Kemal Can ve Ruşen Çakır ile Haftaya Bakış (129): Gülşen olayı | Kılıçdaroğlu’nun tefeci çıkışı | Adaylık tartışmaları

Şarkıcı Gülşen, imam hatiplere yönelik sözleri nedeniyle tutuklandı.

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, 24 Ağustos’ta yayınladığı video mesajda faiz oranları hakkında açıklamalarda bulundu. Vatandaşların bankalara olan borçlarının faizler arttıkça varlık şirketlerine verildiğini belirten Kılıçdaroğlu, bu şirketleri “tefeci” olarak niteledi ve vatandaşlara şöyle seslendi: “Sakın ödemeyin, seçimden sonra onlarla ben konuşacağım.”

Muhalefetin adayının kim olacağı siyasetin gündeminde.

Kemal Can ve Ruşen Çakır, Haftaya Bakış’ta yorumladı.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Haftaya Bakış”la karşınızdayız. Kemal Can’la birlikte yine haftanın öne çıkan olaylarını konuşacağız. Kemal, merhaba.

Kemal Can: Merhaba Ruşen.

Ruşen Çakır: Bu haftanın en önemli gelişmesi Gülşen olayıydı. İktidârın birdenbire yarattığı bir gündem ve şarkıcının tutuklanmasıyla şimdilik durdu gibi. Ama daha da süreceğe benziyor. Medyascope‘un sosyal medya hesâbında arkadaşlarımız bir anket yaptılar. “Gülşen’in tutuklanması doğru mu?” sorusu için üç seçenek belirtildi: 1) “evet”; 2) “hayır”; 3) “hayır ama…” “Evet” diyenlerle çok bir meselem yok, o ayrı; ancak “Hayır ama…” diyenler hakîkaten yanlış yapıyorlar. Tutuklu yargılanması yanlış — zâten yargılanması yanlış. Söylediği şeyler insanları rahatsız edebilir, belli kesimleri rahatsız edebilir, bundan dolayı rencîde olmuş olanlar da olabilir; ama sonuçta, düşünce özgürlüğü, ifâde özgürlüğü diye bir şey var. Üstüne üstlük, kendisi de zâten yaptığının yanlış olduğunu, bir dost ortamında edilen lâflar olduğunu ve kullanıldığını söylüyor. Kutuplaşmaya hizmet ettirildiğini söylüyor ve bu anlamda da sorumluluğunu görüp özür diliyor. Açıkçası benim çok bildiğim bir kişi değildi. Daha önceki haberlerden dolayı biliyorum. Özellikle LGBT-İ konusunda gösterdiği duruş ve saldırılara rağmen geri adım atmamasını takdir etmiştim. Açıkçası müziğini bilmiyorum, sen biliyor musun?

Kemal Can: Yok. Takip ettiğim, dinlediğim birisi değil. 

Ruşen Çakır: Sen söyledin, yayına girmeden önce ona bir bakalım: Herhalde şu âna kadar önemli kişilerden görüş belirtenlerin en çarpıcısı Tarkan, değil mi? 

Kemal Can: En popüler isimlerden biri.

Ruşen Çakır: Tarkan’ın duruşu çok açık ve net: Adâlet sisteminin ikiyüzlülüğü ve çarpıklığı. Olay aslında bu. Kadına yönelik o kadar şiddet var, başka şeyler var, toplumun belli kesimlerine aşağılayıcı davranışlar var. Televizyon ekranlarına çıkıp kendileri gibi düşünmeyenleri kesme hesapları yapan ve bunları gülerek anlatanlar var. “Namaz kılmayanlar öldürülsün” diyen var. Var oğlu var… Böyle bir ortamda zâten iktidârın daha önce kara listesine girdiği belli olan bir kadına –kadın olmasının da hiç rastlantı olduğunu düşünmüyorum–, önce hızlı bir linç kampanyası yapılması ve ardından tutuklanması ve verilen tepkilerin büyük bir kısmının, “Yanlış yaptı ama…” demesi söz konusu. Sonuçta burada tartışılacak olayın, onun söyledikleri olması kadar abes bir şey olamaz bence. Ne dersin? 

Kemal Can: Gündem, tutuklamayla oluşmuş bir gündem gibi; ama epeydir devam eden gündemin bir parçası aslında. Hatırlarsan burada da çok kez konuştuk: “Gündem değiştirme” mevzûlarıyla gündeme gelen, ama aslında gündemin bu olduğu ve uzun bir zamandır içinde yaşadığımız bir gündem. Bunun bir ayağı Sezen Aksu’nun bilmem kaç sene önce yazdığı şarkının sözü oluyor, bir gün bir festival oluyor, ertesi gün senin söylediğin gibi bir vaazda edilen bir lâf oluyor. Bir ayağı, yeni mezun jandarma subayların mezûniyet töreninde abdest ve Âyete’l-kürsî lâfları oluyor, bir gün Gülşen’in söylediği söz oluyor. Ama ben, Gülşen’in bir şey söylediği için tutuklanmadığını herkesin bildiğini düşünüyorum. Şu anda yaşanan şey, birinin söylediği bir sözden dolayı olmuş bir şey değil. Meselâ şimdi çok konuşuluyor ya: Tepkilerden bahsediliyor. Aslında bu da doğru bir şey değil. “Gülşen, Nisan ayında kapalı bir ortamda, tanıdığı birine bir şey söyledi ve onun üzerine de toplum infial hâlinde tepkiler verdi” gibi bir şey yok. Bir kere böyle bir yalan var. Devletin, toplumda yükselen tepkiye cevâben olaya müdâhale etmesi ya da siyâsîlerin devreye girmesi gibi bir şey yok. Ortada bir tepki yok. Ortada örgütlenmeye çalışılan bir şey var.

Ruşen Çakır: Bu konuda bir örnek vereceğim. Samsun’da Atatürk Anıtı’na yönelik bir saldırı yapılmıştı. Orada hakîkaten bir tepki vardı. İnsanlar gittiler, nöbet tuttular. O, somut bir şeydi. Sonunda ne çıktı bilmiyorum ama… Meselâ burada, tutuklanma gerekçesi olarak, “Şüphelinin bu konuşmasına ilişkin video kaydının, birçok hesap ve grup tarafından olumsuz yorumlar ile birçok defa paylaşıldığına…”diye belirtilmiş. 

Kemal Can: Sezen Aksu hikâyesinde de gördük, bu olayda da gördük. Olay geçtiğimiz Nisan ayında gerçekleşiyor. “Gülşen televizyona çıkıyor, kamuya açık olarak bir şey söylüyor ve onun üzerine bir infial oluyor” gibi bir durum ortada yok. Dolayısıyla, “Bir şey oldu da ondan bir gündem doğdu” şeklinde durumu tespit etmek tamâmen yanlış. Tabii ki bu insanın, söylediği bir söz üzerine tutuklanması, elbette öncelikli olarak ifâde özgürlüğü kapsamında ve o başlığın altında konuşulması gereken bir şeydir. Ama bunun biraz daha saçaklı bir mevzû olduğunu görmemiz lâzım. 

Senin söylediğin “ama”lar var ya; pek çok siyâsî, “ama” kelimesini öne, bâzen de arkasına koyarak, önce söz söyleme mecbûriyetine uyarak, “Tabii ki kabul edilemez, kınamamız lâzım” dediler. Çünkü asıl olarak baskının kendisini gerçekleştirdiği durum, söz söyleme mecbûriyetini yaratabilmesidir. Dolayısıyla baskı, Gülşen’i hapse atmak değil; asıl baskı, herkese, Gülşen’in bu söylediğinin kınanması ve cezâlandırılması gereken bir şey olduğunu söyletmektir. 

Kültürel hegemonya kurmak hep tartışılıyor. “Bunlar kültürel hegemonya kuramaz” diyen bir sürü insanın, “Ama tabiî bu da kabul edilemez” cümlesiyle başlaması, bir hegemonya biçiminin kabulüdür. Dolayısıyla Tarkan’ın amasız fakatsız buna karşı çıkmanın gerekli olduğunu söylemesi, siyâsîler açısından meselenin hâlâ çok algılanmamış olduğunu gösteren çok çarpıcı bir şey bence. Bu konunun birçok veçhesi konuşuldu, birçok insan da bunları konuştuğu için ben biraz daha konuşulmayan taraflarına değinmek istiyorum. “Rencîde oldum, kırıldım, incindim, değerlerime saldırıldı” meselesinin sübjektifliği artık o kadar zıvanadan çıkmış durumda ki… İmam-hatipler Milli Eğitim’e bağlı çeşitli meslek okullarından biri. Bunun kudsiyeti nereden geliyor? Kur’an’da mı geçiyor? Bir hadiste mi bahis var? İmam-hatip diye bir İslâmî değer nereden geliyor?

Ruşen Çakır: Onların demeye çalıştığı, buraya muhâfazakâr âilelerin çocuklarını yolladığı…

Kemal Can: Ama o zaman kıyaslamanın bir anlamı oluyor: Sabahtan akşama kadar gay’lere, laiklere, şuna buna her türlü hakareti ederken herhangi bir değerle bir meselen olmuyor. Bir yeri kutuplaştırmak, bir yeri rencîde etmek, bir yeri incitmekle ilgili bir meselen olmuyor. “Affedersin Ermeni” diyebiliyorsun. Bilmem kaç milyon insanın katıldığı gösteriye katılanların hepsine birden “sürtük” diyorsun. Eline mikrofon alıp câmide dil kopartmaktan bahsediyorsun. Yine başka birileri eline mikrofon alıp, namaz kılmayanı dövmekten bahsediyor. Bunların hiçbirinin değerlerle ilgili bir tarafı yok, hiç kimseyi rencîde etmiyor, hiç kimseyi incitmiyor. Belirli bir cinsel tercîhi, sabahtan akşama kadar sapıklık diye târif ediyorsun, bunu böyle târif etmenin mecbûriyetini dayatmaya çalışıyorsun. Çeşitli kanallarda dizilerden, bilmem nelerden bunları ayıklamaya çalışıyorsun ve ayıklıyorsun. Bu, değerlerle ilgili bir mesele olmuyor. Sonuçta muhâfazakâr âilelerin çocuklarını gönderdiği bir okul neden kutsal değer hâline geliyor?

Ruşen Çakır: Çünkü, ötekiler gayri kutsal olunca bunlar da kutsal oluyor işte.

Kemal Can: Bu hesâba göre, mesele toplumun bir kesimini incitmekse, sabahtan akşama kadar tribünlerde çeşitli câmialar çeşitli câmialara çok ağır hakaretlerde bulunuyorlar. Dolayısıyla bu sübjektiviteyle, insanlar birbirlerine karşı suçlayıcı şeyleri, etiketlemeleri kolayca kullanabiliyorlar. Ama geldiğimiz aşama başka bir aşama: Buna yargının doğrudan taraf olarak dâhil olması. Yani Tarkan’ın mesajında söz ettiği ikiyüzlülüğün, toplumun ikiyüzlülüğünden çıkıp, devletin taraf olduğu bir ikiyüzlülüğe dönüşmesi. “Benim değerime lâf edildi” diyor. Hatırlayalım: Sezen Aksu meselesinde de Adem’e lâf söylenmesi değil miydi mesele? 

Ruşen Çakır: Lâf da lâf olsa… Ben de şuna dikkat çekeyim: Orada kullanılan yöntem, bilmem kaç ay önce söylenmiş, kapalı olduğu varsayılan bir ortamda edilmiş bir lâf. Bunun üzerinden büyük bir kampanya örgütleyip sistemi tahkim etmek, değil mi? Eskiden öyle diyorduk. Krizi en azından erteletmek, insanları oyalamak… Bu neyi hatırlatıyor? Bugün sabah toplantıda arkadaşlarla konuşurken, AKP’nin kuruluş döneminden bahsettim. Seninle de yayına girmeden önce konuştuğumuz gibi, ortalıkta kasetler vardı. Bir tânesi dedi ki: “Ben o sırada ilkokula gidiyordum”. Tabiî gençlerle çalışmanın böyle bir şeyi var. Gençler bunu bilmez. O dönemlerde Türkiye’de bu kasetleri Erdoğan’ı engellemek isteyenler kullanırdı. Diyelim ki Erdoğan’ın 1992’de yaptığı konuşmaları alıp, “Bu kişi siyâsî parti başkanı olamaz, siyâset yapamaz” derlerdi. Sabih Kanadoğlu hemen Anayasa Mahkemesi’ne başvuruyordu. O dönemlerdeki olayların bir başka versiyonunu yaşıyoruz şimdi. İktidar sâhipleri, iktidarlarının tehlikede olduğunu gördüğü zaman, hemen bu tür şeylere başvuruluyordu — ki o dönem bu, olayın doğrudan muhâtapları üzerinden yapılıyordu. Erdoğan’ın gelmesini engellemek için Erdoğan kaseti kullanılıyordu. Şimdi, o dönemdeki olayın bir başka versiyonunu yaşıyoruz. Meselâ şimdi, Kılıçdaroğlu’nun veya muhâlefetin seçilmesini engellemek için, muhâlefetle ilişkisinin olup olmadığını bile bilmediğimiz, olsa bile çok bir anlamı olmayan bir şarkıcı üzerinden bu yapılıyor — aynı kafa. Bütün hikâye iktidârı muhâfaza etmek. Muhâfaza ederken de ne yapmaya çalışıyorsun? Eskiden büyük medya bunu yapıyordu: Kanal D, ATV yayınlıyordu. Şimdi sosyal medya üzerinden bunu sürerek oradan bir kamuoyu oluşturmaya çalışıyorsun. Aslında oluşmuş bir kamuoyu da yok Kemal.

Kemal Can: Şimdi de dediğin gibi anaakım kanallar var.

Ruşen Çakır: Ama oradan bir kamuoyu oluşmuyor. Orada oluşmuyor. 

Kemal Can: Fark etmiyor. Geçenlerde de konuştuk, kamuoyunda bunu köpürtecek operasyon elemanlarına söz temin etmek için medya aracılığı kullanılıyor. 

Ruşen Çakır: Tamam, eyvallah. Şunu söylemeye çalışıyorum: Sosyal medyanın olmadığı zamandaki büyük medyanın, bir şeyleri değiştirebilme, etkileyebilme katsayısı bugün yok. Bugün o, daha çok sosyal medyada var. Ama “Yaptığı ayıp, ama tutuklanmaması lâzımdı” gibi birbirinin benzeri tepkilerin çok anlamlı olduğunu düşünmüyorum. İnsanların, “Bu kadın da ne yapmış, hepimizi birden aşağılıyor” gibi bir hassâsiyete kapıldığını hiç sanmıyorum. O, zâten öyle bir mesele değil.

Kemal Can: Değil zâten. Sözün de bir önemi yok. Aslında biliyoruz ki, Gülşen meselesi yeni bir mesele değil. Kıyâfetinden, LGBT bayrağından devam eden bir süreç. Ona yöneltilen birtakım suçlamalar ve onun verdiği birtakım cevaplar üzerinden giden bir şey bugün buraya vardı. Bu görüntü bulundu, bu görüntünün üzerine bir şey inşâ edildi, oradan tutuklama çıkartıldı. Bu serideki asıl mesele Gülşen’in ne söylediği değil. Bu serideki asıl mesele, Gülşen’in, kendisine parmak sallayıp bir şey yapması konusunda yapılan tazyike ters karşılık vererek devam etmesi. Bu, her yerde gördüğümüz bir şey. Canan Kaftancıoğlu’nda da gördüğümüz bir şey, Gezi Dâvâsı’nda da gördüğümüz bir şey, kadınların 8 Mart’ında gördüğümüz bir şey, Cumartesi Anneleri’nin her cumartesi yaşadıklarında gördüğümüz bir şey. Biraz önce söylediğim söz söyleme mecbûriyetini ya da onun dayattığı sınırlara uyma mecbûriyetini zorlayan herkese “haddini” bildiriyorlar. Hani hep “haddini aşan” diye kullanılıyor ya. Aslında o haddini aşma meselesi, “Bizim çizdiğimiz çiti aşan” anlamına gelen bir şey. “Had” dedikleri o. Dolayısıyla mesele, o insanın haddi değil. Mesele, o insana bu cezâyı uygulama talîmatını verenin çizdiği çit. O çiti zorlayan, o çite uymayan, o çiti aşmayı deneyen, fazlasını söyleyen herkes bu tehdidin altında. Aslında yapılmak istenen şey bir cezâlandırma ve aynı zamanda ibret. Onu cezâlandırarak herkese bir şey söyleniyor. Dolayısıyla Gülşen’in tutuklanması, aslında sâdece Gülşen’e verilen bir cezâdan ibâret değil.

Fikir özgürlüğü meselesine başta biraz değindin. Fikir özgürlüğü, had sınırları içerisinde konuşma müsaadesi gibi bir şey değil. Fikir özgürlüğü, o had sınırlarını aşan şeyleri söyleyebilme özgürlüğünü ifâde eden bir hak. Yoksa birilerinin çizdiği had sınırları içerisinde konuşma müsaadesine fikir özgürlüğü demiyoruz. Fikir özgürlüğü böyle bir şey. 

İşin bir başka tarafı, buradaki yargının ve devletin fonksiyonu meselesi. Belki insanlara önemsiz gibi gelecek ama, burada bir detaya dikkat çekmek istiyorum: Tutuklanma meselesi. Tutuklanma, aslında Cezâ Kanunu’nda da bir cezâlandırma biçimi değil. Tutuklama, idârî yargılama sürecinin içerisindeki tedbirlerden biri. Çeşitli zamanlarda başka başka kesimler – bâzen şimdi bu cezâya tepki gösteren insanlar da– olur olmaz, “O tutuklansın, bu tutuklansın” diye hashtag‘ler açıyordu. Tutuklanma talebi, bir talep değildir. Yani insanların, birinin yaptığından sorumlu olarak cezâlandırılması talebini ifâde etmelerinin dili olmamalıdır. Bunun talebi yargılanmadır. Onun için, insanları her ota çöpe, “O tutuklansın, bu tutuklansın” derken, bir dakika düşünmesi lâzım. O kıyaslar yanlış olduğu için söylemiyorum. Tarkan’ın ve birçok insanın açıklamasında olduğu gibi, bir sürü doğrudan tutuklamayı ve tutuklu yargılamayı hak eden, daha ciddî cezâları hak eden pek çok insan bu işleme uğramazken, bunun yapılması gibi bir kıyas anlamlı. Ama bu iktidar, tutuklama lâfını bu kadar harcıâlem bir meşrû cezâlandırma yöntemi hâline getirdi. Bunu kabullenerek, “Ama o zaman onlara da yap” demek anlamsız bir şey. 

Ruşen Çakır: Bunun çığırını Ergenekon sürecinde Fethullahçılar başlatmıştı.

Kemal Can: Tutuklama, iktidar tarafından meşrû bir cezâlandırma talebi hâline getirildi. Ben sâdece şunu söylüyorum: Herkesin de bu meşrûiyeti dolaylı olarak olumlayan bir tutum almaması gerekiyor. Tutuklama çok özel bir durum.

Ruşen Çakır: Gülşen’in verdiği ifâdede, “Bana bağımlı olan çocuğum var. İstediğiniz zaman gelirim, beni tutuklamayın” diyor. Ben çocuğu olduğunu bilmiyordum. Bu vesîleyle öğrendim. Tam bir acımasızlık.

Kemal Can: Zâten tutuklamanın gerekçeleri arasında, ya delilleri karartacak ya kaçma şüphesi olacak. Delilleri karartma diye bir şey yok. Zâten suç olmayan, delil diye ortaya attığınız şey, sizin ele geçirdiğiniz bir görüntü. Saklanacak başka bir delil yok. Delil diye ortaya koyduğunuz tek şey de, söylenmiş bir söz. Ayrıca, velev ki soruşturmanın açıldığı cezâ maddesinden herhangi bir cezâ alsa bile, bu, yatarı olacak bir cezâ değil.

Ruşen Çakır: Bunu gazeteci arkadaşımız Sedef Kabaş’a da yaptılar. Aldılar, gözdağı verdiler. Belli bir yerden sonra târih oldu. Umarım en kısa zamanda Gülşen de çıkar, âilesine kavuşur. 

İbret deyince, daha önce bir yayında anlatmıştım ama onu bir daha anlatayım, ikinci baskı olsun: 12 Eylül’de, Metris Cezâevi’nde yatarken, gardiyanlar operasyon yaptığı zaman bütün koğuşu dövüyordu. Operasyon bittikten sonra herkes birbirinin yarasını sarıyordu. Sonra, bir subay değişti. Ondan sonra koğuşa gelip bir kişi çıkartıp onu kapının önünde dövmeye başladılar. Düşün… On tâne asker geliyor, ellerinde copla on beş kişiyi dövüyor. On tane asker ve gardiyan, dışarıda bir kişiyi dövüyor. Hattâ, hiç unutmuyorum, ilkinde biz sonlarda bir yerdeydik. Döve döve geliyorlar. Öyle sesler çıkıyordu ki, Allah bir daha öyle sesler duyurmasın. İdâre numara yapıyor sanıyorsun, insandan böyle bir ses çıkmaz. Sonra kendin çıkarınca, anlıyorsun ki hakîkaten çıkıyor. 

Oradaki hikâye şuydu: O zaman öyle akıl etmiştim ve hâlâ öyle düşünüyorum. Bu kolektif bir cezâlandırma değil, bireysel bir cezâlandırma. Sen, orada dışarıya çıkarılan kişi olarak ibret oluyorsun ve içerideki insana diyorlar ki: “Bak, bir gün seni de böyle tek alabiliriz”. Herkesin toplam yediği copu bir kişi yiyor. 

Kemal Can: “El ile gelen düğün bayram” hikâyesi… Aynı şeyi iktidar ekonomi için yapıyor. “Bütün dünyada aynı sorun var, hepimiz aynı sorunla uğraşıyoruz” diyor. Sanki herkes aynı sorunu yaşadığı zaman sorun hafifliyormuş gibi… Ama tekil olarak, seçilerek, hattâ mümkünse en mâsum, en az hak eden, en beklenmedik kişi olursa, bunun şiddeti ve etkisi daha fazla oluyor. “Ona dokunmazlar” diye düşündüğüm birine dokundukları zaman, “Bana neler yapmazlar?” diye düşünmeye başlıyorsun. İbret, biraz böyle gelişen bir şey. 

Bu meseleyi kapatmadan önce şu iki noktaya da temas edeyim: Bu, “Ama, fakat” kadar önemli bir şey. Gündem değiştirme meselesini ve konsolidasyonu defâlarca burada konuştuk. Geldi, tekrar burada da önümüze düştü. Allah’ınızı severseniz, bir adam sabah evinden çıkıyor, cebinde üç kuruş parası yok. Belki işi de yok. Bütün gün iş arıyor ya da işinde çalışıyor, kazandığı parayla evine, bundan önce alabildiğinin dörtte biri kadar şey getiriyor. Çocuklarının karşısında mahcup. Böyle bir gündemle yaşıyor. Yarından emin değil. Bir sürü genç insan, parasızlık yüzünden okulunu bitirip bitiremeyeceklerinden tereddüt içerisinde. Bunu yanlarına gelen siyâsetçilere anlatıyorlar. Ne oluyor? Sonra televizyonlarda, sosyal medyada bir şey oluyor; birdenbire bu adam akşam eve gelince, “Ya, bunlar boş şeylermiş, ben bunları niye düşünüyormuşum? Bak, aslında Gülşen imam-hatibe lâf etmiş, benim de teyzemin oğlu imam-hatipteydi. Çok sinirlendim” deyip, bununla mı ilgilenmeye başlıyor? Böyle bir gündem kurulması var mı? İnsanlar, yaşadıkları sorunları unutup önlerine atılan şeyleri konuşmaya başlayan tuhaf yaratıklar mı? 

Gündem böyle değiştirilen bir şey değil. En başta konuştuğumuz gibi, bu gündem değiştirme değil. Gündem kurmak. Gündem kurmak da, “Bir şey konuşulmasın” diye başka bir şeyi onun yerine ikame etmek değil. O baskıyı, o konuşma mecbûriyetini, “Aslında bilmem ne…” deme mecbûriyetini ya da birine lâf söyleyemez hâle gelmeyi sağlayan şey. Dolayısıyla bunun kendisi bir gündem ve senelerdir devam eden bir gündem. Sezen Aksu olduğunda, “Gündem değiştirme”, bilmem ne olduğunda “Gündem değiştirme” diyorlar. 

Ruşen Çakır: Senin adam örneğinde bakarsak, şu fonksiyonu var: Diyelim ki erkek çalışıyor, karısı evde çalışmıyor. Çocukları var ve yaşananlardan sürekli rahatsızlık hissediyor. Eve de bunu yansıtıyor. Ama Gülşen’in başına ya da Sezen Aksu’nun başına bir şey geliyor, karısı, “Bey, sağda solda çok böyle konuşma. Bak, koca Sezen Aksu’nun başına ne gelmiş!” diyor.

Kemal Can: O zaman gündem değişmiyor. Mevcut gündemin siyâsallaşmasının yönü değişiyor.

Ruşen Çakır: Tabiî.

Kemal Can: Dolayısıyla bunların hepsi gündem ve bunlar her sefer önemsiz görülüyor. Sanki gündem değiştirme, “Bu önemsiz bir olay, bunu geçelim” gibi bir şey. “Gündem değiştirme” cümlesi, siyâsîlerin ağzında böyle işliyor. Buna takılmayalım, bunu geçelim, diğer işlerimize bakalım. Ama bu “geçelim”lerin hepsi, aslında silsile hâlinde bir şey ifâde ediyor. Dolayısıyla gündem değiştirme meselesi, yani herkesin çok net reaksiyon vermesi gereken meseleleri önemsizleştiren bir kalıp olarak kullanılması, en az “ama, fakat” kadar tehlikeli ve yanlış bir şey.

Ruşen Çakır: Peki Kılıçdaroğlu Çarşamba günkü yaptığı videoyla niye gündemi değiştirmeye çalışıyor? Hadi, konuyu değiştirelim. Video çok ilginç. Ben bambaşka bir şekilde izledim. Tabiî orada, tefecilik vurgusu, “Bu borçları ödemeyin” vurgusu ve hemen ardından Bakan Nebati’nin, “Biz zâten bu konuda açıklama yapıyoruz” demesi, Sabah gazetesinin manşeti değiştirmesi… İş, birden esrarengiz bir hal aldı. Dün Levent Gültekin’le yaptığımız yayında Levent, “Bir ihtimal, Kılıçdaroğlu bu düzenlemenin içeriden bilgisini alıp önünü kesmek için yaptı, bu doğru değil” dedi. Bence böyle bir şey yaptıysa çok akıllıca. 

Kemal Can: Niye doğru değilmiş?

Ruşen Çakır: “Muhâlefetin böyle şeyler yapmasına gerek yok. Ayıp” dedi. Bence sakıncası yok. Ama oradaki şu vurguyu önemsedim ve bu hafta da onu yazacağım: Kılıçdaroğlu belli ki kendi adaylığını engellemek isteyen çevrelerin sâdece Saray olmadığını, Erdoğan olmadığını söylüyor ve hedef büyütüyor. Hani muhâlefet, “Erdoğan gidecek, her şey düzelecek” derdi ya. Ama Kılıçdaroğlu diyor ki: “Bakın, ülke batarken, insanlar yoksullaşırken, %400 kâr eden bankalar var, birileri kâr ediyor. Bunların borçlarını tahsil etmek için kurulmuş olan varlık yönetim şirketleri…” Bunlar tefeciler, hangi yöntemlerle ve nasıl alıyorlar, ayrı bir konu. Bir zamanların çek-senet mafyası vardı, biliyorsun. Onun daha çağdaş versiyonları galiba.

Kemal Can: Onun yasal versiyonları.

Ruşen Çakır: Bu arada da diyor ki: “Troller sâdece sarayın trolleri değil. Sermâye derneklerinin de trolleri var.” Kendisini istemeyen ya da muhâlefetin kazanmasını istemeyen, ama kendi adaylığını da istemeyen bir yapıdan bahsetti. Kılıçdaroğlu’nun, “Tefecilere paranızı ödemeyin” çıkışı, Bakan Nebati’nin cevâbı ve iktidârın hızlı tepkileriyle, “Zâten biz onu kaldırıyorduk, yeni düzenleme getiriyorduk”a döndü. Ondan sonra Kılıçdaroğlu, “Hadi şimdi öğretmenlerle EYT’lileri halledin” diye devam etti. Ama bence o örtük mesajları daha anlamlı. Bizim Çarşamba günü “Adını Koyalım“da da tartıştığımız Mansur Yavaş meselesinin çok ciddî şekilde gündemde dolaşması…

Bir yayınımda da tam böyle söyledim: Tam anlayamadığım, tam çözemediğim, ama çok ciddî bir iktidar savaşı yaşanıyor. Yani “Her şeyi biliyorum” gibi bir iddiam yok. Kim kimi nasıl kontrol ediyor bilmiyorum. Akıl yürütüyorum. Ama görünenin ötesinde ciddî bir köşe kapmaca, belki saf değiştirmece ya da saf değiştirme çağrıları var. Erdoğan, muhâlefet blokunu çatlatmak istiyor — bunu zâten biliyoruz. Ama öteki tarafta muhâlefet de, belki iktidar blokunu çatlatmak istiyor. Bu sâdece Erdoğan’la Bahçeli’nin arasını açmak meselesi de değil. Bunun yansımaları gibi geldi bana. Tabiî ki tefecilik boyutunun da önemi var, ama oradan hemen sonuç aldı. Daha önce de olmuştu, biliyorsun.

Kemal Can: Evet, öğrenci kredileri konusunda. Zâten Kılıçdaroğlu bunu elektrikte yaptı, öğrenci kredilerinde, asgarî ücret konusunda yaptı. Hepsinde böyle bir hamle yapıyor, onlardan sonuç alıyor ve galiba bu, yavaş yavaş kamuoyuna da geçmeye başladı: “Kılıçdaroğlu söylüyor, iktidar yapıyor”. Gerçi bu şeyin peşine Ümit Özdağ da takılıp, mülteci meselesinde de kendisinin yaptırdığını söylüyor. Dolayısıyla iktidârı zorlayarak ona bir şey yaptırma hamlesi muhâlefette kullanılıyor. Kılıçdaroğlu bunu birkaç kez yaptı ve ben de bunun çok yanlış olduğunu düşünmüyorum. Hattâ muhâlefetin, sâdece seçimi kazanmaktan ibâret bir muhâlefet perspektifi olmayıp, iktidârın iktidarda kaldığı süre içerisinde onun yapacaklarını zorlamak, yönlendirmek ve denetlemek gibi bir görevi olduğunu düşünüyorum.

Ruşen Çakır: Bir de, bunu yaptırdığı ölçüde de kazanma şansı artıyor.

Kemal Can: Çünkü “majestelerinin muhâlefeti” mantığının gerisinde bu vardır. Temel iktidar ve muhâlefetin birlikte bir siyâsî tablo oluşturmasında, muhâlefetin iktidar üzerinde baskı yaratarak belirli konularda adım atmaya zorlaması zâten siyâsetin gereği. Onun tuhaf ve ayıp bulunan tarafının ne olduğunu çok anlamış değilim. Onu geçelim.

Senin açtığın kısma gelirsek: “Adını Koyalım” yayınlarında, “Haftaya Bakış”ta ya da yazıp çizerken söylemeye çalıştığım bir şey var: Muhâlefet ittifâkının “Sonrayı sonraya bırakalım, şimdi çok konuşmayalım. Şu anda asıl olan birlikteliği devam ettirmek olduğu için, burada farklı partiler söz konusu, geleceği çok fazla tasvir edersek burada ârıza çıkar” kabuğunun altında, senin söylediğin gibi çok sert bir mücâdele var. Ve aslında bu mücâdele, bugünün değil, tam da sonranın mücâdelesi. Bu çok açık. Bunu her aşamada görüyoruz. Bu, gerek partilerin kendi içinde, gerek partilerin birbirleriyle, gerekse bu ülkenin ve bu ülkeyle ilgilenen çeşitli güç merkezlerinin yakın ve orta vâde hesaplarıyla çok bağlantılı bir şey.

Kabaca, bugünkü iktidârın bir dış kabuğu var. İdeolojik olarak gördüğümüz, biraz önceki mevzûda konuştuğumuz; yerli, millî, mâneviyatçı, milliyetçi, dindarlaşmayı dayatan, ama bir yandan da çok eski Türkiye’nin o beka dilini ve güvenlikçi anlayışını büyük ölçüde devralmış bir ideolojik kabuk var. Bu ideolojik kabuk, sâdece iktidârın açık parti ortaklığından daha geniş bir ittifakla sıvanmış bir kabuk. Dolayısıyla muhtemel bir iktidar değişikliğinde veya iktidar değişikliği olsun ya da olmasın, yeni eşikte, Türkiye’nin yeniden iktidar kombinasyonunun nasıl şekilleneceği konusunda bunların bir hesâbı var. Dolayısıyla sâdece siyâsî partiler değil, çeşitli güç merkezleri ve odakları da bunun üzerine birtakım hamleler, zorlamalar yapıyorlar ya da birtakım engellemeler yapıyorlar.

İşin ideolojik kabukta yaşanan tarafı var. Bir de, bu kabuğun içinde gerçek iktidarlar var. Bütün bu hengâmenin içerisinde, zaman zaman bu iktidarla ideolojik olarak sorunlu bile görünse, dönen çarklardan… Hani Erdoğan’ın zaman zaman çıkıp toplantılarda, “Neden şikâyet ediyorsunuz siz?” diye azarladığı adamlar ve kadınlar, örgütler, teşkilâtlar, gruplar var ya. Bütün göstergelerde, ülke fakirleşirken, çalışanlar millî gelirden daha az pay alırken, gelir adâletsizliği büyürken, Kılıçdaroğlu’nun da biraz gönderme yaparak işâret ettiği gibi, kârlarını geometrik olarak artıran, bütün bu sorunlu gidişâtın içerisinde kaybetmemeyi başaran, hattâ daha fazla kazanmayı mümkün kılan birtakım başka odaklar var. Bunlar bâzen açık para sâhipleri, bâzen uluslararası aktörler, bâzen mafyatik çeteler, bâzen bürokratik çeteler. Daha çok imkân sağlamış ve bu ideolojik kabuktan, zaman zaman çelişkileri ve çatışmaları olsa bile bu kabuğun altında işlerini daha iyi devam ettirmiş ve yapılan büyük servet transferinden faydalanmış geniş kesimler var. Dolayısıyla bunların da birtakım hesapları var. 

Sonranın hesaplarını, sâdece siyâsî partilerin teşkilâtlarından ibâret olmayan bir tartışma olarak gördüğümüzde, Kılıçdaroğlu’nun kime mesaj verdiği, kime ne söylediği listesini biraz daha uzun görmemiz lâzım. Burada şöyle bir şey olduğunu düşünüyorum — şu anda muhâlefetin olası adaylarının üzerinde şöyle bir şekillenmenin gerçekleştiğini izliyoruz: İlkin, bu ideolojik kabuğun dayattığı, oradaki uzlaşma zemininin işâret ettiği bir seçenek var. Birileri bunu zorluyor.

Ruşen Çakır: Mansur Yavaş.

Kemal Can: Yani… Adını sen koymuş oldun. İkincisi, eski Türkiye’nin, birtakım medya patronlarının evine giden başbakanların resimlerini hatırlatan bir çevrenin, yani durum değiştiğinde kendi durumlarının çok değişmemesi üzerine hesap yapmaya başlayanların oluşturduğu bir çevrenin (iş çevresi, medya gibi) de adayı var.

Ruşen Çakır: İsim vereyim mi yine? O da, İmamoğlu. 

Kemal Can: Ya da onlarla yürüyebileceklerine işâret veren birtakım aktörler var. Bir de, bunların dışında duran ya da bunların her ikisiyle birlikte başka bir zeminde ya da başka bir masada yeniden pazarlık açmayı deneyen bir Kılıçdaroğlu faktörü var.

Ruşen Çakır: Ona ne diyorlar? “Ne İsa’ya ne Musa’ya…”

Kemal Can: Dolayısıyla buradaki mesele şu: Kılıçdaroğlu’nun birilerine savaş mı açacağı, yoksa kendisinin önünü keserek, önüne konulan bu seçeneklerden birini seçmekten başka yol bırakmayan tutum yerine, kendisini bir pazarlık aktörü olarak devam ettiren bir inatla, bir savunmayla mı devam edeceği konusunda sıkıştıran bir durum var. Dolayısıyla kaset diyeceğim… neyse, artık kaset yok, video var. Eski boomer‘lar olarak kaset diyoruz. Neyse… Onun mesajının biraz burada olduğunu düşünüyorum.

Ruşen Çakır: Pazarlık mesajı yani.

Kemal Can: Şu anda yürüyen mücâdele, pazarlık masasının oluşması ve geleceği taksim etmek değil, pazarlık masalarının kimlerden oluşacağıyla ilgili. Dolayısıyla, “Ben şunlarla pazarlık etmem, bunlarla masaya oturmam” çıkışlarının arkasında, kendisi olmadan kurulan masaların olduğunu îmâ eden, başka bir masada bir zemin kurulması… 

Ruşen Çakır: Çok şifreli konuşuyoruz.

Kemal Can: Şifreli konuşmuyoruz, şunu söylüyoruz… 

Ruşen Çakır: Söylediğin ne? Orada o var, burada bu var, Kılıçdaroğlu ortada duruyor. 

Kemal Can: Peki, öyle olsun. 

Ruşen Çakır: Evet, hadi toparlayalım. Başımız belâya girecek. Gülşen’e neler yaptılar, bize neler yapmazlar Kemal…

Kemal Can: Mesele bugünün meselesi değil, onu söylemeye çalışıyorum. Mesele, sonranın meselesi. Dolayısıyla artık bunun çâresi, Kılıçdaroğlu’nun ona buna kapalı şeyler savurması yerine, geleceğin meselesini bugün açık tartışmaya çevirmesidir. Açık siyâsetin çözebileceği bir mesele bu. Kapalı siyâset her zaman bu gerilimleri ve bu komploları kendi içinde taşımaya aday. 

Ruşen Çakır: İşi çok zor. Çünkü Türkiye’de bir dizi bâdireler atlatmış olan bir yapı söz konusu ve çok garip bir şekilde ülke yoksullaştıkça kendileri iyice gönenç içinde olan, acayip palazlanmış bir yapı. Kılıçdaroğlu’nun da söylediği gibi, insanlar yoksullaşırken birileri acayip zenginleşiyor. Dolayısıyla bunlar, kolay vazgeçilebilecek imtiyazlar değil.

Kemal Can: “Endîşeli muhâfazakârlar” var ya… şunu unutmayalım: O endîşeliler, muhâfazakârlardan ibâret değil. Başka endîşeliler, başka çok daha büyük endîşeler var.

Ruşen Çakır: Muhâfaza etmek istedikleri şey mânevî değil maddî.

Kemal Can: Dolayısıyla endîşeliler hangi masalarda, hangi zeminlerde, hangi koşullarda uzlaşacaklar ve onlar için en elverişli geçiş aktörü kim olacak? Şu anda bunun mücâdelesi sürüyor. Bu mücâdele, sâdece muhâlefetin kendi içinde değil, iktidârın da dâhil olduğu bir mücâdele.

Ruşen Çakır: Tabiî. Sonuç olarak böyle bir tarafta birisi, öteki tarafta birisi olan bir olaydan daha karışık… Bir de bunların görünmeyen temasları var. Neyse… Tekrar başladığımız yerle bitireyim: Gülşen’e yapılan, her şeyiyle yanlış. Aması, fakatı yok. İfâde özgürlüğü var. Buradan gündem belirlemek, –gündem saptırmak değil– bir gündem dayatmak ve insanları tavır alma mecbûriyetinde tutma konusunda iktidar belli ölçülerde başarılı olmuş olabilir. Ama Tarkan örneğinde gördüğümüz gibi, hâlâ dik duran insanlar var. Kaldı ki Gülşen’in başına gelenler de, daha önceki olaylarda gösterdiği dik duruşundan dolayı geldi. 

Kemal Can: Bir şey ekleyeyim: Dik durmak, birisi için bir şövalyelik yapmak değil. Herkesin, kendisi için dik durması gereken bir durumla karşı karşıyayız. Herkes kendisi için bunu yapmak zorunda. 

Ruşen Çakır: Evet. “Haftaya Bakış”ı burada noktalıyoruz. İzleyicilerimize çok teşekkür ediyoruz. Haftaya tekrar buluşmak üzere, iyi günler. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.