Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Kemal Can ve Ruşen Çakır ile Haftaya Bakış (125): Muhalefetin adayı “Bay Kemal” mi? | HDP ve Demirtaş | Suriye’ye operasyon olur mu?

Kemal Can ve Ruşen Çakır, Haftaya Bakış‘ın bu bölümünde CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun muhalefetin ortak adayı olup olmayacağını, Selahattin Demirtaş’ın son çıkışlarını ve HDP Eş Genel Başkanı Mithat Sancar‘ın Medyascope yayınındaki açıklamalarını değerlendirdi. Kemal Can ve Ruşen Çakır, “Suriye’ye operasyon olur mu?” sorusuna yanıt aradı.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Haftaya Bakış”la karşınızdayız. Kemal Can’la yine haftanın öne çıkan olaylarını konuşacağız. Kemal, merhaba.

Kemal Can: Merhaba Ruşen.

Ruşen Çakır: Öne çıkan olaylar diyorum, ama çok fazla bir şey öne çıkmadı. Garip, durgun, tam bir tatil havası var. Türkiye’de normal şartlarda seçime on bir ay var. Siyâseten bayağı bir durgunluk var. Bir “Bay Kemal” olayı var. Çarşamba günü Adını Koyalım’da bunu konuştuk, ama biraz daha konuşmakta yarar var. Sanki artık muhâlefetin ortak adayı Kemal Kılıçdaroğlu olacakmış gibi gözüküyor. Onun her hamlesinin aynı zamanda bir seçim kampanyası parçası olduğu gibi bir algı var. Mesela Kılıçdaroğlu dün Ağrı’da bir konuşma yaptı biliyorsun. Bayağı ilgi de görmüş. Orada da “Helâlleşme” çağrısını yineledi. Daha önce yaptığı çıkışlar var. Meral Akşener de ziyâretlerini sürdürüyor. Geçen hafta sonu Karadeniz’deydi, yarın Balıkesir’e gidiyormuş. Dün İstanbul’daydı. Ahmet Davutoğlu ve Ali Babacan’ın da dolaştığını görüyoruz, ama en dikkat çeken Kılıçdaroğlu. Kılıçdaroğlu sanki CHP lideri gibi değil, partiler üstü ya da çok partinin lideri, adayı gibi bir havada.

Bu arada Muharrem İnce, “Altılı Masa aday bulamıyorsa ben olurum. Ama geçen sefer acemiliğime geldi, bu sefer şartlarım var” demiş. Aday bulamama gibi bir sorunları olacağını sanmıyorum. Anladığım kadarıyla da Bay Kemal aday olacak gibi. Ne dersin? Tabii son anda her şey değişebilir ama, olay epeydir bu şekilde gidiyor. 

Bir de şöyle bir husus var: Saadet Partisi ev sahipliğindeki son Altılı Masa toplantısı 26 Ağustos’a, bayağı ileri bir târihe ertelenmiş. Ayın 6’sı ya da 7’si gibi toplanacaklardı. O da bana açıkçası bir ilginç geldi. Acele etmiyorlar. Her toplantı sonrasında, “Bu sefer adayı açıklayacaklar mı?” beklentisi var ya, belki o zaman da açıklanabilir. Benim gördüğüm kadarıyla Kılıçdaroğlu’ndan başka bir ismin olma ihtimâli her geçen gün azalıyor. 

Kemal Can: Bilmiyorum. “Siyâsette bir gün bile uzun bir süredir” denir. Bunun doğru tarafları var. Ama her şey değişebilir, her şey başka bir hatta da girebilir. Senin o söylediğin çerçeve büyük ölçüde işliyor gibi görünüyor. Çarşamba günkü “Adını Koyalım”da da konuştuk, geçen haftaki HaftayaBakış”ta seninle de konuştuk. Hattâ ben “Kılıçdaroğlu Faktörü” başlığıyla ekstra iki yayın yaptım “5 Soru 10 Cevap”ta. Kılıçdaroğlu bir tür bireysel bir politik kampanya yürütmeye başladı, bir süredir bunu yapıyor. Bunun bir kısmı adaylıkla ilgili, bir kısmı da muhâlefet etme tarzıyla ilgili. Muhâlefet etme tarzını büyük ölçüde değiştiren ve onu, biraz da bireysel kampanyasıyla birleştiren bir yörüngeye oturttu. Bu yüzden de dikkat çekici oldu. İki anlamda dikkat çekici oldu: Bir, Kılıçdaroğlu kamuoyunda hakkında daha çok konuşulan biri hâline dönüştü. Hattâ bunu yapmayı pek sevmediğini bildiğimiz Erdoğan bile, onu muhâtap alarak cevaplar vermek zorunda kaldı. Daha da ileri gitti, Kılıçdaroğlu’nu rakibi gibi karşısına yerleştirmek zorunda kaldı. Bunlar işin bir tarafı. 

Bir taraftan da, Kılıçdaroğlu’nun bu stratejisine ilişkin, muhâlefetin kendi içinde, hem Altılı Masa’nın ortakları arasında, hem yine CHP’nin bir adayı söz konusu olması ama adayın genel başkan olmaması, belediye başkanlarından biri olması fikrini destekleyen çevreler açısından, bâzıları küçük, bâzıları da küçük olmayan alerjiler oluşmaya başladı. Kılıçdaroğlu’nun kişisel gibi görünen performansının neden rahatsızlık yarattığı meselesinde, çeşitli görüşler hâlâ ileri sürülüyor. En çok eleştirenler, diğer adayların önünü kesen, diğer adayları ihtimal dışı hâline getiren bir strateji olduğunu söylüyor. Yani Kılıçdaroğlu kendini o kadar çok öne koydu, o kadar çok, “galiba aday” fikrini sağlamlaştıracak adımlar attı ki, bir sürü seçeneğin de önünü kesmiş oldu. Bunlar çok açık ve rahat biçimde tartışılamadı. 

Bunu böyle yorumlamak mümkün. Kısmen haklı tarafları da olabilir ama, bence bu eleştirilerin biraz da insaf sorunu var. Çünkü aslında birilerinin önünü kesmekten bahsediyorsak, muhâlefet kamuoyunda ilk önce Kılıçdaroğlu’nun önü kesilmek istendi. Hatırla, Alevîliği bile tartışma konusu yapıldı. Bunun çok rasyonel bir siyâset meselesi olduğu, bunu hakîkaten hesaplamak gerektiği, bunun önemli bir risk oluşturduğu, televizyon yayınlarında konuşuldu. İnsanlar bunu açık açık söyledi. O geçti, anket taarruzu yapıldı. Daha adaylığı bu kadar netleşmemişken, ihtimal adaylardan biriyken, bu “ben” kampanyasını çok başlatmamışken, birdenbire çok yoğun anketler gündeme getirildi ve en zayıf aday olarak işâret edildi. Diğer adayların anket sonuçları kesin bir zafer gösteriyormuş gibi yansıtıldı. Ama diğer adayların çok kısa bir dönemdeki performansları bile aslında öyle bir garantiyi taşımadıklarını göstermeye yetti. Üstelik siyâsî yetenekleri bakımından da daha fazla imkâna sâhip oldukları iddiasının altının pek dolu olmadığını düşündürecek bir resim ortaya koydu. 

Bunlara baktığımız zaman, evet, Kılıçdaroğlu senin de söylediğin gibi bireysel bir kampanya havasında yürüyor. Ama bir yandan da, yakın zamana kadar şu söyleniyordu: “Tamam, böyle hiçbir şey yapmayacak bir cumhurbaşkanı adayıyla muhâlefetin ortaya çıkmasının dezavantajları var. Tamam, Kılıçdaroğlu çok birleştirici, yetkileri kullanmamaya aday bir görüntü çiziyor, ama bu heyecan yaratmıyor.” Şimdi tersini yapıp “Şunları yapacağım” dediğinde, bu sefer, “Ya, bunları söylemesi, yetki kullanmayacak adaylıkla uyuşmuyor” diyorlar. Benim anlamadığım, bu adaylık meselesi, analiz sınırlarını aşan ve niyetlerin daha önde olduğu bir tartışmaya doğru evriliyor. Yine birtakım adayları öne çıkartmaya çalışıldığını, şansları biraz azalmış olsa da onların yeniden ısıtılmaya çalışıldığını da görüyorum. Ama bütün bunların içerisinde, sâhiden ihtiyaç duyulan aday ya da kazanabilecek aday tartışması, büyük ölçüde, yapılan yatırımlar ve niyetler üzerinden gidiyor. Çok rasyonel ve tutarlı argümanlarla tartışılmıyor. Bunu, birazcık bağımsız gibi durmaya çalışan yorumcularda da görüyorum. Çünkü evet, bâzı şeylerin bâzı sorunlar yaratması, bâzı komplikasyonlar yaratması normaldir. Bunu da eleştirmek normaldir. Ama daha önce tam tersi bir nedenle eleştirilenin, bu sefer yaptığını, o zaman eleştirenlerin aynı şiddetle eleştirmesi bana biraz tutarsız geliyor. 

Ruşen Çakır: Kemal, benim kişisel gözlemim, başlarda yapılan büyük ve daha yoğun olan îtirâzın zamanla durulduğu şeklinde. Tabii hâlâ çok îtiraz edenler var. Şu anda artık olay, “Daha yüksek oy alabilecek insan varken, bir de seçim güvenliği sorunu varken, niye riske atıyoruz?” yaklaşımı daha fazla dile getiriliyor. Ama onun da bayağı bir azaldığını görüyorum. Meselâ Kılıçdaroğlu’nun kazanamayacağı önermesi, yerini, “Kılıçdaroğlu da kazanabilir, ama diğerleri daha farklı kazanıyor” önermesine bıraktı. Böyle bir olay var. Zamanla sanki alıştırdı gibi. Açıkçası ben Kılıçdaroğlu’nun bu kadar başarılı olabileceğini sanmıyordum. Çünkü ilk dile getirdiğinde ve “Pekâlâ aday olabilirim” dediğinde, çok büyük bir şaşkınlık ve “Ne alâkası var? Kılıçdaroğlu nasıl kazansın, nasıl yapsın?” duygusu o kadar baskındı ki… Şimdi gelinen noktada, ben bunun muhâlefet cenâhında artık çok gönüllü olmasa da kabullenildiğini görüyorum. Îtirazlar tabii var.

Kemal Can: Katılıyorum. Senin söylediğin şey yüzünden rahatsızlığın arttığını düşünüyorum. Aslında şöyle bakıyorlardı: “Zâten genel kamuoyunda ve hattâ muhâlefet cephesinde bile, Kılıçdaroğlu’nun kazanma ihtimâline yatırım yapan çok fazla yok. O yüzden olma ihtimâli düşük. Tamam, biz de küçük küçük olmazlarını söyleyelim. Zâten olması çok yüksek olasılık değil” diye düşünülüyordu. Senin dediğin süreç işlemeye başladığında, “Bu hakîkaten olabilir” denmeye başlandı. Hattâ anketlere de yansıyan biçimde, bunun hiç de küçük olmayan bir ihtimal hâline dönüşmesi, Kılıçdaroğlu’nun, biraz önce konuştuğumuz performansını giderek artırarak devam ettirmesi, birdenbire, “Galiba oluyor, olabilir” ihtimâlini büyütünce, “nasıl olsa olmaz”cıların bir kısmı daha büyük rahatsızlık duymaya başladılar. Ben bunların bir kısmının, Altılı Masa’nın ortakları içerisinde olduğunu düşünüyorum.

Ruşen Çakır: Ortakların dışında bir de, zamânında Ümit Özdağ’ın Mansur Yavaş’ı dile getirmiş olmasını her geçen gün daha fazla ciddîye almak gerekiyor. Oradan belki bir şey çıkartamayacak ama ilginç bir şekilde, Ekrem İmamoğlu’nun telaffuz edilmesinin iyice azaldığını, ama Mansur Yavaş’ın hâlâ dile getirildiğini, dile getirenlerin büyük bir kısmının da, açıkçası Altılı Masa’ya da çok fazla angaje olmadığını görüyoruz. “Muhalifiz, ama o altı partiden de değiliz” gibi takılan, özellikle son dönemdeki mülteci karşıtı ekipler… 

Kemal Can: Sâdece onlar değil. Zâten muhâlefetin adayı meselesi, o Altılı Masa’nın dışındaki pek çok çevrenin de meselesi. Başta iktidar olmak üzere, sürekli bu konularla uğraşıyorlar. Ama meselâ şu anda Kılıçdaroğlu’nun sanki kendi adaylığını dayatıyormuş gibi gösterilmeye çalışıldığını ve önünün biraz buradan kesilmek istendiğini görüyoruz. “Kendisini biraz fazla öne çıkartıyor” denmesinin arkasına, “kendi adaylığını dayatıyor” iddiasını yerleştiriyorlar. Ama şunu anlamakta zorlanıyorum: Bu Altılı Masa’nın ortaklarından biri, “Ben Başbakan olacağım” dedi. Onun “Başbakan olacağım” demesi, Altılı Masa’nın ortaklık rûhuna bir şey yapmıyor da, resmen adaylığını açıklamamış Kılıçdaroğlu’nun kişisel ve siyâsî strateji yürütmesi, alanda bunu yoğun biçimde yürütmesi niye yadırganıyor? Şimdiye kadar siyâset yapmadığı için eleştirilen Kılıçdaroğlu, şimdi siyâset yapmaya başladığı için eleştiriliyor. Ve daha önce siyâset yapmadığı için seçilemeyeceği düşünülürken, şimdi siyâset yaptığı için kendini dayattığı iddiası ortaya atılıyor. 

Ruşen Çakır: Bir de tabii bu arada, karşısına çıkartılmak istenen Mansur Yavaş’ın da siyâseten çok fazla bir şey yaptığını söylemek mümkün değil. Hattâ yapmamak için, siyâset üstü görünüm sâhibi olmak için elinden geleni yapıyor. Melih Gökçek’le olan kavgalarını bir kenara bırakırsak, tamâmen bir teknokrat çerçevesi çiziyor. Yani siyâset yapmayan Kılıçdaroğlu’na karşı öne çıkarılan isimlerin de çok fazla siyâsî olduğu söylenemezdi. 

Biraz HDP konuşalım. Dün Mithat Sancar’la Zoom üzerinden bir yayın yaptım. Aslında aynı şeyler konuşuluyor. HDP, “Bir mutâbakat olursa isim bulmak sorun olmaz, ama mutâbakat olmazsa biz kendi adayımızı çıkartırız” diyor. “İkinci turda ne yapacaksınız?” sorusuna politik olarak, “İkinci tura biz kalacağız” dediği zaman, zâten “Ya, olur mu? Siz nasıl kalırsınız?” diyemiyorsun tabii. Öyle kaldı. Görünen o ki hâlâ HDP’nin durumu bayağı bir belirleyici olacak. 

Bir de bu arada şöyle bir şey var: Selahattin Demirtaş’ın Edirne’den yaptığı açıklamalar, röportajlar ve yazılarla yarattığı atmosfer ve ilgi alanıyla, HDP’nin bir parti olarak yapamadığı ve yaratamadığı ilgi gibi bir dengesizlik de var. Bu çok çarpıcı. Meselâ en son, bir grup aydın Selahattin Demirtaş’a destek bildirisi imzâladı. Sanki Selahattin Demirtaş HDP dışı bir aktörmüş gibi. Halbuki değil. Ama HDP ve Demirtaş’ın söyledikleri arasında nüansta çok ciddî farklılıklar var. Meselâ, Demirtaş’ın en son silâh bırakma üzerine söylediklerini HDP de belki değişik zamanlarda söylemiştir, ama bu kadar açık, net ve etkileyici bir şekilde yapmış değil. Mithat Sancar, “Herkes bizi konuşuyor, bizi az konuşturuyor” dedi. Ama HDP konuşunca da aslında tam olarak her şeyi çok açık ve net bir şekilde söyleme durumunda olabilen bir parti de değil sanki. Böyle garip bir durum var. Ne dersin? 

Kemal Can: Evet. Bir kere son tanımlaman doğru, garip bir durum var. Şöyle bir fark var aslında: Bir tarafta HDP, bir tarafta Selahattin Demirtaş varmış gibi bir durum yaratılıyor. Ondan ayrı bir aktör olarak muamele görüyor. Bunun doğru bir tarafı var ve aslında avantajlı bir tarafı var. O avantajlı tarafı da şu: Bir partinin, kurumsal olarak pek çok bileşeniyle birlikte atabileceği adımlar, söyleyebileceği sözlerle, nispeten bağımsız, hapishânede bulunan eski genel başkanın konuşma rahatlığı aynı düzeyde olmayabilir. Dolayısıyla aslında HDP ve Selahattin Demirtaş ilişkisinin bir tür işbölümü, rol paylaşımı gibi ilerlemesi çok daha elverişli. Çünkü Selahattin Demirtaş, elinin rahat olması ve kendisinin ses ulaştırabildiği çevrelerin geniş olması îtibâriyle, bir imkânı kullanıyor. Bundan önemli sonuçlar da alıyor. Ama dışarıdan yorumlayan herkes, sürekli bunu HDP’yle ilgili bir problem olarak konuşmayı tercih ediyor ve “Bakın, Demirtaş HDP’ye ne dedi. Bakın, Demirtaş HDP’nin yapamadığı neyi yaptırdı?” şeklinde bunu böyle konumlandırmayı, böyle tartışmayı seviyor. 

Aslında bu, HDP’den beklenen şeyler açısından da çok yararlı bir tutum değil. Çünkü Selahattin Demirtaş’ın çizdiği çerçeve ve söyledikleri sözler, HDP’nin çok da uzağında olduğu şeyler değil. Söyleme biçimleri, üslûpları farklı olabilir, doz farkı olabilir, senin söylediğin gibi nüans olabilir; ama aslında tutum belgesinde de, daha sonraki pek çok mülâkatında ve konuşmasında da Mithat Sancar benzer şeyleri söyledi. Dolayısıyla, Selahattin Demirtaş’ın mektubu, röportajları ya da yazılarıyla ortaya koyduğu çerçevenin, sürekli döndürülüp döndürülüp HDP’ye ne dediği üzerinden okunması ve HDP’nin bu sözlere göre biçimlenmesinin tartıya çıkartılmasının, kimseye çok fazla bir faydası olmadığını düşünüyorum. Siyâsete bir faydası yok, muhâlefete bir faydası yok, HDP’ye de bir faydası yok. Ama Selahattin Demirtaş’ın söyledikleri ve özellikle HDP’nin muhâlefetle birlikte davranma kriterlerini ortaya koyuş biçimini, bütün muhâlefet aktörlerinin daha genel çerçevede değerlendirmesi ve ele alması gerekir. 

Bir benzetme açısından söylersem, Demirtaş’ın kızına söylediklerinin yanında, gelinine söylediklerine de bakmak lâzım. Aslında orada muhâlefet aktörlerinin tamâmına ilişkin sözler var. Kendisine ve kendi dâhil olduğu siyâsî harekete ilişkin, kimi zaman oldukça sert ve çuvaldız kıvamında özeleştiriler yaparken, aslında o özeleştirilerin tam zıddında da, yapılması ve o cesâretli adımların atılması gerektiğini söylüyor. Ama o tarafta böyle bir karşılık görmüyoruz. Meselâ son çıkışlarda, çoğu yorumda dikkatimi çeken bir şey var: Selahattin Demirtaş’ın, Meral Akşener’in elini rahatlatmak için bunları yaptığı gibi yorumlar duyuyorum. 

Siyâsetçiler sâdece rahatları bozulmasın, herhangi bir adım atmak zorunda kalmasınlar diye ellerinin rahat ettirilmesini istiyorsa ve diğer siyâsetçilerden bunun için risk almasını, cesâret göstermesini, fedakârlık yapmasını bekliyorsa, burada bir eksiklik var demektir. Ben Selahattin Demirtaş’ın açmaya çalıştığı tartışmanın bu sığlıkta olmadığını, daha geniş olduğunu ve o yüzden de çerçevenin buraya sıkıştırılmaması gerektiğini düşünüyorum. Yani Selahattin Demirtaş’ın söyledikleri, sâdece HDP’nin ne yaptığına ilişkin sözler değil, muhâlefetin bütününe ilişkin sözler. Hattâ son ortak zemin, ortak aday konusunda söyledikleri de bunu gösteriyor: Yüzde 80+1’den bahsediyor. Yüzde 80+1, HDP’nin ne yapacağıyla ve ne kadar insanı iknâ edeceğiyle sınırlı bir mesele değil. Bu, diğer bütün aktörlerin de kendi üzerlerine düşen cesâret ve sorumluluğu yerine getirmeleriyle, rahatlarına gömülmemeleriyle mümkün. Ben, biraz çerçeveye böyle bakmak gerektiği kanısındayım. Bu genişlikte bakıldığı zaman, hem Demirtaş’ın söylediklerinin daha anlamlı hâle geldiğini, hem de eğer o sözler üzerinden bir tartışma başlayacaksa buradan sâhiden bir yere gidilebileceğini düşünüyorum.

Ruşen Çakır: Son olarak, iktidarla ilgili gündemde çok da fazla bir şey yok. Ekonomide yapılan açıklamalar var. AK Parti İstanbul İl Başkanı, “Türkiye’yi krizden Erdoğan çıkarır” demiş. Tabii krize kimin soktuğunu söylemiyor. Bu arada, Suriye’ye operasyon meselesi var. Peş peşe açıklamalar yapıldı. Çarşamba günü “Transatlantik”te Ömer Taşdemir’le de bunu konuştuk. Ömer baştan beri hep şunu söylüyor: Suriye’de şu âna kadar yapılan operasyonların hemen hemen hepsinde, birtakım güçler, tam olarak yeşil ışık yakmamışlardı. Belki sarı, kimi zaman kırmızı ışık vardı. Yapılan operasyonların hepsi, diğerlerinin tam ‘olur’uyla olmamıştı. Dolayısıyla şu hâliyle bakıldığı zaman, bu sefer de –ama ayrı ayrı gerekçelerle– ne Rusya’dan ne İran’dan ne de ABD’den bir “olur” gözükmüyor. Ama sürekli olarak da gündemde. En son, Cumhurbaşkanı Sözcüsü İbrahim Kalın ve Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu bunu iyice vurguladılar. “İstediğimiz zaman gireriz, kimse bize engel olamaz. İzin alacak hâlimiz yok” dediler. 

Bu operasyonun iç politikayla doğrudan bir alâkası var tabii. “Seçime kadar olan süreçte iktidar ne yapabilir?” sorusunda ilk akla gelenlerden birisi bu. Ama açıkçası böyle bir operasyonun seçimlere ne kadar etkisi olacağı tartışılır. Biliyorsun, önceki operasyonların ardından yapılan kamuoyu araştırmalarında, ilk aşamada desteğin arttığı, ama diyelim ki iki hafta, bir ay sonra insanların yeniden normal gündeme döndüğü görülüyor. Ne dersin? Operasyon olur mu? Bana, Erdoğan bütün îtirazlara rağmen bir şekilde bu operasyonu yapacakmış gibi geliyor. Hattâ bugün birisinin –şimdi kim olduğunu hatırlayamadım, kusura bakmasın– akıl yürütmesini gördüm: Putin Erdoğan’a, İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyeliğini yavaşlatması karşılığında, Suriye Operasyonu’nda yeşil ışık yakabileceği gibi, bir şeyler söylemiş. Tabii bu spekülatif de olabilir. Biliyorsun, Erdoğan ve Putin yakında Soçi’de tekrar görüşecekler. Erdoğan’ın elinde hâlâ pazarlık konuları var tabii, onu da biliyoruz. Sanki bir şekilde bu operasyon olacakmış gibi geliyor bana; ama tabii bunun zamanlaması, kapsamı, süresi ayrı ayrı önemli. Ama şunu da açıkçası soruyorum: Suriye konusu, Türkiye’de kamuoyunun gündeminde Türkiye’deki Suriyeliler üzerinden var, öyle değil mi? Suriye’de olup bitenler üzerinden bir güvenlik tehdidi, Suriye kaynaklı terör saldırıları gibi şeyler pek yaşanmıyor. Tabii ki Türk Silâhlı Kuvvetleri’nin birtakım stratejik hesapları olabilir, o ayrı; ama kamuoyunun gündeminde olan bir husus değil. Önce bunu kamuoyunun gündemine taşıyacaksın ya da ‘oldubitti’’ yapılacak. Bunu yapacaklarını düşünüyorum, ama iç politikada umdukları gibi bir etki yaratacağından açıkçası şüpheliyim. 

Kemal Can: Söylediğin doğru. Bu tür hamleler, destek artırma anlamında iç politikada çok büyük, çok kalıcı etkiler yaratmıyor. Yaratsa bile, bu çok kalıcı olmuyor. Ama tabii bu, yapılacak operasyon ve onun “pazarlanması”na bağlı. Çünkü ben son operasyon titrinin, büyük ölçüde, mülteci meselesini de bir biçimde içine alacak, onunla ilgili sanki bir çözüm perspektifi de açıyormuş havasıyla birlikte düşünüldüğünü sanıyorum. Böyle işâretler de var. Hattâ Erdoğan birkaç kere, Suriye’de bir bölge oluşturulacağını ve 250 bin briket ev yapılacağını söyledi. Yine Batı’yla ve Rusya’yla olan temaslarda, bunun zemininin arandığına ilişkin birtakım kulisler de yayıldı.

Fakat ben, operasyonla ilgili meselenin, sâdece operasyon yapıp oradan bir zafer havası üreterek bir oy desteği kazanmakla sınırlı olmadığını düşünüyorum. Bu operasyonun, HDP’nin kapatılması dâvâsından, Kürt meselesi üzerinden tekrar gerilim yaratmak ve muhâlefeti bozma stratejileriyle bağlanabileceğini düşünüyorum. Sâdece, “Bakın, biz operasyon yaptık. Operasyonda da başarılı olduk. Şunları yaptık, bunları yaptık. Bunun sâyesinde de bize oy geldi” hesâbıyla değil; bu operasyonun, Türkiye’nin iç politikasına sâdece bir dış operasyon olarak katılmayacağını, burada devamı olan ayaklarla birlikte düşünüldüğünü tahmin ediyorum. 

Dış politika benim uzmanlık alanım değil. Ama bu kırmızı ışık-yeşil ışık meselesinde Erdoğan, pek çok kez yeşil ışık alamadı ama kırmızı ışık yakılmasını engelleyerek birtakım hamleler yapabildi. Senin de söylediğin gibi hâlâ birtakım pazarlık imkânlarını kullanıyor. Dolayısıyla, pek çok zeminde ‘’sınırlı izinler’’ alarak çok bir şey yapıyormuş havasında bazı adımlar atabilir. Ben bunun olmayacağını düşünmüyorum. Ama iç politikaya bunun faydasından çok, asıl olarak, HDP’nin kapatma davasıyla ya da Kürt meselesinin Türkiye’de önemli bir gerilim hadisesine dönüşmesiyle ilgili bozucu etkisinin olacağını düşünüyorum. Asıl etkinin de, iç politikada yeni bir olağanüstülük ve yeni bir gerilim üretmek olduğunu düşünüyorum. 

Çünkü tam senin söylediğin gibi, bir süredir anketlerde de göründüğü üzere, güvenlik meseleleri aslında sıralamanın çok gerisinde. Vatandaşın, ortalama seçmenin ilgi gösterdiği ya da duyarlılık gösterdiği meseleler sıralamasında neredeyse hiç yok. Yine söylediğin gibi, bir zamanlar çok gürültüsü yapılmıştı: “Suriye’de PYD-YPG var, Türkiye karşıtı böyle şeyler yapılıyor. Orada bir Kürt devleti kurulmak isteniyor” deniyordu. Ama o gündem de çok yüksek bir gündem değil. O gündem kamuoyunda çok canlı değil. Ama bunlar, bu operasyonla birlikte yeniden kullanışlı bir canlılığa çevrilebilir. Bu ihtimal dâhilinde. Çünkü Erdoğan’ın, her vesîleyi bu tür çatlaklar için kullandığını görüyoruz. Meselâ son olarak, Meclis’teki olağanüstü toplantıda, sağlıkta şiddet meselesinin içerisine fezleke sokup, CHP’nin de, HDP’yle bu konuda istişâre etmeden yürümesinden kaynaklı tuhaf bir durum ortaya çıktı. Benzer bir durumda, bir operasyon ihtimâlinde, muhâlefeti pek çok açıdan sıkıştırabilecek sonuçlar ortaya çıkartabilir. İşin bu cephesine de bakmak lâzım. “Orada ne yapabilir?” değil, “Orada yaptığını buraya nasıl taşır?” meselesi de bu operasyonda önemli olacak.

Ruşen Çakır: Bir de, çok fazla dikkat çekmiyor ama, sanki bir anlamda Öcalan-İmralı-Kandil’i seçim öncesi devreye sokma ihtimâli de konuşuluyor. Suriye, o konuda da düşünülmesi gereken bir husus. Çok konuşulmuyor, ama çok hassas bir konu. En büyük tehditlerden biri. Yani Suriye üzerinden bir pazarlık pekâlâ söz konusu olabilir. Çünkü Kandil’in Suriye’de çok ciddî bir yatırımı var ve o yatırımı korumak isteyecektir. Bunun bir pazarlığı da pekâlâ olabilir. Tabii bunlar çok karışık işler. 

Bu hafta çok fazla bir şey olmadı Kemal. Biz de çok uzatmayalım, noktayı koyalım. İzleyicilerimize de teşekkür edelim. Haftaya tekrar buluşmak üzere. İyi günler. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.