Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Gomaşinen (75): Ne İsa’ya ne Musa’ya yaranmak

Yayına hazırlayan: Gülden Özdemir

Merhaba, iyi günler. “Gomaşinen”in 75. bölümünde, gazetecilik hayâtımın bir özetini tekrar tekrar yapmak durumunda kalacağım. Aslında her hafta geldiğinde, bu hafta ne anlatayım diye düşünüyorum ve belli bir yerde, artık bunu bitirsek fena olmaz diye de düşünüyorum. Ama hep anlatacak bir şeyler oluyor. Bu hafta ne anlatacağımı bulmak çok da zor olmadı. Zîra, Enes Kara adındaki gencin hayâtına son vermesi olayı maalesef çok acı bir olay. Onun ardından yaşananlar, bir kere daha benim gazetecilik hayatımda genel olarak başıma gelen olayları hızlı bir şekilde tekrar yaşamama neden oldu. Bunu ben başından îtibâren hep, “Ne İsa’ya ne Musa’ya yaranmak” diye özetledim. Zira elimden geldiğince, meslek hayâtımda, kendim gibi olmayan kesimlere ulaşmaya, onları anlamaya ve anlatmaya çalıştım. Öncelikle İslâmcılar, İslâmî hareket, İslâmî gruplar, cemaatler vs., daha sonra Kürt hareketi, milliyetçi hareket, ülkücü hareket. Kendime yakın olan, meselâ sol üzerine çok fazla bir şey yapmadım. Hiç yapmadım değil; ama çok az yaptım. 

Daha çok, ötekini anlamak diyelim; kendim gibi olmayanı anlamaya, anlayabildiğim kadarıyla da anlatmaya çalıştım. Ama Türkiye hep kutuplaşmış bir ülke olduğu için –dün de öyleydi, bugün daha fazla öyle–, sizin bu tür çalışmalarınıza çok garip tepkiler verebiliyorlar. İşin ilginç tarafı şu: Genellikle bu anlama ve anlatma çabası aslında belli bir ilgi buluyor. Örneğin, İslâmcılık üzerine ilk yaptığım haberler ve daha sonra ilk kitabım Âyet ve Slogan bayağı bir ilgi gördü. Beni şaşırtacak derecede ilgi gördü. Çok okundu, hâlâ okunuyor. Fakat sizi okuyan, sizden öğrenen ya da sizi bir şekilde, eleştirilerle birlikte tasvip eden insanlar, genellikle çok ses çıkartmıyorlar. Fakat size şu ya da bu şekilde kuşkuyla bakan kişiler –ki bu, kutuplaşmanın olduğu yerde her iki tarafta da– sizin hakkınızda bir şey söylüyorlar, yüzünüze söylüyorlar, arkanızdan söylüyorlar vs.. 

Şimdi, İslâmcılık üzerine yaptığım çalışmalarda –daha önceki “Gomaşinen”lerde de anlattım– birincisi: Öncelikle haber kaynağı olarak İslâmcılara gitmek zorundasınız. Bu bir İslâmcı yazar olabilir, bir cemaat olabilir, sıradan bir İslâmcı olabilir vs.. Onlara gitmek, onları konuşmaya iknâ etmek durumundasınız. Bu başlı başına zor bir şeydi bir zamanlar. Şimdi artık İslâmcılar iktidar olduğu için böyle bir sorun yok. Ama gazetecilerin hâlâ bâzı cemaatlere ulaşması çok kolay olmuyor. Onu da not düşmek lâzım. Bu arada, siz İslâmcılara gittiğiniz zaman, İslâmcılara mikrofon uzattığınız zaman, size onlar içinden bâzıları şüpheyle bakıyor. Hani, ben gazeteciyim vs. bu genellikle doğru kabul edilmiyor; yani, “Tamam, gazetecilik kisvesi altında birisi” olarak bakılıyor. Genellikle istihbârat elemanı, ya da gazeteci olsa bile birileriyle çalışan birisi. Bir de gizli gündemi olan, gizli hesâbı olan birisi gibi bakıyorlar. Hepsi değil tabii ki. Böyle bir sorun var ve hep bir şüphecilik var. 

Öte yandan, onlarla konuşup yazdığınız zaman da onlara düşman olan kesimler, onlardan farklı olan, onların “ötekileri” de size, onları doğrudan kötülemediğiniz için, “Bakın, gericiler şöyle yapıyor, böyle yapıyor, gerçek yüzleri…” filan gibi haberler yapmadığınız için size gıcık kapıyorlar. Hepsi değil. Okuyup sizden istifâde eden, sizin yazdıklarınızı, söylediklerinizi önemseyenler tabii var. Ama sesi en çok çıkanlar, genellikle size şüpheyle bakan, sizi işbirlikçi gören, onların ekmeğine yağ sürmekle tanımlayan insanlar oluyor. Bu olay hayâtım boyunca beni hep tâkip etti. Beni İslâmcı, gizli İslâmcı, İslâmcı hayranı vs. olarak tanımlayanlar hep oldu — hâlâ var. Ya da beni şu veya bu servisin elemanı vs. olarak tanımlayan ya da her şey bir yana, aslında İslâmcılığın kuyusunu kazmak isteyen, kendini şirin gösteren vs. filan gibi tanımlayanlarla, her iki ucun da fanatiklerinin rahatsız olduğu bir şey yaptım. 

Aslında bu fanatiklerin rahatsız olmaları, yaptığım işin çok da fenâ olmadığını –çok açık söyleyeyim–, doğru yolda olduğumu bana gösterdi. Onlar benim bir anlamda teyit mekanizmalarım. Yani birileri bir şekilde yüksek sesle size saldırıyorsa, demek ki yazıp ettiğiniz, söylediğiniz şeylerin bir anlamı var. Yoksa herkes sâkin bir şekilde, sessiz kalıyorsa, bu aslında sizin söylediklerinizin çok da fazla etkili olmadığını gösteriyor. Rahatsızlığın çıktığı yerde, demek ki bir şeyleri yapabiliyormuşsunuz gibi bir durum çıkıyor. Bu olay sâdece İslâmcılıkla ilgili olmadı. Kürt meselesinde de öyle oldu. Beni PKK’lı vs. sanan, öyle tanımlayan çok insan var ve Kürt hareketi içerisinde de, “artniyetli”, “şu” “bu” diye —ki bu konuda dönem dönem çok ciddî, daha önce “Gomaşinen”de de anlattığım gibi, linç kampanyalarına da mâruz kaldım– tanımlayanlar da çok var. İşin ilginç tarafı, beni ajanlık ya da öyle bir şeyle suçlayan, Kürt medyasında çalışan bir-iki kişinin, daha sonra istihbârat elemanı olduğu ortaya çıktı. Bir de böyle komiklikler var. 

Zâten orada böyle garip bir şey oluyor. Size birtakım suçlamaları yapıştıran insanlardan, fazla sert bir şekilde çıkan insanlardan otomatik olarak –böyle bir refleks gelişti bende– siz de onlardan şüphelenmeye başlıyorsunuz. Hepsinde haklı olmasanız bile, bâzılarında haklı olduğum çıktı ve yani kendi kendime, bunu bir yere yazıp söylemedim. Şimdi isim vermiyorum dikkat ederseniz. Böyle bir olay var. 

Şimdi buradan Enes Kara olayına gelecek olursak… Çok acı bir olay. Bir Nurcu cemaatin evlerinden birisinde yaşayan, aslen Hataylı bir genç arkadaş; babası belli ki bu grubun içerisinde. Ekonomik nedenlerle değil ideolojik nedenlerle diyelim; babasının ideolojisi nedeniyle o evde kalıyor. Tıp fakültesi okuyor — ki tıp fakültesi okuyabilmek için belli bir sınav başarısı göstermiş olması gerekiyor. Belli ki parlak bir genç. Ama kendisi o cemaatten ve hattâ anladığım kadarıyla dinden de uzaklaşmış, mesâfe koymuş birisi. Bunun hangi Nurcu gruptan olduğunu araştırmaya çalıştım. Bir iki seçenek var. Sonuçta hangisinin olduğunun çok da fazla önemi yok. Normal şartlarda Elâzığ’da, benim Elâzığ’a gittiğim zaman gördüğüm, tanıdığım, emekli bir asker olan, Said Nursî’nin ilk öğrencilerinden Hulusi Yahyagil’in devamcıları var. Onların çok güçlü bir örgütlenmeleri var. Muhtemelen onlardır diye düşündüm. Hattâ bâzıları da, “Evet, öyle” dedi. Ama daha sonra, başka güvendiğim kaynaklardan, bunun bir başka Nurcu grup, Meşveret grubu denen, Erzurumlu Mehmet Kırkıncı’nın tâkipçileri olduğu –ki artık o da yaşamıyor; kendisiyle zamânında bir röportaj yapmışlığım da var–, onun olduğu söyleniyor. Her hâlükârda Nurcu bir cemaatin olduğu söyleniyor ve bunun üzerine tabii Türkiye bunu tartışmaya başladı. Türkiye bunu tartışırken, ben de bir şekilde intihar olayının kendisine girmek istememekle birlikte, olayın kendisi hakkında bir şeyler söyledim ve açık bir şekilde tavrımı cemaatlerin karşısında, Enes ve onun gibi olan, çoğunun adını bilmediğimiz, ama bir kısmını tanıdığım gençlerden yana bir tavır koydum. Çok açık. 

Bu aslında benim gazeteciliğe ilk başladığımdan beri izlediğim tutum. Yani cemaatleri anlamaya çalışmanız, cemaatlerle görüşmeniz, onlardan insanlarla, yöneticileriyle düzenli görüşüyor olmanız vs. sizin cemaat hayranı olduğunuz anlamına gelmiyor. Beni ilk andan îtibâren esas ilgilendiren husus, oradaki bireylerin motivasyonları. Neden giriyorlar? Ne buluyorlar? Cemaatler onlara ne sunuyor? Onlar karşılığında cemaatlere ne sunuyorlar? Bunların içerisinde çok ciddî suiistimal örnekleri var. Bunların hepsini yaşıyoruz; ama buradaki esas unsurun, bir gruba âit olma, bir ontolojik arayış olduğu muhakkak. Tabii ki cemaatlerin her birinin siyâsetle ve devletle ilişkileri var. Bunların büyük bir kısmı devletçi bir çizgide. Devlete mesâfeli olanları az sayıda. 

Bütün bunların hepsi bir kenara, ama çok net bir şekilde şunu söyleyebilirim: Benim yerim, şahıs olarak yani Ruşen Çakır olarak yerim, kesinlikle Enes ve adını bilmediğimiz, acılar çeken, istemedikleri halde oralarda olan ya da tam olarak kopuş cesâreti gösteremeyen gençlerden yana. Bunlar daha sonra, ileri yaşlarda da bâzıları, Şerif Hoca’nın tâbiriyle “mahalle baskısı” nedeniyle, kimi zaman âile kimi zaman mahalle baskısı nedeniyle tam kopuş yaşayamıyorlar. Onların yaşadıkları bu travmalar, benim öteden beri çok ilgimi çekmiştir ve böyle tanıdığım, genellikle beni bulan, sosyal medya üzerinden, e-posta yoluyla vs. ya da çat kapı Medyascope’a gelip içini döken çok genç arkadaş oldu. Onların hepsiyle çok yakın sohbetler ettim. Elimden geldiğince onlara katkıda bulunmaya, yardımcı olmaya çalıştım. 

Ama ne oldu? Cemaat düşmanı olmadığınız için, “Cemaatler yasaklansın, bunların hepsi gericidir vs.” gibi o bilindik klişe pozisyonları almadığımız için, hemen birden, sanki Enes gibilerin hayâtını kaybetmesi olayında bir sorumluluğumuz varmış gibi sizi târif eden, aslında ne dediğinizi çok da önemsemeyen, sadece kafalarındaki birtakım klişelerle hareket eden insanlar çıkıyor karşınıza. Bunların bir kısmı solcu bir kimlikte çıkıyor. Onu zâten biliyordum. Kendim de solcu olduğum için, sırf İslâmcılık üzerine yaptığım çalışmalar nedeniyle beni soldan aforoz etmeye çalışanlar hep oldu. Şimdi de varlar. Bazı çevrelerde, bazı küçük partiler etrafında daha yoğun olduklarını görüyorum. Adlarını bile anmaya gerek yok. 

Bir de yeni tür bir milliyetçilik, Türkçülük güçlenmeye başladı Türkiye’de. Türkiye’de Türkçülük, milliyetçilik hep vardır; ama yeni bir türü güçlenmeye başladı. Sesleri çıkmaya başladı. Çok agresifler. Bunlar özellikle mülteci, göçmen meselesinde kendilerini göstermişlerdi. Irkçılığa varan çıkışlar yapıyorlar. Bunlar aynı zamanda garip bir şekilde –garip mi tam emin değilim aslında, ama yine de garip diyelim– seküler. Laik değil de kendilerini seküler olarak tanımlıyorlar. Türkçülüğün birtakım isimlerinin yanına Atatürk’ü de koyuyorlar ve “laiklik değil sekülerizm” diyerek çok fazla öne çıkartıyorlar. Ayrıca bu kişilerin de saldırısına mâruz kaldım. Yani şöyle söyleyeyim: Bunlar sonuçta, yine demin söylediğim gibi, yaptığınız işin hiç de fenâ olmadığının teyitleri. Çünkü bu kişiler tarafından tasvip ediliyor olmaktan Allah korusun. Çok açık söylüyorum. Böyle kişiler “Ne güzel demiş” vs. dedikleri zaman, herhalde kendimi sorgulamam gerekiyor. Ama öte yandan bir de –tabii ki bu saldırılar bir teyit oluyor, çok güzel; ama bir taraftan da– insan hâlâ çok kızıyor. Öfkeleniyor. Çünkü alenî bir çarpıtma var. Alenî bir yanlış okuma var. Aslında okumama var. Burada tekrar tekrar kendinizi anlatma zorunluluğu hissediyorsunuz ve bunun da esîri olmamaya çalışıyorsunuz. 

Biraz karışık olduğunun farkındayım; ama gerçekten hâlâ insanın canını sıkıyor. Şunu özellikle vurgulamak istiyorum: Sizin kendiniz gibi olmayan insanları anlamaya çalışmanız, onlara öykünüyor olduğunuz, onlar gibi olmak istediğiniz anlamına gelmez. Hele benim gibi mesleği gazetecilik olan insanlar için, bu herkesin çok işine yarayacak bir şey olabilir. Yani dışarıdan birisinin gözüyle İslâmcılık, dışarıdan birisinin gözüyle solculuk, dışarıdan birisinin gözüyle ülkücülük. Ama bunu yaparken, dışarıdan olmasına rağmen, bu hareketleri o kişilerin doğrudan kendilerinden öğrenen, önyargısız bir şekilde bakan gazeteciler… Keşke bunlardan çok olsa. Ben bunu yapmaya çalıştım. Ne derece başarılı olduğumu bilmiyorum. 

Ama gelen bu türden tepkiler — ki İslâmcılardan da tabii ki çok tepki geliyor, onu da özel olarak vurgulamak lâzım. Meselâ biz Medyascope’tai “Endîşeli Muhâfazakârlar” diye yazı dizileri, röportajlar yapıyoruz. Buna, seküler tâbir edilen kişiler öfkeleniyor. Bir diğer yanda, âilelerinin baskısına karşı direnmeye çalışan muhâfazakâr âilelerin çocukları ile ilgili şeyler yapmaya çalışıyoruz. Bunları da İslâmcılar hedef gösteriyor. Çok ilginç bir durumla karşı karşıyayız. Şu anda hem İslâmcıların hem de kendilerini seküler tanımlayan kişilerin, bu konulara çok fazla önem atfeden kişilerin ortaklaşa günah keçileriyiz. Çünkü toplumsal olgu olarak Türkiye’de hem endîşeli muhafazakâr insanlar var, doğru; hem de muhâfazakâr âilelerin endîşeli çocukları var. Birbirinden farklı iki olay var. Birisi, “AKP iktidârı giderse kazanımlarımız elimizden gider mi?” endîşesi yaşayan ve büyük ölçüde de çıkar temelli bir perspektife sâhip olan kesimler — ki onları anlamak önemli, onların endîşelerini dinlemek de önemli. Ama açıkçası onların endîşeleri bana çok sâhici gelmiyor. Sâhici gelmiyor olması, bunları haber yapmayacağımız anlamına da gelmiyor. Öteki tarafta, muhâfazakâr âilelerin çocuklarının hele şu AKP iktidârı döneminde yaşadıkları çok büyük kırılmalar var. İşte bunlar çok sâhici ve bunlar bir birey olarak beni, özel olarak çok heyecanlandırıyor; ama öte yandan da bu kişiler karşı, bu gençlere karşı çok ciddî bir empati ve sempati duymama neden oluyor. 

Buradaki mesele, din üzerinden yapılan bir mesele değil. Bunlar pekâlâ seküler âilelerin, laik âilelerin, âileleriyle sorun yaşayan çocukları da olabilirdi. Buradaki önemli olan husus, gençlerin özgürlüklerinin, arayışlarının şu ya da bu nedenle büyükleri tarafından sınırlanması. Onlara birtakım şeylerin dayatılması meselesi. Şimdi AKP iktidârıyla berâber yaşanan çok büyük bir çözülme var. Çok büyük bir kokuşmuşluk var. Kayırmacılık var. Rüşvet, yolsuzluk her şey var ve ülke tamamen, kurumlarıyla, her şeyiyle bir çözülme içerisinde. Bundan istifâde eden birtakım insanlar var ve bunların çocukları ya bir çözülmenin bir parçası olup hayatlarını memnun bir şekilde sürdürecekler ya da bu çözülmeye karşı bir arayış içerisine girecekler. İşte o arayış içerisine girdikleri zaman, bu çözülmeden rahatsızlık duydukları zaman ya da bu yaşananlara karşı bir ilgisizlik, kayıtsızlık duydukları zaman, o zaman âilelerinin rahatsız olduğunu görüyoruz ve o çocukların, o gençlerin önünü kapatmaya çalışıyorlar. Öyle çok örneği bizzat gördüm, tanıdım, kendileriyle konuştum. İnsanın içini yakan çok kötü öyküler var. Bunların bâzıları başarı öyküsü. Onları gördüğünüz zaman çok seviniyorsunuz. Bâzıları da gerçekten çok dramatik, çok sorunlu, önünü göremeyen gençler var. Tabii ki dinin bir rolü var. Ama buradaki mesele âle içi iktidar meselesi ve bu iktidârın, Türkiye’deki siyâsî iktidarla neredeyse yan yana, birlikte gidiyor olması. 

Her neyse. Çok uzatmayayım. Enes Kara olayı, acı bir olay, maalesef… Keşke kendisiyle tanışma imkânım olsaydı ve kendisine en azından hayatta kalarak mücadele edebileceği konusunda bir iki cümle edebilseydim. Enes Kara olayı aslında Türkiye’de kimlerin üzüm yemek, kimlerin bağcı dövmek istediğini bize bir kere daha gösterdi, gösteriyor. Kutuplar var, eyvallah. Kutupların birisi iyi, birisi kötü diye böyle kestirimler yapmak bence doğru değil. Ama şunu yapmak kesinlikle doğru: Her iki kutbun da varlığının sürmesini isteyen, bütün enerjilerini bunlara hasreden kesimler, birbirinin karbon kopyası. İşte burada önemli olan, kutupları aşmaya çalışmak, kutupların karşılıklı birbirini tanıması için çaba göstermek, bu konuda bir şeyler yapmak. Naçizâne bunu yapmaya çalıştım, çalışıyorum. Ömrüm vefâ ettiği müddetçe çalışacağım ve bunu yaparken de ne İsa’ya ne Musa’ya yaranılabileceğini daha ilk günden görmüş birisi olarak, ama bundan hep de rahatsız olan birisi olarak, böyle devam edeceğiz. Evet, söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler…

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.