKP’nin ilk kuruluş yıllarında, Anadolu’ya yeni partiyi örgütlemeye gidiyorlar. Anadolu’da, vatandaşa dinden, imandan bahsediyorlar. Kahvede vatandaşın birisi diyor ki: “Ya, bana dinimi, imanımı anlatma. Ben biliyorum. Senin de dindar olduğunu biliyorum, bunu bırak. Sen bana işsizliği vs.’yi nasıl çözeceksin onu anlat.” Bu anekdotu anlatan, AKP’nin ilk kuruluş yıllarında bunu kendilerine bir tür yol haritası olarak benimsediklerini söylemişti. Buna sâdık kaldıkları ölçüde, bunun içerisinde olabildikleri ölçüde, kendilerinden olmayan kesimlere de açılabildi. Demokrasi dedi, Avrupa Birliği dedi… Şimdi tekrar bunların hepsinde çok büyük bir çözülme yaşanıyor. 

Muhâlefetin, AKP tabanındaki insanlara sunmaları gereken şey, somut olarak “Şu sorunları biz şöyle şöyle çözeriz” konusu değil mi? Bugün haber toplantısında arkadaşlar Kılıçdaroğlu’nun “Biz bu sorunları 6 ayda çözeceğiz” dediğini söylediler. Çok güzel, tamam. Ama nasıl? Şimdi yine klasik “muhâlefeti eleştirme”meselesine dönecek belki, ama hakikaten, o “Nasıl?”sorusunun cevâbını ben gazeteci olarak merak ediyorsam, yıllardır AKP’ye oy vermiş, artık AKP’den bir umudu kalmamış ve arayış içerisinde olan insanlar gerçekten bu sorunun cevâbını merak etmiyorlar mı?  

Levent Gültekin: Sana çok enteresan bir gözlemimi aktarayım: AK Parti’den kopmuş kararsız seçmenlerle belki de en çok diyaloğu olan yazarlardan biriyim. Çünkü biraz onların diline tercümanlık yapıyorum. Benimle epeyce buluşuyorlar; çok yazan, çok arayan, çok mesaj atan oluyor. Kimisi eski arkadaşım, kimisini tanımıyorum ama aynı mahalleden geliyoruz duygusuyla… Muhâlefetin göz ardı ettiği bir şey var: Şu anda dindarlık üzerinden, muhâfazakâr hassasiyeti gözeterek siyâset yapmaktan en çok nefret eden insanlar, AK Parti’den kopmuş kararsızlardır. Ona “Ömer’in Yolu” gibi bir tanıtımla gittiğinde, “Canınız cehenneme, başlarım Ömer’in Yolu’na” duygusuyla hareket eder hâle geliyor. Bu çok anlaşılır bir şey. Bunların içinde, bir kısmı İslâmcı, muhâfazakâr, dindar, toplumu dindarlıkla terbiye edebileceğini düşünen, dindarlığın ülkeye büyük bir refah, büyük bir “ahlâk”, büyük bir hoşgörü ortamı getireceğini düşünüp yıllarca hayatını bunun üzerine binâ etmiş insanların yaşadıkları ağır bir bunalım var. Yani ideolojisi çökmüş. Belki inancını kaybetmemiş, ama inancına yüklediği anlamı bütünüyle kaybetmiş. Sen o adama, bu travmasını hatırlatacak “Ömer’in Yolu” gibi bir yaklaşımla gidiyorsun. “Ömer’in Yolu” en çok, AK Parti’den kopmuş muhâfazakâr kararsız seçmende tepki uyandırıyor. Çünkü “Yeter artık kardeşim! Biz bıktık bundan. Bize ne yapacağını anlat, nasıl çözeceğini anlat, demokratlığını anlat. Gerçekten barış getirebilecek misin bunu anlat” diyorlar.

Şöyle bir yanılgı da var: Zannediyorlar ki muhâlefet her şeyi söyleyince iş biter. “Ben şunu şöyle çözeceğim, işsizliği şöyle ortadan kaldıracağım, tarımı şöyle kalkındıracağım…” Sözümüzün inandırıcılığı da önemli. Etki etmesi, karşıda güven uyandırması… Bütün bunlar tutarlı olmakla, kararlı olmakla, dirâyetli olmakla, “söylediklerini yapabilir” yetkinliğini ortaya koymakla olur. “Biz çok güzel muhâlefet yapamıyoruz, ama çok güzel ülke yönetiriz” dediğinde, toplum inanmıyor. Toplum diyor ki: “Sen siyâsî kabiliyetini, başarını önce muhâlefette göster.” Meselâ Demirel iyi muhâlefet yaparak iktidar adayı hâline geliyordu. Ecevit, iyi muhâlefet yaparak iktidar adayı hâline geliyordu. Veyahut Erbakan, kendi çapında iyi muhâlefet yaparak iktidar adayı hâline geliyordu. Bugün muhâlefette, “Câmilerde Kur’an okuyalım, mitingimize imam çağıralım, cemaatlerin gönlünü alalım, ‘Ömer’in Yolu’ diye vurgu yapalım, Cuma’larda, bayramlarda, dinî ritüellerle ve dinî kelimelerle kutlamalar yapalım. ‘Annemiz de başörtülü’ diye bir poz verdik mi, biz bu işi hallederiz” duygusu var. Bu toplumu tanımıyorlar. Bir de benim anlamadığım şöyle bir şey var: Dindar-muhâfazakâr dediğimiz seçmen %10, belki %15. Niye bütün AK Partilileri sadece o kalıptaki insanlar gibi zannediyorlar? 

Bütün anketler, kararsızlar dağıtılmadan AK Parti’nin oyunu %27’lerde gösteriyor, değil mi? Kardeşim, geriye kalan %73 var. Kararsız var %20. AK Parti seçmenine ulaşamıyorsun diyelim. Sana önyargılı, kutuplaşma olduğu için artık seni dinlemiyor. Tamam, anlaşılabilir bir şey. Adam kendince bir akıntıya kapılmış, Erdoğan’a ve AK Parti’ye inanmış ve sana kulaklarını tıkamış, tamam. Peki, “kararsız seçmen” ne demek? “Ben oradan çıktım, kulaklarımı açtım, gözümü sana diktim, bakıyorum” demek. Son bir yıldır, kararsız seçmen oranı %20’nin altına düşmüyor. 

Ruşen Çakır: AKP’den kopan partilerin performansının da çok önemli olduğu kanısındayım. İlk kurulan Gelecek Partisi’ydi — ki kurulabilmiş olması bile büyük bir başarıydı. Ardından DEVA Partisi kuruldu. Hatta DEVA ilk çıktığında bayağı ilgi uyandırmıştı, biliyorsun. AKP’ye veya Cumhur İttifakı’na oy vermiş seçmeni onların çekebileceği düşünülüyordu, ama olmadı. 

Ben, çok yakın zamanda, önce Ali Babacan’la, ardından Ahmet Davutoğlu ile yayın yaptım bu stüdyoda. İkisi de ayrı ayrı, ama Davutoğlu daha vurgulu bir şekilde, “endîşeli muhâfazakârlar” meselesinin altını çizerek, kendilerinin bu nedenle önemli olduğunu anlatmaya çalışıyorlar. Ben açıkçası endîşeli birilerinin olduğu kanısındayım; ama bunlar gençler değil, daha çok orta yaş ve üstü kesimler. Bunların da endîşesi, yaşam tarzına müdâhaleden ziyâde, kazanımlarını kaybetme meselesi. Öyle temel bir mesele olduğu kanısında değilim. Üzerinde konuşulmayı hak eden bir konu ama, muhâlefetin stratejisini bunun üzerine kurmasının çok anlamlı olmadığını düşünüyorum. Sen de deminden beri bunu söylüyorsun. Ama Gelecek ve DEVA, bunu çok vurgulu bir şekilde söyleyip kendilerinin bu noktada çok önemli olduklarını iddia ediyorlar. Böyle de bir durum var. Bu, bir anlamda sanki muhâlefeti kitliyor. 

Levent Gültekin: Endîşeli muhâfazakârlarmeselesiyle ilgili ben de birkaç şey söyleyeyim: Bir toplum kesiminin hassasiyetini, duygusunu, korkularını hesaba katmak, onlara tâviz vermek anlamına gelmez. Mesela, Kürt seçmene ulaşacaksak, onları kızdırmamak, onları bir endîşeye sevk etmemek, 90’lı yıllara benzer algılar oluşturmamak en temel vasfımızdır. Eğer ben Alevilere ulaşacaksam, Alevi seçmenle konuşmak istiyorsam, Alevi seçmenin endîşesini, Madımak olaylarını, Çorum-Maraş olaylarını hesaba katmak zorundayım. O insanların yarası var, endîşesi var. Konuşurken dilime, üslûbuma, seçeceğim kelimelere dikkat etmem lâzım. “Endîşeli muhâfazakârlar”la ilgili de, “Onlara tâviz verelim, onların her dediğini yapalım, onların her isteğini yapalım” demek değil. Dilimize, üslûbumuza dikkat edelim, her birimizin korku ve endîşeleri var. Şu anda, seküler kesimdeki kadınların da “Bu ülke şeriata mı gidecek?” endîşesi var. Onların endîşesini hesaba katmayacak mıyız meselâ? Alevilerin endîşesi var, Kürtlerin endîşesi var, Atatürkçülerin var. “Cumhuriyet felsefesi ölüyor” diyorlar; haklı olarak endîşeleri var. Her birimiz eğer konuşacaksak, o endîşeleri hesaba katarak bir dil oluşturmalıyız. Ben “muhâfazakâr endîşesi” derken bunu kastediyorum. 

Davutoğlu ve Babacan burada bir sigorta görevi görüyor mu? Evet, görüyor; ben bu düşünceye katılıyorum. Daha önce seninle yaptığımız programlarda da konuşmuştuk. Ben, bu “dil” meselesinin, yani topluma ulaşabilecek dili oluşturmak meselesinin çok önemli olduğunu düşünüyorum. Mesela, laikliği bir CHP’linin savunmasından daha çok, Ali Babacan’ın savunup anlatmasının çok daha yararlı olduğu kanaatindeyim. Bir CHP’linin, Atatürk’ü ve Cumhuriyet felsefesini anlatmasından daha çok, Ahmet Davutoğlu’nun, bu ülke için Cumhuriyet felsefesinin ne olduğunu anlatmasını çok daha yararlı buluyorum. Çünkü onun, toplumun büyük çoğunluğuyla kurduğu dil, kullandığı kelimeler, ötekileştirmeme, onun duygusunu anlama… 

Burada mesele sadece muhâfazakârlık meselesi değil. Bunca yıkıma, bunca yolsuzluğa, felâkete rağmen, CHP’nin oyu artmıyor; yüzde 25’te çakılmış kalmış. DEVA, Gelecek ve Saadet partileri, muhâfazakâr kesimle CHP’yi birleştirmenin sigortası. Eğer bu üç parti muhâfazakâr kesime, “Rahat olun, biz buradayız. Biz, CHP ile birlikte bu ülkemizi ayağa kaldıracağız” derlerse… Muhâfazakâr kesimden kastım, AK Parti tabanı değil. 

Ruşen Çakır: Sözüne keseceğim ama aklıma geldi: Kılıçdaroğlu ve Davutoğlu’nun akşam yemeği görüşmesiyle ilgili fotoğrafını gördün mü? Bâri biraz o fotoğrafa özen gösterselerdi. Bunu söylemeden edemedim. 

Levent Gültekin: Çünkü muhâlefet benim dediğim kurguyla hareket etmiyor. Sayın Babacan’ın, Sayın Davutoğlu’nun ve Saadet Partisi’nin, “Biz tabanımızla CHP’yi nasıl birleştiririz? CHP’ye olan önyargıyı nasıl kırarız?” diye bir çabası yok. Ama aynı zamanda, CHP’nin de böyle bir beklentisi yok. Sözde olabilir, ama fiiliyatta yok. 1,5- 2 yıldır buluşuyorlar, ama komşu ziyâreti yapar gibi, o onu ziyâret ediyor, öteki ötekini ziyâret ediyor. Arkadaş! Bu konuşmalardan, eylem aşamasına geçmediniz mi daha? “Biz bu birlikteliği nasıl sağlayacağız? Tabandaki farklı kesimlerin birbirine olan güvensizliğini nasıl ortadan kaldıracağız?” diye bir çaba göstermiyorlar. DEVA, Gelecek ve Saadet partileri şu anda oy almıyor olabilirler. Ama oy almamaları, o kesimin bu partilere olan güvensizliğinden kaynaklanmıyor. Bu, siyâsetin yapısıyla ilgili bir şey. Küçük partilerin bir etkinliği olmayacağını herkes biliyor. AK Parti seçmeni veya AK Parti’den kopan seçmen şunu biliyor: “Ben şu anda DEVA’ya oy versem bile, DEVA zaten iktidar olamıyor; başka birinin iktidarına zemin hazırlamış olacağım.” Bu nedenle uzak duruyorlar. Yoksa etkileri olmadığı anlamında değil söylediklerim. Şu anda Türk siyâsetinde onların, oylarından daha büyük anlamları var. O anlamı kullanacak, somut bir çözüme yaklaştıracak bir çaba yok henüz ne yazık ki.

DEVA, Gelecek ve Saadet partilerinin varlığı, seküler kesim için bir nevi sigorta. Seküler kesimin, Cumhuriyetin felsefesini ve laikliği korumak konusundaki endîşeleri, hassasiyetleri için çok önemli aktörler bu partiler. Bunları itmeye kalkmak, “Size ihtiyacımız yok” havası yaratmak, sabah akşam dövmek, kendi ayağımıza kurşun sıkmak gibi. Bu, “Kimseye bir şey söylemeyelim” anlamına gelmez. Tabii ki herkesi eleştirebiliriz. Ama şöyle: İmamoğlu’nu bir yanlış yaptığında eleştirebiliyorsan, Babacan’ı da bir yanlış yaptığında eleştir. Mansur Yavaş bir yanlış yaptığında eleştirebiliyorsan, Davutoğlu’nu da yanlış yaptığı zaman eleştir. Kemal Bey’i bir hata yaptığında yerden yere vuruyorsan, Temel Bey’i de eleştir. Hepimizin böyle davranması taraftarıyım. Sadece bir tarafın yanlışlarını görmeyip diğerlerine yüklendiğinde, bu duygu olarak “Biz ve onlar” ayrımını oluşturuyor ve savunma mekanizmasını beraberinde getiriyor. Onları, etkisiz pozisyona sokuyor. Sizin bir yayınınızda gördüm: Endîşeli muhâfazakârlarla ilgili konuşurken, genç bir hanım, “Ali Babacan’a bile tahammül edemiyorlar, bize neler yapmazlar!” demiş ya, bu çok önemli bir cümle. Seküler kesim “Ali Babacan’a bile tahammül edemiyorlar” cümlesini anlamıyor. “Biz iktidara gelirsek başörtüsü yasağı gelir” diye düşündüklerini sanıyorlar. Hayır. Türkiye’de iktidarı ele geçiren, devleti ele geçirmiş gibi bir algı çıkıyor. Devleti ele geçiren kimse, geriye kalan kesim ayrıntı hâline geliyor. Doğası gereği kendisini “öteki” hissetmeye başlıyor. Bugün olduğu gibi, aşağılanma, hakarete uğrama, dışlanma… O nedenle, o insanlar aslında merkezden çevreye itilmek istemiyorlar. “Ali Babacan’a bile tahammül edemiyorlar” cümlesi, “Babacan’ı bile merkezde tutmak istemiyorlar. Biz olsak, bizi de merkezden tekme tokat atacaklar” anlamına geliyor aslında.

Türkiye, iktidarı alanın ülkesi değil. İktidar sadece Türkiye’yi yönetmek üzere geldi. Geriye kalan herkesin merkezde olduğunu, herkesin önemli olduğunu hissettirecek, herkesin özgürlüğünün, eşitliğinin, hak ve hukukun adaletle sağlandığı bir ülke duygusunu yaratacak ki, “muhâfazakâr endîşe” oluşmasın, Kürtlerin endişesi oluşmasın, Alevilerin endîşesi oluşmasın.

Ruşen Çakır: Levent, favori konumuza gelelim: Türkiye, borsada sürekli döviz kurlarına bakıyor. Biz de seninle cumhurbaşkanı adaylarına bakıyoruz. En son, Erdoğan’ın ve Soylu’nun İmamoğlu’na yönelik saldırılarının İmamoğlu’nun elini güçlendirdiğini ya da seçenek olarak adaylık şansını artırdığını düşünüyorum. Biraz yatışır gibi olduysa da, yine de bir şeyler yapmak isteyeceklerdir. Ayrıca, ortada hâlâ muhâlefetin bir aday ismi yok. Kemal Kılıçdaroğlu kendi adaylığını vurgulamaya devam ediyor. CHP’nin bazı sözcüleri de adaylarının Kılıçdaroğlu olduğunu söylüyorlar. Sen ne düşünüyorsun?

Levent Gültekin: Bu konuda sana katılmıyorum. Hatta analizini izlediğimde de katılmamıştım. Hatta Halk TV’deki programımda da “Ruşen Çakır böyle diyor, hiç katılmıyorum ona” diye söylemiştim. 

Ruşen Çakır: İyi ki Halk TV’yi izlememişim. 

Levent Gültekin: Biz hâlâ memlekette normal işleyen bir sistem olduğunu düşünüyoruz. Sadece senin için söylemiyorum. Ben de yorumlarımı yaparken, bazen o duyguya kapılıyorum. Sonra uyanıyorum. Çünkü alışamıyoruz; Tek adam rejimine, parti devletine alışamıyoruz. Bir devletin bütün kurumlarıyla beraber tek bir kişinin kontrolüne geçmiş olmasına alışamıyoruz. Demokrasinin askıya alındığına da alışamıyoruz. Daha çok yeni, üç beş yıllık bir süreç olduğu için, bunlar hâlâ varmış yanılgısına kapılıp, yorumlarımızı bunun üzerinden yapmayı sürdürüyoruz: “Ekrem İmamoğlu ile uğraşırlarsa, İmamoğlu mağdur olur, oradan da büyük bir adaylık imkânı doğar.” Diyelim ki İmamoğlu’nu görevden aldılar, Bir de hapis cezası verdiler ve siyâset yasağı koydular. 2023 seçimini de aldılar. Erdoğan 2023’ü aldıktan sonra, İmamoğlu mağdur mu, belediye başkanı mı? Anlamı kalıyor mu? İstediği kadar mağdur olsun, olay büyüsün, insanları peşinden sürüklesin. Rusya’da da vardı, toplumu peşinden sürükleyen biri, ama içeri tıktılar, toplum unuttu. 

Artık Tayyip Erdoğan’ın mağdur olduğu döneme benzer bir dönem yok. Otoriter yönetim kural tanımıyor, hukuk tanımıyor, yasa tanımıyor, ahlâk düzen tanımıyor. Hiçbir şeyi tanımıyor. Şiddeti göze alıyor, en kahraman en mağdur olanı alıyor içeri tıkıyor. Halkın da yapabileceği bir şey yok. Hatırlıyorsan, Belarus’ta, 2020 seçimlerinde muhâlefet liderleri seçimi kazandı. Şimdi neredeler? Birisi yurtdışına kaçmak zorunda kaldı, diğeri hapse düştü. Bunları niye söylüyorum? Öncelikle bu durumu kabul edip, ona göre bir birliktelik kurmak lâzım. Tek adam rejimiyle mücadele tek başına İmamoğlu’na veya tek başına Kılıçdaroğlu’na, Mansur Yavaş’a yüklenecek bir misyon değil. 

Adaylık meselesine gelince: Senin de, kimsenin de dikkat etmediği bir sorun var Ruşen. Ben iki hafta önce Halk TV’de bunu anlattım. En son Kemal Bey’in beyanında da biraz daha açıklayıcı gördüm. Nedir bu sorun? Altı parti, parlamenter sisteme geçiş protokolü yapmışlar. Altı partinin bir araya gelmesinin bir tek şartı var: Parlamenter sisteme geçmek ve seçilecek cumhurbaşkanının geçici görevle gelmesi. Meselâ, cumhurbaşkanı CHP’li oldu. İYİ Parti haklı olarak, “Ben beş yıl daha muhâlefet olarak mı devam edeceğim sizi cumhurbaşkanlığınızda? Ortak mıyım, ayrı mıyım?” diyecek. DEVA, Gelecek ve Saadet partileri de haklı olarak, “Biz AK Parti’den CHP’yi iktidar yapmak için mi koptuk? Biz bu sisteme karşıydık, o yüzden koptuk” diyecekler. Altı parti, geçiş süreci anlaşması yapıyorlar. Diyelim ki bu anlaşmayı İmamoğlu kabul etmiyor. Ben İmamoğlu’nun, “Ben geçiş sürecinin adayı olmam” dediğini biliyorum, çevresinden de duydum. O da haklı. Çünkü o geçiş süreci anlaşmasına koydukları bir madde var: Seçilen kişi iki yıl sonra yetkilerini devredecek. Bir dönem cumhurbaşkanlığı yapacak, sonra siyâsete vedâ edecek. Bu altı parti İmamoğlu’na şunu demiş oluyor: 50 yaşındasın, seni cumhurbaşkanı yapacağız, iki yıl sonra yetkilerini devredeceksin. Beş yıl sembolik bir cumhurbaşkanı olacaksın. Sonra siyâsete vedâ edeceksin.” 57 yaşında biri, haklı olarak siyâsete vedâ etmeyi göze almaz. İmamoğlu bunu kabul etmiyor. Onların şartı da İmamoğlu’na uymuyor. Kemal Kılıçdaroğlu da haklı olarak ittifak dağılmasın diye… Şöyle düşün: “İmamoğlu adaydır” dediğin andan îtibâren, Davutoğlu’yla, Babacan’la, Saadet Partisi ile, muhtemelen İYİ Parti ile de masaya oturamazsın. Çünkü o zaman, “Siz zaten kendi adayınızı seçiyorsunuz” diyecekler. Yahut “Kemal Bey adaydır” dediğimizde de aynı hassasiyet var. Benim anladığım, Kemal Bey’in adaylığını sıklıkla gündemde tutmasının nedeni, daha doğrusu tamamen kapatmamasının nedeni, Millet İttifakı’na, “Belediye başkanlarının adaylıkları karar verilmiş bir durum değildir” duygusu yaratmak, Belediye başkanlarına da, “Burada bir ittifak var. Bu ittifakı hesaba katmamız gerekiyor” duygusunu yaratmak ve o adayı o masadan çıkartmak. O aday o masadan ortak bir şekilde çıkmazsa, seçimi almak o kadar kolay görünmüyor. Altı partinin de, “Tamam, biz burada toplanıyoruz” demedikleri bir adayın, Erdoğan karşısında yüzde 100 bir şansı olacağını düşünmüyorum.

Ruşen Çakır: Peki, nasıl bir profil çıkacak?

Levent Gültekin: Onu bilmiyorum. O altı parti birlikte karar verecek. Kemal Bey de biraz buna hazırlıyor. O altı parti, diyelim ki İmamoğlu’nun adaylığı konusunda karar verdiler. Ama İmamoğlu’nu iknâ etmek durumundalar. Şu anda İmamoğlu bu şartlara uymuyor. İmamoğlu belki de “En azından 7 yıl yasağını kaldırın” şartını koyabilir. “Ben 7 yıl sonra bir partinin başkanı olabilirim, siyâsete devam ederim” diyebilir. Ama her halükârda, adaylık konusu şu anda Millet İttifakı’nın en yumuşak karnı. O altı kişinin anlaşması, bir arada olması gerekiyor. O altı kişinin bir arada olmasının temel şartı, parlamenter sisteme dönüş — daha doğrusu denge, denetim, şeffaflık olan bir sisteme dönüş. Ona uyacak ismi bugünden dayatmak, burayı dağıtmaktır. Bu sadece Ekrem İmamoğlu için değil. Ben bazı CHP’lilerin, Kemal Bey’i de sıklıkla empoze ederek, hem Kemal Bey’in çabasına hem Kemal Bey’in diğer partilerle kurmaya çalıştığı zihinsel koalisyona büyük darbe vurduklarını, DEVA, Gelecek, Saadet ve İYİ Parti’nin tabanını irrite ettiklerini görüyorum. Meselâ CHP’lilerden  biri, “Muhâlefetin doğal adayı Kemal Kılıçdaroğlu’dur. Bu böyle biline!” diye tweet atıyor. Geçen gün Halk TV’de de gördüm: “Millet İttifakı’nın doğal adayı Kemal Kılıçdaroğlu’dur” diyor bir Genel Başkan Yardımcısı. Sen Millet İttifakı’nın sözcüsü müsün? Altı parti adına konuşma hakkını sana kim veriyor? Sen ancak “CHP’nin önerebileceği cumhurbaşkanı adayı Kemal Kılıçdaroğlu’dur” diyebilirsin. Her bir parti bir aday önerecek. Hatta dün Habertürk’te Kemal Bey, “Oy oranlarına göre konuşmayacağız. Millet İttifakı’nın aday belirleme masası eşitler arası bir konuşmayla olacak” diye açıklama yaptı. Bu ne demek? Kemal Bey’in bir oyu varsa, Ali Babacan’ın da bir oyu var demek. Tabii ki oy oranları önemli. Sen Millet İttifakı’nı böyle bir hassasiyetle kuruyorsun, bazıları Kemal Bey kampanyası yapıyor. Bunu da burada üzülerek söylüyorum: Şu anda CHP’de Ekrem İmamoğlu’cular ve Kemal Kılıçdaroğlu’cular kavgası ve yarışı var. Çünkü pozisyon alma derdindeler. Geçen gün İpek Özbey’in Halk TV’de “CHP MYK’nın uykusunu kaçıran soru” başlıklı bir yazısı vardı. Memleket yıkılırken, ekonomi çökerken sen bu başlıktan ne anlarsın? Ben “Cumhuriyet gidiyor, laiklik gidiyor, ülke gidiyor kâbusunu görüyorlar” diye anlarım. CHP Parti Meclisi başka neyin kâbusunu görür? Meğerse en büyük kâbusları, “Kemal Bey cumhurbaşkanı adayı olursa, biz milletvekili mi olacağız, yoksa milletvekili olmadan bakanlık mı bekleyeceğiz?” sorunuymuş. Bir türlü karar veremiyorlarmış. “Milletvekili olursak bakan olamayız. Bakan olmak için beklersek, bunun da garantisi yok. Bunun sözünü nasıl alacağız? Biz ne yapacağız?” diye düşünmekten uykuları kaçıyormuş. 

Ruşen Çakır: Hepimizin derdi böyle olsa. Ne güzel dertmiş bu. 

Levent Gültekin: Evet. İpek Özbey’in bu kulis haberi doğru bir kulis. Ben de biliyorum, makam paylaşıyorlar. “Kemal Bey cumhurbaşkanı olursa, genel başkan kim olacak, genel başkan kim olursa, il başkanı kim olacak?” bunlarla uğraşıyorlar. Biz, “Muhâlefet birleşsin” derken, CHP’de Kemal’cilerle Ekrem’ciler yarışıyorlar. Koca koca adamlar kendi pozisyonlarını sağlama almak üzere, Kemal Kılıçdaroğlu’nun ve Ekrem İmamoğlu’nun adaylığı üzerinden kampanya yapıyor. 

Bizi izleyenlere şunu söylemek istiyorum: Eğer biri bir isim zikrederek adaylık kampanyası yapıyorsa, bilin ki kendine bir yer açma çabasındadır. Eğer Türkiye’yi düşünüyor olsa, Kemal Bey’in dediği gibi, aday bugünden belirlenmez. Adayı belirleyecek olan altı partidir. Altı parti bir araya gelip, Kemal Kılıçdaroğlu’na da, Ekrem İmamoğlu’na da, Mansur Yavaş’a da karar verebilir. Ama bu altı partinin aday için şartları ve hassasiyeti var. Bu tarafta da senin “Aday olsun” dediğin adamın şartları da ona uymuyor. Sen ötekini geri bastırmak için, İmamoğlu ile ilgili kampanya yapıyorsun ki altı muhâlefet lideri pes etsin. Teknik olarak mümkün değil zaten. Bir şekilde oturup anlaşmaları gerekiyor — ki ben geç kaldıkları kanaatindeyim. Ama onlar şu havadalar; 2018’in benzerini yaşatacaklar bize: Erdoğan yarın sabah çıkıp, “Çok mu istiyorsunuz? 55 gün sonra seçim var” derse ne olacak? Muhâlefet, o altı isim, oturacak, konuşacak, adayda anlaşacak. O aday kampanya hazırlayacak, afişlerini bastıracak. Bir de çıkıp bu ülkenin toplumuna 30-40 günde “Ben bu ülkeyi yönetebilirim” duygusu yaratacak. Ben bugünden aday açıklansın demiyorum. Ama evlerinizde yemek yiyip, öyle pozlar vererek görüşme yapmaktan bıkmadınız mı? Artık bir araya gelin, oturup konuşun. Aday kim olabilir? Seçenekleri eleyin. Kamuoyuna açıklamayın. En azından, o adaya çaktırmadan da olsa bir hazırlık imkânı verin. O kişi “Ben adayım” demeden veya siz “Filan kişi adaydır” demeden, yavaş yavaş toplumun gözleri îmâlarla o adaya dönse, o aday, ekibinin hazırlığını yapsa… Biliyorsun, Macaristan’da 1,5 yıl önce, altı muhâlefet partisi toplandı ve her bir partinin üyelerinin katıldığı önseçimle, bugünden ortak adaylarını belirlediler. 1,5 yıl önce. Bir de önseçimle. Çok demokratik bir yaklaşım. “Altı lider karar versin” demiyor. Macaristan böyle hazırlanıyor. Bizimkiler ne diyor? Saadet Partisi, “Bugün ittifakı konuşmayalım” diyor. Aynı şeyi DEVA Partisi de söylüyor. Peki, ne zaman konuşacaksınız? Erken seçim ilan edildiğinde, seçime 50 gün kalacak. Elli günün 20 gününü aday belirlemek için konuştun. O aday geri kalan bir ayda kampanya yaptı, topluma güven verdi, “Ben bu ülkeyi yönetirim” dedi.

Bir de şöyle bir yanılgı var, dün anketlerde gördüm: Beğeni oranıyla, “Oy veririm” aynı şey değil. Bunun çok bilinen bir örneği vardır: Urfalıların yüzde 80’i İbrahim Tatlıses’i çok severdi. Seçime girdiğinde yüzde 2 oy aldı. “Biz seni çok seviyoruz; ama bu, senin siyâsetçi olacağın anlamına gelmez” dediler. Dün gördüğüm ankette, en çok beğeni oranı olan siyâsetçi Mansur Yavaş. Arkasından İmamoğlu, sonra Tayyip Erdoğan diye devam ediyor. “Tayyip Erdoğan mı, Mansur Yavaş mı?” diye sorduklarında, aradaki fark 1-2 puan, bazen Mansur Yavaş lehine, bazen Erdoğan lehine düşüyor. Çünkü beğenen yüzde 55, “Oy veririm” diyenlerin oranı yüzde 30’lara düşüyor. Bunun da nedeni şu: İnsanlarda, “Tamam, ben onu çok beğeniyorum, ama acaba ülkeyi yönetebilir mi?” düşüncesi var.  Diyelim, Mansur Yavaş yüzde 55 beğeniliyor veya toplumun yüzde 50’si Ekrem İmamoğlu’nu beğeniyor. “Oyunu verir misin?” diye sorulduğunda, o yüzde 50, yüzde 30’a düşüyor. O yüzde 20’yi dolduracak zamana ihtiyaç var. Örneğin İmamoğlu aday olduğunda o yüzde 20’yi dirâyetiyle, kararlılığıyla, projeleriyle iknâ edebilecek. Ama muhâlefet oralarda değil. Beğeni oranına bakıyorlar. Kemal Bey Habertürk’te “Kimi aday yapsak kazanırız” dedi. En büyük yanılgısı bu. Bence, muhâlefetin en büyük sıkıntısı, bu duyguya teslim olmaları. “Kimi aday yapsak kazanırız” cümlesi, durumun vahâmetini kavramamakla ilgili bence. 

Ruşen Çakır: Levent, burada noktayı koyalım. Kimileri çok kızacak, ama alıştık artık. Yine çok keyifli ve güzel bir yayın oldu. Sana tekrar geçmiş olsun diyeyim.

Levent Gültekin: Çok teşekkür ederim Ruşen.

Ruşen Çakır: Bu sefer arayı çok açmayalım. Gündeme bakarak daha erkenden bir yayın yapalım. Çok teşekkürler Levent. Görüşmek üzere.

Levent Gültekin: Görüşürüz, iyi yayınlar.

Ruşen Çakır: Levent Gültekin’le“Muhâlefet AKP tabanına ulaşabilir mi?”sorusuna yanıt aradık. Kendisine çok teşekkür ediyoruz. Sizlere de bizi izlediğiniz için teşekkürler. İyi günler. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.