Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Adını Koyalım (54): Türkiye seçimlere güvenli bir ortamda gidebilecek mi?

Ruşen Çakır, Kemal Can, Ayşe Çavdar ve Burak Bilgehan Özpek “Adını Koyalım”ın bu bölümünde CHP’nin SADAT baskınının anlamını tartıştı, “Sığınmacı sorununun üzerinden kaos planlayanlar olabilir mi?” ve “Seçim güvenliği için muhalefet ne yapabilir?” sorularına yanıt aradı.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Adını Koyalım”la karşınızdayız. Bu hafta da Burak Bilgehan Özpek, Ayşe Çavdar ve Kemal Can’la “Seçim güvenliği” meselesini konuşacağız. Bu hafta bir değişikliğimiz var, o da Burak Bilgehan’ın stüdyoda olması. Hoşgeldin Burak. 

Burak Bilgehan Özpek: Hoşbulduk. 

Ruşen Çakır: Geçen hafta gelemedin, yayına katılamadın. Bu hafta stüdyodasın. Seninle başlayalım. Şöyle bir olay var: Seçim güvenliği denince, genellikle aklımıza, seçim günü ve seçim gecesi sandıklara sâhip çıkmak, ıslak imzâlı tutanaklar gelirdi; ama birden işin rengi değişti. Özellikle Kılıçdaroğlu’nun ve CHP’lilerin SADAT baskınıyla, bunun bir sürecin güvenliği olduğu ortaya çıktı. Göndermeler de mâlûm: 2015 Haziran-Kasım seçimleri arasında Türkiye’de yaşanan kaos ortamı. Şimdi, önümüzdeki seçimlerde Türkiye’nin yeniden bir kaos ortamına götürülmesi, kaos sonucunda seçmenin istikrar arayıp yine iktidar partisine destek vermek isteyecek olması gibi birtakım senaryolar var. Bugün Cumhurbaşkanı Erdoğan, grup toplantısında SADAT meselesine cevap verdi; ama cevâbın ne kadar tatminkâr olduğundan açıkçası emin değilim. 

İlk turda bu spekülasyonları ne derecede ciddîye almak gerektiğini konuşalım. İkinci turda da muhâlefetin bu konuda neyi nasıl yapabileceğini, ne yapması gerektiğini konuşalım.

Burak Bilgehan Özpek: Ruşen Abi, Kemal Kılıçdaroğlu’nun, tempoyu yukarıda tutabilmek için giriştiği bir aktivizm var. Dolayısıyla bu SADAT ziyâreti, uzun erimli bir politikanın mı sonucu, gerçekten ciddî bir istihbârat sonucu alınan bir önlemin mi sonucu, yoksa Kemal Bey’in o tempoyu sıcak tutmak için attığı aktivist adımlardan bir tanesi mi, bunu açıkçası pek kestiremiyorum. Yani SADAT’ın seçimleri sabote etmeye yönelik planları olabilir — bu hiçbirimizi şaşırtmaz. Ama bunu, hükûmetin bir planı olduğunu iddia ederek SADAT’ı kamuoyunda tartışmaya açmak ayrı bir şey. Ana muhâlefet partisi lideri bunu söyleyince, kaçınılmaz olarak ciddîye alıyoruz. Elinde mutlaka bir istihbârat vardır veya bununla ilgili bir gündemi vardır diye düşünüyoruz. Fakat bunun gündemde kalma süresine bakmak lâzım. Eğer bu, önümüzdeki günlerde gündemde kalmaya devam ederse, evet, burada bir ciddiyet var demektir. Ama benim gördüğüm kadarıyla SADAT ve onun etrafında kümelenen bir askerî-endüstriyel kompleks var. Özellikle 15 Temmuz’dan sonra kurulmuş. Bunun içerisine savunma sanayii de var, özel güvenlik şirketleri de var, televizyona çıkıp güvenlik konusunda yorum yapan emekli askerler de var. Bunların hepsi aynı sektörün elemanı ve meşrûluklarını millî güvenlik tehdidinden alan yapılar. Dolayısıyla SADAT da bundan dolayı çok paniğe kapılmış ve bir şekilde cevap verme gereği hissediyor. Çünkü eğer meşrûluğu tartışmaya açılırsa, o güvenlik sektörü içerisindeki yerini kaybedebilir. Bunlar böyle bizim düşündüğümüz gibi ya da birçok iktidar yanlısının, birçok muhâlifin zannettiği gibi, toplumsal meşrûluğu olmadan ayakta kalabilecek yapılar değil. Yani insanlar savunma sanayii atılımlarından, drone’lardan etkilendiği için bu konuşuluyor ve bu şirketler aslında sistem içerisinde kaynakları kendilerine çekiyorlar. Veya SADAT’ın Ortadoğu’da yaptığı operasyonlar… Aslında toplumsal desteğe sâhip olduğu için bunu yapabiliyorlar. Toplumsal meşrûlukları azaldığı zaman bunlar da sistem içerisindeki avantajlarını kaybedecekler. Dolayısıyla seçim sürecinde böyle hiçbir duygu beslemeden, tamamıyla tek bir emirle, hiçbir beklentisi olmadan, rasyonaliteden münezzeh bir şekilde hareket eden bir güvenlik şirketi var mı karşımızda, bundan pek emin değilim. Bana sorarsanız, burada da bir politik aktör var, burada da bir ticârî aktör var ve kendi devâmını Adalet ve Kalkınma Partisi’nin siyâsî başarısına bağlamış bir aktör var. Dolayısıyla onun kendisine sağlayacağı meşrûluk ya da onun kendisi için bulacağı meşrûluk ya da gelecek, sâdece Tayyip Bey’den alacağı emirle mümkün olmayabilir. Bütün siyâsî sistemin birbiriyle olan ilişkisini de sezmek, koklamak ve ona göre kendisini konumlandırmak zorunda. Ama dediğim gibi, ana muhâlefet lideri olarak Kılıçdaroğlu gittiğine göre, mutlaka böyle bir şeyden haberi olmuştur diye düşünmek zorundayız. Fakat şunu da söylemek lâzım: Kılıçdaroğlu’nun aktivist bir tarafı var, umarım o aktivizme kurban gitmez ve bu mesele ciddî bir şekilde tartışılır. 

Tecrübelerimiz bize seçim güvenliğinin seçim günü değil, seçimden önce tehdit edildiğini söylüyor. Yani biz “seçim güvenliği” derken, sürekli olarak seçim gününü anlıyoruz; ama Türkiye’de seçimler, seçimlerden önce sabote ediliyor veya halkın kanaati değiştirilmeye çalışılıyor. Bu tip yapılar da o süreçte görev alıyorlar. SADAT’ın seçim günü alenen, halkın gözü önünde seçim güvenliğini tehdit edecek, seçimlere şüphe düşürebilecek bir eylemde bulunması, açıkçası o gün için beni korkutmuyor. Ama öncesinde korkutuyor. Bunu söylemek lâzım. Beni seçim günü için korkutanlar, İl Seçim kurullarındaki hâkimler. Yani o hâkimler, beni eli silâhlı insanlardan daha fazla korkutuyor. Çünkü onlar, Kavala karârını, Kaftancıoğlu karârını veren hâkimler. O yüzden, seçim günü, seçim güvenliği için SADAT doğru bir hedef değil. Seçim öncesi süreç için doğru hedef, bu ayrı bir şey. Ama seçim günü sandık güvenliği için odaklanılması gereken aktör SADAT değil, daha bürokratik aktörler. 

Ruşen Çakır: Burada bir şeyi de eklemek lâzım: SADAT olayından önce, Ümit Özdağ, Davutoğlu’nu da tanıklığa çağırarak bir çıkış yaptı. Sığınmacılar üzerinden ve kendi partilerini karıştırarak, 2015 Haziran-Kasım seçimlerine gönderme yaptı. Hattâ birtakım videoların sosyal medyada dolaştığını söyledi — ki sığınmacılar üzerinden çıkartılabilecek provokasyonlar şu anda Türkiye’nin önündeki en hayâtî meselelerden birisi.

Burak Bilgehan Özpek: Doğru. Ruşen Abi, geride bıraktığımız bir ay, daha doğrusu Ümit Özdağ’ın Mansur Yavaş’ı açıklamasıyla başlayan ve Devlet Bahçeli’nin çok net müdâhalesiyle sona eren bir ay, çok normal bir dönem değildi. Bunu ısrarla iddia ediyorum, iddia etmeye de devam edeceğim. O psikoloji, bir siyâsî psikoloji değil, bir seçim psikolojisi değil. Yani bir siyâsî partinin, taraftarlarını seçime hazırladığı bir psikoloji değil. İnsanları zâten seçime kadar bir sene boyunca o öfke seviyesinde tutmak da mümkün değil. İnsanlar neredeyse çıldırmak üzereydi ve hepimizin çok mâkul bildiği kişiler, adeta “mankurtlaşarak”, bildiğiniz lise talebesi bir ergen gibi tepki vermeye başlamışlardı. Hepimiz şaşırdık. İnsanları o tepki ve öfke seviyesinde tuttuğunuz zaman, bunun amacı siyâset olmuyor. Bunu bilmeniz lâzım. İnsanları uzun süre bu şekilde götüremezsiniz. 

Peki nedir bunun amacı? Şunu görmüş olduk: Çok hızlı bir şekilde tırmanan bir öfke, çok ânî patlamalara gebe olabiliyor. O bir seçim ya da sandık psikolojisi değil, başka bir şeyin psikolojisi. Sokağa inmenin, mücâdele etmenin, istilâyı önlemenin, inisiyatif almanın psikolojisi. Biz, geçtiğimiz bir ayda, özellikle sosyal medya üzerinden iyi tasarlanmış bir operasyonun insanları etkileyebildiğini, toplumu enfekte edebildiğini ve birçok gerilime çok rahatlıkla zemin hazırlayabildiğini gördük. Bu, böyle bir şey.

Ruşen Çakır: Ama diyorsun ki Bahçeli’nin müdâhalesiyle sanki bir şeyler durdu.

Burak Bilgehan Özpek: O günden îtibâren yavaş yavaş bu doz düştü.

Ruşen Çakır: Çok ilginç.

Burak Bilgehan Özpek: Ümit Özdağ’ın buna cevap verememesi ve siyâsetin sınırlarını kimin çizdiğini teyit edercesine cevap verememesi… Yani “Türkiye’de siyâsetin sınırlarını Devlet Bahçeli çiziyor” argümanını, Özdağ’ın sessizliği teyit etti. Ama o bir aylık süreçte biz, herhangi bir meselenin, özellikle sığınmacılar meselesinin ciddî anlamda nasıl bir öfke patlamasına sebep olabileceğini gördük. Üstelik bunun çok organik bir tepki olduğunu da iddia ediyorlardı. Sanki sokakta binlerce insanın sığınmacı meselesinden dolayı morali çok bozuk, artık bu insanları evde tutamıyoruz ve bir tane lider zuhur etti, onların sesi oldu ve birdenbire bu sel barajı yıkıp geçti gibi bir şey vardı. Ama on beş gündür böyle olmadığını görüyoruz. Tansiyon istendiği zaman artırılıyor, istendiği zaman azaltılıyor. Ümit Özdağ, burada böyle bir aktör. Bunu temsil eden bir aktör. Sığınmacılarla ilgili söylediklerini yeni söylemediği gibi, Davutoğlu’yla ilgili söylediklerini de aslında yeni söylemiyor. Ben biraz baktım, iki sene önce de aynısını söylemiş. Yani Ümit Özdağ cephesinde yeni bir şey yok, yeni bir argüman ve yeni bir fikirle gelmiyor. Uzun süredir aynı şeyleri söyleyen, aynı iddialarda bulunan bir siyâsetçi. Davutoğlu meselesinde de iki sene önce aynı şeyleri söylemiş: “7 Haziran’la 1 Kasım arasını mutlaka aydınlatmalısın” demiş. Bunu birçok siyâsetçi de söylüyor. Dolayısıyla onun bence yapmaya çalıştığı şey, gerçekten bu iki seçim arasındaki süreci aydınlatmak ya da bir şekilde oradaki gerçekleri ortaya çıkarmak değil. Şu süreçte yakaladığı popülarite ile muhâlefetin gündemini ve muhâlefetin ritmini belirlemeye çalışmak. Bu şöyle bir şey: Altılı masa o kadar soyut ve sâkin bir tonla gidiyor ki, soyut bir hedef için toplandılar ve sâkin bir tonda gidiyorlar. Şimdi dışarıdan bir aktör geldi ve bu adamlara diyor ki: “Şunu konuşmalısın, şu tonda konuşmalısın, şu kelimeleri kullanmalısın.” Böyle bir şey. Muhâlefetteki aktörler onun şokunu yaşadığı için, Kemal Bey’in SADAT’ın önüne gitmesi… SADAT, sistemin kalbindeki aktör. Kemal Bey, Military industrial complex dediğimiz yapının kalbindeki aktörün karargâhına gidiyor ve orada beyânat veriyor. Çünkü Ümit Özdağ’ın bu seviyeye çıkamayacağını düşünüyor. 

Ruşen Çakır: Zâten Kılıçdaroğlu dünkü grup toplantısında, hatta öncesinde attığı tweet’lerde de Bahçeli sertliğinde bir çıkış da yaptı.

Burak Bilgehan Özpek: Aslında Ümit Özdağ orada şöyle bir oyun kuruyor: Onun söylediğinin tersini söylediğiniz zaman, sanki halkın hilâfına iş yapmış gibi oluyorsunuz. Onun söylemine iştirak ettiğiniz zaman, “Ümit Özdağ uzun zamandır kimsenin beceremediği bir işi becerdi ve hassas bir konuyu gündeme soktu, herkesi iknâ etti” gibi, her durumda kazanacağı bir oyun kuruyor. Ama o oyunun da sınırları var. Mesela Devlet Bahçeli gibi bir sınırı var. Bence Ümit Özdağ, Kemal Bey’in SADAT hamlesini beklemiyordu. Oraya gideceğini beklemiyordu. Çünkü bence o hamle, Ümit Özdağ’ın söylemini zayıflattı. Çünkü o çıkışı Ümit Özdağ yapamıyor.

Ruşen Çakır: Evet Ayşe, seninle devam edelim. Tabii birebir aynı olmaz, ama tekrar 2015 Haziran-Kasım arası kaosu, gerginliği, seçime gidiş atmosferi yaşanır mı? İktidârın sertliklerinin devam edeceğini zâten biliyoruz. Gezi Dâvâsı, Canan Kaftancıoğlu olayı bunların işâretiydi. Bunun tırmanacağını da tahmin ediyoruz, ama bunun sınırları ne olabilir? Nereye kadar gidebilir? Neler kullanılarak gidebilir?

Ayşe Çavdar: Aslında aynı süreç başladı. Üstelik Canan Kaftancıoğlu ya da Gezi hakkındaki kararla değil, HDP’ye kapatma davasının açılmasıyla berâber başladı. Aslında 2015 Haziran-Kasım arasındaki mevzûda, tek bir muhâlefet aktörü, “Kendi başıma seçime gireceğim ve beni engellemek için konmuş yüzde 10 barajın üzerine çıkacağım” denilen HDP vardı. Bunu Haziran seçiminde yapabildiler ve bunu bir daha yapamasın diye o hikâye kondu. Sonra bugüne geldik, Haziran seçim sonuçlarının kabul edilmemesi ve tekrar edilmemesiyle ilgili de hep berâber bir bedel ödüyoruz. Şimdi ne oldu? Birtakım taraflar, aktörler yer değiştirdi. Kod adı “Bahçeli” diyelim ona. Bu defa Kürtlerle barışı değilleyen, onu siyâsî söylemin dışında bırakan bir söylemle, iktidar kendisini yeniden şekillendirdi. Şimdi kaldığı yerden devam ediyor. HDP hakkındaki fezlekelerle, sadece kapatma meselesi değil, o fezlekelerden sonra çıkıp kapatma dâvâsı açarak devam ediyor. Orada da kalmıyor, siyâsetin merkezine HDP’yi koyuyor. Ben birazdan bunu Ümit Özdağ’a bağlayacağım. Çünkü aynı yöntemi, o da sığınmacıları kullanarak yapıyor. HDP’yi, Kürtleri, barış sözcüğünü koyduğu bir yerden, diğer aktörleri de belirlemeye çalışıyor sürekli. Tezkere getiriyor, aynı hikâye, fezleke getiriyor, aynı hikâye geliyor. Muhâlefeti, merkezinde Kürtlerin olduğu bir kutuplaşma söyleminden, sürekli olarak iktidârın kırmızı çizgileri üzerinden bir köşeye sıkıştırıyor. Bunda da başarılı oluyor ne yazık ki. Muhâlefet o kırmızı çizgilerin dışına bir türlü geçmeyi beceremiyor. HDP’yi o merkeze koyan şey, iktidar, evet, ama etrafı kırmızı çizgilerle sarılmış o merkezi destekleyen de bizâtihi yine muhâlefet. Böyle bir açmaz var orada. 

İkinci turda, sivil toplumun neden seçim güvenliği için önemli olduğuna dâir bir şeyler söyleyeceğim. Sivil toplumu da cezâlandırıyor. Artık herhangi bir konunun savunuculuğunu yapamaz, siyâsî aktörlerle bir ilişkiye giremez hâle getiriyor. Gezi karârında biraz bunun ötesine geçildi. Kılıçdaroğlu ve Akşener sadece Gezi’ye sâhip çıkmakla kalmadı, Kılıçdaroğlu, Gezi Dâvâsı’nda hapse girmiş, rehin alınmış insanların aileleriyle de dayanıştı. “Biz bunun yanındayız” diyerek, topluma da bunu gösterdi. Orada biraz önü alınır gibi oldu. Ama iktidar, “Bu benim için ölüm kalım meselesi diyor. Bir hayli uzun zamandır başladı bunu söylemeye. Sâdece oradan da gitmiyor. Seçim yasası değişikliklerini de biliyorsunuz. Ülke barajını güya düşürür gibi yaptı, ama aslında bir seçim bölgesi barajını getirdi ve onu da bayağı yüksekten bir yerden getirdi. Dolayısıyla o türden manipülasyonlar da var. İlçe seçim kurullarının kıdemli hâkimlerden oluşmasını gerektiren düzenlemeyi değiştirdi. Bunu yaparak, bölge ilçe seçim kurullarını daha en başından şâibeli hâle getirdi açıkçası. Dolayısıyla, seçim sürecinde yalnızca ortamı germekle kalmıyor, seçimin kendisini de özellikle muhâlif seçmen için güvenilmez kılmaya çalışıyor. Yani seçimin kendisini şâibeli bir araca dönüştürmeye çalışıyor. Ne kadar başarılı olup olmayacağını ikinci tura bırakalım. 

Az önce Burak’ın söylediği SADAT ve güvenliği, yani sandığın konulduğu andan îtibâren başlayan sürecin ya da öncesindeki birkaç günün terörize edilmesinden ibâret görmek biraz sakat bir durum. Bence Kılıçdaroğlu’nun SADAT’ın önüne gitmesi, o açıdan da biraz riskliydi. Ben onun Ümit Özdağ’a bir cevap olarak geldiğini düşünmüyorum; o konuda sana katılmıyorum Burak. Ama el yükseltmek açısından haklısın. Onun yapamayacağı kadar yüksek bir hamle. Fakat bu yüksek hamlenin şöyle bir riski de var: Muhâlefet olarak henüz muhâlif seçmeni örgütlemeye başlamamışsın. Kendinin seçim güvenliğiyle ilgili örgütlendiğin de henüz belli değil. Böyle bir aşamada, “Seçim süreci, silâhlı, terörü destekleyen bir örgütle sabote edilebilir” gibi bir mesaj vermek biraz ürkütücü bir şey. Çünkü o seçim sandıklarının başında bekleyecek insana ihtiyaç var. Dolayısıyla, ben onun mükemmel bir hamle olduğunu düşünmüyorum. “SADAT kim? Ne yapıyor burada? Sizin bununla ne işiniz var?” demesi doğru bir hareket. Nitekim bence doğru bir sonuç da getirdi: Bugün Erdoğan ikinci defa SADAT’la arasına mesâfe koydu. İlkinde SADAT’ın kurucusu olan kişi Erdoğan’ın danışmanlığından istifâ etmişti. Şimdi de, “Benim onlarla bir alâkam yok, tanımam etmem” demeye getirdi. Dolayısıyla ikinci kez bir mesâfe koymuş oldu. Bu, Kılıçdaroğlu’nun hamlesinin bir başarısı. Ama SADAT’ı seçim güvenliği ile bu şekilde ilişkilendirmesi mesajını bilemedim doğrusu. Dediğim gibi bu kadar karanlık bir ekibi oraya koymak, seçim güvenliği konusunda, yurttaşı mevzûya katılma konusunda teşvik etmeyecek bir mesele. 

Bir de ayrıca şöyle bir durum da var: Şu anda seçim yasasının uygulayıcısı Cumhurbaşkanı. Böyle bir manipülasyon olacaksa bile, büyük merkezlerde yapmayacaklar. Genellikle kırsal kesimlerde ya da gözden ırak, büyük muhâlefet partilerinin çok örgütlü olmadıkları yerlerde yapacaklar. Öyle yerlerde polis veya jandarma kullanır. Olmamış işler değil bunlar Türkiye’de. Dolayısıyla, böyle bir durumda aslında SADAT’a ihtiyaç yok. SADAT’ın seçim güvenliğiyle bu şekilde yakından ilişkilendirilmesi biraz riskli bir mesele. İkinci riskli mesele de, seçim güvenliğini, sanki seçim günü ve sonrasının güvende olmasıymış gibi, o günler için önlem almakmış gibi göstermek apayrı bir mesele. Ama sonuçta, daha şimdiden başlayarak, seçimi, seçim güvenliğini, ayrıca âdil bir biçimde nasıl yapılacağı konusunu gündemde tutmaya çalışmak elbette gerekiyor. 

Son olarak, Ümit Özdağ’ın sığınmacı meselesiyle ilgili bir şey söyleyeceğim. Ümit Özdağ’ın “Sığınmacılar 2015 Haziran-Kasım seçimleri arasında Kürt illerinin savaş bölgesine dönüştürülmesi gibi bir süreçte kullanılabilir. Bu vesîleyle seçim güvenliği iktidar tarafından sabote edilebilir” demeye getirmesi bana biraz tuhaf geldi. Çünkü kendisi güvenlik kurumlarında ders vermiş, bu konularda araştırma yapan birisi. Dolayısıyla, sığınmacı meselesini, ateşi onun gibi yüksek bir yerde tutan birinin, dönüp “Belki de partimizi kullanarak bunu yapacaklar” demesi büyük bir çelişki oluşturuyor. Belki de, iktidârı oluşturan partilerle arasındaki gizli ya da açık, bir konudaki mutâbakatın işe yaramadığını, sığınmacı meselesi üzerinden muhâlefetten oy alma vesîleyle orada bir erozyona sebep olma motivasyonunun ortadan kalktığını gösteriyor. Çünkü hem ateşi bu kadar harlamak, sonra da “Bu harlanmış ateş, üstelik bizim aleyhimizde kullanılarak seçim süreci terörize edilecek” demek, tuhaf bir şey. Ümit Özdağ devlet güvenliği konusunda iddia ettiği kadar mâhir birisiyse, bunu bilmesi lâzım. Ateş bu kadar yüksekse, yeri geldiğinde iktidarlar tarafından elbette bu şekilde kullanılır. Herhangi bir şey de kullanılabilir. Bu mesele de zaten kullanılmaya çok açık. 

Belki biraz parçalı parçalı gittim, ama evet, öyle bir ihtimal var. İktidar için bu önümüzdeki seçim tıpkı muhâlefet için olduğu gibi, ama muhâlefetten başka ve yüksek bir düzeyde bir tür hayâtiyet arz ettiği için, artık bir tür ölüm kalım meselesine dönüştüğü için, seçim öncesinde birtakım şeyler olmasını bekleyebiliriz. Üstelik o beklediğimiz şeylerin bir kısmı da çeşitli formlarda oluyor. Seçim yasası formunda oluyor, HDP kapatma dâvâsı formunda oluyor, Canan Kaftancıoğlu’nun siyâsetten tardedilmeye çalışılması yöntemiyle oluyor. Yeni bir durum değil aslında. 

Ruşen Çakır: Bitirdin mi?

Ayşe Çavdar: Evet, bitirdim. 

Ruşen Çakır: Kemal, seninle devam edelim. Durum hakîkaten vahim mi? Yoksa Türkiye’de zâten böyle spekülasyonlar hep yapılır mı? İktidarın tansiyonu yükseltmek istediğini biliyoruz, tahmin ediyoruz. Buna öngörü denemez. Atmosferin kaotik bir hâle gelmesinin, iktidârın işine yarayıp yaramayacağı meselesi de var tabii.

Kemal Can: Bu konuda böyle genel bir kabul var ve doğru bir kabul bu. Gerilim ve olağanüstülük, iktidâra yarıyor. Senelerdir zâten kendisi bunu kontrol ediyor. Olağanüstülüğün dozunu, ritmini, yoğunlaştığı alanları bizzat belirleyerek, oradaki süreci yöneterek, bu olağanüstülük hâlini, ağırlıklı olarak güvenlik politikaları üzerinden biçimlendiriyor. Dolayısıyla her türlü teyakkuz, her türlü yüksek gerilim, her türlü olağanüstülük hâli ya da îmâsı ya da buna ilişkin endîşeler, iktidârın işine yaradı. Bu doğru. Ama buna cevâben geliştirilebilecek politikayla ilgili muhâlefet cephesinde çok uzun bir zamandır bir tartışma yürüyor. Bu olağanüstülüğe karşı, neredeyse hareketsizlik seviyesindeki bir durgunluk ve sağduyu ya da ihtiyatlılıkla mı cevap verilmeli? İktidârın elinden bu olağanüstülük avantajı, bu yolla mı alınır? Yani sokaktan uzak durmak, yaratılmış gündemlere girmemek, onu yapmamak, bunu yapmamak, sertleşmemek gibi şeyleri kullanarak, acaba iktidârın elinden bu olağanüstülük alınabilir mi? O olağanüstülük avantajını kullanması engellenebilir mi? Bu konuda sürekli bir tartışma cereyan ediyor. Konsolidasyon tartışması da buradan çıkıyor. Senin hatırın kalmasın diye “konsolidasyon” diyorum. “İktidar zâten bunu ister” de buradan çıkıyor, “Sokağa çekmek istiyor” tezleri de buradan üretiliyor. 

Başta Burak’ın işâret ettiği gibi, Kemal Kılıçdaroğlu bir süredir bu konudaki muhâlefet tavrını, bir alternatif yükseltme, alternatif bir ajitasyonla dengelemek ya da bu olağanüstülük durumunu muhâlefetin de çok da olağan ve normal düzeyin üzerine çıkan bir olağandışılıkla cevap vermeye çalışmasını, böyle yüksek çıkışlarla sürdürmeye gayret ediyor. Bunu hangisinin işine yarayacağıyla ilgili tartışma hâlâ kapanmış değil. 

Ruşen Çakır: O tartışmayı ikinci turda yapacağız. 

Kemal Can: Ama SADAT meselesine bu pencereden bakarsak: Burada, “Kılıçdaroğlu SADAT’ın önüne giderken, iktidârın bu süreçte, bu olağanüstülüğü ya da provokasyonu yönetmek için en güçlü olan tarafı olduğu için mi SADAT’ın önüne gitti? Yoksa en zaaflı, en sorunlu gördüğü nokta olduğu için mi gitti?” sorusu bence kritik. Hangi politik tercihler ya da hangi bilgilerle oraya gitti? Benim açımdan en ayırt edici şey bu. SADAT, iktidârın en güçlü yeri diye mi önüne gidilip bu hâdise yapıldı? Kılıçdaroğlu’nu buna götüren şey, sâhiden söylediği gibi oranın yüksek bir odak olarak kullanılması ihtimâli ve iktidârın en kuvvetli enstrümanlarından biri olduğu için mi? Erdoğan’ın, hem “Alâkam yok” açıklamasından hem “Kılıçdaroğlu bunu niye yaptı?” konusunda söylediklerinden yola çıkarak, aslında oranın tam da iktidârın zayıf taraflarından biri olmasıyla ilgili olabileceğini düşünüyorum. Dediğim gibi, bunu da asıl olarak Erdoğan’ın açıklamalarından çıkartıyorum. 

Bu hikâyede yakın zamana kadar, SADAT çeşitli vesîlelerle gündeme geldi. Ama ilginç biçimde, SADAT gündeme geldiğinde, iktidar sözcüleri bunu saklama, gizleme gereği duymadılar. Hattâ SADAT’ın varlığı, iktidârın bir sürü şeyi yapabilme yeteneğinin gizli kanıtı olarak canlı tutulmasını çok da rahatsız edici bulmadı. Bu tıpkı, Sedat Peker’in Rize’ye gidip, “Kanlarında duş alacağız” demesinin etkisi gibi bir şey. Hatırlarsan Sedat Peker, “O zaman böyle bir atmosfer lâzımdı, böyle bir tehlike odağına işaret edilmesi gerekiyordu. Ben o işi yapıyordum” demişti. Kendi ifâdesi bu. Dolayısıyla SADAT da aslında bir süredir yapabileceklerinin dışında, belki yapabileceklerinden de fazla bir potansiyeli işâret ederek… Ayşe’nin biraz önce tedirginlik olarak bahsettiği, “Bu, çok acayip işler yapabilecek bir yer, seçim güvenliğini de tehlikeye düşürür bir yer” diye gösterilmesi, “onun yeteneğinden kaynaklanıyorsa sorunlu” demesine neden olan şey, kamuoyunda, muhâlefet seçmeninde, ortalama karar vericilerin hemen hepsinin üzerinde bir baskı yaratıyor. İktidârın kullanabileceği güçler ve bunun resmî ya da gayri resmî sınırlarıyla ilgili tereddütler, gücünü ya da tehlikeyi büyüten bir şey. Burada, SADAT’ın böyle bir fonksiyonu var. Ama SADAT’ın “Bir îzah edeyim” açıklamaları ve peşinden Erdoğan’ın yaptığı açıklamalar, açıkçası bana, SADAT’ın ya bu fonksiyonunun artık iktidar açısından çok elverişli olmaktan çıktığını ya da SADAT’ın yüklendiği diğer roller –uluslararası ilişkiler ve bölge dengeleri– açısından, bu fonksiyonun artık gerekli olup olmadığı ile ilgili tarafını da soru işâretleri olarak önüme koyuyor. Buna, Suudiler’le, Birleşik Arap Emirlikleri’yle girilen yeni rotayı da dâhil edebiliriz. 

Kılıçdaroğlu seçim güvenliğinden bahsetti. Seçim güvenliğine, belki kamuoyuna bu konunun dikkatini daha çok çekebilecek bir tema olarak yer vermiş olduğunu, ama asıl olarak, SADAT’ın diğer tarafına vurgu yapmaya çalıştığını düşünüyorum. Zâten en belirgin şey olarak seçim güvenliğini söylemedi. Seçim güvenliğini de tehlikeye sokabilecek birtakım şeyler yapabilecek bir odak olarak işâret etti. Ama onun dışında, terörist yetiştiren bir odak olarak ifâde etti. Bugün de Erdoğan çıktı dedi ki: “Bizim uluslararası alanda yöneldiğimiz rolü tehlikeye sokan bir çıkışla karşı karşıyayız”. Dolayısıyla ben, bu cephesinin biraz araya gittiği kanaatindeyim. Orada galiba Burak’ın söylediği seçmen aktivasyonunu yükseltme taktik avantajlarına fazla prim veren bir çıkış olarak cereyan ettiği kanaatindeyim. 

Daha önce hep örnek verilen 2015’e dönersek, iktidârın bu süreci çok araç kullanarak provoke etmek, terörize etmek ya da bu süreci manipüle etmek için SADAT’a ihtiyâcı yok. Bunu SADAT’sız da gayet yapabildiğini gördük. Bunu yapabildiğini de gösterdi. Üstelik devlet olanakları bakımından, o tarihe göre çok daha fazlasına ve çok daha fazla kontrol imkânına sahip. Yargısından güvenlik bürokrasisine kadar… O yüzden, meselenin bu cephesinin siyâsetin taktiklerine kurban gittiği kanaatindeyim. 

Şimdi seçim güvenliği açısından 2015’te olanın anlamı üzerinden, bugünle benzeşme kurmaya kalktığımızda; 2015’te, o üç aylık süreçte, zeminin terörize edilmesi çok belirleyici bir seçim sonucu değişikliği yarattı. Ama seçim sonuçlarını, yani Haziran ve Kasım arasındaki seçim sonucunu değiştiren tek parametre bu değil. Daha belirgin başka bir şey vardı: Yeni bir iktidar ittifakı blokunun oluştuğu hakkındaki kanaat. Yani Bahçeli’nin, Haziran seçiminin sonuçların açıklandığı gece yaptığı %40-%60 târifiyle oluşan ve aslında yeni bir ittifakın çatıldığına, ittifakın artık yeni bir terkiple devam edeceğine ve bunun pek çok açıdan başka bir güç temerküzü olduğuna işâret edilmesi. Sonuçlarda etkili olan faktörlerden birinin bu olduğunu gözden kaçırmamak lâzım. Evet, ortamı terörize etmenin, güvenlik ve endîşe algısıyla seçmenin karar vermeye zorlanmasının önemli bir tarafı var. Ama zayıflayan AKP iktidârını başka bir ittifakla tâzeleyen yeni bir şeyin seçmenin önüne koyulmasının etkisini de hiç yokmuş gibi kabul edemeyiz. 

Ruşen Çakır: Belki bu sefer de yeni bir iktidar koalisyonu şekillenecektir.

Kemal Can: İşte onun için, en baştaki soruma dönüyorum: SADAT’ın iktidârın çâresizliğine cevap verebilecek ve birileri karşısında güç kullanabileceği bir yer mi? Yoksa aslında onun zayıfladığı alanlardan birini mi gösteriyor? Bu önemli bir şey. Kılıçdaroğlu’nun bâzı adımlarında, birtakım kurumlara giderken, “Beşli Çete” meselelerine temas ederken de, sistemli biçimde, iktisâdî, siyâsî, devlet bürokrasisini de içeren büyük ittifakın, yani sadece MHP ve AKP’den ibâret olmayan ittifakın zayıf noktalarına konuşmak, oralara işâret etmek, oraları dürtmek gibi bir tercihi var. Dolayısıyla SADAT baskınının bu açıdan çok fazla seçim güvenliği darlığında değerlendirilmesi isâbetli olmayabilir. Ama tekrar söyleyeyim: Kılıçdaroğlu’nun elinde neler vardı, nasıl istihbaratlar vardı şeklinde çok derin bilgilere sâhip olduğum için söylemiyorum bunu. Sadece bu ihtimâlin de hafife alınmaması gerektiğini düşünerek söylüyorum. Oradaki seçim güvenliği îmâsının, işi biraz da popülarize eden taraf olduğu kanaatindeyim. SADAT meselesini çok uzattım. Göçmen meselesi bu provokasyonlarda nasıl kullanılır, muhâlefet ne yapabilir konusunu nasılsa ikinci turda konuşacağımız için o detaylara şimdilik girmeyeyim. Bu noktada durayım.

Ruşen Çakır: Burak, ne diyorsun? Muhâlefetin neyi, nasıl yapması gerekir? Çünkü baktığımız zaman, iktidârın istikrarsızlıktan medet umabileceğini düşünüyoruz. Muhâlefetin de bir anlamda bunu engellemesi ve ülkenin serinkanlı biçimde seçime gitmesini sağlaması için neyi, nasıl yapması gerekiyor?

Burak Bilgehan Özpek: Elimizde, dönüp dönüp tekrar incelememiz gereken 7 Haziran 2015 öncesi süreç var. Bu sürece baktığımızda çok ilginç şeyler görüyoruz. Meselâ, 7 Haziran’dan önce, MHP ve HDP’nin, Meclis’te İç Güvenlik Yasa Tasarısı’na karşı birlikte muhâlefet ettiğini görüyoruz. Yine ilginç bir şekilde, Çözüm Süreci’nin göbeğinde, Devlet Bahçeli’nin, Çözüm Süreci karşıtlığı yerine, iktisâdî sorunlar, kayırmacılık, torpil gibi temaları öne çıkararak yürüttüğü bir seçim kampanyasını görüyoruz. Bu tavır, MHP ve HDP’yi, normalde siyâsetin kara deliği olarak gözüken iki partiyi, yüzde 30’a taşımış. HDP’nin normalleşmesine zeval vermemiş ve HDP yüzde 13 almış. Aynı zamanda, MHP de, ekonomiden konuşarak, soyut millî güvenlik korkuları üzerinden bu meseleleri çok fazla sömürmeyerek, gündelik hayat problemlerini mevzû ederek, yüzde 17’ye yakın bir oy almış. Bu iki partinin toplamı yüzde 30’a çıkmış. AKP’nin iktidârını, Meclis’teki çoğunluğunu kaybetmesi ancak böyle mümkün olabilmiş. Dolayısıyla, şu yaşadığımız ortamda seçim güvenliğini en çok tehdit eden olgu, ister örgütlü sivil toplum olsun, ister birbirinden ayrı bireylerin yaşadığı gündelik hayat olsun, toplumun gündeminin bir şekilde siyâset alanına yansımaması. Seçimlerin güvenliğini en çok tehdit eden hâdise bu. Çünkü siyâsetin amacı zâten toplumsal ihtiyaçları ve beklentileri siyasal alanda temsil edip, devlet erkini kullanarak bu sorunları çözmek. Dolayısıyla bunun önüne geçmek için, hükûmetin seçim günü yapılacak usûlsüzlüklerden veya SADAT ve benzeri örgütlerin yapacağı operasyonlardan daha fazla seçeneği var. Bugün muhâlefet partilerinin ekonomiden, hukukun üstünlüğünden konuşmasını önlemek için, birçok aktör ve faktör devreye sokulabilir. Ümit Özdağ meselesini de bence biraz böyle okumak lâzım. Bugün insanlar çok ciddi iktisâdî sorunlarla boğuşurken ve muhâlefetin bunlardan bahsetmesi gerekirken, birdenbire dışarıdan gelen bir aktörün sığınmacılara yönelik bir öfkeyi temsil etmesi ve o esnâda ekonominin konuşulmaması… Hattâ o kadar çok sığınmacı öfkesi konuşuluyor ki, sığınmacı ve göçmen politikasına dâir sorunları da gölgeliyor bence. Aslında, bugün göç ve sığınmacı politikasını en az konuştuğumuz günlerden geçiyoruz. Çünkü meselenin hiçbir teknik detayını konuşmadan, iktidârı eleştirmeden, bunun detaylarına bakmadan bir şeyler söylüyoruz. Öfkeyi konuşuyoruz aslında ve birbirimize öfke şovu yapıyoruz. Bence asıl bunlar seçim güvenliğini tehdit eden hâdiseler. Çünkü muhâlefetten beklenen şey, bir arada durması, halkın sorunlarını siyâsî alanda temsil etmesi ve çözüm önerilerini sunması. Böyle olunca, herkes gözüne far tutulmuş tavşan gibi kalakalıyor. İYİ Parti de CHP de ne söyleyeceğini bilemez halde. Belki de en iyisi bu. Çünkü bir şey söyledikleri zaman, ya Özdağ’ın kayığına binecekler, ya da Özdağ ve destekçileri tarafından linç edilecekler. Konuyu doğru alana yıkmak lâzım.

Meselâ 7 Haziran 2015 öncesi anketlerde, halkın öncelikli sorunu ekonomiyle ilgili sorunlardı. 1 Kasım’dan önce terör ve güvenlik oldu. Ben de Kemal Abi gibi düşünüyorum; terör ve güvenlik tek mesele değildi. Orada bir alternatif ortaya koyma irâdesi çok eksikti. Ama halkın gündemini değiştirmek zâten başlı başına seçimi dinamitleyen, seçim güvenliğini, seçim kavramını, siyâset kavramının amacını ortadan kaldıran bir şey bence. Biz bugün ekonomiden, enflasyondan, işsizlikten, adâletsizlikten bahsedeceğimiz yerde başka şeylerden bahsediyorsak, zâten o seçimin güvenliği bâzı aktörler eliyle yavaş yavaş ortadan kaldırılıyor. Bunun da artarak devam edeceğini düşünüyorum. Meselâ HDP’nin kapatılma dâvâsı, bence burada birçok aktörün üzerine hesap yaptığı târihî bir an olarak bizi bekliyor. Buna herkes hazırlıklı olmak zorunda. Çünkü Ümit Özdağ’ın bugün İçişleri Bakanı’nı yumruklamaya giden birisi olarak hâlâ günde 34 tweet atması, parti teşkilâtlarının rahatlıkla çalışabilmesi… Hattâ geçenlerde ilginç bir haber bulduk. Sessiz İstilâ filminin yapımcısını Sakarya’da gözaltına almışlar. Zafer Partisi Sakarya İl Başkanı, gösterdikleri özveri nedeniyle Sakarya Emniyet Müdürlüğü kolluk görevlilerine teşekkür etmiş. Haber olmuş bu. 

Bu aktörler, bence bir gün için bekletiliyorlar. Meselâ, HDP kapatılma dâvâsında, herkes, nasıl tepki verecek diye kaçınılmaz olarak İYİ Parti’nin gözünün içine bakacak. Çünkü o tepki çok kıymetli. O tepki, Kürt meselesinden de bağımsız bir tepki. Çünkü Türkiye’de hukukun üstünlüğü ve sistemin sahipliğine dâir, sizin yapacağınız îtiraza ilişkin bir şey. O gün, İYİ Parti, HDP’nin kapatılması meselesine, “Güdümlü bir yargının aldığı karardır” dediği anda, muhtemelen, Ümit Özdağ o söylemi sınırlandırmak veya o söylemi mâliyetli hâle getirmek için, orada bekliyor olacak. Seçimin güvenliğini, halkın siyâset kurumu ile kurduğu ilişkinin güvenli ilerlemesini tehdit eden bir olgu değil midir bu? Bence öyle. Başka aktörler de var. Sayın Cumhurbaşkanı’nın iki ay önce, Öcalan’ın Demirtaş’ı bir şekilde cezâlandıracağına yönelik beyânatları, 2019 Yerel Seçimleri’nden önce, Öcalan Kardeşler’in çıkıp açık açık, “CHP’ye oy vermeyin” demesi. Bu tip operasyonlar, bence SADAT’ın da, seçim günü yapılacak operasyonların da daha önüne geçecek. Bunları temel amacı da, siyâset alanının, sivil toplum alanının beklentileriyle uyumsuzluk göstermesi. Bu uyumsuzluk gösterildiği takdirde, AKP’nin, muhâlefeti bölme ve kendisini devam ettirme şansı artıyor.

Ruşen Çakır: Ayşe, seninle devam edelim. Demin sivil toplumdan da bahsedeceğini söylemiştin. Sivil bir vatandaş olarak merakla bekliyorum. 

Ayşe Çavdar: Ben bu bölüme biraz hazırlandım. Hazırlanırken de, bu konuyu takıntı hâline getirmiş bâzı insanlardan, onların yapıp ettikleri, parçası oldukları platformlardan destek aldım. O platformun ismini de söyleyeyim: Âdil Seçim Platformu. O platformun bugüne kadar yaptığı çalışmalar, işler, tespitler, açıklamaları gözden geçirdim, biraz da insanları dinledim. Muhâlefet partilerini de etkilemeye çalışıyorlar. Dolayısıyla benim burada söyleyeceklerim, onların anlattıklarından anladıklarımdan ibârettir.

İlk gördüğüm ve ilk büyük endişe: Seçim güvenliği. Yeni değil, Türkiye’de seçim güvenliği hep problemdi. Uzun yıllardır da çalışılıyor. Mesela Oy ve Ötesi gibi sivil toplum kuruluşu çıktı. Daha çok gençlerin, bilişimci gençlerin, beyaz yakalıların etkin oldukları bir platformdu. Onlar “Bu iş bizim geleceğimiz. Kusura bakmayın, biz bunu bilimsel yöntemlerle gözlemleriz” dediler. Haklarında ne suçlamalar yapıldığını da biliyorsunuz, yine de vazgeçmediler. Kezâ, Ankara’nın Oyları Platformu vardı, onlar da çalıştılar. Fakat bütün bu platformlarda bir şekilde var olmuş insanların söyledikleri şu: Bu sâdece seçim günü ve seçim sonrasıyla, yani tutanakların edinilmesi ve sayılması ile olacak iş değil. Buna çok katıldığımı söylemem lâzım. Az önce de konuştuk, iktidar bunu yıllardır yapıyor. Ben Türkiye’de 2015’ten beri doğru dürüst bir seçim yapılmadığını düşünüyorum. Türkiye’de seçim sistemi zâten en büyük partinin en çok kâr edeceği, kalan oyların etkisinin daha da büyüyeceği, dolayısıyla âdil olmayan bir düzende yürümüştür. Kamu kaynaklarının kullanılması, medya üzerindeki iktidar kontrolleri yıllardır var olan bir şey. Ama AKP bu işi iş edindi ve her seferinde yeni yöntemler denedi, geliştirdi. Bence bu son seçim kanununda yapılan değişiklik, o yöntemlerin ne olacağı konusunda fikir veriyor. Dolayısıyla, muhâlefet partilerinin, mevzûyu sâdece seçim günü ve sonrasında olacaklarla, meselâ oraya bir harekât merkezi kurup, oradan birtakım gösteriler yapmakla olacak iş değil. Zâten bu gösteriler 2018 seçimlerinde çöktü biliyorsunuz. Meseleyi şimdiden bir tür sivil toplum ve bütün siyâsî partilerin dâhil olduğu çok geniş bir seferberlik olarak ele almaları lâzım. Ben bunun iki etkisi olacağını düşünüyorum: Muhâlefet seçmenini de konsolide etmek lâzım. Üstelik de yerelden. Çünkü seçim, bölgelerde, mahallelerde, okullarda yapılan bir şey. En yerelden başlayarak bir seçmen konsolidasyonu ve motivasyonu yaratacak bir şeye dönüşebilir seçim güvenliği. Eğer şimdiden başlanırsa, bir tür mahalleler arası bir dayanışmaya dönüşebilir. Bu ihmal ediliyor. 

İkincisi, orada kalmayacak zâten. Konuştuğum insanların en çok gündeme getirdikleri konulardan bir tânesi, seçmen listeleriyle adres sistemi arasındaki uyumun kontrol edilip edilmediği. Orada benim aklıma şu geliyor meselâ: Özellikle son beş altı seçimdir ne yapıldığına bakılabilirse –ki bu veriler HDP ve CHP’de var– o datalar kullanılabilir. Ama o verilerin dışarı çıkartılması yasak, çünkü daha evvel sızıntılar olmuş. Dolayısıyla oralarda bakılması gerekiyor. Bir formül bulunup o verilerin incelenmesi, bize seçim öncesinde, yani seçim gününe varılmadan, AKP’nin elindeki devlet mekanizmalarını kullanarak ne tür manipülasyonlar yaptığını gösterebilir. SADAT gibi yerlere gitmek yerine, o manipülasyonların, seçim öncesinde, daha şimdiden yurttaşlara, seçmenlere duyurulması, muhâlefetin bu işi ciddîye aldığını gösterir. Benim aldığım izlenim, böyle bir yöntemin onların da akıllarına geldiği, ama bunu yaparlarsa, “O zaman aklınız neredeydi?” eleştirisiyle karşılaşacakları yönünde. Oysa ben şöyle anlardım durumu: “Evet, daha evvelkilerde yapmadık bunu. Ama şimdi yapıyoruz. Bu hepimiz için ölüm kalım meselesi. Dolayısıyla artık ne yaptıklarını, ne yapabileceklerini biliyoruz, önlemi de hep berâber alabiliriz” demek anlamına da gelir. Böyle bir özeleştiri anlamına gelecek bir adımda bulunmak gerekir. O nedenle, hâlihazırda yapılmış seçimin verilerinin gözden geçirilmesi ve bir taraftan da o seçimlerin tartışmaya açılması, özellikle seçim sonrası gayet iyi olur. 

Az önce SADAT meselesini konuşurken de söyledim: Seçmeni sandık başında olmaya nasıl iknâ edecekler? Sivil toplum burada devreye girecek. Parti teşkilâtları tamam, ama parti teşkilâtları, özellikle verili halde o kadar da kapsayıcı değiller. Birbirleriyle ilişkiler anlamında da kapsayıcı değiller. O esnâda seçim güvenliğinin nasıl sağlanacağı konusunda bir plan, bir proje henüz açıklanmış değil. Bence, seçime o kadar da uzun bir süre yok. Her zaman bir baskın seçim ihtimâli var, o başka. Ama 2023 Haziranı’nda yapılacak bir seçim de o kadar geç bir târih değil. Şu koşullarda böylesi bir organizasyonun yapılması için zaman ancak yeter. Dolayısıyla, özellikle yerel sivil toplumu da işin içerisine katmak gerekiyor. Az önce söylediğim gibi, pek çok beyaz yakalı, Türkiye çapında bu konuda deneyim edindi zâten. Onları işin içerisine katarak, sandık başını da örgütleyebilmeleri lâzım. Âdil Seçim Platformu’nda listelenmiş en az 10-15 sivil toplum örgütü görüyorum. Bu liste genişletilebilir de. Ama siyâsî partilerin bu tür oluşumları muhâtap almaları, birlikte hareket edebilmeleri gerekiyor. 

Çok uzatmamak için notlarımı bir tarafa bırakıyorum. Her şeyden önce, siyâsî partilerin bu seçimi kazanabilmeleri için, bunu muhâlefet seçmeninin meselesi hâline getirmeleri lâzım. Şu anda hâlâ bizim gözümüzde, özellikle Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem’e tekrar geçiş meselesinin, kendi aralarında sınırlı bir mutâbakat, “elitler arası” bir mutâbakat hâlinde kalmasından dolayı, bu seçimi kazanmak meselesi, sanki siyâsî partilerin meselesiymiş gibi. Oradaki başat aktörlerin, kimin başkan olacağı, kimin bakan olacağı, kimin milletvekili olacağı ve o yetkilerin nasıl kullanılacağı meselesiymiş gibi görünüyor. Oysa bu önümüzdeki seçim, seçmenin meselesi asıl. Çünkü ekonomi öyle bir durumda ki, devlet öyle bir durumda ki, gündelik hayat öyle bir durumda ki, artık yaşanamaz hâle getirilmiş vaziyette. Bırakın muhâlefetteki partilerin iktidâra geldiklerinde bu sorunları ne zaman, nasıl çözecekleriyle ilgili meseleyi, en azından seçmenin, ahâlinin, “Ben bunu irâdemle değiştirebilirim, yapabilirim. İdâre edenleri kendi irâdemle değiştirebilirim” iyimserliğine sâhip olması lâzım ki bir gelecek kurabilsin, düşleyebilsin ve siyâset, bu aktörler arasında bile yeniden kurulabilsin. İktidârın, o seçim yasasını yaparak, HDP’yi kapatmaya çalışarak, Canan Kaftancıoğlu’nun siyâsî etkinliğini rehin alarak, açık açık söylediği bir şey var: “Ben bu seçimi kafama göre yapacağım”. Bu tür bir meydan okumaya karşı, “Yok kardeşim! Yapamazsın. O sandıkların sâhibi biz değiliz, seçmen” diyebilmesi lâzım. Bunu henüz söylemeye başlamış değil. 

Konuştuğum insanlardan bir sürü şey, bir sürü öneri dinledim. Hepsi de çok gerçek, ayakları yere basan öneriler. Sivil toplum siyâsî partilerden biraz daha hazır diyebilirim. Ama sivil toplumun etkinlik alanı siyâsî partiler kadar geniş değil. Dolayısıyla bu iki tarafın birbirlerini mutlaka muhâtap almaları lâzım ki doğru dürüst bir seçim örgütleyebilsinler. Daha da önemlisi, bu meseleyi gerçekten ciddîye aldıklarını gösterip, seçmeni de motive edebilsinler. Aksi halde, az önce söylediğim gibi bir risk var, o da şu: Seçim güvenliğiyle ilgili tartışma, seçimin güvenli olmayacağı yönünde ilerlerse, o zaman, muhâlif seçmenin de, sâdece sandık başındaki örgütlenmesi değil, sandığa gidip oy kullanması da riske girebilir. İnsanlar korkabilirler, çekinebilirler, “Nasılsa bir şey değişmeyecek” karamsarlığıyla hareket edebilirler. Bunun önüne geçmenin yolu da, âdil bir seçim yapılması meselesini, şimdiden herkesin birlikte kotardığı bir işe dönüştürmek. Bu, muhâlefetteki siyâsî partiler arasında henüz eksik, hattâ hiç başlamamış durumda. 

Ruşen Çakır: Herkes bu motivasyon meselesinin çok önemli olduğunu düşünüyordur herhalde, ben de altını çizmek istiyorum. Şimdi her ne kadar kapatıyor gibi olsalar da, İmamoğlu, “Bunlar öyle dedi ama, vız gelir, tırıs gider” meselesinde sonradan özür diledi; ama hep şunu düşünüyorum: Sen sâdece seçmenin oyunu istemiyorsun, seçmenin oylara sâhip çıkmasını da istiyorsun. Dolayısıyla o seçmeni heyecanlandırmak, ona değer atfetmek lâzım. Çünkü seçmenden o kadar çok şey istiyorsun ki. “Sandığın başında ol, gece sabaha kadar dur” diyorsun ya da diyeceksin. Bunu yapabilmen için de onlara karşı saygılı olmak, gönlünü hoş tutmak, onları heyecanlandırmak gerekiyor. Hâlâ bu konunun uzağındayız sanki. Ne dersin Kemal?

Kemal Can: Evet. Aslında seçmenin oyunu istemek değil, onları oyuna katmak ve oyunda olmalarını istemek lâzım. Bunun iki örneği var. Bir tânesi, elitler arası meselesinde ya da altılı masa hikâyesinde şöyle bir yaklaşım var: Temsil kabiliyetleri ya da oy desteklerinden bağımsız olarak, hangi politik aktörleri bir arada tutma yeteneğiyle övünen ve ona motive olmuş bir ittifak tablosu var. Orada birlikte durmak irâdesi çok önemli bir şey. Ama orada şöyle bir taraf var. Bu oyuna katmak meselesi, yani seçmeni önemli bir özneye dönüştürme meselesinin farkında olunmadığını düşünmüyorum. Meselâ Meral Akşener’in, “Biz Cumhur İttifakı’na gitsek bile, bizim seçmenimiz bizimle gelmez” sözünü hatırlıyorum. Bu aslında gayet farkında olunan bir durum. Bu, HDP seçmeninin yerel seçimlerde “Bağrımıza taş basma” hikâyesinde de gündeme geldi. Seçmenin, kendisine yakın gördüğü, hattâ bayağı angaje olduğu siyâsî aktörlerden bağımsız davranabilme ve onları aşan bir motivasyon üretebilme kabiliyeti var. Bu da ancak, onları oyuna kattığınızda gerçekleşebilecek bir şey. 

Muhâlefet çevreleri şöyle bir hava vermeye, özgüveni şuradan beslemeye çalışıyor: “Biz zâten bu seçimi kazandık, iktidar ancak birtakım sandık oyunlarıyla, ortamı terörize ederek bu seçimi alabilir. Yani tablo tamam, iktidar zâten kaybetti. Fakat ancak acayip bir şeyler yaparak sonuç almaya çalışacak.” Bunu seçmene anlatmanın anlaşılır bir tarafı var. “Biz kazandık” fikrini kuvvetli bir motivasyon aracı olarak kullanabilirsiniz. İktidârın çabalarına da bir çâresizlik olarak işâret edebilirsiniz. Bu iknâ edici olursa, sonuç da alabilir. Ama işi sâdece bunun üzerine kurarsanız, iktidar bunun tersini gösterecek birtakım hamleler yaptığında buna cevap vermekte zorlanırsınız. Muhâlefet zaman zaman bu açmazla karşı karşıya geldi. Burada birlikte durma kabiliyetini, birlikte davranmaya dönüştürebilmiş değil henüz. Problem bu. Bu, seçim güvenliği konusunda da böyle. Birlikte durma yeteneğini, birlikte davranma kabiliyetine çevirmesi gerekiyor. Bu sonuç o kadar basit, kendiliğinden gelişen bir şey değil. Masayı topladığınızda otomatik olarak “Bunlar birlikte davranıyorlar” hissini yaratmıyor. Daha çok “Bunlar ayrı ayrı duramayacak durumdalar” hissini yaratıyor, bu da fenâ bir şey değil. “Kimse orayı terk etmez” garantisi fenâ değil, ama yeterli değil.

Bu seçim güvenliği meselesi önümüze çok somut olarak gelecek. Ayşe çok detaylı biçimde anlattı. Orada yapılan çalışmaların da çoğunda ortaya çıkmış bir şey var. Meselâ, “Muhâlefet ittifakına HDP’yi aldın almadın” meselesi. Bunu siyâsetin gerekleriyle filan açıkladın. Ama seçim güvenliği gibi bir meselede, onu dışarıda bırakmayı anlatabilmenin bir zemini yok. Bunun akıl alır bir tarafı da yok. Çünkü çok basit bir mantıkla düşünülüyor. Tamam, Kürt ve HDP oylarının önemli bir kısmı büyükşehirlerde. Muhâlefet aktörleri büyükşehirlerde sandık güvenliğini büyük ölçüde almaya yeterli bir organizasyona sâhipler. Ama kapatılmış ve siyâsî kadroları çok sert tedbirlerle siyâsetsiz bırakılmış HDP’nin, bölgede oylarını kim kollayacak? Mesela, Şırnak’ta HDP’nin çöpe atılan oylarını İYİ Parti’nin gözlemcisi mi saydıracak? Islak imzaları o mu toplayacak? Kim yapacak bunu? Bu, aslında büyükşehirlerde de geçerli bir şey. Dolayısıyla siz, “Nasıl olsa Cumhur İttifakı’na gitmiyor. Nasıl olsa AKP’ye gitmiyor, önemli değil” diye hebâ ettiğiniz her oydan büyük bir zarara uğrayacak bir operasyona giriyorsunuz. Buradaki “Birlikte davranma” gerekliliği, politik gereklerden başka bir teknik gereklilik. Ama şimdiye kadar yapılan hiçbir toplantıda, bunun karşılığını görmüyoruz. Aslında Burak da daha önce bahsetmişti: Altılı masanın sistem tartışmalarına ve anayasal çerçeve konuşmalarına HDP’nin de çağrılması lâzım. Bu, ittifakın parçası olup olmaması ile ilgili bir şey değil. Seçime nasıl girdiğinizle de ilgili değil. İşte şimdi Babacan da, “Seçime kendi başımıza gireceğiz” diyor. Başkası da “Amblemimizle gireceğiz” diyor. Bu önemli değil. Girersin, girmezsin, ittifakta beraber olursun, olmazsın. Ama meşrûiyet alanı ve seçim güvenliği gibi teknik bir meselede, bu, politik münâzaralardan bağımsız olarak ele alınması gereken bir şey. Bunları böyle karşılamayınca ve birtakım tek tek olaylarda… Bunu daha önce Gezi kararlarında konuştuk. Geçen hafta Canan Kaftancıoğlu meselesi vesîlesiyle de konuştuk. Bu ortak tavrı, tek tek birbirine benzeyen çıkışları toplayıp, “Muhâlefetin tamâmı reaksiyon verdi” diye okumakla, muhâlefetin birlikte davranarak reaksiyon vermesi aynı şey değil. Bu efekt çok belirleyici bir şey.

Senin söylediğin o “Motivasyon sağlanıyor mu, sağlanmıyor mu? Muhâlefet bu havayı verebiliyor mu veremiyor mu?” meselesi, en azından bu teknik konularda, yani seçim güvenliğini tehdit eden meseleler ya da seçim güvenliği için oluşturulacak platformlar veya bunun için yapılacak teknik çalışmalar gibi zeminlerde, siyâseten de daha sonra normalleşmeyi ve meşrûiyet alanını genişletecek imkânları yaratacak bir vesîle olarak kullanılabilir. Çok da mümkün bir şey. Ve kimse de burada bir sorun çıkarma hevesi göstermez. Bu, diğer alanlarda da konuşabilir olmanın önünü açar. Ama bunu görmüyoruz. Bunu görmemeyi zorlayacak ve belki bunu bozacak olan, seçmenin oyuna dâhil edilmesi. Daha önce de bir kez söyledim, tekrar edeyim: Şu anda hem parti tabanları hem de partilerin liderleri gayet ileri bir noktada. Ama partilerin örgütsel yapıları, teşkilâtları ve kadroları, her ikisinin de son derece gerisinde. Ama kaçınılmaz olarak operasyonları da onlar yürütecek. Böyle bir sorun var. Bu sorunu ortadan kaldırmak, öncelikle tutum değişikliği yaratmakla mümkün. 

Önümüzdeki aylarda yine sürekli anketlere bakacağız. “İktidar gerilemesi devam ediyor, tamam” diyeceğiz. İktidar bunu değiştirmek ve muhâlefeti bozmak için manipülasyonlar yapacak. Daha da tehlikeli şeylere hamle edecek. Ama bunların ötesinde, hep gelip gelip konuştuğumuz şey, asıl olarak, muhâlefetin bu süreci durdurmaya çalışan ne yaptığına odaklanmadan, kendi yaptıklarına odaklanmaya ihtiyâcı var. Hani hep konuştuğumuz gibi, “Çok fenâ yoksulsunuz diye yolda adam çevirmekle olmuyor bu iş. Bu, Ümit Özdağ’ın Suriyeli’nin dükkânını basmasıyla da provoke edilen alana girince, birdenbire sorunlarla ilişki kurmuş muhâlefet olunmuyor.

Bu tür, özellikle iktidârın vekil aktörler kullanarak yapmaya alıştığı manipülasyonlarda, muhâlefet aktörlerinin bence son derece isâbetli duruşları oldu; hakkını teslim etmem gerekir. Kılıçdaroğlu için de Meral Akşener için de bunu gayet net biçimde söyleyebiliriz. İlk turda söylemediğim için şimdi söyleyeyim: Ümit Özdağ’ın da, erken sonuç alma aceleciliğiyle, kullanabileceği bir alanı erken dağıttığını düşünüyorum. 

Ruşen Çakır: Evet, bu konuyu ayrıca “Haftaya Bakış”ta da konuşuruz. Aslında güzel bir malzeme. Çok kısa zamanda çok şey oldu. 

Kemal Can: Belki talep öyleydi, onun için hızlı davrandı. Ya da kendisi acele etti. Bu açık bir sorun. 

Ruşen Çakır: Evet, bu konu, üzerinde ayrıca konuşmayı hak ediyor. Burak, geçen haftaki programda sen yoktun, kapatmadan önce söylemek istediğin bir şeyler varsa, dinleyelim.  

Burak Bilgehan Özpek: Sâdece seçim güvenliği için profesyonel bir haber ajansının kurulması gerektiğini ve bu ajansların, sivil toplumun amatörlüklerini giderebileceklerini düşünüyorum. Tayyip Bey’i o balkona çıkarmamak lâzım. Seçim güvenliği sâdece sandıktan değil, bilgi akışını sağlamaktan geçiyor. Anadolu Ajansı’nın son yaptıklarını unutmayalım. Tayyip Bey’i balkona çıkarttıktan sonra mesele oldubittiye kurban gidiyor. Bilgiyi manipüle etmelerini önlemek lâzım. O yüzden de, güçlü, kurumsal, profesyonel bir ajans kurmak ve bunun üzerine ilerlemek daha iyi olur diye düşünüyorum. 

Ruşen Çakır: Evet, “Adını Koyalım”ı burada noktalıyoruz. Burak Bilgehan Özpek, Ayşe Çavdar ve Kemal Can’a çok teşekkürler. Sizlere de izlediğiniz için teşekkürler. Haftaya buluşmak üzere, iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.