Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Kemal Can ve Ruşen Çakır ile Haftaya Bakış (112): Gezi davası kararları, Ali Babacan’ın açıklamaları, Erdoğan Riyad’da, 1 Mayıs

Ruşen Çakır ve Kemal Can, Haftaya Bakış‘ın bu bölümünde Gezi davasında çıkan kararları, DEVA Partisi Genel Başkanı Ali Babacan’ın ittifak çıkışını, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Suudi Arabistan ziyaretini ve 1 Mayıs’ı konuştu.

Spotify’dan dinleyebilirsiniz:

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba iyi günler. “Haftaya Bakış”la karşınızdayız. Yine Kemal Can’la birlikte haftanın öne çıkan olaylarını konuşacağız. Kemal, merhaba.

Kemal Can: Merhaba Ruşen.

Ruşen Çakır: Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Suudi Arabistan ziyâretini daha önce de konuşmuştuk, şimdi görüntüler de geldi — çok çarpıcı görüntüler. Erdoğan’ın neredeyse tüm kabineyi ve danışmanlarını da götürdüğü Suudi Arabistan ziyâretinin en önemli figürü Veliaht-Prens Muhammed bin Selman. Tabii ki babası Kral Selman bin Abdülaziz de var, ama birçok yerde Suudi Arabistan’ın gerçek patronu olarak nitelendirilen Veliaht-Prens öne çıktı. Erdoğan’ın, Prens bin Selman’la sarılma fotoğraflarını gördük birçok yerde. Maliye Bakanı Nebati’nin Veliaht-Prens’le fotoğraflarını da görmüşsündür. Ben bugün twitter’da Erdoğan’ın Prens Selman’la sarıldığı o fotoğrafı “hazin” diye paylaştım. Gerçekten çok hazin. Ben bu konuda çok konuştum, daha fazla bir şey söylemek istemiyorum. Ama şu kadarını söyleyeyim. Cemal Kaşıkçı Dâvâsı’nda mahkemenin dâvâyı Suudi Arabistan’a devretme karârından 21 gün sonra bu ziyâret gerçekleşti. Bu nasıl oldu? “Suudi Arabistan’ın Erdoğan’a, ‘Bu dâvâ sonuçlanmazsa, buraya gelemezsin’ diyerek dâvâyla ilgili şartlar öne sürdüğü söylendi. Dâvâ sonuçlandı; daha doğrusu, 31 Mart’taki duruşmada, savcı yargılamanın durmasını ve dosyanın Suudi Arabistan makamlarına devrini talep etti. Mahkeme heyeti, savcının talebi hakkında Adalet Bakanlığı’ndan yazılı olarak görüş istenmesine karar verdi. Adalet Bakanı Bekir Bozdağ, hızlıca dosyanın Suudi Arabistan’a devri için olumlu görüş bildirdi. Mahkeme dâvâyı iptal edip dosyayı düşürdü ve Erdoğan, 21 gün sonra neredeyse bütün kabineyle birlikte Suudi Arabistan’da ağırlandı. Tabii ki işin ekonomik boyutu da önemli, ama siyâsî ve stratejik anlamda çok ciddî bir manevra yapıldı. Bu gelişmelere “U-dönüşü”, “180 derece döndü” lâfları yetmiyor herhalde. Ne dersin?

Kemal Can: Evet, bu “fırdöndü” gibi bir şey. 180 derece dönüyor, sonra bir 180 daha dönüyor. Bunu sâdece Suudi Arabistan meselesinde değil, hepsinde gördük. Ve o dönüşlerin hepsinde, dönüşün sertliği kadar, yüksek reaksiyonlarla gündeme geliyor bu. Birileriyle ilişkiniz bozulabilir, sorunlar çıkabilir, bunu herkes bilir; ama çok yüksek perdeden, açıkta yaşamazsınız. Sonra başka bir şey olduğunda da, bu kadar dikkat çekici, gürültülü bir şey hâline gelmez. Ama bu tür meselelerde hep 180 derecenin öbür tarafında da çok yüksek reaksiyonlar gösteriliyor. Meselâ bu dâvâ Suudi Arabistan’a iâde edildi; ama daha önce, yine bizzat Cumhurbaşkanı, kendisinin bu konuda açıklama yapması gerekmezken çıkıp, “Kaşıkçı cinâyetinde Suudi Arabistan bizden belgeleri almak istedi. Belgeleri dinletiriz, ama vermeyiz, bir de bunları yok mu edeceksiniz? Ses kaydında üst düzey asker açıkça, ‘Ben kesmeyi iyi bilirim’ diyor. Bunlar dünyayı enâyi zannediyor. Bu millet enâyi değil, hesâbı sormasını bilir” deme ihtiyâcını duydu. 

Şöyle bir tuhaflık var: Özelikle diplomaside, dış ilişkilerde, kimi siyâsî aktörlerin, devlet yöneticilerinin çok devrede olmadığı, bürokrasi ve diplomasi üzerinden yürüyen, gerilimin de uzlaşmanın da öyle cereyan ettiği durumlar olur. Bazı kritik noktalarda, nasıl davranıldığını bilmediğimiz biçimde müdâhalelerle, iş bâzen rasyonel bir zemine oturur, bâzen kavga büyür, gerilim artar. Türkiye’de dış politika iç politika malzemesi olarak kullanıldığı için ya da dış politikadaki restleşmeler fazla âşikâr yapıldığı için, bu biraz pornografik ilerliyor. Her şey çok uluorta yapılıyor. Bir ülkenin devlet başkanı çıkıp, doğrudan Birleşik Arap Emirlikleri’ni 15 Temmuz Darbesi’ni yapmakla suçluyor. Sonra hiçbir şey olmamış gibi kalkıp oraya gidiyor. Suudi Arabistan meselesinde de öyle: Asla peşini bırakmayacağını söylediği bir dâvâyı, “Tamam, madem böyle istediniz, artık biz bununla ilgilenmiyoruz. Bu dâvâyı bir daha hiç gündeme getirmeyeceğiz” diyerek teslim ediyor. Bu, pek çok alanda bu şekilde cereyan ediyor. İsrail’le ilişkilerde bunun örneklerini gördük. Hâlâ zemini oluşmadı ama, Mısır’da da muhtemelen göreceğiz. Rusya ile kaç tur böyle problemler yaşandı. Bir yandan “Uçağı kim düşürdü?” “Tâlîmâtı ben verdim” tartışması yapılırken, sonra iş S-400 alımına kadar gitti. Bu olayların hepsi bir tuhaf alenîlik içinde yaşanıyor. O yüzden de biz her sefer, dönüş, manevra, tuhaf durum, hatta başkası adına utandığımız tablolarla karşılaşıyoruz. 

Ama bunu izleyenler açısından şöyle acayip bir durum da var. Yani bunu yapanlar açısından tuhaflığı anlıyoruz. “O zaman niye bu kadar gürültü çıkartmıştın ve şimdi niye bunu yapıyorsun?” diye soru soran insanlar olarak bizim gördüğümüz acayipliği, meselâ bu iddiaları ortaya attıktan sonra onu alkışlayan, onu büyük bir iştahla destekleyenlerin, sonradan yine manevra yapıldığında aldıkları tutumlar daha da şaşırtıcı. Bunu yapanla, bunu izleyip her manevradan sonra aynı biçimde destek verenlerin tavrı da şaşırtıcı. O ülkeleri düşman ederken, büyük bir hevesle, hattâ bâzen yüksek perdeden açıklamalar yapan insanlar, sonra birdenbire rasyonel kesiliyorlar: “İyi de, çıkarlar söz konusu. Ne yapsın yani? Tabii ki ülkenin çıkarları gereği gayet rasyonel davranıyor. Akılcı olarak yapması gerekeni yapıyor” diyebiliyor. Bâzen akılcılık, bâzen çok duygusal reaksiyonlar, bâzen çok ajitatif hamâsî nutuklar, bâzen de çok basit gündelik pazarlıklar aynı iştahla savunuluyor. Bu çok garip bir durum.

Ruşen Çakır: Bu olayın ilk başlangıcını düşün. Korkunç bir işkenceyle katledilen dünya çapında bir gazeteci olan Kaşıkçı’nın konsolosluk binâsında öldürüldüğü ve bedeninin parçalara ayrılarak yok edildiği, sorumluların cinâyet sonrası ülkeden nasıl ayrıldığı dünyayla paylaşıldı. Bu cinâyetten hemen sonra, Cumhurbaşkanı başta olmak üzere, yüksek perdeden, “Bu olayın peşini bırakmayacağız, hesâbını soracağız” açıklamaları yapıldı. Şimdi, artık derecesinin kaç olduğunu tartışmaya gerek duymayacağımız o büyük dönüşü görüyoruz. Danışman, bakan, müsteşar, bilmem kaç milletvekili, köşe yazarıyla bu kadar büyük bir iktidar yapısı var. AKP iktidârı binlerce kadrosu olan bir yapı sonuçta. Bu olayda, “Bu kadarı da fazla, kendimizle çelişiyoruz” diye bir açıklama yapan, tweet atan bir Allah’ın kulu çıkmadı; olsa görürdük. İstisnâ bile olmuyor. Dünyanın her yerinde, konu ne olursa olsun böyle büyük dönüşlerde, birileri, “Bir dakika arkadaşlar, ne oluyoruz?” diye sorar. Bu olayda, “Böyle olur mu? Hani söz vermiştik dünyaya. Kaşıkçı’nın kemikleri sızlıyor. Para için değer mi?” diye üstü kapalı bile olsa söyleyen kimse çıkmadı. Meselâ birazdan konuşacağımız Gezi olayında çok az da olsa tek tük sesler çıktı. Ama Kaşıkçı olayında sesini çıkaran olmadı. Senin dediğin gibi, olayı büyütürken de küçültürken de militan kesiliyorlar. “Ya arkadaşlar, bu adamlar katil değil miydi?” diye sorduğun zaman, “Sen ne anlarsın, bu iki ülke geçmişte de dosttu. Paraya ihtiyaç var” deniyor. 

Kemal Can: “Rasyonalizm, reel politik” falan filan. 

Ruşen Çakır: Evet, bir de, “Devletler böyledir” denir. Devletler böyle değildir. Birisini bu kadar açık açık insanlık suçu işlemekle suçluyorsan, bunun hesâbını soramıyorsan, en azından o kişiyle ilişkini en alt düzeyde tutarsın. Bütün bakanlarla oraya gidip kırk yılık dost gibi kucaklaşmak… Neyse, çok uzatmayalım, Gezi’ye geçelim. Gezi Dâvâsı ile ilgili birtakım açıklamalar yapıldı. Bülent Arınç, Gezi’nin adını vermeden adâletle ilgili paylaşımlar yaptı. Eski AKP milletvekili Hüseyin Kocabıyık, açık açık hukuk dışı kararlara dikkati çeken bir paylaşım yaptı Twitter’da. Hattâ 2019 yerel seçiminde hırsızlık yapıldığını söyledi. Bu açıklamaların hemen peşinden, eşi Vali Funda Kocabıyık merkeze çekildi. Abdullah Gül birtakım açıklamalar yaptı. Yani tek tük de olsa bir şeyler söylendi. Ama Erdoğan Gezi Dâvâsı sonucuyla ilgili, “AİHM’lik iş kalmadı, o iş bitti” dedi. Buna karşılık, Meral Akşener Gezi Dâvâsı’nın üzerinde çok net durdu. Zâten bunu Çarşamba günü “Adını Koyalım”da epeyce konuştuk. Ama hâlâ üzerinde konuşmayı hak ediyor bence. Önce Kılıçdaroğlu, tabii ki HDP ve Meral Akşener, bu konuda çok net tavır sergilediler. DEVA ve Gelecek partileri olayı hukuk bağlamında ele aldı; çünkü Gezi sırasında, özellikle Gelecek Partisi zâten iktidârın bir parçasıydı. Bugün bir haber geldi: Gezi Dâvâsı’nda Osman Kavala hakkında verilen karar üzerine, Türkiye’nin Berlin Büyükelçisi Alman Dışişleri Bakanlığı’na çağrılmış. Batı’dan gelen en açık tavır bu. Onun dışında, “Kaygılıyız” açıklamalarının ötesine gitmedi. 

Şunu rahatlıkla söyleyebilirim: İktidar yanlıları da dâhil herkes, Gezi Dâvâsı’nın siyâsî bir operasyon olduğunun farkında. Zâten Erdoğan da en son yaptığı açıklamayla bunun doğrudan hukukla ilişkisi olmadığını bir kez daha gösterdi. 

Kemal Can: Doğru. Bu olay da demin konuştuğumuz konunun aynısı. Burada, yani tamam, reaksiyon veren birkaç insan var. Onların yaptığı açıklamaları iyimser bir reaksiyon gibi algılamak için biz de “Hiç yoktan iyidir” muamelesi yapıyoruz; ama açıkçası, Gezi yaşanırken de, Gezi sonrasında bu bir îtibarsızlaşma operasyonuna konu edilirken de, beş yıldır süren ve Osman Kavala’nın tutuklanmasına neden olan dâvâlar serisi sırasında ve bu son karardan sonra da, herkesin açıkça farkında olduğu bir şey… Sonuçta, büyük bir yüksek ahlâk, yüksek bir politik bilinç beklenmiyor. Aklın, mantığın ve vicdânın gerektirdiği sınırda, “Bu iş tam da böyle değil. Bu da artık biraz fazla” denmesiyle ilgili reaksiyonun, insanların bildikleriyle karşılaştırdığımızda, bir kesim açısından çok sorunlu olduğunu görüyorum. İktidârın ya bir zaman yanında olmuş veya hâlâ yanında olan koca bir kalabalıktan bahsediyorum. Biraz önce dış politika meselesinde saydığın gibi, bu kadar bakan, bu kadar gazeteci, bu kadar destekçi… 

Şimdi bu akla ziyan karar verildi. O akla ziyan kararın verildiği gün, bu ülkenin Cumhurbaşkanı, Yüksek Yargı organlarına iftar verip, Türkiye’de adâletin ne kadar iyi bir durumda olduğunu, adâletsizliğin de ne kadar kötü bir şey olduğunu anlattı. O kararın verildiği gün, daha önce çay toplamaya götürdüğü hâkimleri karşısına oturtup, “Adâletsizlik fenâ bir şey” diye konuşma yaptı. İronik tabii. Yetmedi. Bu karar verildi. Bu karâra çeşitli reaksiyonlar verildi. Yine geçen gün çıkıp, bu sefer sivil toplum kuruluşlara verdiği iftarda, bu dâvâ sonucundan daha akla ziyan birtakım hezeyanları, doğru olmayan, doğru olmadığı defâlarca kanıtlanmış hikâyeleri anlattı: Efendim neymiş? Dolmabahçe Câmii’nde bira içmişler. Dolmabahçe Câmii’nden kepçelerle kanallar açarak makamına kadar gelmişler. Sonra Beşiktaş’ta yürüyen Geziciler’le berâber Taksim Meydanı’na çıkmışlar. O sözleri de birileri dinledi. Demin konuştuğumuz dış politika meseleleri, ekonomide yaşananlar, herkesin gözü önünde olan olaylar karşısında, doğru olmayan şeyleri tekrar tekrar söylemekten imtinâ etmeyen bir şey karşısında, “Ya, yine de birtakım reaksiyonlar var” demek zorunda kalmayı çok sorunlu buluyorum. 

Demin dış politika meselesinde konuştuğumuz şeyin aynısı. İktidârın ve Erdoğan’ın bunu niye yaptığını biliyoruz. Suudi Arabistan’a, Birleşik Arap Emirlikleri’ne çok yüksek perdeden tehditler savururken bunu niye yaptığını biliyorduk. Şimdi bütün söylediklerini geri alıp, oraya gidip, suçladığı insanlara sarılırken de bunu niye yaptığını biliyoruz. Yine Gezi’den, kendisi için nasıl endîşe duyduğunu ve 10 yıldır çözemediği, bir tür rövanşını alamadığı, tatmin olmadığı öfkenin nedenini biliyoruz. Gezi’nin nasıl bir potansiyeli sembolize ettiği için düşmanlaştırıldığını biliyoruz. Bunun sonucu olarak da, ne akla, ne hukuka, hiçbir şeye uymayan bir dâvâlar serisiyle, sonunda da hakîkaten bir skandal olarak kayda giren karârı da biliyoruz. Ama bunların hepsinin yapılabiliyor olmasını, aslında siyâsî mâliyetinin, zorla, kazıya kazıya, “Bu da bir şey demiş”, “Bu da azıcık değinmiş”, “Bbu da hafif bir sitem eder gibi yapmış” diye konuşulmasını, bu kadar sene sonra gerçekten çok yadırgadığımı söylemek zorundayım.  Bu iktidârın destekçilerinin içinde çok vicdanlı insanlar olup olmamasıyla ilgili bir beklentiden bahsetmiyorum. Bunların, hayâtın normal akışıyla ilgili bir tarafı var. Birtakım siyâsî aktörlerin, tutarlı ve nispeten ahlâklı olduğunu iddia edebileceği tutumlar içerisinde olma mecbûriyeti, onların kişisel özellikleri değildir. Bunun görüntüsünün yaratacağı sorundan kaçınmak içindir. Yani, “Ben asla yalan söylemem” diyen bir politikacı, kendisiyle ilgili bir şey değil, onunla ilgili böyle bir kanaatin oluşmasıyla ilgili olumsuz etkiyi ortadan kaldırmak için bu iddiayı söyler. Ya da “Biz tutarlıyız, hep aynı şeyi söyledik” derken, kendisi açısından bir şey değil, kendisini dinleyenleri etkilemek için bir şey söyler. 

Haftalardır konuşuyoruz: Ekonomide, her insanın doğrudan, bizzat deneyimlediği bir şey yaşanıyor ve buna karşılık verilen reaksiyon, “Abartmayın” oluyor. Sonuçta, bunu yaşayan insanın, bunu abartıp abartmadığını birinden duymaya ihtiyacı yok ki. Zaten yaşayarak bildiği bir şey. Hadi diyelim Suudi Arabistan’la ilgili ilişkinin rasyonelini anlatanlar olabilir, onlardan dinleyerek kanaat geliştiriyor olabilir. Ama marketteki hayat pahalılığının seviyesi hakkında söylenenlerle bilgi edinecek kimse yok ki, zâten onun bilgisine sâhip. Ama bütün bunların, tuhaf biçimde bir saçmalık yarattığını görüyoruz. Çünkü bunların hiçbirinin yapılabilmesinden doğan bir politik sorumluluk olduğu fikri yok. “Dediğim yalanlanırsa, söylediğim yanlış çıkarsa” diye bundan ne bir gazeteci endîşe duyuyor… konu Gezi olduğu için söyleyeyim: Zamânında, Gezi’de o kasetleri gören gazeteciler vardı, bunu kınayan gazeteler de vardı. Meselâ Gezi konusunda, şimdi yurtdışında olan birtakım Cemaatçiler’in, hukuk mukuk diye bir şeyler söyleyip, üstelik de Gezi’yi protesto edenleri, zamânında diğerlerine yeterince hassâsiyet göstermedikleri konusunda eleştirenler de vardı. “Dolmabahçe Camii’nde içki içtiler” yalanını onlardan hangi televizyon, hangi gazete haber yaptı? Kimsenin, ne bürokratının ne hâkiminin, ne gazetecisinin, ne siyasetçisinin, “Ben ne dedim ve bu dediğim şey karşısında nasıl bir mahcubiyet hissedebilirim?” diye bir düşüncesi yok. Bundan ahlâken kendisinin rahatsızlık duymasından bahsetmiyorum. Bunun algılanışı ile ilgili bir kaygı duymadığı, duyamadığı, hiç de umursamadığı bir zeminde cereyan ediyor her şey. 

Ruşen Çakır: “Yavuz hırsız ev sahibini bastırır” durumu. O cemaatçi gazeteciler, kendilerine iftirâ atıldığını söylediler. İçlerinde tanıdığımız, birlikte çalıştığımız çok insan vardı hatırlarsan. 

Kemal, Ali Babacan meselesini biraz konuşalım. Çünkü bu işin ciddî anlamda bir karşılığı var. Yeni seçim yasasını Meral Akşener’e sormuşlar, o da, “İttifakla alâkası yok. Kimsenin oyu kimsenin hayrına dokunmuyor” demiş; ama tabii ki esas yönü o. Dönüp dolaşıp aynı yere geliyoruz, ama orada hakîkaten karşılıklı birtakım rahatsızlıklar var. Meselâ dün geceyarısı, DP Genel Başkanı Gültekin Uysal, yine üstü kapalı, ama herkesin üstüne alınabileceği bir şeyler söylemiş sosyal medyada. Ben dün bunu biraz kurcaladım, sordum, soruşturdum. DEVA Partisi ile İYİ Parti arasında birtakım sorunlar olduğu ve bunun özellikle benzer kitlelere hitap etmekten kaynaklandığı yolunda yorumlar ve spekülasyonlar var. Sanki çok da boş değil gibi. Katılır mısın?

Kemal Can: Katılırım. Bir de şunu çok anlayamadım: “Altılı masaya bir şey olmaz. İktidar altılı masayı dağıtmaya çalışıyor, onun için altılı masa sağlam, yerinde, çatlak yok” görüntüsü yaratmak önemli bir şey. Ama mantığı kaçırmamak gerekiyor. Tamam, eyvallah, ama bir sürü insanın, hattâ birtakım araştırmacıların, “Babacan’ın bu çıkışıyla herkesin eli rahatladı” yorumlarını gördüm — bana çok akıllıca gelmiyor. Bir kere, işin aritmetiğini bozan bir şey. Tamam, masadan kalkacağını söylemiyor, masa yerinde duruyor. Ama bu seçim yasası nedeniyle tartışılan bütün opsiyonlarda, şimdilik “küçük” dediğimiz, oy desteği daha az olan partilerin alacağı oyun, iktidârı değiştirme açısından masada kalmaları anlamlı, ama bunun yaratacağı siyâsî sonuç, aritmetik sonuç açısından da hebâ olma ihtimâli fazla. O yüzden, bunun teknik olarak nasıl el rahatlatan ve daha fazla imkân açabilen bir şey olacağını çok aklım kesmiyor. 

Ama senin işâret ettiğin noktaya dikkat çekmek istiyorum: Şu anda, siyâsî alanda bir tür vekâlet mücâdelesi diyebileceğimiz bir tablo yaşanıyor. Belirleyici büyük aktörler, birbirleriyle problemlerini çok açıktan ortaya koymuyorlar. Ama birdenbire bâzı aktörlerin, birileri lehine veya aleyhine, ya da çatışmaları ortaya sürmeye dönük hamleler yaptığını görüyoruz. Hayatın doğal akışına ters biçimde, meselâ Ümit Özdağ birdenbire Mansur Yavaş çıkışıyla gündeme geldi. İşin göçmen/sığınmacı meselesi ayrı. Ümit Özdağ zâten senelerdir bunu söylüyor. O yüzden popülerleşmedi. Popülerleşmesinin peşine bu konuyu da taktı, ama asıl meselesi Mansur Yavaş çıkışı. Şimdi de devam ediyor. Mansur Yavaş’ın cumhurbaşkanı adaylığı için İYİ Parti’ye gideceğini, onları buna zorlayacağını açıklamış. Bunun gibi, aslında çok aktif aktörler olmayan iki aktörün, DP Genel Başkanı ile Zafer Partisi Genel Başkanı’nın, birdenbire gündemin en dikkat çekici aktörleri hâline geldiğini ve senin işâret ettiğin gibi, birilerine birileri adına bir şey söyleyen, bir şeye zorlayan ya da birilerini birilerine karşı yükseltmeye çalışan pozisyonlar aldıklarını görüyoruz. Bunlar çok kendiliğinden şeylermiş gibi gelmiyor bana açıkçası. Ne oldu da Demokrat Parti birdenbire, her ağzından çıkanın en önemli olduğu muhâlefet aktörü hâline geldi? Geçen ayın anketlerinde yüzde 15 oyu mu çıktı? Gültekin Uysal, politik olarak çok kilit bir rol mü edindi? Hayır. Muhâlefet bloku içerisinde zâten ucu olan birtakım tartışmaları bir tür açığa süren ve onun asıl taraflarını karşı karşıya getirmeden tartışmasını köpürten bir fonksiyon edindi. Yine aynı biçimde, Mansur Yavaş CHP’li bir belediye başkanı olmasına ve şu anda CHP üyesi olmasına rağmen, o çıkışıyla muhâlefeti, ama asıl olarak İYİ Parti’yi sıkıştırmak için bir hamleye çevirdi Ümit Özdağ. Bunların hiçbiri bana, birbiriyle alâkasız, çok rastlantısal meseleler gibi gelmiyor.

Ali Babacan’ın çıkışı ve senin söylediğin tansiyon, gerilim… Daha önce birkaç kez de konuştuk: Muhâlefet içerisinde, açıktan seçmene, topluma, kamuoyuna dönük geleceği konuşmayan, ama her adımlarını, her hesaplarını “sonra”ya dâair yapan, o “sonra”yı da herkesle konuşmayıp, kendi aralarında “sonra”dan başka bir şey konuşmayan bir tablonun oluştuğunu ve yavaş yavaş bunun yoklamalarının ortaya çıktığını, iktidârın da bu konuda manipülatif hamleler yaptığını, muhâlefetin kendi içinden de bu tür şeyler çıktığını görüyoruz. Nitekim Kılıçdaroğlu, o kısa grup toplantısında buna ilişkin bir şeyler söyleme ihtiyâcını duydu. Aynı şekilde, Akşener’in çıkışı, evet, Gezi’yle ilgiliydi ve çok temel bir şeydi. Ama bir yandan da, kendisinin itilmek, sıkıştırılmak istendiği yere ilişkin de bir göndermesi vardı. Çünkü orada da pek çok şey netleşmiş değil. Bence bu, önümüzdeki günlerin önemli meseleleri olacak. Senin de söylediğin gibi, “Babacan bir tavır açıkladı. Bu da altılı masanın diğer aktörlerinin elini rahatlattı. Değişen bir şey yok” değil. Evet, masa yerinde duruyor. Bence de kimsenin masadan kalkmaya niyeti yok. Zâten bunun kimseye de bir faydası yok. Ama sonuçta orada bir şey cereyan ettiğini de…

Ruşen Çakır: Masanın altından birbirlerine tekme atan çok var diyorsun yani. Bu arada ilginç bir not düşmek isterim: Zafer Partisi’nin önde gelen iki isminin, o meşhur istifâ sürecinde Süleyman Soylu’ya açık destek verdiğini ortaya çıkardılar sosyal medyada. Bunlardan birisi de, Ümit Özdağ Medyascope’taki yayına geldiğinde yanında bulunan Zafer Partisi Genel Başkan Yardımcısı Bartu Soral — kendisi aynı zamanda ekonomist. Tabii ki kendisinin Türkiye vizyonu Süleyman Soylu ile örtüşüyor olabilir, ama bunun da acayip bir durum olduğunu kabul etmek lâzım. Hatırlarsan, pandeminin ilk dönemleriydi ve Süleyman Soylu, sokağa çıkma yasağının geç duyurulmasından sonra ortaya çıkan kargaşa nedeniyle istifâ kararı almıştı. Normalde, bir İçişleri Bakanı olarak istifâ etmesi gerekiyordu zâten. Ama istifâyı bir siyâsî hamle olarak kullandı. Erdoğan, istifâyı kabul etmeyerek, Soylu’nun hamlesine cevap verememiş oldu. Bunlar unutuldu, ama insanlar araştırarak bulup, Bartu Soral’ın Soylu’yla ilgili destek tweet’lerini ortaya koydular. Bu kişilerin o târihte nerede, ne yaptıklarını bilmiyorum, ama şimdi Zafer Partisi’nde olmaları anlamlı. Sonuçta, en azından Türkiye ve dünyaya bakışlarının çok örtüştüğü anlaşılıyor. 

Bu arada Gelecek Partisi de, “Seçime kendi adımızla gireceğimizi daha önce söyledik” açıklamasını yapmış. Bu, bir yönüyle teknik bir mesele. Ama onun gerçekten siyâsî bir anlamı var. Bir de, Ali Babacan’ın kendi Twitter hesabından yaptığı, “Demokrasi ve Atılım Partisi, önümüzdeki seçimlere kendi adıyla, kendi şânıyla, kendi logosuyla girme kararını almıştır” paylaşımını ilk gördüğümde, ittifaktan ayrıldığını düşündüm. Sonra, Haftalık Değerlendirme Toplantısı’nda yaptığı konuşmanın tamâmına bakıldığında, “Altılı masada verdiğimiz bütün sözlerin arkasındayız ve ortak çalıştığımız konularda her türlü katkıyı vermeye devam edeceğiz” açıklamasını dinleyince öyle olmadığını anladım. Orada da çok ciddî bir halkla ilişkiler zâfiyeti olduğunu düşünüyorum. Birçok insan hâlâ o ilk sözlerden hareketle, DEVA Partisi Millet İttifakı’ndan koptu diye düşünüyor. Meselâ Atilla Yayla, Babacan’ı bu karârından dolayı tebrik etti. Onlar da masa dağılsın istiyorlar. Orada ciddî bir hatâ olduğunu görmek lâzım. 

Bayrama doğru gidiyoruz. Bayramdan önce, bir başka bayram, 1 Mayıs Bayramı var: İşçinin emekçinin bayramı. Bir ara bayağı heyecan oluyordu, Taksim 1 Mayıs kutlamasına açıldığında. Hangi yıldı o?  

Kemal Can: 2010, 2011 ve en son 2012’de 1 Mayıs kutlandı Taksim’de. 

Ruşen Çakır: Yani 10 yıldır Taksim’de kutlanmıyor. İstanbul’da bu seneki kutlama Maltepe’de olacak. Türkiye’nin değişik yerlerinde de kutlanacak, ama sanki büyük bir gündem olmayacak gibi. Yine de 1 Mayıs, 1 Mayıs’tır. 

Kemal Can: Tabii ki. Taksim’in 1 Mayıs’a kapatılması, iktidârın son 10 yılında otoriterlik dozunu yükselttiğinin simgesel vakalarından biri aslında. Sokakları, meydanları insanlara ve demokratik protestolara kapatma sürecinin ilk sembolüydü. Taksim’i açmayı bir açılım, bir gelişme olarak sunan iktidar, Taksim’i kapatarak, bunun bir istikrar gereği olduğuna işâret etti. Bu aslında çok sembolik bir dönemeç oldu. O bakımdan bence önemli. 

Ruşen Çakır: 2012 yılını hatırlıyorum. Çok da güzeldi. Yani ne zarârını gördüler de kapattılar? Tabii ki burada mesele, zarar gördüğü için değil; kapattığı için kapattı.

Kemal Can: Tabii, tabii. O son yapıldığı yıl, hani sanki çok tuhaf olaylar oldu, birdenbire “âsâyiş” sorunları ortaya çıktı ve ondan sonra da artık izin verilmedi gibi bir durum yok. “Kapattık” dediler ve kapandı — bu kadar. Zâten Gezi’nin kendisinde de bu kapatmanın bir payı var aslında. Çünkü 2013’te, Gezi’nin patladığı yıl, 1 Mayıs’ın Taksim’de kutlanılmasına izin verilmeyen yıldı zâten. Pek çok şeyin birikmesiyle birlikte, Gezi, o kritik dönemecin hissedilerek verilen reaksiyonun adresiydi. Aslında Gezi, bütün bu 10 yıl boyunca yaşanacakları hissetmenin, ona baştan bir “Dur!” demenin hâliydi. Orada da simge olaylardan biri, Taksim’in 1 Mayıs kutlamalarına kapatılmasıydı. Bugün pek çok araştırmada da ortaya çıkıyor: Artık ekonomik krizin çarpıcı etkileriyle de birlikte, yeniden bir emek hareketi yükselmesi görmesek bile, insanların bu derin adâletsizliği ekonomik cepheden de algılamasıyla birlikte, sınıfsal perspektifin daha çok öne çıktığını görüyoruz. Meselâ Bekir Ağırdır, seninle yaptığı söyleşide KONDA’nın son araştırmasından bahsetmişti. Seçmen tercihlerinde de bu tavrın önemli olduğunu görüyoruz. Yine son dönemde gördüğümüz kurye direnişinden, marketlerdeki eylemlere kadar, bu ağır sorunların, emek mücâdelesinin yavaş yavaş tekrar önemini gösterdiğini anlıyoruz. Bu da 1 Mayıs’ı yeniden önemli hâle getiriyor. 1 Mayıs’ı şimdiden kutlayalım.

Ruşen Çakır: Hem 1 Mayıs’ı hem Şeker Bayramı’nı ya da Ramazan Bayramı’nı –artık hangisini tercih ederseniz– kutlayalım. İzleyicilerimize teşekkür ediyoruz. Haftaya tekrar buluşmak üzere, iyi günler. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.