Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Kemal Can ve Ruşen Çakır ile Haftaya Bakış (113): Özdağ-Soylu düellosu, İmamoğlu’nun Karadeniz gezisi ve tartışma yaratan fotoğraf, Deniz’lerin idamının 50. yılı

Ruşen Çakır ve Kemal Can, Haftaya Bakış‘ın bu bölümünde, Özdağ-Soylu düellosunu, İmamoğlu’nun Karadeniz gezisini ve tartışma yaratan fotoğrafı, 50. yılında Deniz’lerin idamını değerlendirdi.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Haftaya Bakış”la karşınızdayız. Görüldüğü gibi ikimiz de stüdyodan uzaktayız.  Kemal, merhaba.

Kemal Can: Merhaba Ruşen.

Ruşen Çakır: Bugün Ümit Özdağ, Süleyman Soylu’ya düello için randevu verdi ve tabii, beklenildiği gibi, İçişleri Bakanlığı’na yanaştırılmadı. Yine zehir zemberek sözlerle, Sedat Peker’in Süleyman Soylu’ya hitâbına benzer bir hitapla, “İkimizden birisi ölene kadar bu mesele kapanmayacak” dedi. İktidardan çok fazla destek çıkan ya da müdâhil olan görmedik. Bir tek, Cumhurbaşkanı Yardımcısı Fuat Oktay bir şeyler söyledi ve Süleyman Soylu’ya sâhip çıktı. Ama bu yayından biraz önce, şaşırtıcı olmayan bir destek de Devlet Bahçeli’den geldi Süleyman Soylu’ya. Bahçeli, sosyal medya üzerinden, adını vermeden Ümit Özdağ’a yönelik çok ciddî suçlamalarda bulundu. “Biz herkesin ederini, giderini, ciğerini biliriz” diyor, “Kimin ne olduğunu biliyoruz, provokatörler, terör örgütleri…” gibi şeyler söylüyor. Tabii, Devlet Bahçeli’yle uğraşmak, Süleyman Soylu’yla uğraşmakla aynı kategoriye girmiyor, en azından Ümit Özdağ için öyle. Ama iş iyice değişik bir boyut alacağa benziyor.

Ben bugün hızlı ve kısa bir değerlendirme yaptım ve şunu söyledim: “Normal şartlarda aynı partide yan yana olsalar hiç şaşırtmayacak olan iki isim, değişik konjonktürlerle birbirleriyle hasmâne tutum içerisine girdiler.” Bazı izleyiciler, “Olur mu öyle şey?” dedi. Ama ikisinin de siyâsî hayâtını bilen birisi olarak –ki sen de biliyorsun–, aslında birbirlerinden çok da farklı olmayan insanlar. Daha doğrusu, Ümit Özdağ İYİ Parti’de ya da MHP’de siyâset yaparken, Süleyman Soylu o partilerden birinde olsaydı şaşırmazdık. Öyle bir garip durum var. İşin acayip tarafı da, olayın sığınmacılar üzerinden yürüyor olması. Tabii ki İçişleri Bakanı bu olayın doğrudan birinci derecede sorumlusu, ama “Süleyman Soylu olayı sadece teknik bir yerde tutup, bu topa girmeyebilirdi” dedim. Çok da fazla cevap vermesi gerekmiyordu. Verdiği cevaplar da acayip, biliyorsun. “Fabrikanda Suriyeli’yi çalıştır, sömür, sigortasını yaptırma. Sonra ‘Ne olacak bu Suriyelilerin hâli?’ de. Bir milyon insan gidecek. O iş sâhipleri isyan edecek” gibi tuhaf lâflar da etti. Tabii işin en acayip tarafı da, bu olayın içerisinde siyâset dışında her şeyin olması. Meydan okuma, hakaret… Bir de, Süleyman Soylu İçişleri Bakanlığı’nın önüne Hayvan Durum İzleme Aracı’nı mı yollamış? Böyle garip bir durum… Ben burada her iki tarafın da çok kazançlı olmadığı, ama esas olarak Süleyman Soylu’nun kaybettiği kanısındayım. Hattâ Ümit Özdağ’ın popülaritesini artırmak anlamında da, hitap ettiği kesimlere ulaşmasında da belki bir etkisi ve olumlu katkısı olabilir. 

Burada Süleyman Soylu’nun Ümit Özdağ’a “Sorosçu” demesi çok acayip. Herhalde George Soros kimi fonladığını duysa kalpten gider, böyle garip bir olayla karşı karşıyayız. Aslında “garip” diyorum ama, hiçbir şeye şaşırmamayı öğrendiğimiz için, çok da garip değil. İnsanları da tanıyoruz, siyâsetin gidişini de görüyoruz ama sonuçta yine abes bir şey oldu. Ne diyorsun? 

Kemal Can: Evet, abesiyi bir tanımlama. Her şeyi içine katıyor. Sapla samanın karıştığı zamanlardayız, ama o kadar karışmış durumda ki… Sapla saman bir nedenle birbirine karıştı ve ayıramıyor muyuz, yoksa birisi durmadan sapla samanı birbirine karıştırarak ortalığı bir toz duman alanına mı çeviriyor? Ya da herkes mi bunun bir parçası? Açıkçası böyle yakın bir dönemin birtakım hâdiselerine bakınca, bu son olay, senin de dediğin gibi acayip ve abes bir hal aldı, ama bu noktaya gelinen süreç de aslında hayâtın normal akışına uyan bir sıra izlemedi. Buna her şeyi katmak mümkün. Ama özellikle Ümit Özdağ’ın en başta Mansur Yavaş çıkışıyla başlayan, onun peşine, tekrar göçmen-mülteci sorununu ekleyen, bayram süresince çeşitli biçimlerde, özellikle de sosyal medyada yükselen, daha sonra tekrar gündemin belirleyici bir meselesi hâline gelen, ardından da senin demin biraz özetlediğin gibi, kişiselleşmiş bir siyâsî polemik hâline dönüşen bir süreç yaşıyoruz. 

Bunun ne kadarının kurgu, ne kadarının sâhici, ne kadarının kişisel, ne kadarının siyâsî olduğu birbirine karışmış durumda. Demin söylediğim gibi, nedenler birbirine karışmış durumda: Bir, sâhiden olayların karmaşıklığından, aktörlerin karışıklığından gelen bir tarafı var; bir de, aslında dâhil olan bütün aktörler de durumu netleştirmek, net pozisyonlar almak yerine, bu karmaşayı köpürtecek bir tutum içerisindeler. Bir yandan, çok yüksek birtakım manipülatif imkânlar verebilen bir tartışma yürüyor. Bir yandan, gerçek karşılıkları olan ağır sorunlar var ve o sorunların sâhiden birikmiş, kimi zaman öfkeleri, kimi zaman çözüm beklentileri bir kenarda duruyor. Ama ortaya gelen şey, “Bu iş tartışılmaya başlandı, iyi. Bir netîce alınabilir. Sonuçta tartışılması iyidir” diyebileceğimiz bir hâle doğru ilerlemiyor.

Çok uzun bir süredir mâkul ve haklı bulunabilecek bir eleştiri yapılıyordu: “Özellikle göçmen-mülteci konusu konuşulmuyor. Konuşulması lâzım. Bu önemli bir mesele” diyenler ve bunun konuşulmasının gerekli olduğunu söyleyenler var. Şu anda sanki konuşuluyor gibi. Hattâ başka gündemleri ezecek biçimde bu konuşuluyor. Ama senin de anlattığın gibi, konuşma biçimi bir tuhaf. Yani sorunu konuşmuyorlar, sorunda rolleri olan birtakım aktörler, birbirleriyle biraz medyatik, hattâ hafif pornografik bir kavga seyrettiriyorlar herkese. İşin kendisi de, özellikle sosyal medyada büyük bir arena mücâdelesi şeklinde. Bir sorunu tartışan, bunun üzerinde kafa yoran, birbirinden çok farklı düşünseler bile bunun üzerinde tartışmaya çalışan tarafların olduğu bir durum olmaktan çıktı. Son olarak iki aktörün iyice kişiselleşmiş kavgası, işi iyice şîrâzesinden çıkarttı. 

Ben bunun ne kadarının olayın karmaşıklığıyla bu hâle geldiğini, ne kadarının özel olarak böyle yapılmaya çalışıldığını ayırt etmekte zorlanıyorum açıkçası. Galiba her ikisi birden işliyor. Yani hem bu işin, “Oturup bir sorunu konuşuyoruz” diyerek konuşulamayacak hâle getirilmesi, birilerinin diğerleri üzerinde baskı yaratmak, birilerini zora sokmak, birilerini başka nedenlerle değil de bu vesîleyle eleştirmesine imkân yaratmak için kullanılıyor. Bir yandan sertleşmenin, kutuplaşmanın yeni bir aracı olarak devreye giriyor. Ama bir yandan da, bunun gündem olmasının ve konuşulmasının herhangi bir mâkul seviyede devam edebilmesine imkân vermeyecek provokatif ataklar, manipülatif çabaların olduğunu görüyoruz. Özellikle sosyal medyada, başka konularda da gördüğümüz gibi, pek normal olmayan bir hareketlilik yaşanıyor.

Ruşen Çakır: “Biz Twitter’a bakmıyoruz!” Kemal. 

Kemal Can: Ona da geleceğiz. Bahçeli, Süleyman Soylu’yu destekledi, ama zâten Bahçeli’nin Ümit Özdağ’la eskiden de bir hesâbı var. Yani Süleyman Soylu’nun Ümit Özdağ’a söylediği sözler, aslında bundan on beş yıl önce –yanılmıyorsam 2007 kongresiydi–, Bahçeli tarafından Ümit Özdağ için söylenmiş lâflardı. Öyle bir, alıntı tarafı var. Hattâ Ümit Özdağ MHP’den ihraç edilmişti, sonra tekrar döndü. Tekrar kongrede aday olmaya hazırlandığı sırada bu tür iddialar gündeme gelmişti ve doğrudan Bahçeli bu tür iddiaları gündeme getirmişti. Bahçeli, önce birkaç tweet’inde Süleyman Soylu’nun ismini anmadı; ama son tweet’inde, izleyebildiğim kadarıyla doğrudan ismini söyleyerek Süleyman Soylu’ya destek verdi. Senin de söylediğin gibi, ben de bir tek Fuat Oktay’ı gördüm, bir de Bakan Nebati destek ziyâreti yapmış. Onun dışında, iktidar kanadının henüz çok net bir pozisyon aldığını görmedik. Ama iktidâra yakın medya, bir-iki gündür kontrollü biçimde pozisyon almaya çalışıyor; ama henüz tam pozisyonunu da sertleştirmiş değil. Bütün bunlardan, şu anda özellikle iktidar cephesinde bu işin nasıl bir yansıması olduğunu anladığımı pek söyleyemem. Henüz taşlar yerine oturmadı.

Ruşen Çakır: Sözünü keseceğim ama, şimdi Fahrettin Altun’un tweet’lerine bakıyorum, 26 Nisan’da attığı bir tweet’isabitlemiş. “Türkiye Cumhuriyeti demokratik bir hukuk devletidir. Demokratik hukuk devletinde halkın oylarıyla seçilmiş Cumhurbaşkanı’nı tehdit edemezsiniz” demiş. Bu tweet orada sabit duruyor. Onun dışında Süleyman Soylu olayına yönelik bir şey yok. Çünkü biliyorsun ki Ümit Özdağ, Cumhurbaşkanı’na ve Meclis Başkanı’na da sesleniyor. Cumhurbaşkanı’na “Bu kişiyi görevden alın” diyor, Meclis Başkanı’na da “Atanmış birisi, seçilmiş olan bana saldırıyor” diyor. Normal olarak Cumhurbaşkanlığı da muhâtap. Ama Cumhurbaşkanı Sözcüsü şu âna kadar bunu görmedi. Görmesi ve cevap vermesi gerekmez mi? Bence gerekir. Çünkü Cumhurbaşkanlığı Kabinesi’nin önde gelen bir ismine yönelik bir olay var. 

Kemal Can: Evet, ama hatırlarsan, istifâ sürecinde ve daha önce Sedat Peker sürecinde de bunları gördük. Sedat Peker meselesinde uzun süre sessizlik oldu. Hattâ Süleyman Soylu, bu sessizlikten kaynaklanan sitemlerini ifâde edip, birtakım televizyon programlarına çıktı. Doğrudan, aslında kendisinin yalnız bırakıldığını söyleyen açıklamalar yaptı. Bunları gördük. O zaman da “Galiba bir şeyler oluyor” yorumları yapılmıştı. Daha sonra istifâ sürecinde benzer bir durum yaşadık. O yüzden ben, şu anda hızlı reaksiyon verilmemiş olmasını hemen bir netîceye bağlamanın çok isâbetli olmayabileceğini düşünüyorum. Çünkü Süleyman Soylu, daha önceki vakalarda da konuştuğumuz gibi, henüz tam netleşmemiş durumlar içerisinde hareketlendirici aktör olarak, ya birileri tarafından muhâtap alınıyor ya da kendisi ilginç biçimde devreye giriyor. Sen de işâret ettin; çok teknik bir alanda kalıp, sayısal açıklamaları yapıp, bu konunun uzağında durabilirdi. Tıpkı Sedat Peker olayında olduğu gibi. 

Aslında hatırlarsan Sedat Peker, önce Süleyman Soylu’ya saldırmıyordu. Başka bir şeyden başladı, Süleyman Soylu yüksek perdeden bir çıkış yaptı. Hattâ Sedat Peker’in Hadi Özışık’la konuşmasında Süleyman Soylu’ya neden tepki verdiğini ifâde ettiği lâflar vardı. O olayda Süleyman Soylu’nun Sedat Peker’e yüksek bir reaksiyon vermesi üzerine, Süleyman Soylu birden ana muhâtap haline gelmişti. Berat Albayrak meselesinde de bunu yaşadık. Süleyman Soylu’nun bu tür vakalardaki pozisyonu, “Göründüğü gibi mi, yoksa aslında orada başka bir şeyin parçası olarak mı aktör oluyor ya da kendisi mi buna aday oluyor?” konusunu, zaman içerisinde doğru ölçebiliriz.

Ruşen Çakır: Bana göre beceremiyor Kemal. Bunu çok te’vile gerek yok. Hatâ yapıyor.

Kemal Can: Onun hatâ yapıp yapmaması değil. Sen “Diğerleri reaksiyon vermiyor, bundan ne anlam çıkaralım?” sorusunu sorduğun için söylüyorum. Sedat Peker meselesini burada konuştuk. Hattâ birkaç oturum konuştuk ve çok uzun sürdü. Haftalar boyunca hiçbir ses çıkmadı hatırlarsan.

Ruşen Çakır: Şimdi Ekrem İmamoğlu bahsine geçelim: Aslında garip bir olay var. İmamoğlu, bence çok başarılı bir Karadeniz gezisi yaptı. Rize’ye de gitti, Trabzon’da ilgi görmesi zâten bekleniyordu; ama beklenenden de fazla ilgi gördü. Bizim oraları, Arhavi, Hopa, Fındıklı’yı gezdi. Çok büyük ilgi gördü. Ama bir fotoğrafla her şeyin havası değişti. Bu arada, Ümit Özdağ’ın düello olayı çıkınca fotoğrafı unutur gibi olduk. Çünkü daha ciddî bir olay, sokak kavgası başlıyor gibi düşünüldü. Sonra en son, demin söylediğimiz, İmamoğlu’nun basın sözcüsüne atfedilen bu olay var. İsmail Küçükkaya, programında dedi ki: “Murat Ongun’a (İmamoğlu’nun basın sözcüsü) sordum, bana‘Biz o tartışmaları önemsemiyoruz. Medyanın kendi içerisindeki tartışmalar olarak değerlendiriyoruz. Twitter’a bakmıyoruz’ diyerek açıkladı”. Çok dolaylı bir açıklama. Bu olay da bir nevi Muharrem İnce’nin “Adam kazandı” meselesini hatırlatıyor. Orada da açıklayan yine İsmail Küçükkaya’ydı, biliyorsun. İşin rengi tekrar değişti. Şimdi, tâkip etmediklerini söyledikleri sosyal medyada hem Nagehan Alçı’nın çâre olmuş olmasına, hem de sonradan tepkilere verilen cevâba karşı çok ciddî bir öfke var.  

Ben özellikle şunu söylemek istiyorum: Bu olayda Ertuğrul Özkök’ün yine yırtmış olmasını anlayamıyorum. Tamam, Nagehan Alçı çok daha sembol gibi. Ama beni en çok rahatsız eden Ertuğrul Özkök. Biliyorsun aynı gün veya bir sonraki gün Mehmet Cengiz’le yaptıkları yayında, “Size çete diyorlar, ayıp ediyorlar” diyen insan. Türkiye’de basının, medyanın bu hâle gelmesinde birinci derecede sorumluluğu olan, son âna kadar, engellemeye çalıştığı Erdoğan iktidârının yanında durarak Hürriyet’te kalmaya devam etmiş birisidir Özkök. Ama Nagehan Alçı’dan ona pek sıra gelmedi. 

Geçen gün, “Bu kişiler bu otobüse bindiyse Ekrem İmamoğlu’nun geleceği parlak” demiştim. Sen de buna şöyle bir yorum yaptın, meâlen söylüyorum: “Tamam, bu kişiler bu yatırımı yapmış olabilir de, İmamoğlu ve ekibi bu kişilere niye bu yatırımı yapıyor?” gibi bir şey söyledin, değil mi? Gerçekten öyle. Açıkçası, şunu anlamak mümkün değil: Herkese seslenen bir belediye başkanı olmak istiyor olabilirsiniz, tamam. Bunun için de birtakım sembol isimlerle de fotoğraf verebilirsiniz. Bu da tamam. Ama o sembol isimlerin gerçekten sembol olması lâzım. Burada ne oluyor? Ben onu görünce, aklıma ilk gelen: “Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmak”. Yeni kesimlere ulaşacağım diye yaptığınız bir hamle, size o âna kadar destek vermiş ve bundan sonra da desteğine bayağı bir bel bağladığınız kesimden insanları rahatsız ediyor. Meselâ bugün bir Ankaralı kadın avukatın tweet’ini gördüm, “Ben seçim gecesi sandık başında olmak için Ankara’dan İstanbul’a gelmiştim. Bana bunu yapmayacaktınız” diyor. Ya da Fazıl Say’ın tweet’ini görmüşsündür: Fazıl Say, “Mahkûm olmamda birinci derecede rolü olan kişiyi yanınıza oturtuyorsanız, artık ben yokum” diyor. 

İletişim kazâsı diye bir lâf var, değil mi? Bu ise zincirleme kazâ. Senin söylediğin husus da çok anlamlı. Neyin iletişimi? Nedir burada iletişimden kasıt? Nasıl bir şey yapmak istiyorsun da kazâ yaptın? Hattâ bir iddiaya göre Hande Fırat da gidecekmiş, ama eşinin durumu nedeniyle olmamış. Bu arada otobüsteki diğer insanlar da paylarını aldılar. Geçen gün İsmail Saymaz’la da konuştum, “Abi ben ne yaptım? Bana da sallıyorlar. Ben zâten Rize’deydim” diyor. 

Kemal Can: İsmail’in Ertuğrul Özkök’le meselesi bitmiyor. Ahmet Güneştekin’in Diyarbakır’daki sergi açılışında da İsmail’le Özkök halay çekmişlerdi. Bence İsmail bir yere giderken, “Özkök var mı yok mu?” diye sorsun, başı hep belâya giriyor. 

Ruşen Çakır: Bu arada, İmamoğlu benim memlekete de gidiyor. “Senin memleketine gidiyoruz, sen de gel” deselerdi ve gitseydim… Şansım varmış, otobüste değildim, yırttım. Düşünsene, ne fonculuğumuz kalırdı ne bir şey.

Kemal Can: Bu işin iki tarafı var. Biri, o insanların tepki almasına neden olan gerekçeler. Nagehan Alçı’nın Gezi zamanı Kabataş hikâyesini söyleyenler var, Ergenekon-Balyoz zamanında yaptığı işleri söyleyenler var. Ertuğrul Özkök’ü zâten biliyoruz. Özkök’ün, yaptığı iş açısından neyi temsil ettiği, sâdece beş on yıllık değil, çok daha uzun bir sürenin meselesi.

Ruşen Çakır: Kemal, sözünü keseceğim. İmamoğlu’nun son açıklamasını okuyacağım: “Bugün Nagehan Hanım gelmiştir, yarın örneğin Abdülkadir Selvi’yi dâvet etmek istiyorum. Çünkü beni, iki yıldır bir görevli gibi genel başkanımla kavga ettirme çabasında bir insan. Gelsin bakalım ben öyle biri miyim? Nasıl biriyim, tanısın, anlasın. Kötü yazanlarla daha da ayrı sohbet edeceğim. Ben ‘Evet, muhâlifleri istiyorum’ tâlîmâtını verdim. Arkadaşlarım da onları sırasıyla yerine getirecekler. Yarın, ilerleyen günlerde, bunun daha da farklı örneklerini görebilirler. Tek şart da benimle konuşmaya cesâretli olanlarla yapacağım.” Olay bu. “Tâlîmâtı ben verdim, özel olarak çağırdım” demiş. 

Kemal Can: Zâten alıştık, son zamanlarda kendini te’vil eden siyâsî aktörlere. Bir örneğini daha görüyoruz. Şu çok açık: Nagehan Alçı’yla röportaj yapsanız, Nagehan Alçı’yı bir sürü gazeteciyle birlikte çağırsanız filan, mesele bununla ilgili değil. Tartışma yaratan şey, uçak fotoğraflarıyla benzeşen bir fotoğraf verilmesi. “Bir siyâsînin gezisine hangi gazeteciler çağrıldı?” meselesinden daha önemlisi: Tıpkı senelerdir Erdoğan’ın uçakta verdiği fotoğraflar gibi bir resim veriyorsunuz. Bu başka bir şey; “Siz bunlarla küsün, kimseyle konuşmayın. Asla suratlarına bakmayın” başka bir şey. Ama soluna birini, karşınıza birini oturtarak bir fotoğraf çekip, bunu resmî iletişim olarak servis ederek, sonra da iletişim danışmanınızın, bu fotoğrafa ilişkin eleştiri yapanlara yönelik muamelesine böyle bir cevap verirseniz, bu, senin dediğin zincirleme kazânın devamıdır aslında. İktidar alternatifi olmayı öğrenirken, iktidarda taklit ettikleri şeyin kibir olması ilginç bir gösterge. “Asla hatâmı kabul etmem. Benim yaptığım doğrudur, siz yanlışsınız” kibri, bu iktidârın senelerdir yaptığı pek çok hatânın bizâtihi kendisini oluşturan bir pozisyon algısıdır. İktidar olma becerisi diye bunu taklit etmeyi öğrendiyseniz 20 senede, hakîkaten bir sormak lâzım.

O insanlara gelen tepkilerin nedenlerini bir tarafa bırakıp, “Bu neyin iletişimi?” meselesini konuşalım. Meselâ sosyal medyadaki tartışmalarda da birkaç benzetmenin kullanıldığını gördüm: “Bu, diğer takımdan adam transfer edebilme yeteneğini gösterir” diyenleri gördüm. Futbol benzetmesini kullanacaksak, karşı takımdan transfer edilmiş kimse de yok. Herhangi bir takımda artık oynama kabiliyeti kalmamış birilerinden bahsediyoruz. Dolayısıyla, kamuoyu nezdinde, “Vay! Görüyor musunuz? Karşı tarafın en güçlü adamlarını kendisiyle ilgilenmeye çekmiş, oradan adam kazanmış” iddiasını sürdürmeyi destekleyecek hiçbir tarafı yok. Karşı taraftan adam almaktan bahsedeceksek, altılı masaya Davutoğlu ve Babacan’ı oturtmuş Kılıçdaroğlu çok daha büyük transfer yapmış demektir. Sen Kılıçdaroğlu’nun yaptığı iki genel başkan transferini, o iktidarın bakanlarını, başbakan yardımcılarını, en kritik adamlarını kendi masana çağırmışsın, bu transfer sayılmıyor. Ama Nagehan Alçı ile Ertuğrul Özkök mü transfer sayılıyor? 

Ruşen Çakır: Sen “oyuncu” derken aklıma geldi; rakip takımın çoktan kadro dışında bıraktığı ve bir daha oynatmayı düşünmediği, kendine takım arayan, bonservisi elinde isimler onlar.

Kemal Can: Kırıcı olacak benzetmeler yapmak istemediğim için böyle söylemedim, ama aslında hakîkaten öyle. 

Ruşen Çakır: Gidecek yerleri de yok zâten. Aslında üzerinde çok konuşmayı gerektiren insanlar da değil o isimler. Ama buradaki en önemli mesele, “Her şey çok güzel olacak” sloganını attığı zaman ona inanan ve iki seçim üst üste onun için çalışan, dua eden insanların duygularını bu kadar da yok saymaması gerekir. O isimlerle oturursun, yemek yersin, kapalı bir mekânda konuşursun, ama bunu göstere göstere yapmak… Hani sanki iktidâra bir şey gösteriyormuş gibi yaptı; ama sonuçta, iktidârın hoşuna gidecek bir şey hâline geldi. İmamoğlu’nun yaptığı gezinin ne kadar etkili olduğunu konuşmayı bırakıp, bambaşka şeyler konuşmak durumunda kaldık.

Kemal Can: Evet. İkinci argüman da, “Tabanı genişletmek, başka kesimlere açılmak istiyor” argümanı. Yani, bahse konu kişiler hangi tabanı temsil ediyor? Hiçbir tabanın temsilcisi değiller ki. Hani İslâmcı basından senelerdir bilinen sembol isimleri getirtirsin. “Selvi’yi de çağıracağız, ötekini de çağıracağız” demişler ya? O başka bir şey. Aktif olarak bir tabanı temsil eden birini getirirsin ve o tabanın sana ilgi duyduğunu iddia edebilirsin. Bahse konu isimler, hiçbir toplumsal tabanı temsil etmiyorlar. AKP tabanını da, MHP tabanını da, muhâfazakâr tabanı da temsil etmiyorlar. Yani açılma iddiasında olduğun hiçbir tabanı temsil etmiyorlar. Dolayısıyla böyle bir iletişim karşılığı da yok. Bir iletişim stratejisinin parçasıysa, tabanı genişletmek, daha geniş kesimleri yanında göstermekse, ona da uyan bir tarafı yok. Çünkü son derece marjinal, yani meslek alanı îtibâriyle kendilerinden ibâret, sâdece kendilerini temsil ediyorlar. O temsil ettikleri kendileri de çok îtibarlı bir şey değil zâten. 

Ruşen Çakır: Biraz önce okuduğum İmamoğlu’nun açıklamasında sanki şöyle bir hava var: İmamoğlu bir seçim kampanyası yapıyor, il il dolaşacak. Bir geziye Ali’yi, öteki geziye Ayşe’yi çağıracakmış gibi. Halbuki, “Bayram vesîlesiyle memleketime gittim, ne var bunda?” dediği bir olay sonuçta. Normal şartlarda, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı, böyle gazeteci çağırdığı geziyi yılda kaç kere yapar? Normalde olmaması lâzım. Belli ki bu bir seçim yatırımı. Daha doğrusu, önce Millet İttifakı’nın adayı olmak, aday olduktan sonra da kazanmaya yönelik bir yatırım. İmamoğlu her ne kadar “Gündemimde yok” dese de, böyle bir şey olduğunu gösteriyor. Adaylığını ortaya koymak için bu olayı kullandı — ki bu anlaşılır bir şey. Bence bu gezi bayağı etkili oldu. Bu geziyi Medyascope’tan Ali Deniz Çakır ve Ali Macit izledi biliyorsun. Onların aktardıklarına göre gerçekten ilgi çok çok fazlaymış. Özellikle Trabzon ve Hopa’da çok büyük coşku varmış. İmamoğlu bir de Rize’ye gitti. Rize’de Akşener’in başına gelenleri hatırlarsan, riskliydi — hiçbir şey olmadı. Hattâ Çayeli’nde Erdoğan posterinin önünde konuşma yaptı. O aslında bayağı bir meydan okuyuştu. Ama şimdi, bütün bu gezi gölgede kaldı. Buradan hareketle adaylığa hamle ettiyse, bence büyük bir yara aldı. Bir de, onu zâten istemeyenlerin eline de iyi bir koz vermiş oldu. 

Kemal Can: Evet. Bu reaksiyon oluştuktan sonra verilen cevap da devam ettiriyor bu iletişim beceriksizliğini veya tercihini. Bu bilinçli bir tercihse başka bir sorun, beceriksizliğin mahsulü bir hatâysa başka bir sorun. Bu çok konuşulan, “İmamoğlu’ndan bir Erdoğan çıkar mı?” meselesini geçen hafta “Adını Koyalımda da konuştuk. İmamoğlu bir Erdoğan olmak istiyor mu bilmiyorum, amaanlaşılan o ki, en azından Fahrettin Altun ya da Akif Beki olmaya niyetli epeyce insan var. Şu, önemli bir mesele — genel olarak altılı masa tartışmalarında da cereyan etti: Birbirleriyle daha sorunlu toplumsal, siyasal tabanları bir arada davranmaya ve birbirine daha açık davranmaya yaklaştırma çabası çok anlaşılır bir şey. Kutuplaştırmayı kırmak, elbette ki muhâlefet aktörlerinin en temel motivasyonlarından biri olmalı. Çünkü ancak o kutuplaştırma kırılabilirse, gerçek bir değişim ortaya çıkabilir. Ama bu kutuplaştırmayı kırma hamlesini, kimi iknâ edeceğiniz üzerinden kuruduğunuz zaman, problemli şeyler ortaya çıkıyor. Helâlleşme tartışmasında da, endîşeli muhâfazakârlar tartışmasında da, bu otobüs resminde de benzer bir şey var. 

Senelerdir bu değişimi isteyen ve bu değişim için bazı bedeller de ödeyerek, bütün dayak yemişliğine rağmen kuvvetli bir motivasyonu ayakta tutan, önemli bir direnç gösteren büyük bir kalabalığı, tam tersine, karşı tarafta, bunun karşısında son derece provokatif hamlelerle yer almış insanlara iknâ etmeye çalışıyorsunuz. Yani koca bir kalabalığı, bu insanlara duydukları reaksiyondan vazgeçmeye iknâya çalışıyorsunuz. Oysa kutuplaştırmayı kırmak ya da muhâfazakârları diğer insanlarla zıtlaşmaktan alıkoymak için, tersi bir iknâ çabasının anlamı var. Arkanızda olan kalabalığın önemini onlara anlatmanız, onları iknâ etmeniz lâzım. Çözüm, îtiraz edenleri bu resimde gösterilen insanların orada bulunmasına iknâ etmeniz değil. Çözüm, bu kalabalığın önemini bugüne kadar görmeyen ve ona terbiyesizce saldırganlık içerisinde olanların, başka türlü davranmasına yol açacak siyâsî müdâhaleyi yapmak. Sürekli bir ters iknâ süreci yaşanıyor. Büyük bir çoğunluk olarak, uzunca bir süredir hakîkaten başka türlü yaşamayı düşünen herkese son derece düşmanca yaklaşmış ya da böyle davranılmasına hiç ses çıkarmamış insanların endîşeleri konusunda büyük kalabalığı iknâ etmek için kullanılan enerji yerine, “Bu endîşeleriniz saçma sapan. Bu insanlar, sizin hayâtınızı târumar etmeye değil, sizinle birlikte daha iyi bir şey kurmayı istiyorlar” diye onları iknâ etmeniz gerekiyor. Siz bir sürü insanı, Ertuğrul Özkök’ü yanınıza alarak, onun hâlâ önemli bir adam olduğuna iknâ etmeye çalışmayın. Onun, bugüne kadar yaptığı şeyin yanlış olduğunu fark etmediğini görüyoruz. Çünkü bu tartışmanın çıktığı gün, Kılıçdaroğlu’nun “beşli çete” dediği adamla, “Size böyle denmesi ayıp oluyor” diye röportaj yapmış biri olarak karşımıza çıkıyor. Dolayısıyla, kimi kime iknâ edeceğimiz, kimi kim için değerli bulduğumuz ya da ondan rahatsız olmamasını isteyeceğimiz, siyâsî pozisyonları belirleyecek ana mesele, bu olayın bütününde ve sonrasında çıkan reaksiyonlara verilen tepkilerde, bunun anlaşıldığını hiç görmüyorum. Dolayısıyla, iletişim kazâsı kurgulanırken de, uygulanırken de, sonuçları ortaya çıktığında da yanlış görülüyor. Bunun politik hatâ kısmını ayırıyorum. Eğer bunun “reklamın iyisi kötüsü olmaz” gibi ucuz bir siyâsî iletişim numarası olarak yapılmış olmasını ileri süreceklerse, bunun da hiçbir anlamı olmadığını düşünüyorum.

Ruşen Çakır: Kemal, bu arada Ankara’da, HDP Genel Merkezi önünde milletvekili Ayşe Acar Başaran’a, “Seni çivilerim” diyerek tehdit eden Emniyet Müdür Yardımcısı için bir şey yapıldığını duydun mu? Herhangi bir soruşturma, bir şey? 

Kemal Can: Bir şey denildiğini de duymadım. Yani siyâsî tepkiler geldi, ama ne Meclis Başkanı’ndan ne bizzat o polislerin âmiri durumundaki Süleyman Soylu’dan herhangi bir şey duymadık. Bu mesele Özdağ-Soylu hikâyesiyle biraz gölgede kaldı, ama orada sistematik bir şey var; o işin yapılması üzerine kurgulanmış bir arka plan var zaten. Ben Gergerlioğlu’nun yayınından gördüm:Polis eskortuyla gelinip bırakılan çelenk var ve polis hâlâ o çelengi koruyor. Bir yere protesto çelengi konulup, bunun polis tarafından korumaya alındığını daha önce görmedik. 

Ruşen Çakır: Diyarbakır’da HDP İl binası önündeki eylem uzun zamandır devam ediyor. Ama belli ki bir sıçrama yaptırılmak istenmiş. Ankara’da yaşananların anlık bir şey mi olduğu yoksa devamı gelecek bir şey mi olduğu önemli. Hatırlarsan, bir ara, sistemli bir şekilde Genel Merkez dâhil HDP binâlarına saldırılar oldu. Sonuçta yapanın yanına kâr kaldı. Çok şükür ki kimsenin başına bir şey gelmedi, ama binalar yakıldı. En son İzmir’de, Deniz Poyraz’ın öldürüldüğü bir saldırı gerçekleşti. Mahkemede sanık fütursuzca tehdit etmeye devam ediyor. Sonuçta bunlar fevrî, bireysel denebilecek olaylar değil. Herhalde seçim sürecine kadar bu şekilde devam edecek. Zâten HDP’yi kapatma dâvâsı da gündemde. Bu olayı da HDP üzerinden bir kutuplaşmanın tırmandırılacağının işâreti olarak görüyorum ben.

Kemal Can: Öyle görünüyor. Yapılışı îtibâriyle, yani polisin yaptığı şeyin kendisi de biraz “olsun” diye yapılmış bir şey görüntüsü veriyor. Birincisi, bir polisin bir milletvekiline böyle bir tehdit dili kullanabilme rahatlığı, böyle bir fütursuzluğun anlaşılır bir tarafı yok. İkincisi, orası Meclis’te grubu olan bir partinin genel merkezi ve oraya yapılan fiilî bir saldırı var. Üstelik sonradan bir kısmı serbest bırakıldıysa da bir sürü insan gözaltına alındı. Orada polisin o sözleri söylerken bunu saklama gizleme çabası da yok. Tam tersi, bunu görünür bir şekilde yapma çabası var. Gündemden dolayı belki bu konu biraz arada kaynamış gibi oldu; ama bu, ciddîye alınması gereken ve senin de söylediğin gibi, önümüzdeki dönemin getirecekleri konusunda fikir veren meselelerden biri gibi duruyor.

Ruşen Çakır: Kemal, programı kapatmadan, Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ı da sevgi ve saygıyla analım. Bugün, îdam edilmelerinin 50. yılı. Îdam edildikleri günü hatırlıyorum. O zaman 10 yaşındaymışım. Sen biraz daha küçüktün.

Kemal Can: Evet, ama radyodan dinlediğimi hatırlıyorum.

Ruşen Çakır: O zamandan bu zamana, Türkiye târihine damgasını vurmuş bu kadar acı bir olay herhalde yok. Çocuklara Deniz isminin konulmasında Deniz Gezmiş’in bir etkisi olduğunu düşünüyorum. Bizim oğlumuzun adı da Deniz biliyorsun. Bugünün Türkiye’sinde yaşarken, o arada geçen 50 yılda yaşananları düşününce, onların neden îdam edildiklerini çok daha iyi anlıyor insan. 50 yıldır unutulmadı, unutulmayacak. Türkiye solunun hazin durumunu anlamak için de önemli. Toplumun tüm kesimlerinin bir şekilde benimsediği, en azından yok sayamadığı semboller çıkarmış olan solun bugünkü durumu, 50 yıl sonra bakıldığında çok acı. Halbuki, sol için çok elverişli bir ortam olmasına rağmen… Neyse, çok da fazla kurcalamak istemiyorum, gereksiz tatsızlıklara yol açmayalım.

Kemal Can: Şöyle bir durum var: “Bugüne bakınca onların neden îdam edildiğini çok iyi anlıyoruz” dedin ya? Bugün yaşadıklarımız, o gün başlayan şeyin bir süreklilik hâlinde önümüze geldiğini bize pek çok dönemeçte gösterdi. Onların neden îdam edildiğini, îdam edenlerin onları îdam ederken neyi durdurmak istediklerini biliyoruz. Onları îdam ederek, kendilerince yavaşlattıkları, durdurdukları şeyin açtığı yoldan neye yürüdüklerini de biliyoruz. Ama bir başka şeyi de biliyoruz. Biraz önce konuştuğumuz 200-300 kişi meselesinde de gündeme geldi ya? Sayısal olarak büyük kalabalıklar olup olmamaktan başka bir etkinin yaratılabildiğinin hikâyesi olarak da biliyoruz onları. “68 hareketi” denilen şey, Türkiye’de de, bütün dünyada da, sınırlı sayıda insanın yaptığı ama büyük etkiler yaratabilen, 50 yıl boyunca kendini unutturmayan ve kendince çok önemli bir hattı açan bir şey. Öyle, büyük kalabalıkların arkasına sığınarak, büyük güçleri arkasına alarak yapılmış işler değil. Son derece sınırlı sayıda, kararlı, inançlı, haklı ve doğru davranan, “200 kişi mi, 20 kişi mi, 3 kişi mi, 5 kişi mi?” ile sınırlı olmayan insanların bir şeyler yaratabildiğini gösteren bir olay. Bu açıdan da çok önemli bence. 50 yıl canlı kalmak hiç kolay değil. Bunu yapanların hiçbirinin ömrü o kadar sürmedi. 

Ruşen Çakır: Bugün, birisinin Deniz Gezmiş ve arkadaşları hakkında yaptığı bir paylaşımı gördüm. Aslında tâbir tam olarak faşiste karşılık geliyor, ama neyse. Adam mahvolmuş, kahrolmuş. Hem sevmiyor onları, belli, ama bir taraftan da bir şey söyleyemiyor. Onların çilesi de gerçekten acayip. Deniz Gezmiş ve arkadaşları tam da bu düşüncede olan insanlara bir cevap aslında, o nedenle onlara bir şey söyleyemiyorlar. Nazım Hikmet de öyle değil mi? Zamanında “vatan haini” diye nitelendirdikleri tâkipçileri, Nazım’dan şiir okumadan duramıyorlar.

Buradan izleyicilerimize bir duyuru yapayım: Yarın saat 12.00’de “Medyascope’a Sorun” programı olacak. Ekrem İmamoğlu’nun Karadeniz gezisi ve Ümit Özdağ’ın, Süleyman Soylu baskınını konuşacağız. Yarın, ben ve Kemal Can bu yayında olacağız ve YouTube’da izleyicilerden gelen soruları cevaplandıracağız. Bunu da hatırlatmış olayım. Evet, “Haftaya Bakış”ı burada noktalıyoruz. İzleyicilerimize çok teşekkürler, haftaya tekrar görüşmek üzere, iyi günler. 

Kemal Can: İyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.