Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Ayşe Çavdar yazdı: Dumrul’un puslu havayı seven kurtları

Salgının başlarında eve tıkılıp kaldığımız günlerde, bugün bile devlet denince oluşan hissiyatımızın köklerini Deli Dumrul’dan yola çıkarak, aslında geriye doğru giderek Oğuz/Mete Kağan, Aşina ve Ergenekon destanlarında arayan bir dizi yapmıştım kendimce. Güncel malzememse Diriliş ve Kuruluş gibi dizilerde kotarılan devlet söylemiydi. O bağlamda Tepegöz ve Boğaç Han’ı da anmıştım ama onların aktardığı şey daha çok olamamış bir devletluluktu. İlk dört destanın en birincil ortak özelliği, kahramanların babalarının bir şekilde öldürülmesiydi. En geriden beriye doğru gelirsek ilk cinayeti oğulun bizzat işlediğini görürüz. Zira babası Mete’nin ya da Oğuz’un canına kastetmiş, bu nedenle öldürülmeyi hak etmiştir. Fakat devlet kurmaya babayı tek başına öldürmek yetmez. Bu nedenle Mete ya da Oğuz babalarını emirlerindeki orduyla birlikte katlederek, bu kurucu suça ortak olan askerleriyle karındaş değilse bile kardaş olurlar. Aşina ve Ergenekon’da babayı öldürme işi düşmanlara ihale edilmiştir. Düşman öldürdüğü için ölümlerinde meşruiyet aranmayacağı da söylenebilir ama aslında vardır bir dayanak. Tedbirsizlikleri sebep olmuştur katledilmelerine. Evlatlar, babalarını öldürme görevinden azat edilmişlerdir en nihayetinde. Deli Dumrul’da ise olabilecek en meşru ortak bulunmuştur bu işe. Dünya sevgisi evlat sevgisine galebe çalan babanın ve annenin canını Azrail alır ve Dumrul’a evdeşi olan isimsiz el kızına verir kalan ömürlerini. Bana kalırsa bu seriyi bildik Oedipus hikâyesinden ayıran bir ortak özellik daha var. Yalnız baba değil, babanın mirasında hak iddia edebilecek herkes öldürülür. Geriye kimsesiz bir yetim kalır ve devlet kurma meşruiyetini de o soyun hayatta kalan tek yetimi olmaktan alır. Mete ve Oğuz’da soyu sürdürmek ve yeniden çoğaltmak işi, babayı ve tüm kandaşlarını öldürene kalmış, o bu misyonu kendi eylemiyle devralmıştır. Bu misyonun hayatiliği dolayısıyla yasanın üzerine çıkmıştır. Ergenekon ve Aşina’da ise soyu devam ettirmek evlatların yazgısıdır çünkü onlardan başka kimse kalmamıştır geriye.

Tepegöz ve Boğaçhan da devletlû anlatılardır bana kalırsa ama bu defa başarısızlığa uğramış girişimler söz konusudur. Tepegöz, yalnızca var olarak bile obanın müşterek günahını hatırlatır. Annesi, obaya çobanlık eden birinin tecavüzüne uğramış bir peri kızıdır (oba dışından bir kadındır.) Kendilerine benzemediği için dışlarlar onu, derken Salakana Kayası’na, kendi Kafdağı Sarayı’na yerleşir ve haraca keser ahaliyi. Obanın evlatlarını, koyunlarını, her neyi varsa onu kendi suçlu soyunu kuruturcasına yer. Sonunda, aslında kendine acıdığı için, nasıl öldürüleceğine ilişkin sırrı obanın öz oğluna verir, yani bir tür intihar yolunu seçer. Boğaçhan, canına kasteden babasını öldürmek bir tarafa, onu kendisine karşı kışkırtan 40 kara kalpli yiğidin elinden kurtararak devlet olma hakkını kaybeder. Onu iyi evlat olarak biliriz. Şifasını anasının sütünün yanı sıra Hızır’dan almıştır, yiğittir, akıllıdır, edeplidir, kadir-kıymet bilir, anasının sözünden çıkmaz, gönlünü kırmaz. Ama babayı öldürmek yerine kurtaran “iyi evlat”lardan devlet de olmaz.

İlk dört destanın bir ortak özelliği de sonunda birer göçe bağlanmalarıdır. Mete ve Oğuz dünyayı keşfe/fethe çıkar, yol üstünde gördükleri kavimlere ad verir, bir bakıma onları kendi yordamlarınca devşirirler. Aşina ve Ergenekon’da önce bir mağara, ardından bir vadi evresi görülür. Bir kurdun beslediği (Aşina) ya da yol gösterdiği evlat, derin bir vadide büyür, çoğalır ve dünyaya giden yolu kendisi bulur. Dünyaya giden yolu kendisi bulan devlet olur.

Bu destanlardan yola çıkarak devlet denince kapıldığımız hissiyatın iki temel öğesi olduğu sonucuna varabiliriz. Bir kere devlet yetimlerin beka stratejisidir. Ataya, dedeye, ecdada sarılarak kurulacak bir şey olmadığı gibi, onların gölgesine edeple sığınılarak da sürdürülemez. Yani mirasyedilerden, enkaz ve mezarlık yağmacılarından devlet çıkmaz. Bir de devlet illa ki bir göçü, değişimi sevk ve idare etmekle yükümlüdür. Deli Dumrul, aralarında en geç anlatılan olduğu içindir belki de, birkaç cümleyle devletin bu saydığım fonksiyonlarını Azrail’i gönderen görklü tanrıya yakarışında dile döker: “Ulu yollar üzerine, imaretler yapayım senin için! Aç görsem doyurayım, senin için! Yalıncak görsem donatayım, senin için!” Bu kadar işte… Yolculuk edenlere iyi bakacak devlet, aç görse doyuracak, yalıncak görse donatacak. Oysa ne yapmıştı en başta Dumrul? Neyin yanlış olduğunu anladı hikâyesi boyunca? Kuru bir dere üzerine bir köprü kurup, geçenden 33, geçmeyenden döve döve 40 akçe almaya kalkışmıştı kaba gücüne güvenerek. Ne de çok benziyordu Tepegöz’e o haliyle! Ama devlet olmak bu değildi. Azrail’le imtihan edilip sınıfta kaldı, isimsiz evdeşinin himmeti ile kurtuldu. Ancak o zaman anladı ne yapması gerektiğini… Dumrul’un köprüsünün, mevcut devletin kamu-özel ortaklığıyla yapılan işlere bu kadar benzemesi karşısında halen şaşmaktayım. Bu modelin bizim memlekette bu denli tutmasının bir sebebi olabilir bu benzerlik… Neyse…

Atadedeler ya da puslu havanın kurtları

Ne zamandır aklımda uykuya yatırdığım, bu sayede eşin dostun da biraz kafasını dinlediği Dumrul bahsinin bir anda gelip tekrar böğrüme oturmasının sebebi Timur Soykan’ın geçen hafta anlattıkları. Kendilerine Atadedeler diyen bir çeteden söz etti HalkTV’de. O kadar hikâye arasında bunu atlamışım ya da bir şekilde aklımdan çıkmış. Meğer 2022 Mart’ında yakalanmışlar. Alican Uludağ’ın daha o zaman yaptığı habere göre, Selahattin Demirtaş’ın ve onlarca HDP’linin tutuklu bulunduğu Kobani davasına bakan 22’nci Ağır Ceza Mahkemesi’nin başkanlığını yaparken Hakimler ve Savcılar Kurulu tarafından görevden alınan bir hakim de var aralarında. Hem de örgütün iki numaralı kişisi olarak. Örgüte insan kazandırmak için MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin, İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun ve MİT Başkanı Hakan Fidan’ın isimlerini kullanmışlar. Bürokratik bir mekanizma oluşturmuşlar, her ülke için bir masa kurup başına da bir sorumlu koymuşlar. Organizasyon bir WhatsApp grubu üzerinden yürütülüyormuş anladığım. Kendilerine para verip derin devletin elemanı olmak üzere eğitim almak isteyenlere birer de yüzük vereceklermiş, konuşmalarını gerektirecek bir baskıyla, mesela işkenceyle karşılaştıklarında içindeki zehri içip kendilerini öldürmeleri ve kim bilir belki de birbirlerini tanıyabilmeleri için. Aman Allah’ım neler neler…

Timur Soykan’ı dinlerken önce mevzu devlet anlatılı sıradan bir dolandırıcılık hikâyesi diye düşündüm. Onlara inanan insanların Dumrulvari ruh hallerini hayal etmeye çalıştım. Nihayet ayaklarına kendi devletlerini kurma fırsatının geldiğini düşünmüş olmalılar. Eski devletin bittiği yerde başlayacaktı onların destanları. Susurluk Kazası’ndan sonra anlatılanları hatırlıyor musunuz? Kimi ülkücüler, devletin kendilerini ASALA ile mücadelede kullanması için girişimlerde bulunduklarını anlatmışlardı. Abdullah Çatlı’nın kim olduğunu, bulaştığı onca işe rağmen bir milletvekiliyle ve üst düzey bir polisle aynı arabada bulunmasını açıklayan şeydi bu. Devlet, hukuka mugayyir işleri nedeniyle cezalandırması gereken insanları arka kapıdan çıkarıp verdiği yetkilerle ödüllendirmişti. Bunu hem Selçuklu hem de Osmanlı’nın temelini oluşturan devşirme sisteminin uzantılarından, formlarından biri olarak düşünebiliriz. Bu defa ailesinden alınıp köklerinden kopararak yetimleştirdiği çocukları değil, işlediği suçlar yüzünden hukukla bağını kopararak yetimleşmiş olanları devşiriyor devlet. Fakat Susurluk sonrasında konuştuğumuz hikâyelerde bile devletin kimi suçluları kullandığı bir hukuk ihlalinden bahsediyorduk. Yani kullanılan suçlulardı henüz. Adı “dolandırıcılık” olarak konmuş bu suçu işleyenlerse, kendilerinin de üst düzey yetkilisi oldukları devleti, işledikleri suçun paravanı olarak kullanmışlardı. Bu rol değişiminin ne kadar ürkütücü olduğunu biliyoruz ama ne yazık ki -daha da ürkütücü olan- özellikle Sedat Peker’in ifşaları başladığından beri buna alışmaya başlamamız galiba. Bunun kaderimiz olduğunu düşünüyoruz belki de. Hatta bizim yaşadığımız topraklarda başka türlüsünü hayal etmenin mümkün olmadığına kanaat getirmiş olabiliriz.

Aralarından bazılarını asker, polis, yargıç, savcı, üst düzey bürokrat vs. kılığında devlete sokan tarikatların, cemaatlerin, kimi çıkar gruplarının, hatta devletlû kişilerle fotoğraf çektirme saadetine erişmiş sıradan suç ehlinin aklettiği türden bir girişimcilik örneği gibi duruyor ilk bakışta Atadedeler. Pek övünçlü kimi Türkler’in 15’ini yıkıp 16’ıncısını kurmakla övündükleri ama bu sonuncuyu da öncekilerin yanına gönderme arzularına bir türlü gem vuramadıkları devletlerin genetik hastalığı bu yöntem. İdarecilerle idare edilenler arasına, kaybedecek şeyi çok olanlardan oluşan bir kefiller tabakası koymak. Tarikatler, cemaatler, loncalar, vakıflar, yani bir şekilde örgütlenmiş ve şu ya da bu şekilde sermaye birikimi yapmış olanlar baldırı çıplaklara kefil olacaklar ki onlardan biri devletin işine gelmeyen bir iş yaptığında tek başına cezalandırılmasın. Kefil, eğitip devlete kul eylediği baldırı çıplağın işlerinden sorumlu tutulacağını ve belki ondan daha katmerli bir şekilde cezalandırılacağını bilsin ki haddini aşmasın, kendisi için uygun görülenden fazlasını istemesin, baldırı çıplaklara olmadık işler için cesaret vermesin.

İşte Atadedeler’i de devlet denince akla gelen bu mekanizmayı yurdu bellemiş birkaç cin fikirlinin oluşturduğu bir dolandırıcılık çetesi olarak gördüm önce. Bir savcı, bir hakim, birkaç polis, doktor rolü yapan bir hasta bakıcı, toplam 56 kişi bir araya gelmişler. Demişler ki, “Bizim derin devletin ticari istihbarat ayağı Gülenciler ile birlikte kırıldı, eksik kaldı. Bu boşluğu doldurmamız lazım.” Bir tür ilana çıkmışlar, “Bize 10 biner lira verin, sizi devlet için çalışan ama devletin bile haberdar olmayacağı, yeri geldiğinde inkâr edeceği bu organizasyonun neferi yapalım.” Bir dolu başvuru aldıklarına şüphe yok. Çünkü devletin böyle bir şey olduğu, yalnızca Kurtlar Vadisi’nin ve onun sinopsisi geliştirilerek yazılmış gibi bir izlenim veren Diriliş Ertuğrul, Kuruluş Osmanlı, Payitaht Abdülhamit minvalindeki dizilerde değil, onların bizzat kendi hayat hikâyelerinde ve deneyimlerinde de böyle. Baldırı çıplaklar, çevrelerinde yukarıda sözünü ettiğim kefalet gücüne sahip odaklardan birine kapılanıp üç günde boyu üç kat uzayan ne insanlar gördüler onlarca yıldır. İlan ya da davetle karşılaşınca devletlû hüma kuşunun nihayet kendi başlarına konduğunu düşünmüş olmalılar. Neyse bu hikâyeyle bayağı para topladıkları anlaşılıyor Atadedeler’in. Buraya kadar yalnızca bir dolandırıcılık hikâyesinden ibaret gibi duruyor.

Fakat bir noktada şüphe etmedim değil bundan. Timur Soykan, mevzuyu anlatırken, başvuru ücreti verenler arasından vazgeçenlere paralarının iade edildiğini söylemeseydi kafam hiç karışmazdı. İki ihtimalle yapmış olabilirler bu “dürüst” davranışı. İlki açık, iade etmeseler şikâyetçi olacaklar yüzünden erkenden ifşa edilebilirlerdi. Ama doğrusu, çeteyi kuranların kendilerini hiç de gizlemeksizin, yargı ve güvenlik bürokrasisindeki açık kimliklerini referans vermeleri nedeniyle bu ihtimali eledim. İkinci ihtimal beni dehşete düşürdü: Bu insanlar gerçekten böyle bir işe girişmişlerdi yani, sahiden derin devletin ticari istihbarat ayağı dedikleri bir şey kurmak istemişlerdi. Hasta mı bu insanlar, yol yordam mı bilmiyorlar? Elbette hayır… Daha kötüsü var. Devletin böyle bir şey olduğunu, olması gerektiğini ve böyle bir şey olmayan devletin eksik olduğunu düşünüyorlar. Bu insanlar eğitimsiz ya da tecrübesiz değiller, aksine eğitimli ve devlet bağlamında hayli yüksek tecrübeler edinmiş insanlar ve eğer ikinci ihtimal doğruysa, devletin açığa çıktığında nitelikli dolandırıcılık olarak adlandırılacak bir yöntemle yönetilmesi gerektiğini düşünüyor ve bunun için örgütleniyorlar. Puslu havaları seven kurtlar onlar… Aman tengrim! Yargı ve güvenlik bürokrasisinin ta tepelerinde, aldıkları o kadar hukuk eğitimi vs.’ye rağmen devletin böyle bir şey olduğuna inanan insanlar var.

Bu, ne kadar sıklıkla duyar ya da şahit olursak olalım, her duyduğumuzda, okuduğumuzda şaşırmamız, isyan etmemiz gereken türde bir hakikat. Çünkü bu hakikate alıştığımızda hepimiz için çok geç olacak. Eğer çoktan alışmış olanlarımız varsa onları da yeniden şaşırmaya davet etmek boynumuzun borcu. Şaşırmaya davet edeceğimiz grupların başında ise muhalefette bulunan partilerin yöneticileri, temsilcileri ve en kararlı seçmenleri geliyor.

Bir devlet kurmak

Sedat Peker bir seneden fazla zamandır devletin nasıl bir şeye dönüştüğünü anlatıp duruyor obanın dışına atılmış olmanın acısıyla. Onun anlattıklarına ifşa diyoruz. Bu yazıda andığım Timur Soykan, Alican Uludağ ve sayamadığım pek çok gazeteci arkadaşımızın canlarını dişlerine takarak aktardıkları şeyler ise haber. Bu haberlerle Peker’in ifşaları arasında yarattıkları sonuçlar açısından birkaç benzerlik var gene de. Hem ifşalar hem de haberler devletin başında bulunan birtakım kimselerin obanın çocuklarının geleceğini kemirmekte olduklarını, yani obanın canına kastettiklerini, obaya ait müşterek malı-mülkü ve mülkün kamusal itibarını yerle yeksan ettiklerini hikâyelendiriyor. Hem ifşalar hem de haberler karşısında devlet dediğimiz sahneyi paylaşanların sergiledikleri sessizlik ve anlatılan mevzuları soruşturmak yerine anlatanları koğuşturmak gibi yollara başvurmaları da bu durumu düpedüz ikrar ettikleri anlamına geliyor. Yani mevcut yasa, gelecek nesillerin hayatiyeti aleyhine çalışıyor. Kurgulayanların kendilerince tarif ettikleri bir beka meselesine dayanan bu yasa, beka meselesinin ta kendisi haline gelmiş durumda çoktan. Kimse bırakın gelecek seneyi, yarın ne olacağı konusunda bir fikre sahip değil. Devletin öngörülemezliği, insanların her an tereddüt ve endişe içinde, eksilerek, azalarak hayata korkuyla tutunmaya çalıştıkları bir döngü yarattı. Dere kurudu yani, yasa hayatı desteklemiyor. Seçme haklarını, hayatı kurutan bu yasanın hükmünü sürdürmesinden yana kullananlar, düşüncelerini, inançlarını ve tasarılarını geleceğe devretme haklarını yitiriyorlar. Buradan yola çıkarak, hayatın olağan akışı içinde bu tercihlerini dayandırdıkları her duvarın çökeceği sonucuna varabiliriz rahatlıkla. Ama nedense hâlâ durdukları yerde duruyorlar. Mantığın gerektirdiği şey hayata geçmiyor. Hayat olağan akışına kavuşamıyor.

Bunun çok önemli bir sebebi var ve eksiklik ahalide değil. Mevcut iktidara muhalefet edenler, kendilerinde yeni bir hayatı hep birlikte kuracak, kurgulayacak bir haklılık ya da güç görmüyorlar. İktidarını sürdürebilmek için ülkenin geleceğini haraç-mezat satışa çıkaran bir iktidarla mücadele edebilecek bir dil ve hukuk öneremiyor, geliştiremiyorlar.

İki sebebi olabilir bu acziyetin. İlki, devleti şu izlediğimiz hale koyanların kendilerinin yanlış ama tuttukları yolun doğru olduğunu düşünmeleri. Eğer öyleyse vay hallerine. Çünkü seçim kazansalar bile iktidarları hayli kısa süreli olacak. Mevcut iktidarın şiddet duvarlarıyla ördüğü barajların ardına hapsettiği gümrah hayat, yatağında akmaya başladığında onların da pek şansı kalmayacak. Fakat ne yazık ki, cevabın kısmen de olsa bu olduğuna dair bazı emareler yok değil. Devletin savaş ve dış politika bahislerinde tuttuğu yola doğru-dürüst muhalefet ettiklerini göremiyoruz bir-iki istisna dışında. İç siyasette ise iktidarın “yerli, milli ve kutsal” tariflerini karbon kopyayla çoğaltmanın ötesine geçemiyorlar. Birlikte nasıl yaşayacağımız ve bir arada kim olduğumuz sorularına cevap veren bu iki ana meselede alternatif üretemedikleri için de onları hayatın olağan akışını kesintiye uğratan bu iktidardan ayıran şeyin tam olarak ne olduğu konusunda ikna edici olamıyorlar. Bütün somut vaatleri havada kalıyor. Çünkü bu iki temel meselede doğru dürüst ve ucu açık bir cevap olmadan iktidarı yerinden edemeyeceklerini görüyor seçmen. İktidarla kendilerince yarıştıkları bahisler daha çok iç siyasete ilişkin. Ama orada da kaba saba bir popülizmin tuzağına düşüyorlar. Oysa devletin kaynaklarını elinde tutan bir iktidarla popülizm denilen tarz-ı siyaset üzerinden yarışmak hiç de kolay ve mantıklı değil. Bir kere ellerinde kaynak yok. Belediyeleri kazandılar ama bu, iktidarın belediyelerin yetkilerinde ve gelirlerinde yaptığı yeni düzenlemeler ve adaletsiz kaynak dağıtımı nedeniyle muhalefete arzu ettiği gücü vermedi. İktidarınkine alternatif bir belediyecilik geliştirmek yerine, onun tarafından tarif edilmiş işleri ondan daha iyi yapma yolunu seçtiler mecburen. Ama bu da daha genel ve geniş bir alternatif üretebilecekleri konusunda ikna edici olamıyor ne yazık ki.

İkincisi ise kendileri değilse bile, ahalinin, yani seçmenlerin devletin bu şeklini tercih ettiği konusunda yaşadıkları bir yanılsama. Bu, yukarıdakinden daha acıklı bir cevap. Çünkü, “Ya biz neler neler yapmak istiyoruz da, işte iktidarına talip olduğumuz halk istemiyor, ne yapalım biz de onlara istediklerini vermek zorundayız” gibi bir minvalde siyaset yaptıklarını gösterir. Bu türlü bir düşünceyle yola çıktıysanız, dünyanın en pahalı iletişimcilerine, en afili cümleleri kurdursanız bile işe yaramaz. Çünkü inanmadığınız insanlar, size inanmaz. Güvenmediğiniz insanların güvenini kazanamazsınız. Ana akım muhalefetin “Halkımız bunu istiyor, biz de onlara istediklerini veriyoruz” diyerek yaptığı siyasetin geçen hafta kendilerini ne kadar ikircikli ve trajikomik bir duruma düşürdüğünü gördük. Gülşen’in aylar önce bir çalışma arkadaşına yaptığı bir şakayı, Allah bilir devletin kasasından ne kadar harcama yaparak bulup bir gün içinde kadını tutukladılar. CHP’den gelen ilk tepki, Özgür Özel’in, “İmam-hatipleri biz kurduk” demesi oldu. Sonra, “Ama özür diledi, uzatmayın artık”lar geldi. En sonunda iktidarın varsaydığı bir kavganın hakikatini sorgulamaksızın atılmış “Barışacağız” sloganları. Oysa, apaçık bir operasyondu yapılan. Ne zamandır Gülşen’in kapısına bir çarpı işareti koymuşlardı. Onu cezalandırırken bir yandan da CHP’yi ne zamandır yakalandığı “muhafazakâr seçmen endişesi” hastalığından adeta bıçaklayarak söz söyleyemez hale getirdiler. Amaçları CHP’nin muhafazakâr seçmenle değil, cepte zannettiği seçmenle, yani muhafazakâr olmayanlarla arasını bozmaktı. Hiç düşünmeden, körlemesine, “Seçmenin çoğunluğu AKP’de, o zaman oradan aldığımız oylarla iktidar olacağız, gerisini sonra düşünürüz” diye çıkılan bir yolculuğun bu tür sarsıntılar yüzünden bir ileri, iki geri ritmine takılıp kalması normal. Ama bu normale tahammül kalmadı artık.

Kurmayanın devletini kurarlar

Ne alakası var değil mi? Dumrul’dan Atadedeler’e gelinir de, oradan CHP’ye niye geldi bu söz şimdi?

CHP eskiden her fırsatta hatırlattığı kuruculuk rolünü, Özgür Özel’in “İmam-hatipleri de biz kurduk” dediği örnektekine benzer meseleler dışında artık hatırlamıyor. Kılıçdaroğlu, helalleşme siyasetinin kapsamını AKP döneminde işlenmiş devlet suçlarını da kapsayacak şekilde genişleterek, hatta dümeni daha çok oraya kırarak bu açıdan riskli bir adım attı. Ne yani, CHP ve devlet eşit şeyler mi? CHP, devleti AKP’ye kaptırdığı için sebep olduğu kayıplar nedeniyle mi helalleşiyor? Bir tuhaf… Daha eskiye gidildiğinde açılacak başlıklar, şu haldeki bir CHP’nin, hele şu zamanda altından kalkabileceği şeyler olmadığı için kazara girilmiş bir yol olduğu anlaşılıyor bu tercihin. Öte yandan, bu devletin yeniden kurulması gerektiği de ortada. İşleyen bir anayasa bile yok. Hakimler, savcılar, polisler çete kurup makamlarını, yetkilerini kim bilir kimlerle hangi çıkarlara ortak olmak için kullanıyorlar. Yakalanabilenleri biliyoruz, ya yakalanamayanlar? Kanunlar işlemiyor. Devletin kendisi mahkeme kararlarına uymuyor. Kurumlar arasında tahammülfersa bir uyumsuzluk var. Normalde denge-denetleme işleyişini çalıştıracağı için hayra yorulabilecek bu türlü uyumsuzluklar, her işin sarayda çözüme bağlanması yüzünden, Sedat Peker’in bu defa SPK’daki rüşvet döngüsü örneğiyle anlattığı gibi, derin bir çürümeye, başıboşluğa, sorumsuzluğa ve cezasızlığa sebep oluyor. Daha da kötüsü var, başta da söylediğim gibi, hem devlet bürokrasisinin içindeki insanlar hem de sıradan yurttaşlar, bundan fazlasının olamayacağı fikrine alışıyor. Bu fikre alışmak yalnızca umutsuzluk, huzursuzluk ve her gün daha çok yoksullaşmayı kabullenmek anlamına gelmez. İnsanların birbirlerine güvenlerini iyiden iyiye yitirdikleri, toplum dediğimiz şeyin birbirleriyle kördövüşü halinde büyüklü-küçüklü çetelerden oluşan bir cehenneme dönüşmesi demektir.

Kurmayanın devletini kurarlar çünkü. Muhalefet, mevcut devletin iktidarına talip olduğu için ikircikli ve ikna edicilikten uzak bir görünüm arzediyor. Mevcut devletin talipleri kategorisinde Atadedeler gibi çeteler de bulunuyor çünkü. Bu mudur CHP’ye ve ortaklarına yakışan?

Mevcut devletin iktidarına talip olmak, yukarıda saydığım bütün o Dumrulluklara talip olmak anlamına geliyor. Hiç iç açıcı, umut verici bir manzara değil o da. Halbuki devleti yeniden kurmaya talip olabilirler pekâlâ. “Ya iktidar kalırsa” endişesinden daha birleştirici olacaktır, “Hep beraber yeniden kuracağız bu ülkeyi” umudu. Kuruculuk söyleminin hatırlatacağı kötü hikâyelerden korkmaya da gerek yok. O hikâyelerle yüzleşmeden, hesaplaşmadan neyle, nasıl helalleşeceğiz ki zaten? Tam zamanı. Bizi şu ağır kayıplar verdiğimiz çürüme döngüsüne sokan da ertelediğimiz yüzleşmeler, hesaplaşmalar değil mi? Memleketin şu halinde seçim kazanmanın bir matematik hesap ya da propaganda becerisi ile mümkün olmadığını, toplumun olabilecek en geniş kesimlerini kurucu bir heyecanla yan yana getirmekten başka çare kalmadığını nasıl görmüyor ki ana akım muhalefet?

Diyeceksiniz ki güçlendirilmiş parlamenter sistem diyorlar daha ne? Ne peki o sistem, niye hiç kimseyle konuşmuyorlar neyi kastettiklerini? Sır mı? İktidar kopya çeker diye mi korkuyorlar? Bir mutabakat kitapçığında kalsın diye mi çalıştılar o kadar? Yapabileceklerine mi inanmıyorlar, ahalinin böyle bir tasarıyı kavrayıp arzulayabileceğine mi? Kendilerine mi güvenmiyorlar, ülkeye mi?

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.