Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Ayşe Çavdar yazdı: Gazali’nin şüphesi, Molla’nın nefsi

Geçenlerde Mustafa Öztürk’ün İmam Gazali ile ilgili videosunu seyrettim. Başlığı çok cazipti: “Kibirli ve kibirsiz dindarlık: İmam Gazali örneği.”

Küçükken babamın tayininin çıktığı köylerde okuma yazma bilmeyen kadınlara ilmihal okurdum… Özellikle kış günlerinde çağırır, çay ve kete ikram eder, kitabı elime verir, dinlerken kendi işlerini yaparlardı. Bir nevi radyo görevi görüyordum yani onlar için. O ilmihallerde en çok adı geçenlerden biriydi Gazali. Evde de Kimya-i Saadet’i vardı, İhya-ul Umuddin çok sonraları girdi kitaplığa, bizim hane göçerlik evresini tamama erdirdikten sonra. Bilen bilir, Kimya-i Saadet kocaman, tuğla gibi bir kitaptır. Ara ara merak eder karıştırırdım. Her şey ama her şey yasak ya da sakıncalıydı. Bir de acayip grafik betimlemeler hatırlıyorum. “Amanın bu böyle bir şey miymiş?” diyerekten şaşkınlıkla okuduğum bir dolu sayfa. Erzurumlu İbrahim Hakkı’dan kalır yanı yoktur Gazali’nin yer yer. Çoluğun çocuğun cinsellik hakkında okuyacağı ilk şeyler bunlar olmamalı kesinlikle. Bu nedenle bir türlü anlamam kimi ilmihallerin, “+18” işaretinden muaf tutulmasını. O kitapların bazıları, sözüm ona medreselerde, ve sözüm ona Diyanet’in denetlediği Kur’an kurslarında binlerce çocuğa okutuluyor oysa… Bu açıdan doğru dürüst bir denetim yapılmadığından, o yerlerde çocuklara sunulan dini içeriğin bu türlü kaygılarla gözden geçirilmediğinden adım kadar eminim. Bu mevzuda çocuğun “üstün yararı”ndan çok, cemaatin yüksek faydası gözetiliyor uzun zamandır. AKP’nin yaptığı daha evvel ihmal yoluyla yaratılan bu serbestiyi kurallaştırmaktan ibaret sadece.

Çocukken eve kasetleri gelen Timurtaş Uçar’ın, başı açık kadınlar hakkında “zaniye, caniye…” diye başlayıp en az on benzer ve kafiyeli kelimeyi peş peşe sıraladığı bir vaazında da Gazali’nin adı geçiyordu. Uçar’ı kasetten dinlerken yüzünün şeklini tahmin etmeye çalışmış, kafamın içinde kendimce bir resim oluşturmuş, bir zaman sonra bir yerde fotoğrafını gördüğümde kafamda oluşturduğum resmin ne kadar isabetli olduğunu görüp kendim bile şaşırmıştım. Sahi ne kadar çok öfkeli hoca peyda olmuştu o dönemde, 1980’lerin ilk yarısından bahsediyorum. Hepsi de en çok kadınlarla ilgili meselelerde öfkeleniyorlardı. Başka hiçbir konu o kadar ateşlemiyordu onları. Kendinden, o kadar yüksek sesle ve sert, kırıcı, kahredici, düpedüz küfür anlamına gelen, hakaretamiz kelimelerle bağıracak kadar emin olmalarını sağlayan neydi?

Hülasa bugün de, İsmailağa’nın, Menzil’in, medrese geleneğini halen temsil ettiklerini iddia eden hoca tayfasının, 6 yaşındaki kız çocuğuyla evlenilebileceği yolunda fetva veren, tarif edecek sıfat bulmakta zorlandığım zevatın dilinden de düşmez Gazali. Aklımdaki yeri ve yurdu bu referanslarla oluşmuş biri sonuçta.

Bu yüzden, Mustafa Hoca’nın videosunun başlığını görünce, acaba Gazali’nin karşısına kimi koyacak merakıyla başladım seyretmeye. Mevzu ilerledikçe allak bullak oldum. Gazali’nin karşısına Gazali’yi koymuştu. Hayatının sonuna doğru fikir ve tavır değiştirdiğinden haberdardım, ama kendisiyle tanıştığım bağlam dolayısıyla o değişimin peşine de düşmedim hiçbir zaman. Bizim yerli-milli halk dindarlığı versiyonunda Gazali imajı, onun hayatının sonunda kendinden şüphe etmeden evvelki, devletin emrinde bir “alim” sıfatıyla verdiği “eser”ler üzerinden şekillenmiştir.

Yaklaşık 50 yaş civarında ciddi bir varoluş bunalımı yaşamış Gazali. İki ay kadar inzivaya çekilmiş ve çıktığında bambaşka biriymiş. Mustafa Hoca’yı dinledikten sonra merak edip birkaç Gazali biyografisi edindim. Onlardan birinde, yakın bir dostu olan Abd-al Ghafir’den Gazali’nin dönüşümünü anlatan bir pasaj da vardı:

“…çelişkileri yüzüne vurulduğunda, saldırı ve iftiralarla karşılaştığında bundan hiç etkilenmez ve saldırganlara cevap vermekte zorlanmazdı. Onu defalarca ziyaret ettim ve eskiden her neyse tam tersine dönüştüğünü fark ettim. Birçok hatasından arınmıştı. Daha önce insanlarla kaba saba konuşur, eğer konuşma, düşünme ve ifade açısından kendisiyle aynı seviyede değillerse onları hor görürdü. Onun çılgınlık evresinden tam manasıyla iyileşerek döndüğünü böylece farkettim.” (1)

Bedreddin molası

Gazali’nin içine düştüğü bunalım ve geçirdiği dönüşüm, olanca hırsı ve özgüveniyle parlak bir kariyer yaptığı fıkıh, aslında iktidar ve devlet merkezli din anlayışı açısından çok büyük bir yenilgi. Bu tercihi yapan ilk kişi Gazali değil elbette, son da olmayacak. Ondan bir süre sonra benzer bir dönüşümü yaşayan, iyi tanıdığımız bir başkası daha var: Şeyh Bedreddin… Nurdan Arca’nın, çok kıymetli hocamız Cemal Kafadar’la birlikte yaptığı Simavnalı Bedreddin belgeselinin çalışmalarına ucundan kıyısından dahil olduğum vakit, kendimce Şeyh Bedreddin’in geçirdiği bu dönüşüm ve bu dönüşüme zemin oluşturan entelektüel birikim nedeniyle katledildiği kanaati edinmiştim. Sonuçta Bedreddin, Fetret Devri’nin, yani yenilmiş bir sultanın bütün varislerinin padişahlık iddiasında oldukları karmaşık bir siyasi bağlamın en büyük Sünni fakihidir. Her bir kardeş, hukuku kendine yontmak istemekte, bunun için de kadılara ağır baskı uygulamaktadır. Kadılar da can korkusuyla hüküm vermektedir. Böyle bir ortamda yazdığı Teshil’de Şeyh Bedreddin, kadıların başka hiçbir şeye değil ama kendi vicdanlarının sesine bakarak hüküm vermeleri gerektiğini söyler. Aslında fıkıhla ilgili teknik bir mesele gibi görünen düşünceleri ve tavsiyesi, siyasi bir karmaşanın orta yerinde kadılara yönelik yaptığı bir yargıyı bağımsızlaştırma çağrısıdır. Ona göre başkalarının içtihatlarını taklit ederek hükümde bulunmak eleştiriden kaçmaktan başka bir işe yaramayacaktır. İlgili kanunu ve vakayı öğrenen bir müctehid, kendi vicdanına ve bilgisine dayanarak hüküm kurmalıdır. Bu gerekirse içtihadın bölünebileceği anlamına gelir. İçtihadın bütünlüğü gerekçesiyle baskı kurulamayacaktır artık kadıların üzerinde. (2)

Sonunda Bedreddin, bir isyana öncülük ettiği gerekçesiyle katledilir. Lakin adı binyıllar sonraya bile vicdanı iktidardan bağımsız kılmaya adanmış hayatlara ilham olacaktır. Bana kalırsa olan Gazali’ye olur ve halen de olmaktadır… Onca yanarak geçirdiği dönüşümün öncesi olacaktır onun asıl mirası. Geri alamayacak, olmadı sayamayacak kadar çok “eser” vermiştir. Onun ilk versiyonunun ektiği tohumlardan sadır olan meyveleri yemek isteyenler, kendi hakkında kurduğu “nihai hüküm”ü yok sayacaktır.

Şüphe ve kesinlik

Gazali’nin eleştirel bir otobiyografi yazdığını da Mustafa Hoca’dan öğrendim. Türkiye’den ısmarladığım kitap henüz gelmedi, İngilizcesi’ni okuyorum gene süregiden işlerimden kaçamaklar yaparak. Bu arada Diyanet Vakfı’nın İslam Ansiklopedisi’nde de “El Münkız” maddesine baktım tabii. Benim için mühim bir referans bu ansiklopedi. Dinin, mevcut devletin ve onun devletlu tarikatlarının, cemaatlerinin ne işine yaradığını buradaki maddeleri başka kaynaklarla karşılaştırarak okuduğumda daha iyi anlıyorum. Meşhur İstanbul müftüsü Mustafa Çağrıcı yazmış El Münkız maddesini ve tam ortasına bir bomba yerleştirmiş:

“Eserin giriş kısmında, taklitten hoşlanmayan bir karakter olarak hakikati ararken duyulara ve akla dayanan bilgilerin gerçekliği konusunda derin bir şüpheye düştüğünü, kendisini bütün deneysel ve akli bilgilerin dayandığı temellerden şüphelenmeye kadar götüren, bu sebeple ‘hastalık’ ve ‘safsata’ diye nitelediği bu kriz döneminin iki ay kadar sürdüğünü anlatan müellif, ‘Allah’ın kalbine attığı nur’ sayesinde yeniden sağlığına kavuştuğunu ve aklın zorunlu bilgilerini bütün kesinliğiyle kabul ettiğini belirtir.”

El Münkız’ın giriş bölümünde, hayatının yaşadığı krizden önceki halini ve kesinlik arayışını tasvir ediyor Gazali. Kesinliğinden tam olarak emin olmadığı hiçbir bilgiye güvenmemeyi ilke edindiğini tekrarlıyor. Hemen ardından, birinci bölümün başında, duyularıyla oluşturduğu bilginin güvenilmezliğini, hiçbir bilginin düşündüğü kesinliğe sahip olmadığının farkına vardığını kaydediyor. Soru şu: Duyularımızla edindiğimiz bilgiler bile kesin değilken, düşünce zincirimizi ilerleterek vardığımız hakikatlerin kesinliğinden nasıl emin oluruz? Bu soruyla girmiş bunalıma… “Allah’ın inayetiyle çıktım ve mantığın ilkelerine yeniden güvenebileceğim bir yol buldum” diye devam ediyor. O yolu şöyle özetliyor:

“Hakikat arayışında olan kişi, bulunamaz olanı ararken bile, mükemmelliğe uğraşmak için çabalamalı. Birincil gerçekler zihinde zaten mevcut oldukları için onları aramak gerekmez. Mevcut olanı aramaya başladığında onun ortadan kaybolduğunu görürsün. Fakat bulunamaz olanı arayanın, bulunabilecek olanı arama gafletinde olduğundan şüphelenilmez.” (3)

Doğru çevirip çevirmediğimden bile emin olmadığım bu paragraftan anladığım, hakikat arayışının asla son bulmayacağı ve kimsenin hakikati aradığı için suçlanamayacağından ibaret. Zaten sonraki bölüm de hakikati aramanın yollarından bahsediyor. Kelamcılar, Batıniler, filozoflar ve sufiler kendi yordamlarınca hakikati ararlar diyor ve ilk üçünün avantajlarını ve eksikliklerini saydıktan sonra kendisine en yakın bulduğu yolun sufiler olduğunu söylüyor. Gazali’nin önceki yüksek kariyerli hayatında Batıniler’i, filozofları ve sufileri nasıl bir kuvvet ve kudretle yerden yere vurduğu hatırlanırsa, durumun pek de Müftü Çağrıcı’nın dediği gibi, krize girip önceki halin kesinliğine dönmekten ibaret olmadığı anlaşılır…

Çok eski hastalıklar

Dağ gibi birikmiş işlerim arasında Gazali kaçamakları yaparken, İran’daki isyan başladı. Yukarıda yazdıklarımı “Orda bir yerlerde gerçek İslam var, o da böyle şeyler söylemiyor” demek için yazmadım elbette. Zamane dindarlıklarından bahsettiğim her panelde, konferansta, sohbette mutlaka, biraz da öfkeyle ve genellikle inançlı insanlar tarafından yöneltilen şu soruya verdiğim cevapla izah edeyim bu konudaki düşüncemi. Soru şöyle gelir genellikle: “Fakat bu anlattıklarınız modern, yoldan çıkmış, avam, eğitimsiz, cahil insanların yaşadıkları İslam… İslam’ı kaynağından araştırmalısınız?” Elcevap: “Yani sizin işinizi de ben yapmalıyım öyle mi?” Ben etnografım, gazeteciyim, benim için gerçek din, ben bu dine inanıyorum diyen ne yaşıyorsa o. Hem bir sözü, kaideyi din yapan insanların ona inanması değil mi? Kutsal kitapta bile yazsa bir söz, kaide inanılmıyor ve hayata uyarlanmıyorsa hâlâ din midir? Eğer sözünü ettiğiniz kaynaklarda başka bir din olduğuna inanıyorsanız, onu bulup ortaya çıkartmak ve hakikati anlatmak sizin işiniz, benim değil.

Yani İran’da olan şey, inşa edilen ve belli ki pul pul dökülen rejim, gerçek dinin ta kendisi. Bizimkilerin dinleri de alabildiğine gerçek. Neye inanıyorlarsa onu yaşıyor ve yaşatıyorlar. Geriye kalanlar da onlara bakıp dinin ne olduğu hakkında bir fikir ediniyor ve yollarına devam ediyorlar. O fikir eğer negatifse, bizimkiler hemen “Seni oryantalist İslamofobik, hem sen ne bilirsin İslam’ı hiç okudun mu, anladın mı?” diye girişiyorlar. Ezkaza “E biraz okudum tabii” ile karşılaşırlarsa da, “Önyargılısın o zaman”a gidiyor iş. Yani bu polemikten kurtulmak imkânsız. Kendi çocukları onlara ve dinlerine, değerlerine inançlarını kaybettiğinde krizlerin büyüğü başlıyor… Hiç şüphe eder mi kendinden? Arkadaşlar, televizyon, medya, artık ne bulursa onu suçluyor. Onlardan çocuğu korumak için olmadık disiplin yöntemleri geliştiriyor. Çocukları atalarının dinine ikna etmekte uzmanlaşmış psikiyatristler bile var, ilaçlarla teskin etmeye çalışıyorlar ya da babalarından, analarından beter psikolojik şiddet uyguluyorlar çocuklara…

Birkaç yıldır hikâyenin bu tarafıyla kafayı bozmuş biri olarak El Münkız’da okuduğum bir bölüm karşısında biraz çaresiz hissettim kendimi, yukarıda özetlediğim yıllar boyunca hazırlanmış cevabın hakkını pek de vermediğimi fark ettim hatta. Bölüm başlığı, “Ilık (ya da kayıtsız) İnanç.”

“İlahi kanundan kaçmaya çalışanlara şüphelerini, inançlarını ve en derin düşüncelerini anlamak üzere sorular yönelttim. Onlara dedim ki, ‘Neden kendine zarar verecek işler yapıyorsun. Bu dünyayı, öte dünyaya tercih etmek aptalca. Eğer ahirete inanıyor ama kendini o zamana hazırlamıyorsan, biriktirdiğin mülkü orada yarı fiyata bile satamayacağını bil, sonsuzluğu bu dünyadaki sayılı gün için elden çıkarmaya razı mısın? Fakat, öte dünyaya inanmıyorsan münkirden başka bir şey değilsin. Eğer öyleyse, kendine başka bir din arasan iyi olur.”

Çok acayip, böyle okuyunca Gazali “araştırmanı öneririm” demiş gibi olmuş. Neyse, araştırmasının sonuçlarını da ondan okuyalım:

“Aralarından biri, ‘sana göre, öğrenilenler öncelikle iyi emsaller oluşturmalı. Fakat en ünlü din alimlerinden biri namazını kılmaz, bir diğeri şarap içer, bir diğeri dini vakıfların varlıklarını ve yetimlerin mülklerini zimmetine geçirir, bir başkası halkın parasını yer ve haramdan kaçınmaz, ve bir de hükümlerini aldıkları rüşvete göre kuran kadılar ve parayla yalancı şahitlik edenler var…”

Uzatmayayım, liste çok uzun. Gazali aralarından bazılarına birkaç kısa cevap da veriyor. Hatta şarap konusunda küçük bir pazarlık da yapıyor devamında. En sonunda, neden uzletten çıkıp hocalığa döndüğünü de inananların içine düştükleri bu çelişkilerle açıklıyor: “Bu hataları görüp çözülmesine yardım edebileceğimi düşündüm. Vakit tembellik vakti değildi.”

Bugün, onun adını anarak, en çok ondan bahsederek, ona dayanarak din ve siyaset eyleyenlere bakıp, “Ah be hoca, demek yokmuş bu işin çaresi sende de, sözünü ettiğin, insanı dinden imandan eden hastalıklar aynen devam etmekte, belki de sorun imanını kaybedenlerde değil…” dememek ne mümkün.

İran aynasında Türkiye

Aslında bu yazı kesinlikle Gazali ile ilgili olmayacaktı. Adını bile geçirmeyecek, onu aklımın bir köşesinde tutarak Türkiye’nin İran’da olup bitenlere verdiği tepkiden bahsedecektim. Mahalle bildiğiniz gibi değil, eskiden olduğu kadar Ali Şeriati okumuyor zamane İslamcılar’ı. İran’ın Şii oluşuna fena halde takıklar, özellikle Suriye’deki siyasi direnişin, Sünni-cihatçı gruplara yol verilerek iç savaşa dönüştürülmesinden beri İran’ın Şiiliği fena halde batıyor kendilerine. Şeriati’yi “sosyalist özentisi” diye anan bile gördüm. Sosyalizmle çok ve yakın bir alışverişi vardır Şeriati’nin, hatta kimine göre düpedüz sosyalisttir, ama o “özenti” nasıl bir laf? Bunu söyleyen neyin özentisi acaba? Yakınımda olsa elime bir nesne alır kafasına fırlatırdım muhtemelen.

Her neyse, İslamcılık’ın kendini meşrulaştırdığı “sosyal adalet” söyleminin en güçlü temsilcisi olan Şeriati’den bile Şii propagandası yaptığı ve sosyalizmle alışveriş halinde olduğu gerekçeleriyle haz etmeyen; İran’la bir “İslam Devrimi” ihtimali üzerinden kurduğu yakınlığı bile unutan İslamcı taife, şu son isyanı da hiç mi hiç beğenmedi. İsyan İran’ın Sünni şehirlerinde başlamasına, en çok ve ilk hırpalananlar da yine Sünniler olmasına rağmen üstelik. Gördünüz, İranlı kadınların protesto etmelerine bile izin vermediler ve İran’ı hatırlatan polis müdahaleleri de sahnelediler. İki sebebi olsa gerek: İlki kendi evlerindeki yangının da gayet farkındalar. Muhafazakârlığın ardına sığınan beden disiplin ve pazarlama mekanizmalarına ve uygulamalarına karşı direnişin nasıl bir hızla gelişmekte olduğunun ve kendilerini yerinden edecek golü buradan yiyeceklerinin gayet farkındalar. Başörtüsü uzun zamandır alıştıkları işlevi görmüyor. Fiili kürtaj yasağından şehir hastanelerinin üzerine oturduğu düzeneğe, TOKİ aracılığıyla hastalık gibi yaydıkları kentimsi yapılaşmadan orta öğretimi imam-hatipleştirmeye kadar her alanda görebilirsiniz o mekanizmaların nasıl çalıştığını. İranlı kadınların kendi devletlerini protesto ettikleri en küçük bir gösterinin bile, kendilerini sarsacak bir direnişin dile ve sokağa dökülmesine vesile olmasından korkuyorlar.

İkincisi ise, sonuçta İran’ın “sivil” ahlak militanları tarafından öldürülen Mahsa Amini’nin Kürt olması elbette. Sünni de olsa sonuçta Kürt… Kaç gündür olanlardan anladığım kadarıyla, İran’da Kürtler, sonuçta Şii bir dikta altında yaşamanın da etkisiyle, giderek ve hızla sekülerleşiyorlar. Bu gayet anlaşılabilir bir durum. Tıpkı Türkiye’de olduğu gibi, Sünni statüko kendini korumak için rejimle işbirliği yaptığı ölçüde saygınlığını yitirmiş olmalı genç nesiller arasında. Yukarıda Gazali’den aktardığım araştırmayı hatırlayın. Sonuçta adaletsizliğe ve baskıya zemin ve aracı olmuş bir dinin, buna tanık olanlar ve maruz kalanlar nezdinde itibarını ve geçerliliğini koruması mümkün mü? Nasıl mümkün olsun? Ayrıca niye mümkün olsun?

Nitekim benzer bir krizi AKP iktidarı ile özdeşleştiği ölçüde Türkiye de yaşamaya ve derinleştirmeye başladı. Devletin Kürtler ile, “sonuçta hepimiz Sünniyiz, din kardeşiyiz” diyerek kurduğu ilişki, olabilecek en Sünni zümrenin, iktidara devletin bugüne kadar geliştirdiği her türlü teamülü yok etmek pahasına yapıştığı bir dönemde tuzla buz oldu. Aynı dönemde hem Kürtler hem de Türkler arasında seküler değerlerin sivil birer talep olarak yükseldiğine tanık olduk. İran Kürtleri ile sırf Sünni oldukları için dayanışacak değildi elbette AKP iktidarı. Ama elinin kolunun, İranlı kadınları meydanlarda darp etmek pahasına protesto haklarını engelleyecek kadar bağlı olduğunu göstererek, bir şekilde diyaloğu sürdürebildiği Kürtler’e de, onlarla arasındaki Sünnilik bağının ne denli zayıf olduğunu iyice izah etmiş oldu.

Bedenim benim, ben bedenim

İtiraf ediyorum, sabah bilgisayarın başına oturup bambaşka bir yazı yazmaya başladım. Bedenin, taşıdığı iradeye küsmesiyle ilgiliydi o yazı. Bedenle-irade arasında, bedenin istemediği bir şeyi taşımaya zorlanması halinde geçebilecek bir diyalog. Bedenin iradeye nasıl küseceği ve iradenin beden karşısında nasıl ezileceği… Emri veren karşısında, hele elinde zor imkânı da varsa, ezilmek ne ki bunun yanında? İrade, bedeninden utanacak, düşünsenize… Arada bir denge kurulacak olsa bile sonuçta beden de, iradenin ikisi adına üstlendiği bu yenilgiyi unutmayacak. Taşınan şey, o yükü taşımayı buyuranın damgasına dönüşecek. Beden, yükü sırtından indirdiğinde bile o damgayı olanca ağırlığıyla hissedecek. Damganın ağırlığınca eksik hissedecek kendini irade de… Muktedir, yani yükünü taşıtmak için iradeyi bedene karşı örgütleyen, bu türlü pazarlıklarla vakıf olacak gücünün sınırlarına, yeni fetihler için şehvet biriktirecek irade her teslim olduğunda.

Böyle bir hikâyenin sonu illa ki isyanla biter. Mevzunun idrakine varıp artık bedenine küsmek istemeyen herkes isyan etmenin bir yolunu bulacaktır. Ve bu türlü bir isyanın köklü sonuçları olacaktır elbette. Çünkü, iktidarın bedenle irade arasına girerek bozduğu ilişki, ancak bir isyanla kurulabilir yeniden. Beden iradeye olan küskünlüğünü, irade beden karşısındaki mahcubiyetini ancak onunla bir isyanda dayanışarak giderebilir. Dünya üzerinde olabilecek en kurucu isyandır bu… Beden ve irade arasındaki hukuk kurulur yeniden… Kolay değil, zor olacak… Pazarlığın tüm tarafları yanacak evvela! Muktedir kül olurken, beden ve irade yeniden doğacaklar. Er ya da geç…

Bu yüzden, “Ne olur ki başını örtünce, büyük şeytanın çıkarları için niza çıkarıyorlar” diyenlerle, “Hah açınca başları göğe eriyor sanki, hele şu isyan ettikleri şeye bak” diyenler aynı dilden, yani iş bu hikâyede muktedirin dizinin dibinde oturan eğlence aparatının pozisyonundan konuşuyorlar.

Mevzu öyle “bir metre bez” ya da “moda” ya da “mini etek” meselesi değil. Mevzunun dinle, imanla ilişkisi bile dolaylı. Videolardan birinde gördüm, başı açık bir kadın kendisine çemkiren mollaya, “Kendi ülkemde özgür yaşamak istiyorum” diyordu. Mollanın cevabı çok acayipti: “Ama böyle yaparak benim özgürlüğümü kısıtlıyorsun.” Ne özgürlüğü o? İradelerinizi kendi bedenlerinize karşı kullanmak zorunda bırakacak kadar güçlü olduğumu bizzat kendi gözlerimle görme özgürlüğü mü… Kendi nefsimi, Allah’ın emri olarak vaz etme özgürlüğümü! Dünyayı insanlara Allah’ın bir belası olarak dar etme özgürlüğümü!’

Bakın gene olmuyor, öfkem hem düzgün cümle kurmama hem yazıyı bitirmeme engel oluyor…

Kendinden ve inandıklarından zerre şüphesi olmayanların canları cehenneme!

  1. Edoardo Albert Imam al-Ghazali: A concise life (s.66), Kube Publishing, 2012.
  2. Asıl kütüphanem yanımda olmadığı için bu gibi durumlarda kaynakçası genişçe makaleler önermeye çalışıyorum. Gördüğüm kadarıyla şu makalenin yaptığı Şeyh Bedreddin külliyatı özeti ve kaynakçası merak edenler için çeşitli yollar açabilir: Ayhan Hira, “İsyanın gölgesinde bir şeyh: İlim zincirinin kayıp halkası fakih Şeyh Bedreddin”, İslam Hukuku Araştırmaları Dergisi, s.17, 2011, s.451-476. Bu arada hiçbir kaynakta Bedreddin’in yargı bağımsızlığı savunusu idam edildiğini okumadım elbette. Böyle bir iddiada bulunabilecek tarih bilgisine herhalde hiçbir zaman sahip olamayacağım ne yazık ki. Tamamen sezgisel olarak asıl mesele bu olmalıdır, çünkü bu türlü bir düşünceyle akla düşecek gelişkinlikte bir hukuk hiçbir sultanın, hatta modern saraylıların bile işine gelmez, diyorum sadece.
  3. El Münkız’dan yaptığım alıntıların kaynağı, Muhammed Abulaylah’ın İngilizce’ye yaptığı çeviri, Al-Ghazali: Deliverance from Error and Mystical Union with the Almighty (Nurshif Abdul-Rahim Rif’at ve George F. McLean’la birlikte), Cultural Heritage and Contemporary Change Series, Islam, Vol.2, The Council for Research in Values and Philosophy, 2001.

Not: Video Filistinli sanatçı Terez Sliman’ın, gönül isterdi ki vaktim olsun okuduğu şiiri de çevireyim. Ama bugün gerçekten çok geciktim. Özetlenmez elbette şiir, ama bir yerinde diyor ki, “bedenimin benim olmadığını söylüyorlar.” Şiirin tamamı ise “başka neyim var ki?” diyor adeta… Bu işte, bütün varlığım bedenim ve bedenime şükrediyorum… Olağanüstü bir şiir…

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.