Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Kemal Can ve Ruşen Çakır ile Haftaya Bakış (138): Erdoğan’ın İYİ Parti ve HDP ilgisi

İstiklal Caddesi’nde 13 Kasım’da düzenlenen bombalı saldırıda altı kişi yaşamını yitirdi, 81 kişi yaralandı. Bombayı bıraktığı tespit edilen Ahlam Albashir’in de aralarında bulunduğu 17 şüpheli tutuklandı. Saldırıyla ilgili tartışmalar ise sürüyor.

AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, G20 Bali Zirvesi dönüşü İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener’e “Altılı Masa’dan kalk” çağrısında bulundu. Akşener ise Erdoğan’ın çağrısını sert bir dille reddetti.

AKP’nin HDP’yi ziyaret etmesinin ardından, eski HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş‘ın babasının rahatsızlığı nedeniyle helikopter ve jetle Diyarbakır’a götürülmesi “İktidar HDP ve Kürtler’e yönelik adım mı atacak?” tartışmasını gündeme getirdi. Demirtaş bu tartışma için “Bunca yaşananlar hafızalarda henüz canlıyken, haksızlıklar ve hukuksuzluklar artarak devam ederken beni değil jetle Diyarbakır’a, mekikle Mars’a da götürseler durum değişmez” dedi.

Ruşen Çakır ve Kemal Can, Haftaya Bakış‘ta değerlendiriyor.

Oku: İstiklal saldırısı zanlısının yaşadığı Esenler’den izlenim: Mahalleli onu kamuflaj desenli pantolonundan tanımış

İzle: İstiklal Caddesi saldırısı | Esenler halkı Albashir hakkında neler biliyor?

İzle: “Kumar masasında olmayız” – Akşener’in Erdoğan’a cevabı gecikmedi

İzle: Erdoğan bu sefer Akşener’i Cumhur İttifakı’na çekebilecek mi?

Oku: Selahattin Demirtaş: “Haksızlıklar ve hukuksuzluklar artarak devam ederken beni mekikle Mars’a da götürseler durum değişmez”

Selahattin Demirtaş’tan İstiklal Caddesi’ndeki bombalı saldırıya ilişkin 11 soru

MetroPOLL araştırdı: HDP seçmeni üzerinde Demirtaş mı daha etkili Öcalan mı?

İstiklal Caddesi’nde patlama | Demirtaş: “Sivilleri hedef alan her saldırı hukuken, siyaseten, ahlâken ve vicdanen terördür

Medyascope özel haber: Demirtaş, Diyarbakır’a özel jet ile getirildi

Diyarbakır ziyareti Demirtaş için de sürpriz olmuş

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Haftaya Bakış”la karşınızdayız. Kemal Can’la haftanın öne çıkan olaylarını yorumlayacağız. Kemal, merhaba. 

Kemal Can: Merhaba Ruşen.

Ruşen Çakır: Öncelikle İstiklâl Caddesi’ndeki terör saldırısı çok önemliydi; ama onu biraz sonraya bırakalım. Bence bu haftanın en önemli siyâsî gelişmesi, Erdoğan’ın bir kere daha İYİ Parti’ye, Akşener’e yaptığı çağrıydı. Aslında yanına çağırmaktan ziyâde, Altılı Masa’dan kalkmasını istiyor. Ama masadan kalktıktan sonra da herhalde yanına gelmesini istiyor. Sen dün “Güne Bakış”ta bunu uzun uzun yorumladın, ama birlikte tekrar üzerinden geçelim. 

Ben, açıkçası şu konuda emin gibiyim – “Emin gibiyim”derken, bilgi üzerine değil, yorum olarak söylüyorum: “Erdoğan zâten Akşener’in gelmesini beklemiyor, Altılı Masa’yı daha da karıştırmak için bunu yapıyor” diyenler var. Erdoğan’ın reddedileceğini bile bile yaptığı bir hamle olarak görüyorlar. Ben böyle düşünmüyorum. Her halükârda Erdoğan’ın Akşener’e ve İYİ Parti’ye ihtiyâcı var. İki yıl önceki çağrısı da samîmîydi, şimdi de samîmî. Bu çağrıyı seçime doğru, doğrudan ya da dolaylı bir şekilde tekrarlayacağını tahmin ediyorum. Eğer bu haliyle Cumhur İttifâkı’nın seçimi kazanamayacağı duygusu kendisinde hâkim olursa, seçimi garanti edecek hamlenin İYİ Parti olacağını düşünüyor. İYİ Parti’ye gerçekten ihtiyâcı var. Bâzıları da, “İYİ Parti MHP’den ayrıldı; MHP orada, oraya nasıl gider?” diyor. Ama biliyoruz ki ilk çağrıyı Devlet Bahçeli yapmıştı, Erdoğan da tekrarlamıştı. Sonra Bahçeli bir daha tekrarladı. Yani Bahçeli için çok da sorun değil. Bir de biliyorsun, MHP târihinde böyle daha önce kavga edip sonra tekrar buluşan çok kişi var. Şu günkü MHP yönetiminde ya da Bahçeli’nin yakın çevresindeki birçok isim, onunla kavga etmiş isim. En yakınındaki birçok isim de ayrılmış durumda. Ülkücü harekette, MHP târihinde, bildiğimiz böyle çok kişi var. Bahçeli’nin kalkıp, “Biz bunlarla kanlı bıçaklı olmuştuk, bir daha yan yana gelmem” diye düşüneceğini sanmıyorum. Ama Akşener’in cevâbını görmüşsündür: Akşener, olayın, Erdoğan’ın seçim kazanmak için çâresizce yaptığı bir hamle olduğunu okumuş ve “Ben sizin masanıza oturmam” diyor. Bence bu olay yine kapanmış değil. Seçime yaklaştığımız süreçte, Erdoğan’ın bunu pekâlâ bir şekilde tekrarlayacağı kanısındayım. Sen ne dersin? 

Kemal Can: Evet, muhtemelen tekrarlar. Zaten bu tekrarlaya tekrarlaya geliyor. Son üç senede Bahçeli üç kere, Erdoğan iki kere bu çağrıyı çeşitli vesîlelerle yaptı. Dolayısıyla böyle bir sürekliliği var. Bundan sonra da önümüzdeki 6 ay içerisinde, hattâ belki seçimden sonra da, çıkacak sonuca göre bu tür şeyler beklenir. Ama seninle çok aynı düşünmediğim nokta şu: Sâhiden bir ilişki zemini, bir ittifak arayışı söz konusu olsa ya da buna çok yakın olunduğu fikri olsa, ben bunun açıktan böyle yapılmayacağını düşünüyorum. Çünkü senin de benim de ve pek çok kişinin bildiği, en azından tahmin ettiği şekilde, pek çok temas kanalı var. Son derece hevesli temas kanalları da var. Dolayısıyla bu süreç bu kanallar üzerinden kolaylıkla işleyebilir. Erdoğan’ın uçaktaki gazetecilere yaptığı açıklamalar, yapacağı hamlelerden çok, çeşitli blokların hareketini etkileyecek ikincil sonuçları îtibâriyle daha çok önemli oluyor. Yani yapacaklarını zâten başka biçimde yapıyor, yürürlüğe koyuyor. Ama genellikle kamuya açık çıkışları, pek de yapmak istediği şeyle değil, daha çok oluşmasını beklediği şeyle ilintili. O yüzden ben, işin bu tarafının daha belirleyici olduğunu düşünüyorum.

Bir süredir Altılı Masa içerisinde, muhâlefet içerisinde birtakım gerilimler olduğunu biliyoruz. Kısmen huzursuzluklar var. Bu mesele, adaylık meselesinde de çok gündeme geldi, başka vesîlelerle de gündeme geldi. Çeşitli güç ve etki rekabeti söz konusu. Hem İYİ Parti’nin kurumsal olarak hem Akşener’in kişisel olarak birtakım rahatsızlıkları var burada. Bir, kendi rahatsızlıkları var; bir de, partisinden, teşkilâtından gelen tazyikler karşısında zorunlu olarak hissettiği birtakım rahatsızlıklar ya da taşıması gereken yükler var. Bunların hepsi, Altılı Masa ve aday tartışmasında iyice açığa çıkmaya başlamıştı. Burada, İYİ Parti’nin, Altılı Masa içerisindeki sayısal ağırlığı öne çıkartarak, kendisinin belirleyici önemini artırmaya dönük bir çaba içerisinde olmaya çalıştığını; aday belirleme sürecinden Altılı Masa’nın fonksiyonuna kadar birçok meseleyi, çok da açık olmayan ama sürekli îmâyla masaya getirdiği bir gerilim hâline dönüştürdüğünü görüyoruz. 

Erdoğan’ın yaptığı bu hamleyle, Akşener’in eli bu mücâdelede biraz zayıflamış durumda. Çünkü Akşener, HDP görüşmesini vesîle ederek, HDP’yi iktidarla yakınlaşabilecek “muhâlefetin zayıf halkası” îmâsıyla, HDP’yi “olağan şüpheli” gören bir siyâset yürütmeye kalkmıştı. Şimdi, Erdoğan’ın bu çıkışıyla, kendisi bir “olağan şüpheli” hâline geldi. Senin söylediğin gibi, bu olasılık her zaman ve herkesin kafasında olduğu için, kurulduğu andan îtibâren İYİ Parti’nin muhâlefet cephesinde ne kadar kararlı bir aktör olduğu tartışma ve şüphe meselesi olduğu için, bu tür çıkışlar bir tarafıyla bir meşrûiyet alanı yaratıyor. Akşener, verdiği cevaplarla muhâlefet cephesindeki kararlılığını pekiştirerek bazen avantaj sağlıyor, hattâ bâzen eli genişliyor. Bundan önceki çağrı sâyesinde, bir tür, suçlamalardan temizlenmiş hissiyle bir ivme de kazanmıştı. Ama şimdi, Altılı Masa’ya getireceği her türlü rahatsızlık meselesi, bu çağrıyla ilişkilendirilerek yorumlanacak. Yani Akşener’in, başka bir seçeneği kafasında tuttuğu için mızıkçılık yaptığı suçlaması ya da şüphesi, hep üzerinde bir gölge olarak kalacak. 

Erdoğan’ın, seçime 6 ay varken böyle bir çağrı yapmasını, Akşener’in Altılı Masa’daki elini biraz zayıflattığını düşünüyorum. Bir tarafı bu; ikinci tarafı ise muhâlefet konsolidasyonu meselesi. İktidârın konsolidasyonunu herkes konuşuyor. Ama asıl konsolidasyon sorunu olan taraf muhâlefet. Üstelik muhâlefet sayısal olarak %60’lara varmış olmasına rağmen, bu %60’ın belirleyici bir zafer üretip üretmeyeceği oradaki konsolidasyona bağlı. Oradaki konsolidasyonu bozan şeyler de, hem oradaki aktörlerin kendine güveniyle ilgili sorunlar hem de birbirlerine güvenleriyle ilgili sorun. Bu hâlâ aşılabilmiş değil. HDP’ye ziyâret ya da Akşener’e çağrı gibi bu tür çıkışlar, muhâlefet cephesindeki bu gerilimi, bu tansiyonu, bu tereddütleri büyütüyor; orayı tartışmalı hâle getiriyor. Açıkçası iktidârın hâlâ becerikli olduğu taraf, yaptığı hamlelerle muhâlefeti çeşitli reaksiyonlara itebiliyor olması. Kendi oy kaybına neden olan sorunları çözmek, seçmenine umut vaat etmek, bir gelecek hikâyesi üretmek konusunda çok becerikli değil; çok da yapabileceği bir şey yok. Ama buna karşılık, HDP ziyâretinde de olduğu gibi, bu olayda da kolayca muhâlefet cephesini çalkalandırabildiğini görüyoruz. 

Sen bunu çoğunlukla bir çâresizlikle açıklıyorsun; ama bir tarafıyla da hâlâ imkân olarak kullanabildiği bir enstrüman olduğunu düşünüyorum. HDP ziyâreti sonrasında Akşener’in çıkışı ve HDP’yle hiç gerekmeyen bir polemiğe girmesinin, hattâ orada Selahattin Demirtaş’ı bile “Özel uçakla getirildi” gibi birtakım îmâlarla bir özel pazarlığın parçası olmakla suçlamasının, çok akıllıca siyâsî hamleler olmadığını şimdi kolayca görmüş durumdayız. Akşener’in yaptığı şey şimdi kendine dönmüş oldu.

Ruşen Çakır: Buradaki mesele büyük ölçüde şu: Senin söylediklerinle benim söylediklerim birbirinden biraz farklı gözüküyor, ama burada eğer muhâlefet bunu bir çâresizlik olarak görüp ona göre birtakım tepkiler verecek olsa, o zaman bunun çâresizlik olduğu anlaşılabilir. Senin cümlenin sonunda söylediğin gibi, buna cevap verirken Selahattin Demirtaş’ı bile kullanıyor olması, çok yazık bir durum. Bunun yerine Akşener’in, ilk başta söylediği, “Seçimi kaybedeceğini anlayınca bilmem ne yapıyor” deyip, “Biz kumar masasına oturmayız” cümlesinden ibâret olsa, işin rengi değişebilir. Ama kendince, HDP üzerinden AKP’yi köşeye sıkıştırmayı da araya katarak, aslında bence tam olarak fırsatı değerlendiremediğini gösteriyor. 

Gizli temaslar diyorsun ya? Onlar zâten var. CHP’yle de temasları var. Hep kavga ediyorlar filan ama aslında birçok parti, özellikle Meclis’te grubu olan partiler, Meclis’in işleyişi gerekçesiyle zâten birbirleriyle sürekli görüşüyor. Ankara’da aracılarla, şunlarla bunlarla görüşme zâten oluyor. Benim anladığım, Erdoğan’ın uçaktaki o söyleyişi, bir yandan da hayıflanmaydı. Yani yapılan temasların, İYİ Parti’yi geri kazanamamalarının verdiği bir hayıflanmaydı. Sanki orada Akşener’e kıyak yapıyormuş gibi, “Oradan seni kurtaralım, kurtul oradan” diyor; ama aslında kurtulması gerekenin kendisi olduğunu gösteriyor bence. Orada bir nüans olduğu kanısındayım.

Bir de tabiî şöyle bir husus var: Erdoğan Akşener’i çağırırken, ortak olmaya çağırmıyor. Yanına gelmesini istiyor. “Gel yanıma, benim yanımda dur” diyor. Ama “Gel birlikte yönetelim” gibi bir şeyi dile getirmiyor. 

Kemal Can: Aslında “Orada durma” diyor. “Buraya gel” kısmı da belirsiz. Daha önceki çağrı, daha doğrudan “Buraya gel” çağrısıydı. Bahçeli’ninki de “Eve dön” çağrısıydı. Aslında CHP içine de aynı tür tazyik yapılıyor.  “Atatürk çizgisinden kopmuş CHP” iddiaları, hattâ CHP’den kopmuş bâzı isimlerin iktidar medyasında fazlasıyla yer bulması, bunlar hep aynı meseleler. Oradan kopanların ya da oradaki sorunlar dolayısıyla onların kalkıp Cumhur İttifâkı’na katılması değil, muhâlefet ittifâkının içerisinde sorun olması ve bir kısmının oradan uzaklaşması üzerine kurgulanmış şeyler. 

Meselâ Akşener’in de çoğu cevâbında söylediği gibi, “Biz gitmeye kalksak bile tabanımız bizi terlikle kovalar; biz gitsek bile, kafamıza silâh dayansa bile tabanımız gelmez.” Ve yine defâlarca gördüğümüz gibi, “HDP seçmeni bu tür meselelerde son derece basîretli davrandı” yorumları yapılıyor ya hep? İktidârın ihtiyâcı meselesini, “İktidar İYİ Parti’nin tamâmını buraya çekmek istiyor” diye kurgulamamak lâzım. Hayır, tamâmına ihtiyâcı yok ki. HDP’nin de tamâmına ihtiyâcı yok, İYİ Parti’nin de tamâmına ihtiyâcı yok. Bir kısmının orada bir tereddüt göstermesi, bugünkü sayısal denge için ona yetiyor. Sen biraz önce söyledin, “İhtiyâcı var” dedin. Evet, başka şeylere ihtiyâcı var. İYİ Parti’ye ihtiyâcı var, Kürt seçmene ihtiyâcı var. Ama “Ne için ihtiyâcı var?” ve “Ne kadar ihtiyâcı var?” meselesi de berâber düşünüldüğünde, birtakım hamleler daha anlam buluyor. Yani hep şöyle bir toptancı bakışla ele alınıyor: “O parti ayrılacak, bu tarafa geçecek ve birdenbire sayısal denge tekrar %60-40 olarak tersine dönecek.” Ama hem siyâsetin gerekleri hem Türkiye’nin şu andaki siyâsî yelpâzesini oluşturan toplumsal zemin buna uygun değil. Bu gerçekleşebilir bir şey değil. Ama biraz önce söylediğim konsolidasyon meselesini bozan muhâlefet. Defâlarca bütün araştırmacılar söyledi. Bekir Ağırdır da söylüyor, Özer Sencar da söylüyor, başka araştırmacılar da söylüyor. İlginç biçimde, sayısal denge, iktidar-muhalefet dengesi, %60’a 40 olmasına rağmen, hâlâ kimin kazanacağı tartışma konusuysa, asıl konsolidasyon sorunu muhâlefet tarafında demektir. Dolayısıyla bunu köpürtmeye, bunu sorun hâline getirmeye devam edecek her türlü hamle, “İhtiyâcı var” kısmının, “Neye ihtiyâcı var ve ne kadar ihtiyâcı var?” sorularıyla ilişkisine bağlı.

Ruşen Çakır: İstersen, Beyoğlu İstiklâl Caddesi’ndeki saldırı konusuna geçelim. Bugün Süleyman Soylu komisyonda, ABD başta olmak üzere dış güçlerin ‘Türkiye Yüzyılı’ vizyon projesini baltalamak için yaptığını söylemiş. Soylu “Mesajı aldık” diyordu ya? “Mesaj nedir?” diye sorulduğunda, mesajın bu olduğunu söylüyor. Her neyse… Saldırıyla ilgili olarak, bombayı bıraktığı düşünülen kadın olmak üzere bayağı sayıda insan tutuklandı. Bunların büyük bir kısmı da Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı değil. Bunların çoğu da Suriye’den gelen, ama Kürt değil de Arap olan kişiler. Böyle ilginç bir durumla karşı karşıyayız. Fakat ifâdelere ilk yansıdığı kadarıyla, zanlı kadın kendisini YPG’yle, PKK’yla irtibatlandırıyor. Ama mahkeme safhasında daha da netleşir. Aslında olay kapanıyor gibi. “Kapanıyor gibi”dediğim, ilk gün yaşanan dehşet yok. Genellikle bu saldırılarda böyle oluyor biliyorsun. 

Ben Çarşamba sabahı İstiklâl Caddesi’ne uğradım. Daha önce bayraklar asılıydı, şimdi bayraklar da kaldırılmış. Bombanın patladığı yerde anma için çiçekler, resimler var. Bugün Mevlüt Çavuşoğlu gitmiş. Ekrem İmamoğlu sabahları gidiyor. Ama sanki olay unutulacakmış gibi bir hava var. Tabiî ki üzerine lâflar edilecek, konuşulacak, ama bu olayın bu kadar kısa sürede unutulacak bir olay olduğu kanısında değilim. Daha önceki deneyimlerden biliyorum; El Kaide, IŞİD saldırıları, PKK saldırıları, kamuoyunda, devlette ve aslında tüm muhâlefet partilerinde de, bu olayları kısa sürede akıllarına getirmeme gibi bir refleksleri var. İlginç bir refleks. Dünyada da böyle olup olmadığından çok emin değilim. Ama bizde genellikle önce bir infial hâli oluyor, sonra komplo teorileri geliyor, ondan sonra da yeni bir saldırıya kadar, olayı çok fazla akla getirmeme hâli var. Daha bir hafta olmadı, 5 gün oldu. Sanki gündemden düşüyor gibi. Ne dersin?

Kemal Can: Geçen gün Adını Koyalımda da bu mesele üzerine uzun uzun konuştuk. Senin söylediğin gibi, işin biraz yavaş yavaş sönümlendiği görülüyor. Hem bunun toplumsal etkileri açısından bir zayıflama hem de iktidar cephesinden, bu işi fazla canlı tutmama konusunda baştan îtibâren bir tutum alış var. “Adını Koyalım”da hemen hemen mutâbık kaldığımız konulardan biri buydu. İlk andan îtibâren, Süleyman Soylu’nun birkaç çıkışı dışında, iktidar cephesinin de, iktidar medyasının da ve iktidârın sivil unsurlarının da, bu olay üzerine, bunu tırmandıran, buradan bir reaksiyon üreten, bunu büyüten bir tutum almadıklarını gördük. Senin söylediğin gibi olayı biraz soğutma çabası devam ediyor.

Bu, daha önceki saldırılarda da olmuştu. Meselâ Mersin’deki polisevi saldırısında da benzer bir şeyi görmüştük. Mersin saldırısı da o anlamda çok köpürtülmemişti. “Adını Koyalım”da konuştuğumuz gibi, 2015’le fark meselesi açısından da bu konuya bakabiliriz. Bu güvenlik meseleleri, birtakım şok yaratan saldırılar, sanıldığı gibi, iktidârın gücünü pekiştiren, onun etrâfında toplumu kenetlenmeye zorlayan ya da teorideki gibi gücün etrâfında bir birikme yaratan sonuçlar üretmiyor artık. İşin biraz böyle bir tarafı var. Oluşan bu güvensizlik, iktidârı destekleyen ya da iktidâra güveni artıran, ona mahkûmiyeti artıran sonuçlar üretmiyor. Bir bu tarafı var.

İkincisi, buradan çıkan reaksiyonlar eskisi kadar kolay yönetilemiyor. Bir de bu tarafı var. Üçüncü tarafı ise, bu olayda çok karışık bir tablo var. Kimin yaptığından nasıl yaptığına, yapıldıktan sonra nasıl reaksiyon verildiğinden o reaksiyonlar arasındaki çelişkilere kadar, fazla karmaşık, çok merkezî olarak homojen biçimde ele alınıp yönetilemeyen, çok sayıda tarafın tartışmalı biçimde birbiriyle çelişkileri, ilişkileri olan bir mesele. Sâdece olayın yaşanma biçimi, olayın fâilleri, olayın nasıl geliştiğiyle ilgili işin polisiye tarafı bile son derece karışık. Ama bu karışıklık, şu anda çok kuvvetli haber kaynakları ve çok canlı bir medya atmosferi olmadığı için çok dolaylı olarak yansıyor. Ama senin söylediğin gibi, işin biraz soğutulduktan sonra unutulmaya bırakılma ihtimâli son derece kuvvetli. Çünkü daha önce de aslında bir sürü olay, o meşhur 2015 hâdisesinin içerisindeki pek çok şey de yine karanlık delikler olarak bırakılmıştı. Bunların en önemlilerinden biri Ceylanpınar hâdisesiydi. Neredeyse bir başlangıç noktası gibi kurgulanmış olan olay, hâlâ karanlıkta bir nokta olarak duruyor. Yine pek çok saldırı böyle. Senin daha önce hatırlattığın Ankara Gar Saldırısı olsun, İstanbul’da daha önce Sultanahmet’te yapılan saldırı olsun, hattâ Reina Saldırısı dâhil olmak üzere, buna benzer saldırılar, kapanmış, unutulmuş; hem polisiye tarafı hakkında çok az bilgiye sâhip olduğumuz, hem de o etkinin, o tartışmaların yarattığı sonuçların açık uçlu olarak bırakıldığı konular olarak duruyor. Türkiye’nin son 10 yılına baktığımızda, ucu boşta olan çok sayıda açık kablo var aslında. 

Ruşen Çakır: Burada ilginç bir şey var: Genellikle bu tür güvenlik ve terör konularında yazıp çizen birtakım meslektaşlarımız –ki bunlar genellikle resmî bilgilere çok îtibar ederler–, spekülasyon olmaması için isim vermeyeyim, ama onların yazdıklarına baktığım zaman, çok temkinli, dikkatli yazdıklarını görüyorum. Hattâ bir tânesi, özel olarak bu konuda temkinli düşündüğünü yazma ihtiyâcı hissetmiş. Polis muhâbirliği gibi yerlerden gelip daha önceki birçok terör hâdisesini değerlendirmiş kişiler, genellikle resmî açıklamalar üzerinden, resmî bilgilerden hareketle gazetecilik yaparken; bu sefer, daha soru işâreti koyuyorlar. O zaman ortaya şöyle bir şey çıkıyor: Her kim bunu yaptırdıysa, onların istediği şekilde bir ortam oluşmamış sanki. Meselâ Mersin saldırısının ardından daha büyük gürültü koptu. İktidârın koparttığı bir gürültü vardı. İstiklâl Caddesi saldırısının ardından HDP’nin şeytânîleştirilmesi o kadar güçlü olmadı dikkat edersen. Mersin’dekini PKK üstlendi, ama devlet için bu önemli değil. Devletin açıklaması YPG-PKK tarafından yapıldığı — eminler. Ama Mersin’de çıkarttıkları sesle bunu kıyasladığımız zaman, arada bir fark olduğunu düşünüyorum. 

İstersen buradan hareketle şunu konuşalım: Erdoğan’ın Kürtler’le kurduğu ya da kurmaya çalıştığı, bâzılarının kurduğunu sandığı ilişkiyi konuşalım. Geçen Pazar günü Denizli’deydim, biliyorsun. DEVA Partisi’nin mitingini izlerken, daha terör saldırısı olmamışken, Selahattin Demirtaş’ın, önce helikopter sonra özel jetle Diyarbakır’a babasını görmeye götürüldüğü haberi vardı. DEVA Partisi kurmaylarından biri bana, “Bir, Aysel Tuğluk’un sağlık nedeniyle ev hapsine çıkarılması. İki, HDP ile anayasa görüşmesi. Üç, Selahattin Demirtaş olayı. Ne diyorsun?” diye sordu. Ben de şakayla karışık “Yemeyenin malını yerler” dedim. Yani: “Sizin el atmadığınız HDP’ye, onlar el atıyor” dedim, berâber güldük. 

Burada ilginç bir durum var: Meselâ Meral Akşener, Selahattin Demirtaş olayını hemen Erdoğan’ın tutarsızlığına örnek olarak veriyor. “Bir teröristi nasıl özel uçakla götürürsün?” demiyor da, “Hem bunu deyip hem bunu nasıl yapıyorsun?” şeklinde bir şey söylüyor. Ama sonuç olarak, bunu doğru bir hareket olarak görüyor olsa, herhalde bunun lâfını etmez. Muhâlefet açısından orada hâlâ zayıf bir yan var. Erdoğan’ın bu tür hamlelerinin –aslında bunların hamle olup olmadığından çok emin değilim– kendi içinde mantıklı bir açıklaması var. Aysel Tuğluk’un zâten raporları ortada. Devlet zâten yapması gerekeni yaptı. Anayasa görüşmesi konusunda, zâten grubu olan partiyle anayasayı tabiî ki görüşecek. Ya da Selahattin Demirtaş meselesinde, yasal olarak mevzûat var, tabiî ki bu normal bir şey. Demirtaş, İsmail Saymaz’a verdiği röportajda, “Ben bunların Erdoğan’ın izni olmadan yapılmadığını bilecek deneyime sâhibim” demiş. Aysel Tuğluk’ta da, HDP ile anayasa görüşmesinde de, Demirtaş olayında da Erdoğan istemese hiç kimse yapamaz. Erdoğan’dan habersiz de yapamaz. “Yapalım, zâten bunu yapmamız gerekiyor. Herhalde bir şey demez” diye düşünmüyorlardır. “Böyle bir şey yapmak gerekiyor mu?” diye soruyorlardır. Hattâ bence sormuyorlardır bile, onlara talîmat gidiyordur. “Artık Aysel Tuğluk’u evine bırakabilirsiniz” ya da “Tabiî ki HDP’ye de gidin” ya da “Selahattin Demirtaş’ın böyle bir başvurusu olduğunda tabiî ki verin” diyordur.

Bu arada şu çok ilginç: Demirtaş’ı daha önce Diyarbakır’dan Edirne’ye götüren uçak ve helikopterler, yine aynı uçak ve helikoptermiş. Demirtaş, “Bizi Diyarbakır’dan Edirne’ye de onlar götürmüştü. Bu sefer de aynı uçak ve aynı helikopterle gittik” diyor.

Kemal Can: HDP ve Demirtaş kısmına dönmeden önce, Erdoğan kısmıyla ilgili şunu söyleyeyim: Çıkan kulis bilgilerinden şunu öğreniyoruz ki, HDP’ye heyet gitmesi, doğrudan Erdoğan’ın tâlîmâtı ya da izniyle gerçekleşmiş. Ama aynı Erdoğan, Akşener’e çağrı yaparken, uçakta yaptığı konuşmada, yine aynı cümleyi kurarak şöyle diyor: “Terör örgütünün Meclis’teki uzantısı partiyle aynı masada olması, İYİ Parti ya da Akşener için kötü, dolayısıyla oradan kalksın.” Bir hafta içerisinde ikisini de söyleyebilen aynı kişi ve ikisini de aynı rahatlıkla söylüyor. Biraz önce söyledim, tekrar söyleyeceğim: Uçak konuşmaları öyle pek iç dökme gibi, irticâlen bir şeyler söylediği konuşmalar olarak görünmüyor. O konuşmaların neredeyse tamâmı, oluşturulmak istenen gündemlere dâir sorulardan, verilen cevaplara kadar bayağı hazırlanılmış işler. Ama bu olayda çok net görüyoruz. Bir hafta içerisinde o tâlîmâtı da Erdoğan veriyor, bu değerlendirmeyi de Erdoğan yapıyor. Aynı anda HDP’ye heyet gönderip Akşener’i masadan kalkmaya çağırıyor.

Bunları yaparken, senin de söylediğin gibi, muhâlefetin, iktidârın tutarsızlığı üzerinden bir fırsat yakaladığını zannederek hamle ettiği her şeyde de boşa düştüğünü görüyoruz. Bunun bu kadar rastlantısal olduğunu düşünmüyorum. Bunun iki nedeni var: Birincisi, tutarsızlık, Erdoğan’ın zayıf tarafı değil; tutarsızlık, Erdoğan’ın en avantajlı ve rakiplerini de en kolay yönetebildiği, en kullanışlı enstrümanı. Bu kadar rahat tutarsızlık yapabildiği, birbirinin zıttı şeyleri kolayca yapabildiği için, zâten birilerinin “siyâsî dehâ” muamelesi yapmasını sağlayan son derece düz bir esnaf siyâsetini sürdürebiliyor. Bu sanki bir zaafmış, buradan da açık yakalayarak iktidâra yüklenebilecekmiş zanneden muhâlefet aktörleri de sürekli olarak bu zikzaklara hamle ederek kendilerini boşluğa düşürüyorlar. Bunu neredeyse her hafta partilerin resmî basın toplantılarında görüyoruz. “Önce böyle demişti, şimdi böyle dedi. Daha önce böyle demişti, buna böyle demişti” gibi hikâyeler anlatıyorlar. Kimseyi bununla etkileyemiyorlar. Çünkü kimse bunun üzerinden bakmıyor. Yani bu hesâba göre bakarsak, “Bahçeli Erdoğan’a daha önce ne demişti? Süleyman Soylu daha önce ona ne söylemişti? O Fethullah Gülen’e ne demişti? Aslında nass dediler, sonra örtülü fâiz getirdiler…” Bunların hiçbirinin önemi yok. O zikzaklar, bu manevra kabiliyeti, aslında kabiliyet değil; buna imkân açan siyâsî zemin. Bunu büyük bir avantaj olarak işliyor. 

Bu hamlelerde de öyle. HDP’ye heyet gönderiyor, hop, yine herkes bunun üzerine atlıyor. Akşener çok acayip şeyler söylüyor. Sonunda ne oluyor? CHP’yi de bir tür isnat altında bırakan, daha çok HDP’yi zıplatan ve polemiğe sevk eden bir çıkış yapıyor. Sonra onun cevâbı geliyor. Bir hafta sonra da kendisi aynı olağan şüpheli durumuna düşüyor. Şimdi aynı mantıkla, HDP atlayıp, “Bakın, zayıf halka sizsiniz. İYİ Parti’yle yürüyün, daha çok yol gidersiniz” diye muhâlefete bir şeyler söylese nasıl bir sonuç çıkacaksa, öyle bir tablo oluşuyor. Ama aslında bu tutarsızlık resmi, iktidârın muhâlefeti yönetme ve onu çeşitli hamlelerle belirli pozisyonlara itme işine yarıyor. Selahattin Demirtaş cevâbını da vermiş, “Mekikle Mars’a da gönderse benim pozisyonum değişmez” demiş. “Bakın, bakın Selahattin Demirtaş’ı uçakla getirdiler” îmâsı yapıyorlar ya? Eh ne olacak? Beş senedir içeride yatan Selahattin Demirtaş, uçakla Diyarbakır’a gönderildiği için birdenbire iktidarla uyumlu bir insan mı olacak?

Ruşen Çakır: Selahattin Demirtaş tabiî ki böyle bir şey yapmayacak. Ama zâten muhâlefetten yeterince ilgi görmediğini düşünen ve Selahattin Demirtaş’ı seven birisinin, oy kullanma zamanında, “Ya, en azından Selo’yu babasıyla görüştürdü” demesini umuyorlardır.

Kemal Can: Tamam, ama bunu sağlayan şey, “Selahattin Demirtaş’ı bilmem ne götürdü” diye onu sanki bir açıkmış gibi kullanmaya kalkıp, aslında son derece sevimsiz bir reaksiyonu çağıran tutum. Aslında problem bu. Yani HDP’yle görüşmeye gidildiğinde bütün muhâlefet, “Ne var bunda? Tabiî gideceksiniz. Biz gittiğimizde lâf etmeniz acayip” reaksiyonu verme şansını eline almışken, bambaşka bir şey yapmayı seçti.

Ruşen Çakır: Evet. Sonuçta aslında iktidârı konuşalım derken sürekli muhâlefeti konuşmak durumunda kalıyoruz. 

Kemal Can: İktidar, kendisini konuşturmamayı beceren gündem değişikliklerini uyduruk işlerle yapmıyor. Muhâlefete, sanki kolayca girebileceği kapıdan boşluklar verip, onları kolayca o alanlara çekerek yapıyor. Aslında “Biz asıl gündemi konuşuyoruz” diye oralara atlayanlar, gündemin boşluklarına düşüp kayboluyorlar. 

Ruşen Çakır: Evet, Kemal, burada noktayı koyalım. “Haftaya Bakış”ı böyle noktalayalım. İzleyicilerimize teşekkür edelim, haftaya tekrar buluşmak üzere, iyi günler. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.