Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Adını Koyalım (80): Tüm yönleriyle İstiklal Caddesi’ndeki bombalı saldırı

İstanbul-Beyoğlu’ndaki İstiklal Caddesi’nde 13 Kasım’da düzenlenen bombalı saldırıda altı kişi yaşamını yitirdi, 81 kişi yaralandı.

Emniyet, saldırıyı PKK’nın yaptığını açıkladı, PKK ise saldırıyla ilgisinin olmadığını savundu.

“Bize verilen mesajı aldık. Çok güçlü cevap vereceğiz” diyen İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, ABD’yi hedef alarak “Amerikan Büyükelçiliği’nin taziye dilemesini kabul etmiyoruz, reddediyoruz” dedi.

ABD’nin taziye mesajına teşekkür eden AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Erdoğan ise dün (15 Kasım) Endonezya’daki G-20 Zirvesi’nde ABD Başkanı Joe Biden ile görüştü.

Ruşen Çakır, Ayşe Çavdar, Kemal Can ve Burak Bilgehan Özpek, Adını Koyalım‘ın bu bölümünde tüm yönleriyle İstiklal Caddesi’ndeki bombalı saldırıyı ele aldı.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler, iyi akşamlar. “Adını Koyalım”la karşınızdayız. Kemal Can, Burak Bilgehan Özpek ve Ayşe Çavdar’la yine bir konuyu konuşuyoruz. Konumuz tabiî ki Pazar günü İstanbul’da, İstiklâl Caddesi’nde yaşanan terör saldırısı. Saldırıda, 3 âileden, 2’si erkek 6 kişi; anne-kız, baba-kız ve bir karı-koca hayâtını kaybetti. Çok acı bir olay, çok kötü bir olay.

Ben bu sabah İstiklâl Caddesi’nden geçtim. Orada MHP heyeti dolaşıyordu. Vatandaşlar bombanın patladığı yere karanfiller, çiçekler bırakıyorlardı. Dua edenler gördüm. Tüm İstiklâl Caddesi bayraklarla donatılmıştı. Bu çok hayâtî ve önemli bir olay. Türkiye’nin maalesef daha önce tanık olduğu türden bir olay. “Kim yaptı? Neden yaptı? Nasıl yaptı? Veya kim yaptırdı?” gibi birçok soru birden var. Ama bunu olabildiğince soğukkanlı bir şekilde değerlendirelim diyorum.

Burak, seninle başlayalım. Olayı duyduk. Ben o sırada Denizli’de DEVA Partisi’nin mitingini izliyordum. Miting bitti, arabaya oturduk, yemek yiyeceğimiz yere gideceğiz. Olayı sosyal medyada gördük ve şok olduk. Biliyorsunuz, hemen sonrasında sosyal medya iptal oldu. Ondan sonra her şey gelişti. Ne diyorsun Burak? Ne düşündün? Aklına herkes gibi 2015 Haziran ve Kasım seçimleri arasındaki dönem mi geldi? Nasıl yorumluyorsun?

Burak Bilgehan Özpek: Biz de oyun parkındaydık. Çocukları oyun parkına götürmüştük. Hakîkaten haberi alır almaz, birçok vatandaş gibi biz de büyük bir kötümserliğe kapıldık. İnsanlar 2015’te 7 Haziran-1 Kasım arasındaki dönemi düşünmekte haklı. Biz de düşündük; çünkü Türkiye’de cumhurbaşkanlığı seçimlerinden önce bu tip hâdiseler olur. Bunu tecrübeli Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları büyük bir reaksiyon veya büyük bir panikle karşılamamalılar. Türkiye’de seçimler öncesi bu tip hâdiseler olur. Ancak 7 Haziran-1 Kasım arasındaki dönem, hattâ bunu 7 Haziran ile başkanlık seçimleri arasındaki dönem olarak genişletmek lâzım. Çünkü biz 1 Kasım’dan sonra da epey terör saldırısıyla muhâtap olduk. Türkiye başkanlık sistemine geçinceye kadar, ülkede çok ciddî anlamda terör saldırıları oldu. 

Bu dönem ile şu anda yaşadığımız terör saldırısını karşılaştırmanın ne kadar doğru olup olmadığını düşünmek lâzım. Ben, benzer bir süreçten geçtiğimizi düşünmeyenlerdenim. Çünkü 2015’te, 7 Haziran sonrasında yaşadığımız süreç, hakîkaten kendi dinamikleri açısından ele alındığı zaman, Türkiye’de sadece iktidârın geleceğini belirleyen değil, aynı zamanda Türk dış politikasının oryantasyonunu da belirleyen bir süreçti. Biz sâdece Adalet ve Kalkınma Partisi’nin yeniden erken seçimleri kazanıp kazanmayacağına odaklandık. Fakat Türkiye 2015’ten sonra büyük bir dönüşüm yaşadı. Dış ilişkilerinde, dış politika ekseninde ciddî bir değişiklik yaşadı. Tehdit algılarını tanımlarken farklı bir tavır sergiledi. Geleneksel ittifak sistemlerinden ayrıldı. 2015’te Türkiye, Adalet ve Kalkınma Partisi’ni mağlup etti. Fakat 7 Haziran seçimlerinden sonra yerine alternatif bir hükûmet koyamadı ve hepimiz biliyoruz ki, bu alternatif hükûmet koyamamak, yani yönetme irâdesi gösterememek, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin çok işine yaradı. O dönem ortaya çıkan güvenlik sorunları da halkı mevcut en güçlü alternatife yöneltti. Çünkü 7 Haziran’dan önce yapılan araştırmalar, halkın öncelikli gündeminin ekonomiyle ilgili sorunlar olduğunu söylerken, 1 Kasım’dan önce yapılan araştırmalar güvenlik ve terör meselelerinin baskın bir şekilde halkın gündemine girdiğini gösteriyor. 

Sonraki dönemde de –buna 15 Temmuz’u da dâhil edebiliriz– Atatürk Havalimanı saldırısı, Dolmabahçe Stadı saldırısı, Merasim Sokak saldırısı, Rus büyükelçisinin öldürülmesi, Ankara dolmuş durağı saldırısı ya da Kayseri’de izne çıkan erlerin otobüsünün patlatılması gibi hâdiseler, aslında çok ciddî terör hâdiseleriydi. Bana sorarsanız bunların hepsi, seçimin kazanılmasından öte bir anlam ifâde ediyordu. Yani Adalet ve Kalkınma Partisi’nin seçimi kazanmasının ötesinde, Türkiye’de yeni bir iktidar koalisyonunun oluşmasına, yeni bir paradigmanın oluşmasına işâret ediyordu. Çünkü Türkiye’de bir otoriterlik kurmak için, oy çoğunluğuna sâhip olmanın ötesinde bir argümana sâhip olmanız gerekiyor. Türkiye’nin saldırı altında olduğu, bir beka sorununu yaşadığı argümanına sâhip olmanız için, ciddî anlamda bazı kanıtlara ihtiyâcınız var. O 2015-2017 arasındaki dönemde yaşanan saldırılar bize bunu gösterdi. Türkiye, 2015’ten sonra ciddî anlamda bir millî güvenlik devletine dönüştü. Bunu da söylemek lâzım.

Bu son saldırıyla önceki saldırıları mukayese etmek açısından bunu söylüyorum. Türkiye’nin dış politikası değişti. Türkiye, ciddî anlamda yaşadığı bu beka meselesinden dolayı dış politika oryantasyonunu değiştirdi. Türkiye’nin Suriye politikası değişti. Türkiye’nin Amerika Birleşik Devletleri’yle olan ilişkileri değişti. Türkiye’nin Rusya’yla olan ilişkileri değişti. Hepsinden önemlisi, Türkiye’nin rejim şekli değişti. Parlamenter sistemden başkanlık sistemine geçildi ve başkanlık sistemi ciddî anlamda bir millî güvenlik tehdidine karşı istikrarlı bir hükümet kurma amacıyla önerildi. Ancak son saldırının hakîkaten benim kafamda oluşturduğu bazı soru işâretleri var, bunu söylemem gerekiyor. Bu, seçimlerden önce yeniden bir Olağanüstü Hal (OHAL) yaratma hamlesi midir? Yoksa ciddî anlamda hükûmetin içindeki aktörleri ayrı ayrı şaşırtan ve kim tarafından yapıldığı konusunda çok fazla emin olunamayan bir hâdise midir? Bunu sorgulamak gerekiyor. Çünkü burada iki parametre var: Birincisi, HDP ile AKP arasında son dönem yaşanan yakınlaşma ve hattâ Milliyetçi Hareket Partisi’nin de buna onay vermesi, yaşanan terör saldırısının PYD veya PKK kaynaklı bir saldırı olmaması gerektiğini bana düşündürüyor. Çünkü eğer AKP, HDP’yle yakınlaştıysa ve buna MHP rızâ göstermemiş olsaydı, bunu, “Sistem içerisindeki bâzı aktörler süreci sabote ediyor” şeklinde yorumlayabilirdik. Fakat böyle bir şey de olmadı. Yani Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı, HDP’nin meşrû bir siyâsî parti olduğunu söyledi ve anayasa görüşmeleri kapsamında HDP’yle görüşmenin mübah olduğunu va’z etti. 

Dolayısıyla, böyle bir terör saldırısının, yaşanan bir yakınlaşma sürecini sabote etme amacı içinde olan sistem içindeki aktörler tarafından yapılmadığını düşünüyorum. Çünkü hakîkaten zamanlaması çok ilginç bir saldırı. Hem Devlet Bahçeli’nin onay verdiği, hem Adalet ve Kalkınma Partisi’nin HDP’yle görüştüğü ve sözlerini çok da geri almadıkları, yalanlamadıkları bir zaman dilimine denk geldi. İkincisi ise: Bu yaşanan internet kısıtlaması meselesi. Adalet ve Kalkınma Partisi’nin interneti yavaşlattığı vakalara baktığımız zaman, kendi inisiyatifi dışında olan veya kendi ikbâline hizmet etmeyen hâdiselerden sonra interneti yasakladığını görüyoruz. Mesela IŞİD’in 2 Türk askerini yaktığı gün, internet Türkiye’de yasaklandı. Çünkü bu mesele, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin siyâsî ikbâline zarar veriyordu. Fakat onun dışındaki saldırılarda, yani milliyetçiliğin yükseldiği, bir kurbanın arandığı, dolayısıyla sürü psikolojisinin organize edildiği, bir av sürüsünün organize edildiği durumlarda internet Türkiye’de serbest bırakıldı. Dolayısıyla internetin kapatılması, bana sorarsanız hükûmetin de bu meselenin nereye evrileceğini tam kestirememesinin bir sonucuydu.

O yüzden, bu son saldırının, daha önce yaşanan saldırı dalgasıyla ve saldırı dalgasının sonuçlarıyla çok da fazla benzerlik arz etmediği kanaatindeyim. Çünkü öncesinde ortaya çıkan beka sorunu, istikrarsızlık duygusu, güçlü bir irâdeye bağlanma hissiyâtı, hükûmet tarafından, yani Adalet ve Kalkınma Partisi tarafından bir siyâsî çıkara dönüştürülebilirdi. Bunu anlıyorum. Fakat şu anda yaşanan saldırı, hakîkaten çok gafil avladı Adalet ve Kalkınma Partisi’ni; çünkü HDP ile görüşme aşamasındaydı. Bunu sâdece AKP milletvekillerinin HDP’yi ziyâreti bağlamında da söylemiyorum. Bir süredir Sabah gazetesini tâkip eden ve bir süredir AKP içerisindeki Kürt kökenli milletvekillerinin tweet’lerini ve beyânatlarını tâkip eden birisi olarak söylüyorum. Bu, gafil avlanmışlığın resmidir aslında. Üstelik bu saldırı, Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı’nın da bu görüşmelere cevaz verdiği dönemde yaşandı. 

Hükûmetin, bu konuda hakîkaten yeni hikâye üretmeye zorlandığı, sonuçlarının nereye varacağını, bu saldırının amacının ne olduğunu çok fazla kestiremediği, dolayısıyla panik içerisinde interneti kapattığı bir durum gözlemledim. O yüzden 2015-2017 arasındaki dönemle çok da mukayese etmemek gerektiğini ve kendi içinde değerlendirmek gerektiğini düşünüyorum. Saldırılardan sonra Süleyman Soylu’nun açıklamalarının bize bâzı ipuçları verdiği kanaatindeyim. Süleyman Soylu can havliyle Amerika Birleşik Devletleri’ni bu saldırıdan sorumlu tuttu. Bu aslında çok ciddî bir söylem; çünkü Süleyman Soylu, Türkiye Cumhuriyeti’nin İçişleri Bakanı. Başka bir egemen devleti, kendi ülkemizdeki terör saldırılarından sorumlu tutmak, çok ciddî anlamda adım atmanızı gerektirecek bir meseledir. Eğer Amerika Birleşik Devletleri’ni ülkenizde terör saldırısı yapmakla suçluyorsanız, bu aslında ciddî anlamda bir savaş sebebidir. Hattâ Amerika Birleşik Devletleri’yle iş tutan, işbirliği yapan, onlarla bir şekilde ilişki kuran her aktörü de kriminalleştirmenin yolunu açar. 

Ruşen Çakır: Ama bu arada biliyorsun, o açıklamanın bir gün sonrasında, CIA direktörü Rus mevkidaşıyla Ankara’da buluştu. Erdoğan, Endonezya’da Biden’la görüştü.

Burak Bilgehan Özpek: Sorun ne kadar açık aslında, değil mi? CIA ve Rus istihbârâtını bir araya getiren, muhtemelen Türk istihbârâtı. Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı, Amerika Birleşik Devletleri Başkanı’yla görüşüyor ve tâziyelerini kabul ediyor. Yani İçişleri Bakanı’nın beyânâtı, aslında sâdece Amerika Birleşik Devletleri’ni değil, bu devlet ile ilişki kuran her aktörü de zan altında bırakıyor. Bu çok temel bir sorun. 

İkincisi, yine İçişleri bakanımızın Afrin ve İdlib vurgusu. Bu bölgeler, Türk Silâhlı Kuvvetleri ve Millî İstihbârat Teşkilâtı kontrolünde. Yani buradan Türkiye’ye geçişlerin, bu iki kurumun kontrolünde olması lâzım. İçişleri bakanımız saldırıyı açıklarken, İçişleri Bakanlığı’nın zâfiyetinden ziyâde, aslında İçişleri Bakanlığı dışındaki iki kurumun zâfiyetini vurgulamış oldu. Dolayısıyla bana, sistem dışı bir aktörün, sistemi rahatsız etmek veya sistemi şekillendirmek için yaptığı bir tepkiden ziyâde, henüz adı konulamamış, belki sistem içi aktörlerin birbirleriyle ilişkilerini belirlemek için adlandırılacak veya kullanılacak bir saldırı olarak gözüküyor. 

Ruşen Çakır: Evet, çok ilginç bir noktada bıraktın. Kemal, o zaman aynı soruyu, 2015 Haziran-Kasım arasını hatırlatıp hatırlatmadığı meselesini sana da sorayım. Burak öyle olmadığını, yepyeni bir durum olduğunu söylüyor. Sen ne dersin?

Kemal Can: Burak’ın “2015’e benzemiyor” kısmındaki argümanlarının –birkaç saptaması dışında– çok büyük bir kısmına katılıyorum, onları işâret edeceğim. Ama ben başka bir cepheden 2015’e benzetmenin sakıncalarına değineceğim: Burak’ın, “Bir aşamadan sonra, 7 Haziran’dan sonra Türkiye bir güvenlik devletine dönüştü” tespitindeki bir şeye îtirâzım var: Türkiye zâten bir güvenlik devletiydi; o târihten sonra güvenlik devleti olmadı. Güvenlik devleti refleksleriyle siyâset ilişkisi arasında bir değişimden bahsedebiliriz. Türk devletinin çeşitli yüzleri, hareketli sahne dekoru gibi girer çıkarlar. Ama o sahne hep kuruludur. Ve güvenlik devleti mekanizması, öyle 7 Haziran’dan sonra kurulmuş ve gelişmiş bir şey değildir. Bir kere onu söyleyeyim.

Burak’ın söylediklerine katıldığım tarafları söyleyeyim: Birincisi, en son bıraktığı noktayı sen de işâret ettin: Süleyman Soylu ile Erdoğan arasındaki fark meselesinde çok çarpıcı bir tablo var. Çünkü görev alanını ve siyâsî pozisyonunu dikkate alırsak, bir İçişleri bakanı, haddini aşarak Türkiye adına bir değerlendirme yapıyor. Çünkü “Biz kabul etmiyoruz” derken, Türkiye Devleti adına konuşarak bunu söylüyor. “Ben kabul etmiyorum” demiyor. O zaman da belki “Bir bakan bunu nasıl söyler?” diyebiliriz, ama cümleyi “Biz bunu kabul etmiyoruz” diye kuruyor. “Biz bu tâziyeyi kabul etmiyoruz” diyor. Orada devlet adına konuşuyor. Burak’ın söylediği gibi, bu lâfın arkasını da getirmek zorunda olan bir pozisyonda konuşuyor. Birincisi, o mevkide değil. O mevkide olmadığı da hemen peşinden gelen adımlarla anlaşıldı. Yani Biden’la görüşen Erdoğan var. Bir de, tâziyelere teşekkür mesajı yayınlandı. Ben hatırlamıyorum, kaçırmış olabilirim ama, daha önce böyle olaylarda, bütün bayrakları dizerek, “Bütün bunlara teşekkür ediyoruz” diye bir kabul mesajı yayınlanmış mıydı, bilmiyorum. Ama Amerikan bayrağının da yer aldığı bir teşekkür mesajı yayınladı.

Ruşen Çakır: Kemal, sözünü kesiyorum. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, Azerbaycan, sonra ABD… Bayrakların sırası böyle.

Kemal Can: Bu bir cevap. Daha önce oldu mu olmadı mı bilmiyorum, çok iddialı bir şey söylemek istemiyorum. Belki standart yapılan bir işlemdir. Ama en azından medyada bunun yer alma biçiminden, bir şey gösterildiğini kesinlikle görüyoruz. Dolayısıyla bu bir cevap. Bu işin hem yapılma kaynağı, yapılma gerekçesi, yapan unsurlar ile ilgili tartışmalar, hem de bunun kullanımıyla ilgili mesele, güvenlik devletinin iç koridorlarına dâir tarafları olduğunu fazlasıyla düşündürüyor. Hattâ bu böyle bir komplo teorisi değil; bu konuştuğumuz mesele, apaçık ortada da yaşadığımız bir şey. İçişleri Bakanı çıktı Amerika’yı suçladı. Daha önce de böyle suçlamalar yapmıştı; ama bir saldırının sonrasında, o saldırıdan doğrudan sorumlu olduğunu iddia ederek, çok yüksek bir reaksiyonla bunu ortaya koydu. Daha önemlisi, yine Burak’ın söylediği gibi kaynak işâret etti. Orada tabiî ki PYD filan diyor, ama Burak’ın dikkat çektiği ayrıntı önemli. Yani PYD deyip, “Genel olarak PYD”, “Genel olarak terör örgütü” demiyor, bölge işâret ediyor ve orada başka göndermeler de var.

Burak’a bir başka îtiraz noktamı daha söyleyeyim: HDP ile yakınlaşma meselesi de biraz tartışmalı. Yani şimdi orada MHP’nin onayının ve “HDP ile yakınlaşma” diye târif edeceğimiz şeyin bir siyâsî yakınlaşma, yeni bir ortak ya da yakın tavır arayışından başka bir içerik taşıdığını da düşünüyorum. O da, bu iş kadar, tam olarak nereye oturduğu, kimin neyi ne için ne kadar desteklediği son derece muğlak bir alan. Yani bence orada da net bir durum yok. Nasıl bu saldırıda net bir durum yoksa, daha önce rahmetli Mahir Kaynak’ın akıl yürütme biçimiyle, “Kim faydalandı? Kim bunu ne için yaptı?” sorularının cevaplarını çok kolay veremediğimiz bir şeyse, öbür tarafta yürüyen iş de öyle. “Evet, tamam, Kürt oyları lâzım. Kürt oyları için bir tâne mavi boncuk verildi. Hemen de bunun cevâbı geldi, tıkır tıkır orada bir şey işliyor, böyle bir tezgâh kuruldu” demek için biraz erken davranmamak gerektiğini düşünüyorum. İşin bu tarafı böyle. Ama Burak’ın, yapısal olarak ve içeriği îtibârıyla 2015’tekilere pek benzemediği tespitine ve oradaki argümanlara büyük ölçüde katılıyorum. 

Ama ben bir başka cepheye geçerek, bu 2015 benzetmesi meselesinden başka bir rahatsızlığı ifâde etmek istiyorum. Haklı olarak herkesin aklına bu geliyor, herkesin aklında bu var. Bunu son derece anlaşılır buluyorum. Çünkü bu ülke böyle bir şey deneyimledi. Ama aklımıza her gelenin, doğrudan her türlü tartışmayı bağlayan bir mutlak gerçeklik gibi ifâde edilmesi ve bunun kaçınılmaz bir kadere dönüştürülmesi, son derece problemli siyâset. Yani bu tür gelişmeler her olduğunda, bunu sâhiden refleks olarak, endîşe olarak aklına getiren insanlar açısından değil, ama politik birtakım aktörlerin de sürekli buna referans vermeleri, “Bakın, işte 2015” referanslarıyla meseleye yaklaşmaları, çok kötü sonuçlar veriyor. 

İki türlü kötü sonuç veriyor: Birincisi, bu türlü her saldırıda ezber olan bir şey var: “Kim yapmışsa amacına ulaşamayacak.” Sürekli, aklınızda bunun büyüttüğü ve daha fazlasını çağıran bir endîşeyi dillendirmeye başlarsanız, her kim hangi amaçla yapmışsa, o amaca katkı vermiş olursunuz. Çünkü terör eyleminin temel amacı, mevcut durumdaki şoku, gelecek için bir korkuya çevirmektir. Dolayısıyla bu işe yarar. Yani ne yaparsınız? Bu terör eyleminin yarattığı şoku büyütüp ileriye taşırsınız, daha fazlasını çağıran ya da bekleyen bir iklimi var edersiniz. Bu son derece problemli bir şey. Yani “Bunu yapanlar amacına ulaşamayacak” cümlesini kuruyorsanız, biraz buna uygun davranmak gerektiğini düşünüyorum. Özellikle siyâsî rolleri olan insanlar açısından. “İktidar yine o Haziran-Kasım arasını yaparak seçimi kazanmak istiyor” cümlesi muhâlefet için kolay bir cümle. Herkesin aklına gelen bir cümle, zâten bunun böyle bir buluş değeri de yok. Ama bunu sürekli tekrar etmek, bunu yapacağını ve yaparsa da benzer bir sonuç alacağını îmâ etmek, bu endîşeyi büyütmek doğru bir tutum gibi gelmiyor bana. Sâdece bunu taktik bir mesele olarak söylemiyorum. Yani yokmuş gibi yapalım, birlik beraberlik içerisindeyiz havası atmaya gerek yok. Ama ben bu endîşenin artık sorunlu olduğunu da düşünüyorum.

Biraz önce Burak’ın anlattıklarına o yüzden katıldım. Çünkü bir sürü benzemeyen tarafı var. Ama bu benzemezliklere rağmen, kolay bir yol olarak bu benzetmenin fazla kullanıldığını, bunun da doğru olmadığını düşünüyorum. Bu tarafıyla da sorunlu bir mesele var. Ayrıca, terör eylemlerini yapanlar kadar, yapanların murat ettiği amaçlar yanında, o terör eyleminin sonrasında oluşan durumdan çeşitli biçimde kullanımlar çıkartan çok sayıda çevre var. Aslında terör eyleminin hamlelerini yapanlar, bâzen olası devam hamlelerini de öngörerek yaparlar. Meselâ 11 Eylül böyle bir saldırıydı. Yani 11 Eylül’ü yapanlar, 11 Eylül’den sonra, Amerika’nın dünyada büyük bir dehşet ve şiddet rüzgârı estireceğini bilmeden yapmadılar. Ama sonuçta bu eylemin sonrasında, ondan mülhem, çok kuvvetli dalgalar oluştu. Yani Burak biraz önce benim îtirâzıma rağmen söyledi ya: 7 Haziran’dan sonra başka bir şey değişti ve aslında bir seriyle bir yola girildi. O yolun taşları bu şeylerle döşendi. Dünyada da 11 Eylül ile bugüne kadar geldiğimiz taşlar döşendi. Bu olayda da görüyoruz ki, hemen sonrasında Süleyman Soylu’nun ABD’yi suçlaması, işâret ettiği noktalar, ondan sonra hızla servis edilen görüntüler… 

Meselâ internet yasağı konusunda da Burak’a katılıyorum; çünkü internet yasağı, enformasyonu engellemek için değildi. Hani bir şaşkınlıkla ve işin nereye gideceğini bilemedikleri için durdurmuş olabilirler; ama asıl olarak, reaksiyonlarla ilgili bir meseleydi, bilgiyle ilgili bir mesele değildi. Çünkü bilgiyle ilgili meseleyi, kendileri çok hızlı bir şekilde… Onun ne kadar doğru olup olmadığı tartışılıyor, ama yakalanma görüntülerinden ifâdelere kadar her şey, ilk 24 saat içinde servis edildi. Meselâ bu, hukuken de sorunlu bir şey. O ifâdeler, üstelik de bu hukukî gerekleri korumak ve uygulamakla sorumlu olanlar tarafından servis edildi. Yani normalde, savcıların bu konuda ifâdeleri yayınlayanlar hakkında soruşturma açması gerekirken, bu ifâdeleri bizzat servis edenler olduğunu gördük. Bu kendi başına bir şey. Bu bir organizasyon ve sorunlu bir organizasyon. Bu yüzden bu tür eylemler gerçekleştikten sonra, kimin hangi yönde hareket etmeye çalıştığına bakmak gerekiyor; sâdece dediğim gibi Mahir Kaynak’ın baktığı yerden kime faydası var diye değil. Çünkü kendi istediği faydanın dışında, bu tür saldırılar ve bu tür eylemler çok saçaklı sonuçlar doğurur ve o saçaklardan, çok farklı aktörler, farklı hamlelere yönelirler. 

Burada yine Burak’a katılarak söylüyorum, bu saldırının 2015’e benzemeyen taraflarından biri, Soylu’nun ilk çıkışı dışında, iktidârın bunu çok fazla bir güvenlik meselesi olarak köpürtme gayreti içerisinde olmadığını görüyoruz. Hem resmî aktörler açısından böyle, hem kamuoyu açısından böyle. Yani iktidar kamuoyu bunu köpürtmüyor. Ben bunu, “HDP ile bir yakınlaşma var, o yüzden bu işe zarar gelmesin” meselesi ile bağdaştırmıyorum. Çünkü iktidârın, 2015’teki gibi sonuç vereceğiyle ilgili beklentileri, muhâlefettekilerin endîşeleri kadar yüksek değil. Yani yeni bir dalganın onları yükselteceği fikrinde değiller. Bu konudaki inanç, muhâlefette daha güçlü. “2015’in aynısını yaparsa iktidar 2015 sonucunu alır” endîşesi, muhâlefet tarafında daha kuvvetli. İktidar tarafında, bu konudaki garantiye çok bel bağlanmadığı kanaatindeyim. Çünkü bu hem mevcut koşullar açısından böyle, hem de artık bu meselenin algılanışı açısından da biraz farklı bir zemine oturdu.

Ruşen Çakır: Kemal ikinci turda, bundan sonrası üzerine konuştuğumuzda bu bıraktığın yerden devam edersin.

Kemal Can: Zâten ben de bitirmiştim. Benim söylediğim şey, bu saldırı 2015’tekilere benzemiyor, zâten benzetmek de pek hayırlı bir iş değil. Benzetmeye çalışmaya da fazla lüzum yok fikrindeyim.

Ruşen Çakır: Ayşe, sen ne diyorsun? İlk turun tartışmasını gördün. Ne hissediyoruz, ne düşündük, nasıl baktık? Tabiî sonrasında, kimisi doğru kimisi şüphe uyandırıcı, bir yığın bilgi aktı. Daha da akacak. Şu anda ifâdeler alınıyor. Yarın da ifâdeleri görürüz herhalde. Özellikle suçlanan kadının ifâdelerini. Ama şu hâliyle, sen ne hissediyorsun?

Ayşe Çavdar: Çok üzgünüm hakîkaten. Her ne kadar alışmamız gerektiği söylense de, alışılabilecek bir şey değil bu. Çok yaralayıcı ve insanın üzerine bastığı toprağı ayağının altından alan bir şey. O yüzden gerçekten üzgünüm ve ölenlere rahmet diliyorum. Yaralananlar da umarım bir an önce iyileşirler.

Benim ilk aklıma gelen, “Bunlar gene seçim sürecine başladılar” değildi. Benim ilk aklıma gelen, İçişleri Bakanı’nın İdlib’de olmasıydı. Ben olaydan 16.30 gibi haberdar oldum, bir işle meşguldüm. Açıkçası ilk tepkim, “Bu iş bir misilleme mi acaba?” oldu. İdlib’in nerede olduğuna bakarsanız neden böyle düşündüğümü de anlarsınız sanıyorum. Çünkü İdlib birçok cihadcı örgütün kapışma alanı. Türkiye, oraya bir nizam vererek o cihadcı örgütlerin bâzılarını denklemden çıkarmaya çalışıyor. Dolayısıyla orada bir mesele var. O yüzden bunun bir misilleme olabileceğini düşündüm.

Sonra, saldırganın Afrin’den Türkiye’ye geldiği söylendi. O zaman, bununla ilgili hissiyâtım güçlendi. Çünkü Afrin, Türkiye’nin ve o cihadcı örgütlerin bâzılarının kontrolünde olan bir bölge. O yüzden böyle bir durum olduğunu düşündüm. Sonra bu hissiyâtımı daha da güçlendiren bir şey oldu. Hissiyat diyorum, ama aslında şüphe. Bu şüpheler hakkında kendimi de şüpheli duruma getiren bir şey söyleyeceğim biraz sonra. Bütün bilgiler bu kadar hızlı servis edilince aklıma başka bir şey daha geldi. Yani bütün bu saldırı süreciyle ilgili bir senaryo üretildi. Zâten olaydan 1 saat sonra saldırganın yakalandığını öğrendik. 2-3 saat sonra da, saldırının ne şekilde yapıldığını, kimin nereden geldiğini artık biliyorduk. Geceyarısı gibi de, kimlerin kimlere yardım ettiği ortaya çıktı. Bu kadar hızlı olması, bana burada inanmamız beklenen bir şey olduğunu düşündürttü. O yüzden bu kadar hızlı ve ısrarla tekrarlanıyor diye düşünmeye başladım. Arada, ismini vermeyen birtakım üst düzey devlet yetkilileri, “IŞİD ihtimâlini de bertaraf etmiyoruz, onu da hesâba katıyoruz” dediler. Belki isimlerini söylemedikleri için daha da geçerli oldular, bilemiyorum. Bu da benim hissiyâtımı biraz güçlendirdi. 

Dolayısıyla, ben bu işin, 2015’te 7 Haziran-1 Kasım arasındakine benzer bir şey olduğu fikrine hiç kapılmadım. Bu hikâye ve hikâyenin aktörleri… Çünkü bize sunulan hikâye ayrı, o hikâyenin içerisindeki aktörlerin o hikâyeyle uyumlu olmaması ayrı. Emniyet’in içerisinde de sürekli birtakım bilgiler, isimler, yalanlamalar, bilgi akışı var. O bilgi akışı içerisinde tutarsızlıklar da var. Bir bilgi geliyor, ardından başka bir haber geliyor. Yeni gelen, önceki haberi değilliyor. Ama önceki haberin üzerine eklendiği senaryoda sürekli bir ısrar da var. Bu hikâyenin bu kadar ısrarla tekrarlanması bile, benim bundan şüphe etmeme neden oldu. Sonuç olarak: Hâlâ bilmiyorum.

Bu bilmeme durumunda, ben ne PKK’nın “Biz yapmadık” hikâyesini satın alıyorum, ne de Soylu’nun, ABD’nin PKK’yı desteklediğini öne sürerek, “Amerikan büyükelçiliğinin tâziyede bulunmasını kabul etmiyoruz” söylemini satın alıyorum. Hiçbir hikâyeyi satın almıyorum. Bu nedenle bu işin, devletin planlayıp programladığı bir şey olduğunu düşünmüyorum, ama olmadığını da düşünmüyorum. Olmadığını şu yüzden düşünmüyorum: Biz AKP’yi hep bir şeyi planlıyor, kafasına koyuyor ve ne gerekiyorsa onu yapıyormuş gibi düşünüyoruz. Biraz omnipotent, her şeye gücü yeten bir siyâsî irâdeymiş gibi gören bir tarafımız var. Ben, AKP’nin özellikle 2019’dan beri hiç de böyle davranmadığını, topları biraz gelişine salladığını düşünüyorum. Şu anda da, “2015’te yaptığımıza benzer bir atmosfer yaratmaya ihtiyâcımız var mı? Bu bizim işimize yarar mı yaramaz mı?” diye düşünüyor olabilirler. Fakat dediğim gibi bu, bize ısrarla anlatılan ve içinde de bir hayli delikleri olan senaryodan bağımsız. Onlar şu anda, “Bu bizim ne işimize yarayacak?” diye bakabilirler. AKP’nin pragmatizmi böyle bir şey çünkü. Ama bir süredir bunu planlı programlı yapmıyorlar da, önlerine çıkan mevzûları değerlendirerek yapıyorlar. 

Dolayısıyla, ben bu işin 2015’in tekrârı olduğunu hiç düşünmüyorum. “Tekrârı olacak mı?” diye değerlendirecekler bence. Kemal’in söylediği, “Bu, muhâlefetin işine yarar mı?” meselesinde ise: Bence hayır, muhâlefetin işine yaramaz. Nedenini de şöyle açıklayayım: Saldırının sonrasında, kimisinin resmî bilgi olarak, kimisinin resmî makamların içerisinden sızma olarak, birbiriyle çelişen bilgilerin üzerimize boca edilmesi, internetin kesilmesinin de şu işe yaraması, “Biz size bilgileri vereceğiz, siz birbirinizle konuşmayın ve haberleşmeyin” demek anlamına gelen bir şekilde kesintiye uğratılması, bana şunu düşündürdü: Bütün bu çelişkili haberler ve internetin kesilmesi, saldırının sorumlusu olarak oradaki bankların gösterilmesi, iktidârın birdenbire bunu bir siyâsî argümana dönüştürmesi, saldırının yaratacağı etkiyi azaltmak yerine artırıyor. Aslında mevzûyu iktidârın işine yarayacak bir şekilde de yapılandırmıyor. Bir de, terörün yanında sık sık kullanılan “tedhiş” kelimesi vardır. Bu sâdece, eylemin yarattığı şok duygusunu neredeyse uzatılmış bir tedhişe dönüştürmeye yarıyor. Nitekim internetin açılmasından sonra insanların birbirleriyle konuşabilmeleri biraz daha içlerini rahatlattı. Ama internetin kısıtlandığı o gece, ben kaç arkadaşımdan, kendileri göremedikleri, internet desteği alamadıkları için, “Sen bir bakar mısın neler oluyor?” mesajını aldım. 

Az önce güvenlik devletinden bahsettik. Kemal’e o konuda katılıyorum: Güvenlik devleti yeni bir şey değil. Kendisini devletin başka bir şey olmasına karşı kurgulamış ve devam ettirmiş bir şey. Bu, 1980’de ayyûka çıktı. Şimdi bizim gördüğümüz şeyin, 1980’de ayyûka çıkıp giderek zayıflayan, giderek geçerliliğini ve idâre gücünü de yitiren güvenlik devletinin sapır sapı dökülmeye başladığı bir süreç olarak göründüğünü düşündüm Burak’ı ve Kemal’i dinlerken. Biraz önce ne düşündüğümü söyledim. İçişleri Bakanı İdlib’deydi. Oraya gönderilecek başka kimse mi yoktu? İdlib’e, bir yabancı toprağına İçişleri Bakanı’nın gönderilmesi kadar yanlış bir şey olamaz. Sonuçta, komşu bir ülkenin toprağına geçici konut projesi yapıyorsun. Oraya açmaya İçişleri Bakanı’nı gönderiyorsun. Daha yanlış bir hikâye olamaz. O orada devam ederken, burada bir patlama oluyor. İçişleri Bakanlığı’nın bunun hakkında yazdığı hikâye, yine Emniyet’in çeşitli kaynaklarından gelmiş birtakım küçük sızıntı bilgilerle deliniyor. Bu arada kimse oraya inanmadığı için, herkes sürekli senaryolar üretiyor. Bu senaryo üretme hâli korkuyu daha da büyütüyor. Bu korku, kontrol altına alınabilecek bir korkuya da benzemiyor. İşin enteresan tarafı, ne o güvenlik devletinin ne de o güvenlik devletinin direksiyonunda gibi görünen AKP’nin, bu korkuyu bir şeye dönüştürme gücü kalmışa da benzemiyor. Benim gördüğüm manzara bu. 

Muhâlefet kısmını zannediyorum sonra konuşacağız, ama şu kadarını söyleyeyim: Beni asıl şaşırtan şey –bugün muhâlefet liderlerinin açıklamalarını dinledim–,hikâyedeki bütün bu boşlukların neredeyse sıradan bir halmiş gibi algılanması. Devletteki bu boşluk, devletin inandırıcılığını kaybetmesi ne demek? Aslında devletin meşrûiyetini bu kadar hızla ve görünür bir şekilde kaybetmesinin bir olayda ortaya çıkması hâlini hiç dert etmemeleri… hattâ Kılıçdaroğlu daha korkunç bir şey yaptı, mevzûyu göç politikasının olmamasına bağladı. Bence en son konuşulacak şeylerden bir tânesi o. Çünkü daha önemli bir şey var burada: Devletin, bir saldırı ânından sonra yaşananları, öncesini görememiş olması. Bu, “Yine başladılar” söyleminden daha korkunç bir şey. “Bu terör hikâyesini, beka meselesini, bir seçim argümanı, bir propaganda aracı olarak kullanacaklar” demekten daha etkili bir şey olacak. 

Sonuç olarak, benim gördüğüm şey, AKP’nin hiç de öyle planlı programlı yaptığı bir şey gibi değil. Dolayısıyla, 2015’i hatırlatan bir şey değil. Kemal’e katılıyorum. 2015’i hatırlattığını söylemenin, özellikle muhâlefete ve içinde bulunduğumuz şu ortama herhangi bir faydası olduğunu düşünmüyorum. Düşünecek daha büyük mevzûlar var. Sâdece saldırının değil, saldırı sonrasının nasıl idâre edildiği, o senaryonun nasıl yazıldığı, nasıl ısrarla satılmaya çalıştığı ve bunun oluşturduğu şüphenin ortaya koyduğu daha derin ve daha geniş bir problem var. Onu kaçırmamak gerektiğini düşünüyorum ben de. 

Ruşen Çakır: İkinci turda biraz ileriye bakalım. İlk turda geçmişe yönelik bir değerlendirme yaptık. Bugün ve yarınla ilgili de herkes kısaca bir şeyler söyledi, ama özellikle muhâlefetle ilgili olarak, 2015 göndermesi yapmanın muhâlefet için akıl kârı olmadığına dâir bir mutâbakat da oluştu aramızda. Bundan sonra ne olabilir? Nasıl bir duruş sergilemeli? Terörle mücâdele etmek tabiî ki devletin görevi. Muhâlefetin istihbârat toplayıp yeni saldırıları önleyecek hâli yok muhakkak. Ama olayın özellikle toplumsal tarafını, seçimle ilişkisini de göz önünde tutması gerekiyor. Burak, bundan sonrası için ne görüyorsun? Ne umuyorsun ve neler seni ürkütüyor?

Burak Bilgehan Özpek: Terör saldırılarının muhâlefet açısından bir anlamı var tabiî. Çünkü 2015-2017 arasındaki döneme baktığımız zaman, “Hendek Savaşları” saçmalığı dâhil, sonrasında PKK ve ilintili örgütlerin yaptığı faaliyetler, muhâlefetin genel îtibâriyle HDP seçmeniyle yakınlaşmasını önleyen gelişmeler oldu. Siyâsette yüzde 10-11’lik bir kara delik oluşturdunuz ve bu terör saldırıları, muhâlefet partilerinin meşrû zeminde kalma amacıyla, genel îtibâriyle ne Kürt sorunundan bahsedebildiği ne HDP ile ilişki kurabildiği bir zemin ortaya çıkarttı. Hatırlarsanız, milletvekili dokunulmazlığının kaldırılmasına CHP, Kemal Kılıçdaroğlu “Evet” dedi. Buna “Evet” derken asıl kaygısı, konu referanduma götürülürse, ezici bir çoğunlukla geçeceği için, Meclis’te çok fazla nümâyiş olmadan bu işin halledilmesiydi. Bu terör saldırılarının böyle bir boyutu var. Terörün meşrû Kürt siyâsetini boğmak gibi bir amacı var, bunu da kabul etmek gerekiyor. 

Bugün, Çözüm Süreci’nde PKK nasıl muhâtap alındıysa ve Kürt toplumunun tek meşrû temsilcisi olarak kabul edildiyse, çatışma döneminde de, genel îtibâriyle birçok şey tersine dönmüş gibi gözükse de HDP’ye alan açmaması açısından benzer özellikler gösteriyor. Netîcede biz, siyâsî, meşrû bir Kürt hareketini PKK’dan bağımsız olarak göremiyoruz bir türlü. Çözüm Süreci’nde de HDP’nin konumlandığı yer, PKK’nın hükûmetle ilişkisini düzenleyen, yürüten bir posta organizasyonu gibiydi. Terör saldırıları başladıktan sonra da, HDP’nin siyâset yapma alanı ciddî anlamda daraldı. HDP’nin siyâset yapma alanı daralınca da, diğer muhâlefet partilerinin hükûmeti mağlup edebilmek için HDP ile bir arada olma zorunluluğu, hayâtın gerçekleriyle uyuşmadı. Çünkü HDP ile yakınlaştığınız zaman, biraz önce bahsettiğim güvenlik devleti sizi, yasalarla olmasa bile en azından söylemsel olarak, medya üzerindeki gücünü kullanarak kriminalize etmek için seferber oldu. Bu tip saldırıların muhâlefet açısından önemi bu: “HDP kriminalize olacak mı olmayacak mı?” Birçok muhâlifin düşündüğü şey bu. Çünkü HDP’nin, en azından HDP seçmeninin desteği olmadan bu seçimi kazanmanın mümkün olmadığını herkes biliyor. Kürt hareketini, Kürt siyasal meselesini temsil eden, onu ifâde eden tek yöntemin terör ve şiddet olması, tek aktörün de PKK olması, bir anlamda muhâlefetin zayıflaması anlamına geliyor. Bu açıdan, bu eylemin zamanlamasını da ilginç buluyorum açıkçası. Çünkü HDP’nin meşrûlaştığı geçtiğimiz hafta boyunca, birçok yorumcunun, gazetecinin, akademisyenin, MHP’nin bile, HDP’yi meşrû aktör kabul etmesi üzerine yorum yaptığı bir dönemde bu eylemin gerçekleşmesi, muhâlefet açısından avantajlı bir durum doğuruyor.

Bu eylem 20 gün önce ya da 1 ay önce olsaydı, Süleyman Soylu çıkıp, “Bunu PYD, PKK, ABD yaptı” deseydi, muhâlefetin HDP ile ilişkileri oldukça sarsılacaktı. O yüzden, PKK’nın ortaya çıkması, gündemi belirlemesi, bir anlamda var olan Kürt siyâsetini temsilde tekel olduğunu iddia etmesi, meşrû Kürt siyâsetini de boğan bir hâdise. Sâdece meşrû Kürt siyâsetini zora sokmuyor, aynı zamanda bu siyâsetle ilişki içerisinde olmaya hevesli muhâlefet aktörlerini de zora sokuyor. O yüzden, muhâlefetin bu tip saldırılardan rahatsız olması, tedirgin olması aslında son derece doğal. Zâten bu meseleyi bizim açımızdan biraz komplike kılan şey şu: Biraz önce Kemal Abi’nin söylediği gibi, hükûmete bağlı olan ajanslar, sosyal medya yapılanmaları, gazeteciler bu meseleyi köpürtmediler. Bu mesele daha fazla köpürtülebilirdi. Bu eylem bir ay önce yapılsaydı, bu mesele çok köpürtülürdü. Biz bu kadar detaya hâkim olamazdık. “Devlet”in, devlet adına konuşan yetkililerin söylediği hikâyeyi kabul ederdik ve bir şekilde ilerlerdik. Şu anda bu hikâye çok zayıf. Ortada bir hikâye oluşmadığı için muhâlefet çok rahat aslında. Eğer mesele böyle bir dönemde yaşanmasaydı, yani AKP’nin HDP ile ilişki kurduğu, MHP’nin HDP ile ilişki kurmanın normal olduğunu onayladığı bir dönemde yaşanmasaydı, ciddî anlamda çok büyük bir kalabalık, çok büyük bir gürültü, muhâlefetin üzerine doğru yürüyor olurdu. O açıdan, HDP seçmeniyle işbirliği yapmak zorunda olan muhâlefet, bu terör saldırısının şu dönemde yaşanmasından dolayı oldukça şanslı. Çünkü hükûmetin, bu eylemden sonra bir hikâye oluşturamadığını kabul edelim. Bu tip hükûmetlerin en önemli özelliği bir hikâye oluşturmalarıdır; kusursuz hikâyeler oluştururlar. Bütün parçalar, bir puzzle’ın parçaları gibi birbirinin içine geçer, yerli yerine oturur ve kusursuz bir hikâye oluşur. Fakat bu sefer konjonktür nedeniyle ya da sistemin içerisindeki aktörlerin birbirleriyle rekabetinden dolayı bu hikâye oluşmadı. Dolayısıyla muhâlefetin bu terör saldırısını en az zâyiatla atlattığı kanaatindeyim. Biz dün grup konuşmalarında CHP’nin ve İyi Parti’nin büyük bir milliyetçilik şovu yaptığına tanık olabilirdik. Buna gerek kalmadı. 

Muhâlefet açısından zor bir süreç bu; çünkü HDP meselesi ya da Kürt sorunu meselesi, seçimler yaklaştıkça kendisini dayatıyor. Fakat orada da, kendi içinde problemler yaşayan, birbirleriyle rekabet eden aktörler var. CHP’nin de içerisinde var, İYİ Parti’nin içerisinde de. Bu çok doğal. Bunları birbirleriyle ayrıştırarak gidebilirler. Veya Robert Michels’in siyâsî partiler ve kendi içlerindeki oligarşileri anlattığı Demokrasinin Tunç Kanunu kitabından mülhem söylüyorum, parti mekanizmalarını tamâmıyla bypass ederek doğrudan halka seslenebildikleri bir yöntem izleyebilirler. Burada iki tâne farklı yöntemleri var: Ya parti elitlerini muhâtap alacaklar, veyâhut doğrudan seçmenleri muhâtap alacaklar. Parti elitlerini muhâtap alarak bir pazarlık yapacaklar ve onların seçmenleri iknâ edebileceklerini düşünecekler. Yahut outsider dediğimiz dışarıdan gelen, daha popüler bir aday bütün parti tabanlarını toplayıp kendi arkasında sürükleyecek. Muhâlefet bu iki ihtimal arasında gidip geliyor. Bu tip terör saldırıları, bütün muhâlif aktörleri bir tepki vermeye zorladığı için, herhangi bir aktörü, ister elitlerle muhâtap olsun, ister halkın oyuna tâlip olsun ya da halka doğrudan konuşsun, bir tepki vermeye zorluyor onu. 

Farkındaysanız, şu anda muhâlefetin tepki vermek gibi bir zorunluluğu yok. Türkiye muhâlefetinin bu saldırıya, halkın tâziyesini paylaşmak, halkın üzüntüsünü paylaşmak veya devleti ciddiyete dâvet etmek dışında vermesi gereken bir tepki yok. Ne kadar milliyetçi olduklarını, hükûmetle ne kadar aynı düşündüklerini söylemek gibi bir zorunlulukları yok. Niçin yok? Çünkü bu meselede hükûmet bir hikâye oluşturamadı. Bu oluşmayan hikâye, muhâlefet aktörlerine hakîkaten çok önemli bir oynama alanı yarattı. CHP’nin, HDP’nin ve İYİ Parti’nin bu haftaki grup konuşmaları çok rahat geçti, onu söyleyebilirim. Bu kadar.

Ruşen Çakır:  Evet Kemal, sen katılıyor musun? Muhâlefet nispeten daha rahat mı, yoksa bu terör saldırısını ve belki de devam etme ihtimâlini de akılda tutarak nasıl yorumluyorsun? 

Kemal Can: Biraz geriye giderek başlayayım. Bir kere, bu iktidârın çok planlı ve kendisi sonrasını iyi organize ettiği ve iyi de kullanabildiği bir güvenlik endîşesi meselesini seçimin ana kozu yapıp yapmayacağı ile ilgili ilk bakacağımız yer bu olay değil. Çünkü bundan önce başka bir olay daha oldu: Mersin’de, o zaman yapanın da üstlendiği ve doğrudan polisevine yapılan bir saldırı vardı. Ama onun sonrasında, hükûmet çevresinin bu olayı çok köpürtmediklerini gördük. O zaman da, birdenbire bir dalgaya dönüştürme hamlesi yapmadılar. Bunu da bir not olarak koymamız lâzım. Burak haklı olarak bir zaman örtüşmesi koyuyor; ama meselâ HDP’ye ziyâret yoktu o zaman. Tam tersine, daha sert bir atmosfer vardı. 

İkincisi: Bahçeli’nin desteği. Bahçeli’nin HDP ile görüşülmesine, HDP’nin meşrûlaştırılmasına onay vermesi meselesini yine geriye giderek başka bir şeyle açıklayacağım. HDP’nin meşrû görülmesi meselesi, Bahçeli ve MHP açısından yeni değil. Çünkü bunu daha önce bu oturumlarda defâlarca konuştuk. 2015’in başında İç Güvenlik Yasası görüşmeleri sırasında MHP ile HDP Meclis’te işbirliği yaptı. Onun öncesinde, Anayasa Uzlaşma Komisyonu’nda, MHP’nin önerisiyle, eşit temsille HDP yer aldı. Dolayısıyla Bahçeli’nin HDP’yi meşrû gösteren bir eyleme onay vermesi daha kolay. Ama Bahçeli’nin geçmişte çok daha riskli başka bir meşrûiyete onay verdiğini hatırlayalım: Öcalan mektubuna onay verdi. Meclis’teki bir partiyle görüşmeye onay vermesine büyük bir anlam yüklüyoruz ama, Bahçeli daha önce, hiç de böyle bir anayasal meşrûiyeti olmayan bir ilişkiye onay verdi. O onayı vermesi, o zaman da iddia edildiği gibi, yeni bir açılım süreci lâfları dolaşmasına rağmen hiç de açılımla sonuçlanmadı. Tam tersine, acayip bir taarruzla HDP’nin kapatılması talebine giden yolun başında yapıldı bu. Yani seçim öncesinde, 2019’da Öcalan mektubuna onay veren Bahçeli, seçimden sonra, HDP’nin kapatılmasını, gerekirse onu kapatmayan Anayasa Mahkemesi’nin kapatılmasını talep etti. Dolayısıyla, Bahçeli’nin onayının bir uzlaşma zeminine kapı açtığı varsayımı, her eylemiyle fazla doğrulanmıyor. O yüzden bu tür bir zaman denkliğini aceleci yorumlamamak gerektiğini düşünüyorum. 

Gelelim bu hâdisedeki karmaşaya. Burak’ın söylediğine katılıyorum: Bence bu hâdisedeki karmaşa, bir hikâye kurulamadığından. Bu yüzden bunu köpürtmediler. Ama hikâye, durum oluştuktan sonra becerilemeyen şeyle ilgili değil. Bence zâten bu hikâyenin sâhibi, bizim hikâye kurmasını beklediğimiz kişi ya da çevre olmayabilir. Dolayısıyla aradığımız fâil ile sonuç arasında bir bağlantısızlık var. Değerlendirme yaparken bunu da dikkate almamız gerekir. Bu biraz katmanlı ve karışık bir mevzû. 

Senin soruna, yani “Bundan çıkan sonuç ve bu sonucu nasıl kullanabilirler?” meselesine gelince: Ben de biraz farklı olarak iki noktaya değinmek istiyorum. HDP ile görüşme meselesi, evet, muhâlefete bir kapı açmıştı, ama bu kapıdan doğru tarafa geçmediler. O açılan meşrûiyet alanını değil, tam tersine geçip daha önce iktidârın söylediği şeyi, “Daha önce bizi suçluyordun. Bizi suçladığın şeyi şimdi sen yapıyorsun” diyerek, o suçlanmaya uygun bir şeymiş reaksiyonunu verdiler. Başörtüsü meselesinde, “Kılıçdaroğlu başörtüsü çıkışı yaptı, Erdoğan pat diye anayasa ile karşılık verdi. Kılıçdaroğlu onun tuzağına düştü” deniliyor ya? Ben açıkçası HDP görüşmesiyle, muhâlefetin bir kısmına benzer bir tuzak açıldığını, o tuzak kapısından da birilerinin uçarak içeri girdiğini düşünüyorum. Çünkü şu anda ne oldu? Resim nasıl oluştu? HDP’nin meşrûiyetini, birtakım açıklamalar filan olsa da iktidârın suçlamaları sâyesinde, zımnen HDP’ye daha yakın duran, HDP ile birlikte bir mesâfe alabileceğini varsayan muhâlefet, tam tersi iddiayı iktidar için kullanarak, aslında iktidârın HDP’yi tamâmen muhâlefete teslim etmiş olması tablosunu değiştirdi, bozdu. 

Daha önceki tablo neydi? Geçen haftaki Haftaya Bakış’ta Kemalizm meselesinde konuştuk. İktidar, Kemalizm’in ya da Mustafa Kemal’in, sâdece muhâlefet tarafından kullanılabilir bir sembol hâline gelmesini istemediği için, bundan bir oy devşireceği için değil ama sembolleri ve birtakım çevreleri kesin olarak karşı tarafa bırakma görüntüsünden çıkacak iki önemli adım attı. Birisi, uyduruk iki üç transfer ve birkaç video ile, sanki “Mustafa Kemal de bizimdir” çıkışı yaptı. İkincisi, HDP’ye heyet gönderdi. İkisi de, sizin olduğunu sandığınız şeyi size bırakmayan ve tersi bir iddiayla kendinizi sıkıntıya sokacak açmazlara itti muhâlefeti. Bunun bir blok olarak böyle davranıldığını düşünmüyorum. Ama zâten buna teşne olan birtakım insanların, bir süredir suskunluğa kapılmış ya da kenarda duranların, hemen tekrar bol bol konuşmaya başladıklarını, o konuşma imkânının peşine başka şeyler de ekleyerek, gündemde yer almaya başladıklarını gördük. Bence işin böyle bir tarafı var. 

Burak‘ın genel değerlendirmesine çok îtirâzım yok. Evet, iktidârın bu güvenlik alanını kullanarak orayı yönetmek ve muhâlefeti buradan sıkıştırmak meselesi açısından eli zayıflamış durumda. Ama buna karşılık, politik alanda, “HDP’ye heyet gönderip onu meşrûlaştırdı” dediği ândaki muhâlefetin tavrıyla, “Bak işte, HDP ile de AKP yakınlaştı” yorumu yapmanın da en az bu kadar bir problem üretebileceğini düşünüyorum.

Bu, iki türlü sonuç çıkartıyor: Bir kere, iktidarla hiç de yakın olmayan oldukça kalabalık bir HDP‘li açısından, kendilerinin meşrûluğuyla ilgili tartışmaya katılan birtakım muhâlefet aktörlerini görüyor olmaları. İkincisi de, kendilerinin muhâlefet tarafında zayıf halka ya da güvenilmez aktör olarak etiketlenmesini görüyorum. Böyle bir sonuç çıkıyor ve bence bu sorunlu bir şey. Bir fırsat olduğu kısmı doğru, ama bu fırsatı doğru kullanılacağı kısmındaki güven meselesinde, ben Burak kadar iyimser değilim. Fırsat konusunda katılıyorum. Ama “Bu fırsatı da galiba grup toplantılarında iyi kullanıyorlar” meselesi beni kesmiyor. Grup toplantılarının öncesindeki bâzı açıklamalar, ele gelmiş fırsatı kötü kullanan tutumları da bize gösterdi. 

Galiba, en son katıldığım “Adını Koyalım”da bu olasılığı konuşmuştuk. Hani “Anayasa değişikliği gelirse ne olur? İktidar HDP’den destek ister mi?” konusunda, “Muhâlefet bunu iktidârı kıstırmanın bir stratejisi olarak kullanırsa, çok yanlış yapar” dediğimi hatırlıyorum. Dönüp dolaştı, “İşte bakın, siz de yaptınız. Fethullah Gülen’e kim gitti?” meselesine döndürdüler işi. Ben bu açıdan, iyi politik fırsatların, kötü küçük taktiklerle hebâ edilebilme riskini görüyorum. Bu tür karmaşık alanlar iktidar için de böyle riskler taşıyor. Çünkü iktidar içerisindeki pek çok aktörün de daha dar hesapları var ve o hesaplara göre birtakım daha minik hikâyeleri var. Büyük hikâyeyi kuramayan hükûmeti görüyoruz, ama onun arkasındaki küçük küçük hikâyelerin ilişkisini henüz tam olarak kurabilmiş değiliz. Karışık bir senaryo ile karşı karşıyayız. O yüzden, muhâlefetin de biraz geriye çekilip, meseleye “taktik imkânlar” olarak bakmayıp, biraz daha ilkesel bir pencereden ve siyâset alanını genişleten tarzda yaklaşmasının, “Kim kimle yan yana, kimler kimlerle berâber” kolaycılığına fazla kapılmaması gerektiğini düşünüyorum.

Ruşen Çakır: Evet Ayşe, seninle noktalayalım. Muhâlefet ne yapabilir, ne yapmalı, nelerden çekinmeli? Ne dersin?

Ayşe Çavdar: Önce HDP’yi meşrûlaştırma hikâyesiyle ilgili bir şey söylemek istiyorum. HDP’nin Devlet Bahçeli meşrûlaştırmasına ihtiyâcı olduğunu hiç düşünmüyorum. Daha doğrusu Devlet Bahçeli’nin, herhangi bir hareketiyle HDP’yi meşrû ya da gayrimeşrû kılma gibi bir gücü olduğunu düşünmüyorum. Kezâ AKP’nin de öyle. HDP, milletvekilleri dolayısıyla, kurumsal olarak durduğu yer dolayısıyla, ama en önemlisi seçmeni dolayısıyla zâten meşrû bir siyâsî parti. Meclis’te komisyonlarda berâber çalışıyorlar o insanlar. Bence o kadar çalışmıyorlar, ama çalıştıkları zaman yan yana duruyorlar. Dolayısıyla, Devlet Bahçeli’nin herhangi bir sözüyle HDP’yi meşrûlaştırma gücü olmadığı gibi, HDP’nin de böyle bir meşrûlaştırmaya ihtiyâcı yok. Kendi geniş ittifâkı olan, bir muhâlif ittifak kurmuş olan bir siyâsî parti. Üstelik diğerleriyle karşılaştırıldığında, AKP’yi de geride bırakacak kadar da kurumsal bir parti. O kadar kurumsal, herhalde bir CHP bir HDP vardır. Zor da bir parti. Yöneticileri açısından da zor bir parti.

“HDP kapatılırsa seçmeni ne yapar? HDP şöyle karar verirse böyle karar verirse, seçmeni ne yapar? Onu izler mi? Ne isterse onu yapar mı?” denildiğinde çok şaşırıyorum. Bu çok test edildi esâsında. HDP seçmeninin HDP’den, kendi partisinden de bağımsız bir siyâsî vicdânı olduğuna da biz defaatle tanık olduk. Bunlardan bir tânesi de zannediyorum ki 2019’da İstanbul’da yapılan seçimlerdir. Abdullah Öcalan’ın mektubu oradaydı, HDP de oradaydı ve Devlet Bahçeli HDP’yi ve HDP seçmenini Abdullah Öcalan’ı dinlememekte eleştirdi. Dolayısıyla buralarda kavramları biraz yanlış kullanıyor olabiliriz. Sonuçta, hem iktidar hem muhâlefet tarafından Meclis’te dışlanmaya çalışılan bir parti ve o partinin temsil ettiği bir seçmen kitlesi var. O seçmen kitlesi de, öyle dünkü sorunlarla vermiyor kararlarını. Üstelik Türkiye’nin siyâsî açıdan en iyi hesap yapan, çünkü en zor koşullarda siyâsallaşmış seçmen kitlesinden bahsediyoruz. Dolayısıyla HDP’yi diğer partileri konuşur gibi konuşmamak lâzım.

Ayrıca, eğer görüşmek meşrûlaştırmak anlamına geliyorsa, meselâ İYİP de TOGG’a heyet gönderdi. Yanılmıyorsam Koray Aydın gitti oraya. Bildiğim kadarıyla, AKP başörtüsüyle ilgili anayasa değişikliği görüşmesini bir tek HDP ile yapmadı, diğer partilerle de yaptı. Yanlış mıyım? İYİP’le de görüşmedi mi? Görüştü. Dolayısıyla bunu böyle bir düzlemde konuşuyor olmamız, bence, muhâlefete genellikle yaptığımız bir eleştirinin konusunu bizim de burada performe etmemiz anlamına geliyor. O da, tartışmanın sınırını, kavramlarını, bir şekilde iktidârın hangi konuda ne dediğini belirlemesi. HDP’ye bayıldığım için ya da HDP’yi savunmaya çalıştığım için değil, bizim tartışma ve konuşma çerçevemizin, iktidârın ne isteyip istemediğini ya da neye kötü, neye iyi dediğiyle ilgili olduğunu düşündüğüm için böyle bir giriş yapmak istedim. 

Az önce konuştuğumuz konunun arkasından HDP’yi konuşmamız da biraz tuhaf. Orada konuşmamız gereken, belki daha zor konuştuğumuz, güvenlik teşkilâtı, güvenlik bürokrasisi; onun içerisinde, devletin yazdığı hikâyenin, yine devletin içerisinden gelen sızıntılarla bir şekilde delinmesi ve iknâ ediciliğini kaybetmesi meselesi üzerinden konuşabileceğimiz pek çok şey varken, böyle bir saldırı olduğunda HDP’yi konuşmak bana biraz tuhaf geliyor, ama devam edelim. 

Muhâlefet ne yapabilirdi? Eğer iktidârın çizdiği siyâsî kavramlar ve sınırlar içerisinden konuşmuyor olsaydı, şu kaotik ortamı ve devletin saldırı sonrasını idâre etme yöntemi ile tedhişi artırmasını eleştirebilirdi. Buna yönelik henüz bir şey görmüyoruz; henüz bir şey söylemiyorlar. Ben de bugün ucundan kıyısından dinledim konuşmaları. Daha genel sözlerle, pek de hedefi belli olmayan bir eleştiri dili kullanılıyor. Tam bir rehinelik durumu gerçekten. Çünkü hâlâ AKP’nin bulunduğu yer, onlar için devlet. Dolayısıyla AKP devlet. AKP’nin gösterdiği bu zaafları ve aslında gayet gün yüzüne çıkmış iktidar içi bir parçalanma hâlini hâlâ mesele edememe, bir türlü onu bir siyâsî tartışmanın konusu edememe, bu yoldan bir muhâlefet edememe gibi bir durumla karşı karşıyayız.

Ben fırsat kaçırdılar diye düşünmüyorum. Belki de bu onların iktidar anlayışıdır. Onlar da böyle iktidar edeceklerdir. Devletten anladıkları şey belki de budur diye düşünüyorum. Ana akım muhâlefetten bahsediyorum. Çünkü geriye kalan, biraz uğraşıyor. HDP’nin öncülük ettiği ittifak da, gücü yettiği kadar, elinden geldiği kadar uğraşıyor. Toplumsal muhâlefet de şüphesini dile getirecek şeyler yapıyor. Zafer Partisi bile kendi içinde parçalandı bu hikâyede. Bir taraftan, o saçma sapan adam Jiyan Tosun’u hedef gösterirken, bir taraftan Ümit Özdağ, “Bu kadın pek de Süleyman Soylu’nun söylediği gibi bir kadın değil” dedi. Zafer Partisi’ne bile devletten doğru böyle bir dağınıklık yansımışken, ana akım muhâlefetin şu hikâyeyi okuyamaması bana çok enteresan geliyor gerçekten. Bu müthiş bir zihinsel rehin alınış. Biz cezâevlerindeki arkadaşlarımız için rehin diyoruz ama, asıl burada müthiş bir rehin alınış var. Siyâsetinin sınırını sürekli olarak AKP’nin ve MHP’nin neye iyi neye kötü dediği üzerinden kurduğu için de sürekli yalpalıyor. Kemal’in az önce söylediği tuzağa, İYİP Akşener’in geçen hafta yaptığı konuşmayla böyle düştü. Düşünebiliyor musunuz? Akşener’in HDP ve Kürt seçmen konusundaki tavrı, Devlet Bahçeli’nin gerisine düşmüş oldu.

Burak Bilgehan Özpek: Bu hafta da ilerisinde kaldı, hiçbir şey yapmadan. 

Ayşe Çavdar: Hiçbir şey yapmamak ilerisine düşmek midir bilemiyorum gerçekten. Çünkü İYİP’in bu mevzûdan dolayı Altılı Masa etrafında oynadığı rol bir tuhaf. Öyle bir prangaya dönüştürüyor ki kendisini. Orada görülmesi gereken başka bir şey var. Tamam, bir taraftan, “Kürtler’le benim aramı bozamayacaksınız. Onlara kötü bir şey dememe neden olamayacaksınız” diyor, ama Kürtler’in çok büyük bir bölümü de siyâsî iradelerini HDP’de gösteriyorlar. Onunla arana böyle bir mesâfe koyduğun zaman, Kürt seçmene, “Ben sizi seviyorum, ama partinizi sevmiyorum” demiş olmuyorsun. Biraz tuhaf bir şey bu. 

Benim gördüğüm şey, bu saldırıda ve arkasından gelen, hem devlette hem devletin güvenlik bürokrasisinin ve güvenlik siyâsetçilerinin söylediklerinde, hem muhâlefetin parça parça verdiği tepkilerde, bir dağınıklık, gerçekten ne dediğini pek bilememe ve hem iktidarda hem muhâlefette, kendisine bir yol belirleyememe hâlinin ortaya çıkması. Saldırının ortaya çıkardığı şey, bu yönelimsizliğin, menzilsizliğin bir kez daha altının çizilmesi. Bu çok korkutucu bir şey. Böyle bir saldırı daha olursa da korkutucu bir şey, olmasa bile zâten korkutucu bir şey. Çünkü en derin cinsinden bir kriz bu sonuçta. Hayat kesintiye uğruyor. Durup dururken, orada dolaşırken, aramızdan 6 kişiyi kaybediyoruz. İnsanlar belki sakatlanacaklar. Bu her yerde olabilir. Bu böyle alışmamız gereken bir şey değil, bu bambaşka bir şey gerçekten. Ama hem iktidârın hem muhâlefetin bunun karşısındaki tavırları, pek bu işi ciddîye alır gibi değil. Birbirlerinin dilinden, aynı kelimelerle, aynı kavramlarla konuşmaya çalışmak gibi tuhaf bir şey hâlindeler. Muhâlefetin verdiği resim öyle bir şey ki; sanki muhâlefet, hem bu konuda hem başka pek çok konuda iktidar olabilmek için, halkı, toplumu değil, mevcut halde iktidarda olanları iknâ etmek zorundaymış gibi bir dille konuşuyor. Bu saldırı ve sonrasında yapılan konuşmalar bunu bir kez daha ortaya çıkardı. Bunun sebeplerini konuşmamız lâzım. Hakîkaten nedir dertleri? Burada mı kalacaklar? Bu halle giderlerse gerçekten seçim kazanabilecekler mi? Seçim kazansalar ne yapabilecekler? Yönetebilecekler mi? Bunu ayrıca konuşmamız lâzım. Teşekkür ederim.

Ruşen Çakır: Biz de teşekkür ediyoruz Ayşe. 

Kemal Can: Ruşen bir ekleme yapacağım. Bu yayın yasağı ve sosyal medya yasağını çok konuşamadık. Aslında sosyal medya yasağı değil, internetin engellenmesi. İnternetin kullanımı yavaşlatıldı. Burak ilk turda, bunun belki de reaksiyonun nasıl gelişeceğini bilemedikleri için şaşkınlıktan olduğunu söyledi. Ama ben bir küçük tehlikeli olasılığı da es geçmeyelim derim. Aslında bunu tam da bilinçli bir fırsat olarak kullanmış olabileceklerini düşünüyorum. Böyle bir vesîle varken, bu kapsamda, “Şu işi bir deneyelim” diyerek, bütün sosyal medyayı durdurup, interneti yavaşlatma operasyonunu bu kadar “reaksiyonsuz” ve bu kadar mükemmel olarak ilk defa test ettiler. Bir tür tatbîkat gibi. 

Ruşen Çakır: Denizli mitinginde tâkip ettiğimiz DEVA Partisi’nin değişik kademelerindeki birçok yetkilisiyle konuştuğumuzda, ilk dile getirdikleri husus buydu. Hattâ deprem tatbîkatının da benzer bir şey olabileceğini söylediler.

Kemal Can: Saldırı sonrasında BTK’nın bant daraltması ile ilgili dâvâ açıyorlar, bir şeyler yapacaklar, ama bunu hakîkaten çok ciddî bir mesele olarak tâkip etmezlerse… Ben akıllara şu soruyu koymak istiyorum: Seçim gecesi ya da seçimin öncesindeki çeşitli gecelerde –biraz önce Ayşe o kavramı kullandı– insanların birbirleriyle konuşmasını, birbirleriyle temâsını engellemek… Yani basının susturulması başka bir mesele, sosyal medyanın susturulması da başka bir mesele. Ama iletişimin kesilebilir olması çok ciddî bir mesele. İşin bu tarafını çok konuşmuyoruz; ama bunun pek öyle şaşkınlıkla olmayıp, biraz organize bir tarafı olabileceğini bir kenara iliştirmek istiyorum.

Ayşe Çavdar: Benim söylediğim, hikâyenin kurgusunda bir şaşkınlık var. Bu konuda sana katılıyorum. Fakat şundan da emin değilim: Seçim gecesi böyle bir şey yaptıklarında, alacakları tepkinin bu olacağından emin değilim. Fakat haklısın, bir tür bir test yayınsızlığı yaptılar sanki orada.

Kemal Can: Sosyal medya konusunda benzer düşünmüyoruz. Senin beklentin daha yüksek. Toplumsal muhâlefetten daha fazla şey bekliyorsun ama…

Ayşe Çavdar: Hayır, sosyal medyadan değil, toplumsal muhâlefetten bahsediyorum. 

Ruşen Çakır: Bu arada, saldırı ile ilgili bütün resmî açıklamaların da yine aynı sosyal medyadan yapıldığını da gördük. Böyle garip bir paradoks da var.

Ayşe Çavdar: BTK Başkanı VPN kullanarak tâziyelerini sundu. İnanılmaz bir şey bu. Gerçekten olacak iş değil.

Ruşen Çakır: Peki. “Adını Koyalım”ı burada noktalıyoruz. Ayşe Çavdar’a, Burak Bilgehan Özpek’e ve Kemal Can’a çok teşekkürler. İzleyicilerimize de teşekkür ediyoruz. İyi akşamlar.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.