Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Kemal Can ve Ruşen Çakır ile Haftaya Bakış (99): Kılıçdaroğlu’nun son videosu, Erdoğan’ın Öcalan ısrarı, Sezen Aksu olayı

Haftaya Bakış’ın 99. bölümünde Kemal Can ve Ruşen Çakır, Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun Twitter’dan paylaştığı videoyu, AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Abdullah Öcalan ısrarını, sanatçı Sezen Aksu’nun hedef alınmasının yankılarını ve İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun balıkçı polemiğini konuştu.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Haftaya Bakış”la karşınızdayız. Yine Kemal Can’la birlikte haftanın öne çıkan olaylarını ele alacağız. Kemal, merhaba.

Kemal Can: Merhaba Ruşen.

Ruşen Çakır: Bu hafta haber açısından bayağı bereketli geçti. Bunların büyük bir kısmını da bir gecede yaşadık. Kılıçdaroğlu’nun Twitter hesabı üzerinden yaptığı açıklama ve Erdoğan’ın, –senin de benim de bir zamanlar birlikte çalıştığımız– NTV’deki yayını aynı saatteydi. Daha doğrusu “NTV’nin Erdoğan’daki yayını” demek daha iyi olabilir, çünkü kimin kimi konuk ettiği belli değil. Önce, Ahmet Hakan’ın deyimiyle “Özürse o ne muhteşem bir özür, geri adımsa o ne şâhâne bir geri adım” dediği olayla,Sezen Aksu olayıyla başlayalım. Erdoğan’ın Çamlıca Camii’nde yaptığı konuşması gündeme geldiğinde lâf ettiler mi bilmiyorum; ama hep böyle oluyor biliyorsun: Yollar kapanıyor haber olmuyor, yollar açılıyor haber oluyor. Ya da, havalimanı işlemediğinde haber olmuyor, açıldığı zaman haber oluyor. Burada da Erdoğan’ın “Ben öyle bir şey demedim” açıklaması gündemdeydi. Daha doğrusu, demiş de Sezen Aksu’yu kastetmemiş. Bu konuyu epeyce konuştuk. Çarşamba günkü “Adını Koyalım”da da “Gerçek gündem, sun’î gündem” başlığıyla bu meseleyi değerlendirdik. Sezen Aksu olayı başlı başına bir olaydı. Ben de dün yaptığım değerlendirmemin sonunda şöyle bir şey söyledim: “Sezen Aksu, cevâben yazdığı Avcı şiirinin sonundaki ‘Kim yolcu kim hancı’ sözleriyle de, hancının ve yolcunun kim olduğunu da tescillemiş oldu.”

Bir de çok ilginç, Erdoğan’ın câmideki konuşmasının ardından, danışmanları görüntülerin yayılmasını, haber yapılmasını engellemeye çalışmış. Kısmen başarılı oldular. Belli ki baştan îtibâren birileri bundan tedirgin olmuş. Sonuçta Erdoğan da, “Ben bunu Sezen Aksu’ya demedim, o iyi bir sanatçıdır” dedi; ama kimi kastettiğini de söylemedi. Sence bu – muhteşem ya da değil– bir geri adım mı, yoksa özür mü? Bence çok bâriz bir geri adım ve açıkçası beni şaşırtan bir geri adım oldu. 

Kemal Can: Tabii ki geri adım. Türkçe’de bunun karşılığı olan bir deyim var zâten. Kendi ettiği lâfı, “Ben öyle demedim” demeye yönelen her şey, aslında geri adımdır. Çünkü hepimiz o videoyu seyrettik sosyal medyada. Engellenmesi mümkün olmadığı için yayınlandı ve orada açıkça kimi kastettiği, neyi işâret ettiği, ne söylediği tereddüde mahal vermeyecek kadar açık. Çünkü orada, NTV yayınında yaptığı düzeltmeyi mâkul kılacak genel bir ifâdeden bahsetmiyor. Açıkça “Hz. Âdem babamıza yapılan…” diyor. Onun kim olduğu çok açık ortada. Tabii bütün bunların arkasında şöyle bir şey var: Evet, bu bir geri adım. Senin söylediğin gibi, bazıları tarafından da “muhteşem adım” olarak tanımlanıyor. Çünkü o muhteşem adımı ve o olağanüstü manevraları kendi hayâtı içinde mümkün kılabilen insanlar için bu tür hamleler kerâmet içeriyor olabilir. Ama bence burada asıl mesele, bunu söylerken de, geri alırken de, bu kadar rahatlıkla yapabiliyor olması. Biraz sonra tartışacağımız Öcalan meselesinde de öyle. Bir taraftan rakiplerinizi bir örgütle iltisaklı göstermeye çalışırken, diğer taraftan, o örgütün kurucusu ve lideri insanı referans alarak, onun sözleriyle başka bir politik aktöre saldırmayı ya da onun sözlerini kendi teziniz için kullanmayı mâkul göstereceğiniz bir şeyi yapabiliyorsunuz. Erdoğan bunu defâlarca yaptı. Asıl kritik olan mesele, bunu yaparken de, geri alırken de bu kadar rahat olması. 

Bunu dış politikada da görüyoruz: İsrail’le ilişkilerden tut, Mısır ya da Birleşik Arap Emirlikleri’ne kadar gördük. Türkiye’ye karşı darbe yaptığını iddia ettiği insanı törenle karşıladı, onunla anlaşmalar imzaladı, şimdi oraya gitmeyi tasarlıyor. Hattâ Türkiye’nin çok önemli bâzı mallarını Birleşik Arap Emirlikleri’nin alacağı konuşuluyor. Diğer taraftan, İsrail, Mısır, Güney Akdeniz hamlesi, Amerika ve Rusya’yla ilişkileri… Dış politikada hepsinde gördük. Aslında, Erdoğan bu lüksü politik olarak çok rahat kullanabiliyor. Ne kendi tabanından çekiniyor, ne “Rakiplerim bunu benim aleyhime kullanır” diye çekiniyor, ne de “Ortaklarımla problem doğar” diye çekiniyor. Bir tarafı, bu üslûptan kaynaklanan… Buna bir “cesâret” yorumu yapabiliriz, ama bu cesâretle ilgili değil. Tam tersine, rakiplerinin sürekli, “kendilerine karşı nasıl kullanılabilir?” korkusundan hareket edemez hâle geldiği bir atmosferde, birbirinin tam zıttı hamleleri, söylediğinin tam tersi icraatları kolayca yapabildiğini, sonra bunu yine kolayca geri alabildiğini, sonra bir daha yapabildiğini görüyoruz.

Ruşen Çakır: Kemal, sözünü keseceğim. Burada çok traji-komik bir olay da var: Onun açtığı yoldan yürüyenler gazı kökleyip giderken, birdenbire bir bakıyorlar, Erdoğan yok. Sezen Aksu meselesinde de kraldan çok kralcılar türedi. Diyânet İşleri Başkanı’nından imamlara, gazete yazarlarına kadar her türlü insan…

Kemal Can: RTÜK devreye girdi.

Ruşen Çakır: Evet, RTÜK de devreye girdi. Ama hepsi birdenbire kalakaldılar. Onları da çok umursamıyor. Buna benzer çok olay oldu. Birleşik Arap Emirlikleri’nde de, İsrail’de de…  Meselâ dün gördüm, Yeni Şafak gazetesi, Yahudi bir hahamla ilgili bayağı pozitif, normal, insânî bir haber yapmış. Benim takip ettiğim Mûsevî bir kişi, “Yeni Şafak da bizlerden normal insanmışız gibi bahsetmeye başladı artık” diye haberi alıp paylaşmış. Ama yarın öbür gün bir şey olup da tekrar çark dönerse… Erdoğan bir nevi teflon; üzerine hiçbir şey yapışmıyor, ama takipçileri de öyle. Acayip bir durum. Hep berâber onunla gidiyorlar, sonra Erdoğan bir frene basıyor, onlar duvara tosluyorlar, ama bir şey olmamış gibi tekrar yollarına devam ediyorlar.

Kemal Can: Bu sadece rakipleriyle ilgili değil, kendi taraflarıyla da ilgili. Hatırlarsan, İsrail’e giden Mavi Marmara gemisi olayıyla ilgili, “Bana mı sordunuz?” diyen de o. Buna önce “One minute” ile gaz verip, bu havayı köpürten de o. Cemaatle çatışmanın her aşamasında bunu gördük. Sonunda “Allah affetsin” ile bitti. Bunların hepsinde şöyle bir tabloyu görüyoruz: “Erdoğan ve iktidar kutuplaştırmayı nasıl kullanıyor? Biz bundan nasıl sakınırız?” diye taktik geliştirmeye çalışanların belki buna biraz daha yakından bakması lâzım. 

Erdoğan’ın, “başkasının gündemi” diye girmekten korktuğu hiçbir alan yok. Hatta İl Gençlik Kolu Başkanı’nın ettiği lâfa bile cevap veriyor. Gazetecileri ismen karşısına alıp onlara cevap veriyor. Her açılan gündeme, her yerde bir cevap veriyor. Bâzen istediği sonucu alıyor, bâzen alamıyor; ama hiçbir gündemden, “benim gündemim”ya da “başkasının gündemi”demeksizin o alana giriyor. İkincisi: “Benim tabanım, beni şimdiye kadar gösterdiğim yönde desteklemiş olanlar, ortaklarım” gibi hiçbir kategoriyi çok da hesaba katmadan, çok hızlı ve rahat manevralar yapıyor. Üstelik bu manevralar hafif bir dümen kırma değil, her şeyi yeni baştan düşünmeyi gerektirecek kadar sert manevralar. 

Bunların hepsini yapabilirken, iki şeye güveniyor. Biri, tabanını yönetebilme gücüne güveniyor. Yani tabanı onu yönetmiyor, tabanının hassâsiyetlerine göre davrandığı iddiasıyla, aslında “tabanın hassâsiyeti” dediği şeyi bizzat kendisi kontrol ediyor. İstediği zaman, bir konuda hassas hâle gelinmesi tâlîmâtını veriyor ve birdenbire o hassâsiyeti köpürtüyor. İstediği zaman da, o hassâsiyet hiç önemli değilmiş gibi davranıyor. Ortağıyla ilişkilerine bakalım: Milliyetçiliği ayaklar altına almaktan şimdi gelinen noktaya, nereden nereye taşındığına bakalım. Tersinden gidelim: Öcalan’ın mektubunu “Gayet mâkul, önemli bir uyarıda bulunuyor” diye destekleyen Bahçeli’ye bakalım. Bütün bunlar, bütün zayıflıklarına ve destek erimesine rağmen, iktidar kombinasyonunda, kendi tabanı ve bulunduğu iktidar zemininin yarattığı güvence konusunda nasıl özgüvenle hareket ettiğini gösteriyor. 

Ruşen Çakır: İstersen Öcalan üzerinden devam edelim Kemal. Zaten sen epeyce değindin. Erdoğan bu konuda garip bir şey yapıyor. Tabii birçok şey garip de, bu yaptığı daha tuhaf: Israr etti ve Öcalan konusunu tekrar gündeme getirdi. Bu arada Selahattin Demirtaş’ı “Öcalan’ın heykelini dikeceğim” dedi diye suçluyor. Sonra aynı Öcalan’ı alıyor, onunla Selahattin Demirtaş’ı suçluyor. Şöyle bir tavrı var: “Öcalan, Selahattin Demirtaş’ı sevmiyor kardeşim”. Hatta soru sordukları zaman, “Onu Öcalan’a sormak lâzım” diyor. Keşke bıraksa da gazeteci olarak gidip sorsak… 

Ama benim anladığım, orada çok karışık bir durum var: Öcalan, Erdoğan’ın istediği kıvamda bir pozisyon almadığı için, onu tam olarak kullanamıyorlar. Büyük bir ihtimalle, Öcalan’la yapılan görüşmelerde –istihbaratçılar ya da kimlerse onlar–, Öcalan’ın Selahattin Demirtaş’tan şu ya da bu nedenle duyduğu rahatsızlığı dile getirmesini alıyorlar, ama bunu bir siyâsî malzemeye henüz dönüştürebilmiş değiller gibi geliyor bana. Eğer öyle olsaydı, Erdoğan’ın aktardığı şeyi bizzat Öcalan’ın aktarmasını sağlayabilirlerdi. Ama orada belli ki Öcalan belli bir yerin ötesine gitmiyor. Ben öyle anlıyorum. Sen demin, Bahçeli’nin, Öcalan’ın o mektubunu mâkul bulduğunu söyledin. Ama şimdi, Öcalan’ın, çok meşrû bir siyâsî aktörmüş gibi her meselede Erdoğan tarafından tekrarlanıyor olmasından nasıl olur da rahatsız olmaz? Acayip bir durum. Öcalan’dan bir kanaat önderi gibi bahsediyor Erdoğan. 

Kemal Can: Bence zâten olaydaki acayiplik bu çelişkiler değil, bu çelişkilerin beklenen netîceleri vermiyor olması. Mesela muhâlefet cephesinde, İYİ Parti’den iki insan tuhaf çıkışlar yapıyor; birdenbire, “Muhalefet cephesinde çatlak var” oluyor. Akşener çıkıyor, “Çözüm sürecini bütün taraflarıyla yargılayacağım”diyor. Öbür taraftan Kılıçdaroğlu, “Demokrasi Diyarbakır’dan geçer ve ben bu meseleyi Meclis’te çözeceğim. Resmî muhâtap HDP’dir” diyor. Bir taraftan İYİ Parti’den başka biri çıkıyor, “HDP kapatılır, bağımsız yargı onu kapatabilir” gibi şeyler söylüyor. Kaçınılmaz olarak burada ne oluyor? Muhâlefet cephesindeki bu tür farklar için hemen, “Yâhu bunlar nasıl bir arada duracaklar? Bu ne acayip bir çelişki?” deniyor. Ama dönüp iktidar tarafına baktığımızda, aynı şey hiç öyle sonuçlar doğurmuyor. Ya da böyle lâflar edildiğinde, “Vay! Taban nasıl reaksiyon verir? CHP tabanı ne yapar? HDP acaba muhâlefet blokundaki pozisyonunu yeniden mi düşünür?” falan… Ama bu tarafta, öyle de denildiğinde oluyor, böyle de denildiğinde oluyor. Öcalan mektubu da geliyor, o da sessizlikle karşılanıyor, hattâ destekleniyor. Tersinden, “HDP kapatılacak, Meclis’i temizleyeceğiz”dediklerinde de bir şey olmuyor. Tabii ki aslında bir şey oluyor. Ama bu hareket rahatlığını bir düşünmek lâzım hakîkaten. Bu, her şeyin yanında, iktidar ve muhalefet açısından bambaşka bir eşitsizlik daha yaratıyor. İktidârın hareket serbestisindeki rahatlığı, sâdece yaratabildiği baskıdan, devlet imkânlarını elinde tutmaktan değil. Hamle ve söz açısından da çok eli rahatmış gibi davranıyor — ki değil, bunu biliyoruz. 

Ama Öcalan meselesinde, “Niye daha somut, bunu açıkça ortaya koyabilecek bir şey yapmadan, sadece lâfıyla gidiyor?” meselesinde, bunun rastlantısal bir şey olmadığını düşünüyorum. Eğer Erdoğan, sadece bir tâne edilmiş lâfı alarak olayı bıraksaydı, buna “yoklama” diyebilirdik. Ama senin de işaret ettiğin gibi, NTV’deki oturumu “basınla görüşme” diye değerlendiremeyeceğimizi, onun bâzı şeyleri söylemek için oraya oturduğunu, o söyleyeceği şeylerin sorularını sormak için de karşısına birilerinin yerleştirildiğini düşünürsek ve orada da bu sorunun sorulup bu cevâbın verilmesini, planlanan bir şey olarak değerlendirirsek, şu açık ki bu meseledeki yoklamayla ilgili faaliyet devam ediyor. 

Bence, Öcalan’dan mektup ya da daha açık bir mesaj yaratmak için şu anda erken. Tam tersine, şu anda öyle bir zeminin sağlayabileceği imkânları tartmak için, bunu yavaş yavaş bir fikir olarak ortaya atarak, hem bunun sonuçlarını görmeyi amaçlıyor, hem de bu tür hamleler karşı tarafı da bozuyor, karıştırıyor, kafalar karışıyor; insanlar bunun üzerine konuşmaya başlıyor. Gündem belirleme meselesi bir de böyle oluyor işte. Sonuçta, buna ilişkin değerlendirmeler yapılmaya başlanıyor. Meselâ, muhâlefet içerisinden birdenbire, iktidardan daha şâhin bir Kürt politikası sertleşmesi talebi zuhur ediyor. Bu, muhâlefet blokunda başka bir tartışmayı tetikliyor. Dolayısıyla, senin söylediğin gibi, “Niye şimdi daha somut, daha inandırıcı, daha ‘sonuç alıcı’ bir şey yapılmadığı” meselesine, bir imkânsızlık mı, yoksa bir aşamalı sürecin parçası mı olduğu konusunda biraz dikkatli bakmak lâzım diye düşünüyorum.

Ruşen Çakır: Açıkçası ben Öcalan’ın böyle bir şey yapacağını sanmıyorum. 

Kemal Can: Ben de sanmıyorum.

Ruşen Çakır: Bu haftaki Pazar yazısında da bu ihtimâlin ne derece var olduğunu yazmayı düşünüyorum. Öcalan’ın Demirtaş’tan şikâyetçi olması çok anlaşılır bir şey; çünkü o, kendi liderliğini tehdit eden herkesten şikâyetçi olmuştur. PKK tarihi boyunca hep böyle gitti zaten. Ama aynı zamanda, kendi tabanında bu kadar popüler olan birisini, Erdoğan’ın yanında durup, alenî bir şekilde karşısına almak gibi stratejik bir hatâ yapacağını sanmıyorum. Ama tabii ki belli olmaz. 

Kemal Can: Zâten bunun sâdece iddialarla, üstelik de Erdoğan’ın söylediği iddialarla ortada dolaşmasının bir nedeni de bu. Böyle bir sonuç alıp alınmayacağından bağımsız olarak, kafalara soru sokup, uzunca bir süre bu soruyu, “Acaba mı?”diye ortada tutmak. İşin bir tarafı da bu.

Ruşen Çakır: Benim buradaki gözlemim şu: Erdoğan “Öcalan, Demirtaş hakkında iyi şeyler söylemiyor” dedikçe, Demirtaş’ın tabandaki prestiji artıyor. “Öcalan bundan memnun değilmiş, demek ki iyi insan” diye artmıyor. “Erdoğan Demirtaş’ı bu kadar kafasına taktığına göre, Demirtaş herhalde bizim tahminimizin de ötesinde iyi biri” gibi bir duyguyu da güçlendiriyor. Taban nezdinde, “Öcalan Demirtaş’tan şikâyetçiyse, burada bir numara olabilir” gibi bir düşüncenin çok yaygın olduğunu sanmıyorum. Çünkü Demirtaş her şeyiyle ortada bir siyâsetçiydi. İnsanların görebildiği, dokunabildiği birisiydi. Dolayısıyla tam tersine işleyen bir şey olabilir. 

Neyse, Kılıçdaroğlu konusuna geçelim: Kılıçdaroğlu geçen gün sosyal medya hesabı üzerinden yaptığı paylaşımda, akşam 22.00’de bir açıklama yapacağını ve herkesi beklediğini söyledi. Herkes, “’İttifakla ilgili bir şey mi söyleyecek? Şu mu olacak, bu mu olacak?” diye bekledi. Kılıçdaroğlu bir belge okudu. Bu demiryolu ihâlesi meselesi yeni bir olay değil; ama bence etkili bir iş yaptı. Ben bu konuyu dün yorumladığım için çok uzatmak istemiyorum. Sen Kılıçdaroğlu’nun söylediklerini nasıl buldun? Ne kadar önemli, anlamlı ya da rahatsız edici buldun?

Kemal Can: Ben bunu, Kılıçdaroğlu’nun daha önce mîlât vererek, bürokratlara yönelik yaptığı çağrıya bağlı bir şey olarak düşünüyorum. Bürokratlara çağrı konusu, Kılıçdaroğlu’nun çok doğru bulduğum bir hamlesiydi, bunu daha önce de söylemiştim. Ben, devleti ve hükûmeti ayrı tutup, devletin kapasitesinin hâlâ önemli olduğunu vurgulayıp vurgulamamak açısından, Kılıçdaroğlu ile benzer düşünmüyor olabilirim. Ama bir politik pozisyon işâret etmek açısından önemliydi. “Biz bu yönetim değişikliğiyle başka türlü bir devlet anlayışı yerleştireceğiz. Bunun da doğrudan muhâtabı olarak size bir şey söylüyorum” diyerek insanlara birinci tekil konuşurken, aynı zamanda, yargısından bürokrasisine, iş çevrelerine kadar çeşitli kesimlere, bu iddianın sâhibi olarak, “Bakın, sonsuza kadar devam edecek ve Erdoğan iktidârından ibâret bir Türkiye’ye göre pozisyon alırsanız, yanlış yaparsınız. Uyarıyorum!” demesinin iki türlü anlamı vardı: 1) kendisinin yapabilirliğini hem onlara hem bütün kamuoyuna göstermek; 2) eğer sâhiden iktidardaki çözülmeden dolayı, bürokraside, iş çevrelerinde, yargıda, “Duruma bir bakmak lâzım” tereddüdüne girenler varsa… Yani, iktidârın şimdiye kadar ortağı ya da ona îtiraz etmeyen yakın çeperindeki çözülmeyi büyültmeye yol açabilecek bir hamleydi. İkisinin de taktik açıdan doğru olduğunu düşünüyorum. Bu son çıkışının da bunu tamamlayan bir şey olduğu kanaatindeyim. Zâten olayı da şöyle sundu — ki bu daha önce kulis olarak da yansımıştı zâten: “Daha yurtsever, vatansever bürokratlar var. CHP’ye çok sayıda belge akıyor, birtakım bürokratlardan yolsuzluk, usulsüzlük bilgileri geliyor” denmişti. Bu iddianın, yaptığı bu uyarının sonuç verdiğini, bazı bürokratların yanlış giden işlerle ilgili rahatsızlıklarının daha görünür olması için muhâlefete yansıtmaya başladıklarını gösterme tamamlayıcılığı var.

Ama aynı tabloyu yerel yönetimlerde tam olarak görmedik. Ankara’da Melih Gökçek çok özel bir örnek. Özellikle dinozorlar, lunaparklar, orada batırılan milyarlar gibi meselelerden dolayı çok bâriz bir örnek. Ankara’ya gidenler ve Ankara’da yaşayanlar gayet iyi biliyorlar. O enkaz gözlerinin önünde duruyor. CHP ve muhâlefet, oralarda yapılan usûlsüzlüklerin hesâbını sorma konusunda çok atak davranmadı. Ama şimdi, özellikle bu iktidar değişimine dâir bir tür hesap sormak ve bu yapılan usûlsüzlükleri, yolsuzlukları, “Devr-i sâbık yaratmayacağız” diyerek kapatacağı, görmezden geleceği bir şey olmadan ele alacağı iddiasını taşımak önemli bir şey. Çünkü bu, şunu güçlendiren bir durum: “Acaba bir tedirginliğe de yol açabilir mi? Bu kadar yukarıdan iddialarla, “Hesap soracağız!”diye gelindiği zaman, zâten endîşeli olan çevreler daha endîşeli hâle gelebilir” tartışması yapılıyor. Evet, böyle bir tarafı var. Ama tersinden, başka bir denklem daha var. Siz her şeyin çok kötü ve çok büyük bir tahrîbat altında olduğunu söylüyorsanız, bunu sâdece kaldığı yerden yeniden düzgün işletmekten ibâret bir perspektif sunamazsınız. Buradaki problemi yaratanların da hesâbını vereceği, bir düzeltmeye tâbi tutacağınızı göstermeniz lâzım. O yüzden de bu tür iddiaların açığa çıkması, muhalefet tarafından ortaya konması önemli bir şey. Hele ki ekonomik kriz gibi bir meselede, –geçen Çarşamba da konuştuk ya– insanların çektikleri sıkıntılardan bahsetmek önemli bir şey. Ama o insanların bu sıkıntıları çekerken, başka insanlara neler sağlandığını göstermek önemli. Meselâ Kılıçdaroğlu’nun bu hamlesinde gösterdiği gibi ya da o dolar operasyonunda kazananların nasıl kazandığını anlatmak gibi ya da daha önceki aylarda çok örneğini gördüğümüz, yeni elitlerin nasıl bir sefâhat âleminde olduklarının açığa çıkması gibi. Bunlar da son derece önemli meseleler. O yüzden, Kılıçdaroğlu’nun çıkışının bir süreklilik taşıdığını düşünüyorum.

Ruşen Çakır: Bugün Okan Yücel, “Ankara Gündemi”nde CHP Milletvekili Ali Mahir Başarır’la bu konuyu konuştu. Başarır, bürokratlardan kendilerine belge yağdığınısöylüyor ve bunun nedenini de ikiye ayırıyor: Birincisi, “Vicdânen rahatsız olanlar” diyor. İkincisi, “İktidârın değişeceğini anlayanlar” diyor. Vicdânen rahatsız olan zâten rahatsızdır ve onu zâten ayırt edebilirsin. Ama iktidârın değişeceğini görüp de, yarın öbür gün bunların hesâbının sorulacağını düşünen insanlar, şimdiden pozisyon alıp kendilerini buradan ayırmaya çalışıyorlar. O anlamda, “devr-i sâbık”tartışmasının böyle bir rolü var. Yani “Hiç kimseye hiçbir şey olmayacak” dediğin zaman, son âna kadar iktidarın yanında durabilir. Ama muhalefet, “Bunların hesâbı bir şekilde görülecek” diye bir uyarı yaptığı zaman, birileri şimdiden, “Yarın gelip de benden hesap sormasınlar” diye pozisyon almaya başlayabilir. Getirisi-götürüsü çok ince bir hikâye söz konusu.

Kemal Can: Ama o inceliği çözecek formül şu: O getiri-götürü hesâbında, sınırlı sayıda haksız kazanç sâhiplerinin kaybedeceklerini, daha fazla insanın kaybedeceği şey hâline sokmasını engelleyerek bunu durdurabilirsiniz. Bundan bayağı paralar, statüler, servetler kazanan insanlar var. Onlar, bu iktidârın gitmesinden zarar göreceklerini, yaptıkları haksızlıkların ya da usûlsüzlüklerin hesâbının sorulacağını düşünerek, bu endîşelerini daha büyük bir endîşeye çevirip, aslında bundan hiç endîşe duymayacak kesimler için bir tedirginlik yaratıyorlar. “Bu iktidar giderse her şeyimizi kaybederiz” derken, hiç bu tür usûlsüzlüklere, yolsuzluklara karışmamış insanları da buna dâhil edecek birtakım semboller uyduruyorlar — meselâ başörtüsü gibi, hayat tarzı meselesi gibi. 

Bu tür bir tavırdan duyulan endîşenin mi iktidâra daha çok zarar vereceği, yoksa iktidârın gidiciliğinden duyulan endîşenin iktidârın çözülmesini mi artıracağıdenklemini çözecek şey, bu ikisi arasındaki ilişkiye konuşmak. Yani oradaki asıl yapısal çatlağa konuşmak. Çünkü bu iktidârın sâhiden GİTMESİYLE çıkarlarının zarar göreceğini düşünen birtakım çevreler var ve bunlar, politik olarak iknâ edilebilir değil. Çünkü bu gerçek bir durum. Bunun içerisinde sâdece akçalı meseleler yok, başka meseleler de var. Yani ideolojik kemikte de bu var. Ama onun dışında, bu iktidârı destekleyen ve bu iktidârın kemik çevrelerinin pompaladığı endîşelerden etkilenebilen kalabalıklara, o endîşelerin onlarla ilgili olmadığının, dolayısıyla daha spesifik, daha direkt, kimden neyin hesâbının sorulacağının daha açık ortaya konulmasıyla çözülebileceğini düşünüyorum. 

Ruşen Çakır: Son olarak Ekrem İmamoğlu’ndan bahsedelim: Balıkçıda yemek meselesi acayip bir şey oldu. Bu sabah FOX TV’de yüksek sesle konuşuyordu İmamoğlu. O görüntüleri servis edenlere suç duyurusunda bulunmuş. Ama ortada her iki taraf için de acayip bir durum var. Bir tarafta, iktidârın, iktidar yanlılarının ve Erdoğan’ın, NTV yayınında kullanmaya çalıştığı bir durum var. Ben bunu şöyle tanımladım: Sanki Türkiye’yi İmamoğlu yönetiyor da, yerel yönetimlerde var olan AKP ve lideri Erdoğan, iktidârı eleştiriyor. Ülkenin tamâmı karda kışta perîşan olmuş, ama İstanbul’daki olayı abartarak, fotoğraflarla bunu yaptılar. İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin iletişim başarısızlığı, kendisini destekleyenleri bayağı bir açığa düşürdü; çünkü belediye ilk andan îtibâren o konuda bir cevap vermedi. Daha sonra bizim arkadaşlarımız araştırdığı zaman öğrendiler ki, o yemek belli bir saatte yenmiş ve sonra çıkılmış. Kastedilen saatte değil, ama daha önceki bir saatte. Fotoğraf o günün fotoğrafı. Sonuçta, ortada acayip bir durum var. Hangisi hangisinden daha acayip? Tabii ki iktidârın ve iktidar yanlılarının bunun üzerinde kurgulamaya çalıştıkları şey acayip. 

İmamoğlu karşıtlığı üzerine inşâ edilmiş bir iktidar stratejisi olduğunu hepimiz biliyoruz; en son açılan soruşturmada da bunu gördük. Böyle bir durumda, İmamoğlu ve ekibinin çok daha hazırlıklı, çok daha aktif, etkili olması ve bu tür kampanyaları baştan açığa düşürebilmesi gerekiyordu. Yapamadıkları gibi, kendisine destek veren birçok kişiyi de açığa düşürdüler. Böyle garip bir durum oldu. “MOBESE kameralarının keyfî olarak izlenmesi ve kayda alınması hukuka aykırıdır” diyor ya… Bu iktidar neyi yapmadı ki? O ne ki yani? Onu yapıyor diye iktidârı suçlamak… Tabii ki normal bir hukuk devletinde bu bir suç olabilir, ama neleri servis ettiler, neleri yaptılar. İmamoğlu insanların ağzında kekremsi bir tat bıraktı. Ama sonuçta baktığım zaman, bunun yine de bir şekilde İmamoğlu’na yaradığını düşünüyorum. Çünkü bu kadar çok önem atfediyor olmaları, Erdoğan’ın NTV konuşmasının yarısından fazlasını İstanbul’a ve İmamoğlu’na ayırıyor olması, İmamoğlu’nu yukarı çekiyor. Zaten belli bir popülaritesi de var. Bu da, her yönüyle ayrı ayrı incelenmesi gereken bir vaka olarak kayıtlara geçti sanki.

Kemal Can: Ben de birtakım sıkıntılar olduğunu düşünüyorum. Gerçi sonradan İmamoğlu’nun, basına açık toplantıda bütün tartışmaları bir kenara bırakıp, “Mağdur ettiğimiz, yolda değil 5 saat, yarım saat bile beklettiğimiz vatandaşlara söyleyeceğimiz tek şey var: Özür dileriz” diyerek başlattığı iletişim mantığı, aslında en doğru mantık. Çünkü bu büyüklükte bir şehirde –daha küçük bir şehirde de olsa– temel kamusal hizmetler konusunda çok ciddî sorunların ortaya çıktığı bir olağanüstülük hâlinde, elbette ki her düzeydeki yönetici, bununla ilgili bir biçimde sorumluluk hissetmelidir. Bu sorumluluğa karşı yöneltilen eleştirileri de, açıkçası mâkul karşılamalıdır ve bunlara yukarıdan bir cevap vermemelidir. Bunların bir kısmı trol faaliyeti olabilir. Ama trol faaliyeti olacak diye, haklı birtakım eleştiri ve şikâyetleri de o pakete dâhil ederek karşıya almak ve agresif bir karşı savunma geliştirmek iyi bir yöntem değil. Çoğu zaman, kamu yöneticileri ve siyâsetçiler açısından eleştiriyi kabul etmek, eleştiriyi aldığını göstermek, onun altında kaldığını değil, eleştiriyi kendisine fayda olarak aldığını göstermek, her zaman pozitif sonuç verir. Hele ki böyle, insanların doğrudan gündelik hayatlarına dokunan kamusal görevlerde –yerel yönetimler böyle bir görev– bu konularda çok daha dikkatli davranmak lâzım. 

Ben MOBESE meselesinde, onun servis edilmesinin, devletin bir politik aygıt olarak her manipülasyonda devrede olmasının ve devletin kamusal gücünün, özellikle güvenlik aygıtının bütün imkânlarını bir politik fayda için, bir partinin hizmetine sunmasının mesele edilmesini önemli görüyorum. Senin dediğin doğru. Daha neler olmadı ki? Ama her olan için zâten mesele çıkartılmalı. İmamoğlu MOBESE meselesini gündeme getirdiğinde, Süleyman Soylu’nun, her zaman alışık olduğumuz türden yukarıdan yukarıdan cevap veremediğini de gördük. Çünkü o kadar bâriz bir şey ki. Bir iktidar partisi çevresinin geliştirdiği bir sosyal medya kampanyasında kullanılmak üzere, devletin polisinin elindeki ve belirli yetkilerle kullanılabilecek bir bilgiyi, görüntüyü servis etmesi, kullandırması, meseledir ve mesele edilmesi gereken bir şeydir. 

Ama buna karşılık, yöneltilen her türlü eleştirinin, bunun sadece “Muhâliflerin komplosu, manipülasyonu, trol faaliyeti” diye etiketlenmesi –çünkü Büyükşehir’de de iktidar yanlıları muhâlif–, bugün iktidârın yaptığına benzeyen bir şeyi kendi iktidar dönemleri içinde yapma riskini gösterdiği için doğru bir yöntem değil. Bu iletişim stratejisinde, “Biz iktidârın ataklarına karşı biraz dik duralım, öyle alttan almayalım. Biz de süper başarılıyız” havası vermek iyi bir şey. Ama bir yandan da, aynı tür iletişimi tekrar etmek, uzun vâdede faydalı bir şey olmayabilir. Bunu biraz düşünmeleri lâzım. Sâdece iletişim stratejisini yönetenler değil, muhâlefet taraftarlarının da düşünmesi ve tartması lâzım. Çünkü zaman zaman, iktidar yandaşlarının alay konusu olan bazı irrasyonel çıkışlara benzeyen çıkışlar yaptıklarını görüyoruz. Senin dediğin gibi bazen de boşa düşebiliyorlar. Meselâ “O yemek asla olmadı” iddiası, baştan bilgi doğru verilmediği için, o boşluktan kaynaklanan bir şeydi. Yalan olduğu iddiası kolayca dolaşıma girdi ve tabii ki biraz mahcup edici bir final oldu. Ama dediğim gibi, nasıl ki o yemeğe gitmek çok da gündeme getirilecek bir şeydeğilse –ama tartışmaya açık bir şeyse–, onu yok farz ederek geçmek, tıpkı iktid–rın yaptığı gibi, “Ekonomik kriz yok ki”, ya da ekmek kuyruğunda karda bekleyen adamın, “Bak ne lüks arabalar geçiyor, memlekette kriz yok” demesine benziyor. Bu tür reaksiyonlardan kaçınmak lâzım.

Ruşen Çakır: Evet Kemal, noktayı koyalım. Bu Pazar Medyascope’a Kemal Kılıçdaroğlu geliyor, biliyorsun. Yeni stüdyomuza ilk defa gelecek. Bakalım İmamoğlu meselesinde ne söyleyecek? Başka konuların yanı sıra, bunu da kendisine soracağım. 

Kemal Can: Hemen bir şey ekleyeyim: Kişisel tercihi açısından Kılıçdaroğlu’nun, “Eleştiriler karşısında nasıl farklı tutum alınabilir?” konusunda, bence pek çok kişiden, hattâ kendi partisinin sözcülerinden ve iletişim uzmanlarından bile daha samîmî bir tavrı var. Kılıçdaroğlu’nun, eskiden de sosyal demokrat liderlerde, Erdal İnönü’de, Ecevit’te çok gördüğümüz, eleştiriye tahammüllü ve onları bir fayda olarak alan, hiç de onlara çemkirip üste çıkmaya çalışmayan tutumuna biraz daha baksalar, epey öğretici olabilir.

Ruşen Çakır: Kemal, “Haftaya Bakış”ı burada noktalıyoruz. İzleyicilerimize çok teşekkür ediyoruz. Haftaya tekrar buluşmak üzere. İyi günler. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.