Gomaşinen (87): Teknolojiyle bitmeyen imtihanım

Ruşen Çakır, Gomaşinen’in 87. bölümünde teknolojiyle bitmeyen imtihanını anlattı.

Yayına hazırlayan: Gülden Özdemir

Merhaba, iyi günler. “Gomaşinen”in 87. bölümünde teknolojiyle bir türlü bitmek bilmeyen imtihânımı anlatmak istiyorum. Çünkü çok hızlı gelişiyor her şey ve ben iyice yaşlanmış durumdayım ve işin kötüsü zâten gençken de çok yakın olduğum şeyler değildi. Öteden beri bu tür, az buçuk beceri gerektiren şeylerde hep çuvallamış birisiyimdir. Dolayısıyla bu yeni teknolojilere ayak uydurma konusunda epey zorlandım; ama mecbûren bir şekilde uyum sağlamam gerektiğini biliyorum. Bu bana kimi zaman çok zor anlar yaşattı. İşte bu değişik anılarımdan hareketle, neler yaşadığımı, nasıl yaşadığımı biraz anlatmak istiyorum.

İlk başa dönecek olursak, gazeteciliğe başladığım andan îtibâren sâdece yazdım. Nokta dergisinde başladığım zaman yazdım ve bir yerde fotoğraf çekmek gerektiğinde, yanımızda foto muhâbiri arkadaşlarla giderdik. Asla o işlere girmezdim. Çünkü fotoğraf çekmeyi bilmiyordum. Daha doğrusu o târihlerde bunların hepsi profesyonel makinelerle yapılmak durumundaydı ve belli bir beceri ve anlamak gerektiriyordu. Ben bunları hiçbir şekilde önemsemedim. Fotoğraf makinem oldu mu? Şimdi inanın emin olamıyorum. Galiba oldu; ama çok kullandığım ve çok profesyonel makineler değildi. Bir keresinde Nokta dergisinde Süleymancılıkla ilgili bir kapak dosyası için Adana’ya gitmem gerekti. Adana’da birileriyle randevulaştım. Onlarla röportaj yapacağım. Ama şu ya da bu nedenle yanıma foto muhâbiri veremediler ve o târihte Korhan benim için fotoğraf makinesinin her şeyini kurmuş; hattâ flaşını bile takmıştı. Çünkü kapalı bir mekânda yapacaktım. Her şeyi anlatmıştı. Benim çantamın içerisinde her şey hazır bir şekildeydi ve bana dedi ki: “Sâdece basacaksın” ve sâdece bastım. Ama yine de çok kötü bir fotoğraf olmuştu. Ne deniyor ona? Grenli. Bol grenli bir fotoğraf çıkmıştı. Önemli de bir röportajdı. Süleymancılardan ayrılmış birisiyle yaptığım bir röportajdı. Yıllar öncesinden böyle bir şey hatırlıyorum.

O târihlerde daktilo kullanıyorduk. Daktilo kullanmak o kadar zor değil. Yani benim bile yapabildiğim bir şeydi. Ama onun da birtakım incelikleri vardır tabii. Bir kere ben on parmak vs. yazabilen birisi asla değilim. Hâlâ tek parmak ya da iki elin birer parmağıyla. Tabii bilgisayara geçtiğimde de aynı şekilde sürdü. Onu öyle yapıyordum; ama fenâ da yapmıyordum. Daktiloyla uzun bir süre gittik. Belli bir aşamadan sonra hayâtımıza faks cihazları girdi. Onu yoğun bir şekilde kullandık. Daha sonra adım adım birtakım şeyler gelişmeye başladı. Ben teleks zamânını pek hatırlamıyorum. İlk başladığım zamanlarda teleks var mıydı bilmiyorum. Ama teleksin gazetelerde olduğunu duyardık. Bizim Nokta dergisinde böyle bir ihtiyâcımız yoktu. Sonra faksla tanıştık. Bir keresinde “telefoto” denen uygulamayı Güneydoğu’da gördüm. Daha önce anlattığım Kürt göçlerinden birisinde, Adana’dan Cumhuriyet gazetesinden bir foto muhâbiri arkadaş gelmişti. Adını şimdi hatırlamıyorum. O Kürt göçü sırasında arabanın bagajından bir âlet çıkarmıştı. Ne yapacağını büyük bir merakla izledim ve âletle çektiği fotoğrafı bir şekilde oradan yollamıştı. Hâlâ nasıl yapabildiğini aslında anlamış değilim. Tabii onlar da kısa bir süre içerisinde, yeni teknolojilerle birlikte çöpe atıldı. 

Daha sonra bilgisayar geldi. Cumhuriyet gazetesinde başladığım zaman bilgisayar ilk kez Cumhuriyet’te oldu. Onu da anlatmıştım. İlhan Selçuk ve arkadaşlarının Cumhuriyet’ten ayrıldığı dönem, bilgisayarın da Cumhuriyet’e geldiği dönemdi. İlk kurulduğu dönemdi. Ama ben daha öncesinde Metis Yayınları’nda, kendi kitabım ve başka editörlük işleri yaptığımdan dolayı bilgisayara bir âşinâlığım vardı. O zaman “Macintosh”diyorduk bilgisayarlara. Şimdinin Appleları gibi, ya da “Mac”ler, o zamanlaryayınevlerinde Macintosh kullanılıyordu. Az buçuk âşinâlığım vardı. Cumhuriyet’te biz bilgisayara başladık, biraz öğrendik; ama yine de bayağı bir zorlanıyorduk ve çok iptidâîydi zâten. Bu anlattığım 1991 sonu, 1992 başı oluyor — o târihteki Cumhuriyet gazetesinde. Sonra Hasan Cemal ve arkadaşları ayrılınca, ben kısa bir dönem orada kaldım, hemen ayrılmadım. Geri gelenlere de nasıl kullanılacağını anlattığımı hatırlıyorum. Ama bilgisayarla da ilişkim her zaman çok sınırlı oldu. Yani bilmem gerektiği kadarını bilmenin ötesinde çok fazla bir şey bilemedim. 

Sonra internet olayı. Özellikle Milliyet bünyesinde “Artı Haber” diye bir dergi çıkıyordu ve o dergide çalışırken internetle haşır neşir olduğumu hatırlıyorum. Onun öncesinde e-postaları filan kullanmaya başlamıştık; ama tam da beceremiyordum. Hattâ bir keresinde Amerika Birleşik Devletleri’ne gitmiştim. New York’taydım ve Türkiye’de Şahin Alpay’ın başında olduğu bir vakfa bir yazı, onların hazırladığı bir kitaba, Türkiye’de İslâmî hareket üzerine bir yazı yollamam gerekti. “Ekleme, ataç yapma” olayını beceremediğim için, o yazı dosyasını e-postayla New York’tan İstanbul’a yollarken, benim için nasıl bir kâbus olduğu hâlâ böyle hayâl meyal gözlerimin önündedir. Birkaç parça hâlinde e-postayla yollayabilmiştim. Şimdi onların tabii ki çok çok uzağındayız. 

Cep telefonu çıktı. Cep telefonu kullanmamızla berâber işler bayağı bir kolaylaştı. Ama aynı zamanda da zorlaştı. Cep telefonuyla ilgili de bir anım var. Erciyes’te MHP’nin bir kurultayını izliyorduk: Erciyes kurultayını. Bir grup gazeteci vardık ve ben Milliyet’e çalışıyordum o sırada. Milliyet’e Erciyes’le ilgili izlenimlerimi yazdım. Sonra bir grup gazeteci otelden çıkıp müzeye gidecektik. Kayseri’de çok iyi bir müze vardır; Anadolu Medeniyetleri Müzesi ya da adı her neyse. Ama çok iyi bir müze. Methini duyduğum bir müze. Yazıyı yolladım; ama bir taraftan da içimde bir şey var. Yazıyı neyle yolladım? Faksla yolladım. “Okunmayan yerler olur mu? Şu olur mu, bu olur mu?” vs.. Otelden gazeteyi aradım, “Böyle böyle… Yazıyı yolladım, ama bir sorun olursa ne yapacağız?” dedim. Dediler ki: “Yapacak olan editör henüz gelmedi”. Benim o sırada cep telefonum yoktu. Cep telefonu olan bir gazeteci vardı. Onun numarasını verdim. Dedim ki: “Bir şey olursa onu arayın” ve ilk cep telefonunu haber işinde kullanmam da o zamandır. Gerçekten aradılar. Gerçekten okunmayan yerler varmış. Ben de müzenin kapısından dışarıya çıkıp, orada Milliyet’ten editör arkadaşa okunmayan yerleri düzelttiğimi hatırlıyorum; ama çok heyecan verici bir şeydi. Yani normalde ne olacaktı? Ben otelde bekleyecektim ve editör gazeteye gelecekti. Beni otelde odamdan arayacaktı ve sorun olan yerleri düzeltecektik. Ama böylece gittiğimiz yerden de telefonla gazetecilik yapabileceğimizi de öğrenmiş olduk. Tabii ondan sonra işin rengi tamâmen değişti. Cep telefonuyla fotoğraf yollama olayını da ilginç bir şekilde, Almanya’da bir stadyumda, Millî Görüş’ün bir faaliyeti vardı, orada yaşadım. Yine Milliyet’ten bir arkadaş olan Recai, Almanya’da yaşayan bir gazeteci arkadaş. O cep telefonuyla fotoğrafları çekti ve bir şekilde oradan yolladı. Ben böyle, büyük bir hayranlıkla seyrettiğimi hatırlıyorum. “Nasıl yaptı? Nasıl etti?” filan… Şimdi artık ben bile yapabiliyorum. Hepimiz yapabiliyoruz.

Tabii bütün bunların hepsi çok hızlı bir şekilde yaşanıyor ve bütün bunlara ayak uydurmak, anlamak, öğrenmek, bir de tabii bunu iyi kullanabilmek — önemli olan o. Ben iyi kullanabilme konusunda her zaman sorunlu oldum. Ancak ihtiyâcım olduğu kadarıyla kullandım. Hâlâ meselâ diyelim ki e-posta program uygulamalarının ya da birtakım sosyal medya uygulamalarının ihtiyâcım olan kadarını kullanabilen birisiyim. Bu noktada, ilk Amerika’ya gittiğimde, Vatan gazetesi adına Washington muhâbiri olduğumda, orada da başka bir mesele vardı: Wi-Fi bağlantım yoktu ilk aşamada. Çünkü birtakım şeylerden dolayı benim aboneliğim yoktu. Ben de bunun üzerine evin yakınında bir yerde –ilk defâsında yalnız gitmiştim, Müge ve Ali Deniz gelmemişti– yürüme mesâfesinde bir Starbucks vardı ve ben orada Starbucks’ın internetine girebiliyordum bir şekilde. Çünkü cep telefonu şirketimle Starbucks’ın anlaşması vardı ve bize, o cep telefonu sâhiplerine Starbucks ücretsiz internet ulaşımı veriyordu. Ben işlerimi orada görüyordum. Labtop’umu alıp Starbucks’ı ofis gibi kullanıyordum. Orada tabii birtakım sorunlar oluyordu; ama yine de baş etmeyi bir şekilde becerebildim.

Tabii en büyük sınavım, bu Medyascope’un öyküsü olan Periscope’la birlikte başladı. Bu öyküyü anlatmıştım. Bir daha anlatmayayım. Ama çok çile çektim açıkçası. Zâten yeni bir uygulamaydı. Zâten kendi içerisinde birtakım sorunları vardı Periscope’un ve adım adım onları aştılar. Bir de benim gibi beceriksiz birisinin elinde… Ama yine de yapabildim. Yaptıktan sonra, şimdi Periscope’u yapıyorsunuz, çekiyorsunuz, canlı yayın yapıyorsunuz. Bunların uçup gitmemesi lâzım. Hani içi gidiyor insanın. Bunların yüklenmesi lâzım. Ondan sonra YouTube’u keşfettim. YouTube vardı; ama benim YouTube’u keşfetmem ondan sonradır. Sonra onları yükleme meselesi başladı ve orada çok ciddî şekilde soğuk terler döktüğümü biliyorum. Özellikle Periscope yayınlarının ilk başlarında, Habertürk’teki odamda yaptıklarımda, işte kamerayı sâbitleyebilmek, ona uygun birtakım düzenekler kurabilmek çok zordu. Zor olmasının dışında ben de çok beceriksizdim. Çok sorunlar oluyordu. Yayınlar kopuyordu. Millet dalga geçiyordu. Çok kötü görüntüler oluyordu. En çok söylenen şeyler, hâlâ bâzen kedi fotoğraflarında da bunu söylüyor insanlar; “Tost makinesiyle mi çektin?” vs. diye bayağı dalga geçildi. YouTube’a yüklerken çok sorunlar yaşadım. Bunların kimisi internet bağlantısı zayıflığından, kimisi benim beceriksizliğimden. Ama ite kaka bu işi yapabildiğimi de gördüm. Çok ilginç. Ben kendime de çok şaşırıyorum. Ama tabii ki özellikle gençlerin bu işlere nasıl hâkim olduğunu görünce de onlara çok imreniyorum. Hâlâ birçok şeyi bilmiyorum. Hâlâ birçok şeyi yaşadıkça görüyorum. Önüme çok ciddî sorunlar da çıkabiliyor. Ama ilk baştaki sorunları büyük ölçüde aştık. Çünkü artık Medyascope’ta çok profesyonel bir ekiple çalışma imkânı oldu ve ben artık birçok şeye dokunmuyorum. Ama yine de, meselâ pandemi döneminde, evlerden yayın yapmak durumunda kaldığımız, stüdyoyu açamadığımız dönemlerde de hâlâ meselâ açıyı ayarlamak, ışığı ayarlamak vs. gibi şeylerde çok ciddî şekilde özürlüyüm. Her gün yeni bir uygulama çıkıyor. Yeni bir sosyal medya uygulaması çıkıyor ve benim mecbûren onlara dâhil olmam gerekiyor. Ama meselâ Facebook ya da Instagram’da hesaplarım var; fakat onları çok aktif ve etkili şekilde kullanamıyorum. Daha çok Twitter’ı kullanıyorum. Onu da tam olarak kullanabildiğimi söyleyemem. Örneğin bilenler bilir, bayağı bir blokladığım insan vardı ve sonra da o blokladığım insanların bloklarını kaldırmaya karar verdim. Ben bunun için gerçekten saatlerce –çünkü hakîkaten çok insan vardı– o blokları iptâl ettim. Meğer çok basit bir yöntemi varmış. Onu ben yaptıktan sonra bana yolladılar. Bir şeyler yazılıp yapıldığı zaman bu hallolabiliyormuş ve ben orada bayağı bir zamânımı kaybettim. Ama onun da tabii hem sıkıcı hem de eğlenceli bir yönü var. Yaptığınız iş daha değerli olabiliyor emek verdiğiniz için.

Şunu hiç unutmayacağım: CNN Türk ilk kurulacağı zaman –ben de ilk çalışanlardan, işe alınanlardan birisiydim– Amerika’dan CNN merkezinden bize uzmanlar geldi ve eğitim yaptırdılar. Orada CNN’in perspektifi şuydu: Herkes her şeyi bilsin. Yani muhâbir aynı zamanda kamera da kullansın, montaj da yapsın, sese de baksın vs.. Bu, asla kabûl edilemez bir şeydi benim için. Direndim, yapmadım. Bir iki ders verdiler işte, eğitim yaptılar. Kenarından köşesinden girdim ve asla buna tenezzül etmedim. Çok büyük bir yanlış yapmışım. O târihte CNN bugünü görerek bunu yapmış. Ben alışmıştım kameramanla berâber gitmeye. Sesi o hallediyor, montajı prodüktör hallediyor. Ben sâdece muhâbir olarak röportajımı yapıyorum, anonsumu çekiyorum vs.. Amerika’daki CNN bunu kırmak istemişti. Ama ben ve başka muhâbirler buna bir direnç gösterdik. Aslında tabii ki kameramanlar ve kurgucu arkadaşlar filan da direnç gösterdi. Çünkü onların bir uzmanlığı vardı; ama onların da muhâbir olması gerekiyordu işte çalışabilmek için. Halbuki eski sistem, statüko herkesin işine geliyordu. Biz bunda ısrar ettik. Şimdi diyorum ki: Keşke tenezzül etseymişim. Yani o şımarıklığı yapmasaydım, yapmasaydık ve bir şeyler öğrenseydik.

Günümüzde artık genç gazeteci adaylarının bütün her şeyi tek başlarına yapmaları gerekiyor. Artık olay böyle. Tabii ki bâzı istisnâî durumlar oluyordur; ama artık bir muhâbir sâhaya çıktığı zaman, kendi kamerasıyla kendi başına, gerekirse kendini çekerek her şeyi kendisi yapıyor ve montajını da kendisi yapıyor. Bu da ona aslında bir bağımsızlık imkânı tanıyor. Ben eski hâlimle, eski çalıştığım dönemlerde çok ciddî sorunlar yaşamadım Allah’a çok şükür. Ama muhâbir foto muhâbiriyle, kameramanla vs. birlikte çalışmak zorunda. Bu ekip hâlinde çalışmak tabii ki iyi bir şey, birbirini tamamlıyorsun; ama bâzen sorunlar da pekâlâ çıkabiliyor. Ben çok yaşamadım. Foto muhâbir arkadaşlarla, kameraman arkadaşlarla çok sorun yaşamadım; ama pekâlâ yaşama ihtimâli de vardı. Artık olayın rengi tamâmen değişti. Bambaşka bir yere doğru seyretti ve bizim gibi yaşlılar bunlara uzaktan bakıp, hani “Nerede o eski günler?” diye hayıflanmanın ötesinde pek bir şey yapamıyoruz. Ama teknolojiye karşı durmanın mümkün olmadığı, özellikle bizim meslekte artık teknolojiyle çok iç içe bir gazetecilik olduğu ve işin kolaylaşmasıyla berâber, vatandaşların da doğrudan haber üretme süreçlerine dâhil olabildiği çok değişik bir dönemdeyiz ve buna ayak uydurabilen başarılı oluyor; uyduramayan nal topluyor. Evet, daha fazla uzatmayayım. Benim teknolojiyle bitmeyen bir sınavım var. Biteceğe de benzemiyor. Teknoloji gelişiyor; ama ben hâlâ eski kafayı muhâfaza etmeye çalışıp duruyorum. Söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.