Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Ruşen Çakır’ın izleyicilerle ortak yayını | Esad ile barışmalı mı? Neden ve nasıl?

AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Endonezya’daki G-20 Zirvesi sonrası 17 Kasım’da Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad ile görüşme ihtimaliyle ilgili bir soruya “Siyasette ebedi olarak dargınlık, kırgınlık, küslük olmaz. Vakti, zamanı geldiği anda oturur, değerlendirir, ona göre de bir yenilemeyi yapabilirsiniz” yanıtını verdi.

Cumhur İttifakı’nın diğer ortağı MHP lideri Devlet Bahçeli de bugün partisinin grup toplantısında Erdoğan’a destek verdi. “Cumhurbaşkanımızın Mısır Cumhurbaşkanı Sisi ile Katar’da kurduğu temas doğru bir temastır” diyen Bahçeli, “Bize göre arkası getirilmelidir. Bununla da kalınmamalı, Suriye Arap Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Beşar Esad ile de görüşme vasatı açılmalı, terör örgütlerine karşı ortak bir irade oluşturulmalıdır” diye konuştu.

İsrail, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve Mısır’ın ardından Suriye ile de ilişkiler normalleşir mi?

Esad ile barışmalı mı?

Ruşen Çakır yorumluyor.

Yayına hazırlayan: Gülden Özdemir

Merhaba, iyi günler. Dün sizlerle Erdoğan’ın U dönüşlerini konuştuk ve orada, sırada herhalde Esad var dedik. Bugün de MHP lideri Devlet Bahçeli: “Sisi’yle görüşmek doğrudur, sırada Esad olmalı, Esad’la görüşülmeli” dedi. Aslında bunun işâretlerini hep görüyorduk. Dünkü yayında da bahsettim, izleyenler hatırlayacaktır: Seçime kadar bir şekilde Esad’la Erdoğan’ın ya da Esad’la Erdoğan olmasa bile iki ülkenin üst düzey birtakım isimlerinin kamuoyunun önünde birlikte fotoğraf vermelerini bekleyebiliriz dedik ve anlaşıldığı kadarıyla bu iş oluyor, olacak. Bahçeli diyor diye olmayacak; ama Bahçeli’nin demesi önemli. Zâten hemen birtakım medya kuruluşları Bahçeli’nin daha önce Esad’la ilgili söylediklerini bularak, aradaki farkı ve istikrarsızlığı gösterdiler. 4 yıl önce meselâ: “Katil Esed’le görüşmek isteyen vatan hâinidir” gibi sözleri var Bahçeli’nin. Ama bugün bunları söylememiş gibi, “Tabiî ki görüşmek lâzım” diyor. 

Neden görüşülmek isteniyor? Çünkü Türkiye’nin şu anda en önemli dış politika sorunu olarak, komşularıyla, bir Yunanistan bir de Suriye ile sorunları var. Suriye meselesi çok çok daha önemli; çünkü milyonlarca Suriye vatandaşı Türkiye topraklarında ve bu Suriye vatandaşlarının geleceği Türkiye’nin de geleceğini yakından ilgilendiriyor ve bu kişilerin geri döndürülmesi, ülkelerine yollanması yolunda çok güçlü birtakım siyâsî çıkışlar var. Sâdece Zafer Partisi yapmıyor bunu; muhâlefet partilerinin büyük bir çoğunluğu yapıyor; Erdoğan iktidârı da, bu anlamda bu seçim malzemesini muhâlefetin elinden almak isteyebilir. 

Evet, bu konuyu “Esad ile barışmalı mı? Neden ve nasıl?” başlığıyla sizlerle konuşmak istiyoruz. Medyascope’un ve benim YouTube sayfalarımızdaki chat bölümlerine sorularınızı, yorumlarınızı ve eleştirilerinizi yazarsanız burada berâber bu yayını yapalım. 

Rıfat Tarık Yararbaş diyor ki: “Sizce de ‘Yurtta sulh cihanda sulh’ noktasına gelinmedi mi?” Gelinmedi. Benim Mart ayında bir yayınım vardı, izleyenler belki bilir. Hattâ bugün, bir başkasını bu yayından sonra akşama doğru yapmayı düşünüyorum. Erdoğan, “Yurtta sulh cihanda sulh” yerine; “yurtta harp cihanda sulh” yapıyor. İçeride üslûbu, sertliği değişmiyor — özellikle muhâlefete karşı. Yani düşünün, bugün Devlet Bahçeli, “Sisi tamam, Esad da muhakkak eklensin” diyor. Diyelim ki eyvallah. Dış politikada her zaman böyle çok ısrarcı olmamak gerekir, ülkenin çıkarlarına göre hareket etmek gerekir. Dün düşman gördüğünüz birisini bugün dost görebilirsiniz. Ama aynı Bahçeli’nin konuşmasında, tabiî ki öncelikle HDP, ama tüm muhâlefet partilerine de karşı çok acımasız bir dil var. Ya da Erdoğan’ın Katar dönüşü uçakta gazetecilere Sisi’yle görüşmesini anlattığı sohbetinde, muhâlefetle ilgili söylediği yine zehir zemberek sözler var. Şimdi Kılıçdaroğlu’na ya da Meral Akşener’e yönelik dile getirdiği şeylerin çoğu, onların demiş olduğu birtakım lâflar üzerine. Eyvallah. Ama Esad’ın ya da Sisi’nin doğrudan elleri kanlı ve Erdoğan da bu yüzden yıllarca onlarla arasını açık tuttu ve onlardan herhangi bir hamle gelmemiş olmasına rağmen bu adımları atıyor. Dolayısıyla Erdoğan’ın politikası bir anlamda; “Yurtta harp cihanda sulh” şeklinde kendini gösteriyor. 

Kemal Sel diyor ki: “Seçime kalan bu kısa sürede Esad’la görüşmesi ne anlam ifâde ediyor?” Başta söylediğim gibi, şimdi muhâlefet partilerinin çoğu mülteciler meselesini, sığınmacılar meselesini kullanıyor. Kılıçdaroğlu, daha yeni Gaziantep ve Kilis’te Suriyeliler’e, “Sizi rızânızla yollayacağız” dedi. “Bunu da tabiî ki Suriye’nin meşrû rejimiyle görüşerek yapacağız” dedi. Şimdi burada bir çıkış var. Zafer Partisi, “İsteseniz de istemeseniz de yollayacağız” diyor. İYİ Parti de rızâya dayalı bir yollamadan bahsediyor. Bütün muhâlefet bunu söylüyor ve seçim boyunca da belli ki bunu kullanacak. Dolayısıyla Erdoğan bunu yaparak ne elde edecek? Yollama olayı tam olarak başlamasa bile en azından şunu diyecek — ki şu anda zâten Türkiye’nin kontrol ettiği bölgelerde inşâ edilen evler ve sayıca az olmakla birlikte oralara gidenler var. Erdoğan diyecek ki: “Görüyorsunuz. Bunu da ben yaparım. Esad’la görüşülecekse de ben görüşürüm ve Esad’la görüşerek de Suriyeliler’in ülkesine dönmesini ben sağlarım”. Seçime kadar gönderemese bile, göndermek için hazırlık yaptığını ve Esad’la ilişki kurduğunu gösterebilir. Bu anlamda yine Kemal Bey’in söylediği gibi: Seçim sonrasına yatırım mı?
Kazanacağını düşünerek değil; kazanması için yapılan bir yatırım. Yani sığınmacılar kozunu muhâlefetin elinden almak için yapar ve sonra da iktidâra tekrar gelirse o kurduğu ilişkilerle de gönderebiliyorsa gönderir. Ama göndermek istiyormuş gibi yapıp, bunun için de Şam rejimiyle görüştüğünü gösterirse, Erdoğan muhâlefetin elinden bu kozu ciddî bir şekilde alabilir. 

Zeynel Sever diyor ki: “Türkiye-Suriye görüşmeli. Fakat Erdoğan’la değil; Türkiye’nin seçimden sonraki yeni iktidârıyla görüşmeli Suriye.” Olabilir; ama herhalde Esad da bunca yıl kendisine her türlü sorunu çıkartmış bir Erdoğan’ın ya da Erdoğan’ın üst düzey temsilcisinin ayağına gelmesini isteyecektir. Anlaşma yapar ya da yapmaz, o ayrı. Bir uyum sağlanır ya da sağlanmaz, o ayrı. Ama gerek Muhammed Bin Selman’ın gerek Birleşik Arap Emirlikleri’nin yöneticilerinin, gerekse Sisi’nin ruh hâlini düşünün. Erdoğan’la savaştılar ve Erdoğan bir şekilde, olabildiğince az zarar görecek bir şekilde yenildiğini kabul etti sonuçta. Bunu açıkça söylemiyor; ama onların gözünden baktığınız zaman, onlar herhangi bir konuda geri adım atmış değiller. Şimdi Esad meselesinde de aynı şey olacak. Esad, Türkiye’nin alkışlayacağı bir hamle yapmış değil. Esad’ın yapabildiği ayakta kalmak. Yani orada Rusya ve İran’ın sâyesinde, Erdoğan’ın hızlıca gideceğini düşündüğü rejimini koruyabildi. Dolayısıyla orada ayakta kalarak Erdoğan’ı bir anlamda alt etti ve bunun Erdoğan tarafından da onaylanmasını görmek isteyecektir. Bana öyle geliyor. 

Esen Neziha: “Erdoğan’ın giderayak yaptığı bu hamlelerin yeni hükûmetin dış politikalarına ne gibi etkisi olacak?” Erdoğan bu hamleleri yaparken tabii ki yine iktidarda kalabilmek için yapıyor, öncelikle onu söyleyelim. Ama bu yaptığı hamlelerin ardından seçimi kazanamazsa, yeni gelecek hükûmet de, iktidar da herhalde bunları sürdürür. Sonuçta Mısır’la iyi ilişkiler, Suudî Arabistan’la iyi ilişkiler, BAE’yle iyi ilişkiler ve özellikle Suriye’yle iyi ilişkiler muhâlefetin çok karşı çıkacağı şeyler değil; tam tersine savunduğu şeyler. Ama orada şöyle bir sorun var: Türkiye’de muhâlefetin dış politikasını tam olarak göremiyoruz, bilemiyoruz. Genellikle akıl yürütüyoruz. Muhâlefet, dış politikada genellikle Erdoğan bir hamle yaptığı zaman bir şeyler söylüyor. Meselâ Erdoğan sınır ötesi harekât yaptığı zaman ya da hava saldırısı yaptığı zaman ona destek veriyor ya da eleştiriyor. Genellikle destek veriyorlar. Aynı şekilde Erdoğan Sisi’ye gittiği zaman, Sisi’yle görüştüğü zaman bir şey söylüyorlar Mısır’la ilgili. Genellikle söyledikleri: “Dün böyle diyordun, bugün böyle diyorsun” şeklinde, onu köşeye sıkıştırmaya yönelik şeyler. Ama kalkıp da, “Katil Sisi’yle nasıl görüşürsün?” diyen yok. Genellikle şu söyleniyor: “Bugüne kadar aklın neredeydi? Niye bunca zamânı heder ettin?” diyorlar. Dolayısıyla bu politikalar büyük ihtimalle yine, eğer iktidâr değişirse sürdürülecektir. 

Mehmet Ufuk Dalmış: “Sizin bu kravatlı giyiminize alışamadım” demiş. Alışacaksınız. Ben de alışamadım, ama bir zamanlar yapardım NTV’de. Sonra bir şekilde yine yapayım dedim. İmkânım da var, yani bir yerlerden elbise vs. de bulduk. Biraz geç oldu, ama bir yeni sayfa, beyaz sayfa açıyorum. Genellikle tepkiler olumlu. Tabiî alışamayan çok var. Bunun arkasında bir hikmet arayan var. Burada bir hikmet yok. Öylesine aklıma esti ve sonra baktım oluyor. Böyle gidelim. Hafta sonları takmayacağım; ama hafta içleri bundan sonra böyle diye söyleyelim.

Ufuk Bey demiş ki: “Bu dış politika adımları kamuoyuna değil de iç ve dış güçlere, ‘Her şeye rağmen sizin anlaşacağınız kişi benim’ demek mi?” Çok isâbetli bir soru. Demin bahsettiğim, “Yurtta harp cihanda sulh” yayınında tam da bunu söylemiştim. Erdoğan, muhâlefetin dış politika konusundaki uyuşukluğundan da istifâde ederek dünyaya, “Türkiye’de konuşabileceğiniz, iş yapabileceğiniz kişi benim” mesajını da veriyor ve genellikle de onların hoşlanacağı hamleler yapıyor. Bunu özellikle bir yana yazmak lâzım. Bir diğer husus da şu: İçeride sorun yaşadığı zaman dışarıya, dışarıda sorun yaşadığı zaman içeriye yöneliyor ya da Erdoğan’ın dünyaya en çok kafa tuttuğu zamanlar –İsrail’e, Batı’ya vs.– içeride çok sorun yaşamadığı zamanlardı. Kendinden emin olduğu zamanlardı. O zamanlarda Batı’ya, şuna buna ihtiyâcı yoktu. Mısır’la da kavga ediyordu, Suudî Arabistan’la da kavga ediyordu vs.. Ama içeride oy desteğinin azaldığını gördükçe, bunu dışarıdan dengeleme yoluna gidiyor. Tabiî bu birebir onu dengelemiyor; ama genellikle içerisi ve dışarısı arasında bir orantısızlık var. Yani o baştaki izleyicimizin söylediği gibi, “Yurtta sulh cihanda sulh” Erdoğan’ın parolası olamıyor. Yurtta sulh varsa cihanda harp var, ya da yurtta harp varsa cihanda sulh var. İkisiyle birden savaşarak ya da ikisiyle birden barışarak yola devam etmiyor Erdoğan — benim gördüğüm bu. 

Fırat Çobanoğlu: “Esad barışmak istiyor mu? Onun buna ihtiyacı var mı?” Demin söylediğim husûsa geliriz buradan yine. Birisi tabiî ki Türkiye ile arasının sorunlu olmasını istemez. Türkiye çok güçlü bir ülke. Suriye gibi bir ülkenin, hele bunca şeyden sonra yeniden yapılanmasında vs. Türkiye ile iyi ilişkiler her zaman lehine olur. Bir diğer husus, tabiî ki yaşananlardan sonra Erdoğan’a güvenmeyecek; ama Erdoğan’ın, kendisinin kazandığını kabul etmesini de görmek isteyecek. Onu da özellikle vurgulamak lâzım. Suriye’nin Türkiye’ye ihtiyâcı var. Türkiye’nin de bir anlamda Suriye’ye ihtiyâcı var. Ama Suriye’nin Türkiye’ye ihtiyâcı çok daha yüksek. Bu iç savaştan önce, Türkiye ile Suriye arasındaki ilişkiler olduğu dönemde Suriye bundan hayli memnundu. Yani birçok açıdan, özellikle iktisâdî ilişkiler anlamında memnundu. Bunları yeniden yakalamak isteyecektir. Şimdi zâten milyonlarca Suriyeli var. Bunlar dönse de dönmese de Türkiye ile Suriye arasındaki ilişkiyi kaçınılmaz kılıyor. Bunların resmî, diplomatik ilişkilere dönmesi de tabiî ki Suriye’nin lehine olur. 

Bir izleyicimiz demiş ki: “Esad ile görüşmek için aceleye gerek yok. İran çalkantıda, Rusya garip bir açmazda. Başka bir ifâdeyle Esad’ın arkasındaki güçler zor durumda. Bekleyen kazanacak gibi duruyor. Ne dersiniz?” Katılmıyorum derim. Çünkü Rusya’nın açmazda olması doğru; ama bir şekilde Rusya hep büyük bir güç olarak, Ukrayna’da darbe yemekle berâber aynı zamanda gücünü de gösteriyor. İran meselesinde de, İran’da ne olursa olsun, İran da bölgede güçlü bir ülke olarak varlığını sürdürecektir ve Suriye’nin zâten şu aşamada İran ve Rusya’ya eskisi kadar ihtiyâcı yok. Zâten büyük ölçüde muhâlefeti tasfiye etmiş durumda. Erdoğan’ın, “Bekleyelim ve Esad benim kapımı çalsın” diyecek kadar da vakti yok. Yani bu 1-2 yıl önce olsaydı, ortada seçim gözükmeseydi, bir yerde olabilirdi. Nitekim şunu hatırlatırım: Esad’la görüşme ihtimâlini –ben demin yayına girmeden önce baktım, kendi yaptığım yayınlara da baktım, başka şeylere de baktım, biz yıllardır bunu konuşuyoruz– Erdoğan erteleye erteleye bugüne kadar getirdi. Birtakım istihbârat yöneticileri arasındaki ilişkileri kabul etti ve Dışişleri Bakanı bir toplantıda ayaküstü Suriyeli mevkidaşıyla görüştüğünü söyledi. Ama şu anda Sisi’yle verilen fotoğraf gibi bir fotoğraf verilmedi. Ama artık daha fazla bunu erteleyemez. Seçime kadar bir şekilde bu fotoğrafı vermek isteyecektir. Kendisi vermeyebilir, tekrar söylüyorum. Ama kendisini temsil eden birisi bu fotoğrafı pekâlâ verebilir. 

İzleyicilerimiz hâlâ imajımla ilgili konuşuyorlar: “Takım elbise kravat gazeteciye yakışmıyor bence” diyen de var, “Çok iyi” diyen de var. Yani aranızda tartışın, halledin. Beni karıştırmayın. Ben bir müddet böyle gideceğim. Öyle söyleyeyim. 

Ferhat demiş ki: “ABD Suriye’de barışın garantörüdür. Türkiye, İran ve Rusya, Suriye’den çekilmelidir”. Yani şimdi İran ve Rusya çekilsin, Türkiye çekilsin, ABD kalsın demek. Niye? O da çekilsin o zaman. Yani böyle “Garantördür” demek vs.. Ötekiler de kendilerini garantör olarak görüyor sonuçta. Bunların hiçbirisi hiçbir yere çekilmeyecek kolay kolay. Meselâ ABD orada niye var? IŞİD diye bir şey var. Ama Suriye’de IŞİD eskisi kadar yok. Hele belli bir toprağı kontrol ettiği de yok. Ama IŞİD’in dirilmemesi için diyorlar ve orada SDG, daha doğrusu YPG’ye destek vermeyi sürdürüyorlar. Zâten Esad’la kurulacak olan ilişkinin en önemli ayaklarından birisi de Suriye’nin kuzeyindeki Kürtler olacak. Bu konuda şu âna kadar Rusya’nın göz yummasıyla Türkiye birtakım operasyonlar gerçekleştirdi; ama hâlâ tam olarak istediği güveni tesis edemedi Suriye’nin kuzeyinde ve şimdi belki de onu tamamlayabilmek için –hattâ kesin olarakᅳ, Şam rejimiyle bir mutâbakata varması lâzım. Zâten Esad’la kurmayı düşündüğü ilişkinin en önemli ayaklarından birisi, Suriye’deki Kürtler’in durumu. Bu noktada ne olur? Esad, Türkiye ile, Ankara ile kuzeydeki Kürt güçlerinin zayıflatılması konusunda böyle bir yola berâber girer mi? Burası belirsiz. Ama Türkiye, Esad’la kuracağı ilişkide, tabiî ki öncelikle Türkiye’deki Suriye vatandaşlarının geleceği konuşulacak; ama Türkiye’nin, Erdoğan’ın önceliğinin esas olarak ülkenin kuzeyindeki Kürt yönetimi olduğunu herhalde tahmin edebiliriz. Bu da tabiî ki Esad’ın pazarlık gücünü iyice artıracağa benziyor. Çünkü burası Ankara’nın zayıf karnı ve bu zayıf karından olabildiğince istifâde etmek isteyecektir. 

Bir izleyicimiz demiş ki: “ABD ve Rusya’dan gelen açıklamaları da dikkate aldığımızda, TSK operasyonları bu ülkelerin bilgisi dâhilinde mi yapılıyor? Hedefi terörle mücâdele mi, yoksa iç politikada konsolidasyon mı sizce?” Bu açıklamaları sabah arkadaşlarla toplantıda da konuştuk. Türkiye’yi uyardılar. Ama çok böyle acayip sert bir şekilde uyarmadılar. Bir rahatsızlık dile getirdiler. Bu operasyonların, ABD ve Rusya’nın bilgisi dâhilinde olduğunu varsayabiliriz. Fakat şunu düşünün: Suriye’deki operasyonun hedefinde YPG var ve YPG de ABD’nin müttefiki. Türkiye’nin ABD’ye, “Biz Suriye’nin kuzeyinde hava harekâtı yapacağız” demesi çok akla yatkın değil. Şu hâliyle baktığımızda, bu hava saldırılarının tabiî ki iç politikaya yönelik çok ciddî bir boyutu var. Bunu zâten yapıyorlar. Erdoğan başta olmak üzere yöneticiler bu operasyonları, bu hava harekâtlarını teröre karşı mücâdelede önemli cevaplar olarak söylüyorlar ve içerideki terör saldırısıyla, Beyoğlu terör saldırısıyla eğer iktidarda bir aşınma olduysa onu telâfî etmek için kullanıyorlar, orası muhakkak. Fakat bu hava harekâtlarının, operasyonların diğer ülkelerin bilgisi dâhilinde olduğunu söylemek çok zor. Şimdi kara harekâtı söz konusu. Esas o olursa o zaman işler çok daha sert bir duruma gelebilir ve ABD ve Rusya’nın çıkışları da buna göre şekillenebilir. Şu hâliyle şunu söylemek çok mümkün değil: Ya Türkiye bütün bunları ABD ve Rusya’nın bilgisi dâhilinde yapıyor ya da onlara karşı yapıyor. Bu netlikte bir durumun yaşandığını sanmıyorum. 

Muharrem Palaz demiş ki: “Esad ile görüşme ve masaya oturma olduğunu varsayarsak, Suriye’de Türkiye’nin desteklediği örgütler Türkiye’ye sorun yaratmayacak mı?” Yaratacak tabiî. Hattâ bâzı yorumcular İstanbul saldırısının bunun önünü kesmek için bu örgütler tarafından yapılmış olabileceğini söylediler. Yani PKK/YPG değil de birtakım cihadcı örgütlerin Türkiye-Ankara Şam’la yakınlaşıyor kaygısıyla bunu yaptıklarını söyleyenler bile oldu. Dolayısıyla Ankara’nın Şam’la yakınlaşmasında Türkiye tabiî ki bu örgütlere dokunulmasını, onların bir şekilde zarar görmelerini engellemeye yönelik bir formül bulmak isteyecektir. Ama eski konumlarında olmayacakları da muhakkak. Örneğin şöyle söyleyelim — birebir aynı değil ama: Türkiye yıllarca Mısır’da Sisi rejimine karşı mücâdele eden Müslüman Kardeşler örgütüne kapı açtı ve Türkiye’de çok ciddî bir şekilde propaganda faaliyetlerini, örgütlenmelerini yaptılar. Ama Mısır’la ilişkileri iyileştirme aşamasında, Türkiye bunları bâzı alanlarla sınırladı, hattâ bâzılarını sınırdışı da etti. Dolayısıyla tam anlamıyla onlardan kurtulma yoluna gitmedi; ama onlara çekidüzen vermeye çalıştı. Tabiî Türkiye’deki Müslüman Kardeşler silâhlı örgütler değil; ama Suriye’dekiler silâhlı. Onlara aynı şekilde, Mısırlı Müslüman Kardeşler’e yaptığının aynısını yapması yetmeyecektir. Orada bir sorun çıkma potansiyeli çok ciddî var. Dolayısıyla bir zamâna ihtiyacı olacak Türkiye’nin. Fakat bir yerde de Esad’la görüşmelerin başladığını göstermek zorunda. Onu gösterdiği andan îtibâren bu güçler ne yapacak? Onları yakından tâkip etmek gerekecek. Fakat Türkiye’de istihbâratın bu örgütleri çok yakından kontrol ettiklerini biliyoruz, tahmin ediyoruz. Dolayısıyla en az zararla Ankara bu örgütleri bir şekilde etkisizleştirme yoluna gidecektir. Şu olamaz yani: “Bunlar kenarda kalsın, yarın öbür gün tekrar kullanırız” şeklinde bir düşünce, Şam yönetimi tarafından herhalde kabul edilmez. 

Bir izleyicimiz diyor ki: “Suriye ile Rusya’nın, İran veya ABD’nin pozisyonunu dikkate alarak değil, kendi menfaatlerimiz için hemen angajmana girmeliyiz. Bu iki tarafın da çıkarınadır.” Doğru; ama başta yanlış yapıldığı için, artık kuracağınız ilişkide bütün bu ülkelerin hepsini bir şekilde dikkate almak zorundasınız. İlk başta, iç savaş başlamadan önce, Türkiye Suriye ile doğrudan ilişkiler içerisindeydi. Çok yoğun ilişkiler vardı. Ama sonra Arap Baharı’nda Suriye’de ilk ayaklanma belirtileri ortaya çıktığı zaman Türkiye Esad’ı bir çizgiye çekmek istedi. Esad o çizgiye gelmeyince, Türkiye tam anlamıyla muhâlefete angaje oldu ve ondan sonra da işin içerisine İran ve Rusya gibi ülkeler girdi. Şimdi Türkiye’nin, hiçbir şey yokmuş gibi başa sarıp İran’ı, Rusya’yı ve ABD’yi bir kenara atıp Suriye ile ilişki kurmasının ᅳideal olan budur belki amaᅳ mümkün olacağını sanmıyorum. 

“Rusya’nın Esad’a Türkiye ile görüşmesi için baskı yaptığı doğru mu sizce?” Doğrudur. Ama aynı şekilde Türkiye’ye de baskı yapıyor. “Baskı” lâfı belki biraz sert kaçar; ama yani telkinde bulunuyordur. Rusya’nın sonuçta her iki ülkeyle de ilişkileri var ve artık Suriye’de bir muhâlefet seçeneği de kalmadığına göre, rejimin devrilmesi ihtimâli kalmadığına göre, artık bu olayın kapanıyor olmasını temenni ettiği açık. İki tarafa da bunu bir şekilde yansıttığını tahmin edebiliriz.

“Kılıçdaroğlu az önce ‘3 Aralık’ta her şeyi açıklayacağım. Bekleyin, geliyor gelmekte olan’ dedi. Ne diyorsunuz? İşte, grup toplantısında, kalkınma planı…” Zâten bunu açıklayacağını biliyorduk. Başka bir şey beklemiyorduk. Hani çok büyük bomba patlatacak değildi. Ekonomiyle ilgili bir şey yapacaktı. Ama belli ki siz bir beklentiye girmişsiniz. Öyle bir şey yoktu. Bir kalkınma planı açıklayacak. Ne kadar heyecan yaratır bilmiyoruz. Onun öncesinde de 28 Kasım’da Ankara’da 6 parti anayasa değişikliği paketlerini açıklayacaklar Bilkent Otel’de. Ben de bir aksilik olmazsa yerinde izlemeyi düşünüyorum pazartesi sabahı. 

“Esad’la barışmaktaki amaç Türkiye’nin faydasına mı, Erdoğan’ın politik hesaplarının faydasına mı? Bu ayrımı nasıl koyarsınız?” Esad’la barışmak vaktizamânında Türkiye’nin hayrınaydı; ama Erdoğan’ın hayrına değildi. Çünkü Erdoğan iç politikada Suriye meselesini çok ciddî bir şekilde kullanıyordu ve Esad’la barışmak kendi çıkarına uygun değildi. Dolayısıyla Türkiye’nin çıkarlarını geri plana itip Esad’la bu çatışma pozisyonunu sürdürdü. Şimdi artık kendi çıkarı için de Esad’la barışması gerektiğini düşünüyor ve kendi çıkarlarıyla Türkiye’nin çıkarları bir uyum içerisinde. Dolayısıyla şu hâliyle bize bunu tabiî ki Türkiye’nin çıkarları bunu gerektirdiği için, hani “bağrına taş basarak” yapıyormuş gibi gösterecek. Ama biliyoruz ki eğer gerçekten Türkiye’nin çıkarları söz konusu olsaydı, yıllar önce bunu yapardı. Şimdi kendisi artık bunu daha fazla taşıyamayacağını gördüğü için bunu yapacak ve bize tabiî ki böyle göstermeyecek ve “ülkenin çıkarları” diyecek. Biz de o zaman ne yapacağız? Erdoğan bundan istifâde ediyor diye Esad rejimiyle diyalog kurulmasına karşı mı çıkacağız — vatandaş olarak ya da muhâlefet partileri? İşte orada bir zorlukla karşı karşıya kalacak muhâlefet partileri. Esad’la görüşmeyi kendileri istiyor zâten. Erdoğan görüşünce, “Niye görüşüyorsun?” diyecek hâlleri yok. En fazla yapabilecekleri, “Dün katil diyordun, şimdi görüşüyorsun” demenin ötesine gidemeyecek. Dolayısıyla bu durum ilginç bir şekilde Erdoğan’ın lehine bir duruma dönüşebiliyor. Çok esrarengiz bir olay; ama böyle oluyor. 

Aysun Kuran: “Muhâlefet kış uykusunda. O kadar çok malzeme varken kanal kanal geziyorlar” demiş. Gezsinler, ama Erdoğan kış uykusunda değil. Erdoğan, seçimi kazanabilmek için birçok şeyi yapıyor ve normal şartlarda, hani birey olarak asla yapmak istemeyeceği şeyleri de bağrına taş basarak yapıyor ve bütün amacı da seçimi tekrar kazanabilmek. Belki seçimi kazandıktan sonra bunların bâzılarında geri adım atar, belki de böyle devam eder.

Mehmet Tolgay Çırakoğlu: “Suriye’deki öfkenin hedefi Türkiye mi, yoksa Erdoğan ve yönetimi mi?” Suriye’de ne kadar bir öfke var bilmiyorum; ama sonuçta Suriye yönetiminin Erdoğan’dan hazzetmediğini biliyoruz. Türkiye’den kaynaklı sorunların, kendi rejimlerine ve ülkelerine yönelik sorunların doğrudan Erdoğan’ın eseri olduğuna inandıklarını da biliyoruz –ki zâten öyle–; ama bunu “Türkiye’ye bir öfke” diye söylemek doğru olmaz. Zâten değişik dönemlerde muhâlefetten giden kişilere Esad kapısını açtı. Bunu biliyoruz. Şunu tercih edecektir: Erdoğan’ın iktidarda kalmamasını tercih edecektir. Ama iktidardan gitmeden önce de kendi haklılığını kabul etmesini tercih edecektir. Yoksa Suriye’nin Türkiye’ye düşman olmak gibi bir perspektifi olacağını sanmıyorum. Bu çok akıllıca bir şey olmaz. Türkiye gibi önemli bir ülkeyle düşman olmaktan Suriye’nin kazanacağı çok fazla bir şey yok. 

“Muhâlif liderlerin, Erdoğan’ın bu geri adımlarını başka şeylere takılmadan sâdece ekonomik ve göçmen mâliyeti üzerinden etkili bir şekilde anlatması gerekir, ama yapmıyorlar. Ne dersiniz?” Evet, yani muhâlefeti eleştirme kotamızı doldurduk; ama dediğiniz doğru. 

Sergen Salmanoğlu: “Kılıçdaroğlu derhal neden Şam’a gitmez ve Esad’la görüşmez?” Evet, güzel bir soru. Herhalde Erdoğan’ın diline düşmekten çekiniyordu. Artık Erdoğan’ın diline düşme diye de bir olay da kalmadığına göre pekâlâ yapabilir. Ama yapacağına dâir bir işâret yok. Şu âna kadar yapsaydı ilginç olurdu. Yani meselâ 2 yıl önce gitmiş olsaydı herhalde bayağı bir hırpalarlardı. Şimdi meselâ diyelim ki Kılıçdaroğlu Kahire’ye gitti, Sisi’yle görüştü. Ne derler onu da açıkçası merak ediyorum. 

“Şam, ‘Benim iç işlerime karışma” diyor. ‘Kürt gruplarıyla ilişkim beni ilgilendirir’ diyor. Türkiye kendi Kürtler’iyle sorunlarına odaklanmalı ve barışı önce kendi ülkesinde sağlamalı.” Eyvallah. Ama bunların hepsi bir temenni, iyi niyet. İşler böyle yaşanmıyor sâhada. Türkiye, kendi Kürt sorununu çözmeden Suriye’deki Kürtler’i de kendine dert ediyor ve oradaki olaya tamâmen bir terör perspektifinden bakıyor. Ama en önemli stratejik ortağı ABD’nin, kendisinin terörist dediği gruplarla stratejik işbirliği yapması işleri çok karıştırıyor. Gerçekten karışık bir durum. Onun için böyle kolay bir şekilde, “O oraya karışmasın, bu buraya karışmasın” diyebileceğimiz bir durum yok. 

Mert Rodoplu: “Son zamanlarda dünyada olan gelişmelerin konjonktürel olarak tekrar Erdoğan’ın lehine işlediğini düşünüyor musunuz? Tıpkı 2000’lerdeki dünyadaki liberalleşme dalgasının avantajını kullanan Erdoğan gibi.” Bunu başka yayınlarda bir şekilde söyledim. Ama şöyle bir yaklaşım var bizde: Dış politika seçmen tercihini belirlemez. Ben bunun çok abartılı olduğunu düşünüyorum. Muhakkak etkisi olduğu kanısındayım ve Erdoğan’ın dış politikada güçlü görünmenin seçimi kazanmasını kolaylaştıracağını bildiğini görüyorum ve bu adımları da bu bağlamda değerlendiriyorum. Şimdiden söyleyeyim, yarın “Adını Koyalım”da da esas olarak bu konuyu konuşacağız, Burak Bilgehan Özpek, Ayşe Çavdar ve Kemal Can’la. Evet, dışarıdaki birtakım dengeleri kendi lehine kullanma konusunda bayağı çabası var. Dikkat edin, Erdoğan son günlerde sürekli ülke dışında. Her vesîleyle, zirvelere, Dünya Kupası açılışına, yok NATO zirvesine, yok G20 zirvesi vs. gidiyor. Her yere her fırsatta gidiyor. Gidemediği zaman telefon konuşmaları yapıyor ve sürekli konuşan, eden, temas kurmaya çalışan bir durumda. En büyük hayâli de şu anda biliyoruz ki Beyaz Saray’a dâvet edilmek. Henüz o yok, olmadı. En son Biden’la Endonezya’da ayaküstü kısa bir görüşme yaptı. Ama hâlâ o şeyi göremedi, Birleşmiş Milletler zirvesinde de görüşemedi meselâ. Onu da yapabilirse herhalde bayağı bir rahatlayacak. Çünkü Türkiye’de herkes Anti-Amerikancı olabilir; ama ülkeyi yönetenlerin de ABD ile iyi ilişkiler içerisinde olmasını ister. Böyle bir paradoks var. Bunu yapmaya çalışacak. Bütün bunlar yapılırken muhâlefet çok zayıf bir durumda. Meselâ Kılıçdaroğlu ABD’ye gitti; yönetimden kimseyle görüşmedi, görüşmeye çalışmadı. İcâzet almaya gitti demesinler diye bunu yapmadı. İngiltere’ye gitti; sâdece yatırımcılarla görüştü, siyâsî kimseyle görüşmedi. Bu bana göre çok abes bir durum. Dolayısıyla muhâlefet dünyayı sâdece iktidâra bırakmış durumda. Böyle ilginç bir durum var. 

Can Demren: “Esad ile barış, Türkiye’de yaşayan ve rejime muhâlif olan Suriyeli mültecileri nasıl etkileyecek?” Herhalde onlar dönmeyecekler. Nasıl sağlanır bilmiyorum; ama onlara birtakım garantiler, dokunulmazlık bulmaya çalışacaklar. Ama büyük ihtimalle dönmeyecekler, burada kalacaklar. Burada kaldıkları zaman da Esad rejimi onların Türkiye’ye zorla da olsa yollanmasını isteyecek. Onların Türkiye’deki hayatlarını zorlaştırmaya çalışacak vs.. Bu sorun öyle kolay bir şekilde bitmez. Yani Esad’la anlaşmak, geri dönüşleri yapmakla bitecek bir iş değil. Çünkü bayağı bir yılların birikimi ve çok büyük bir birikim var ortada. Çok büyük olaylar yaşandı, çok kan aktı, çok yuva dağıldı vs.. Çok büyük kan dâvâları var karşılıklı olarak. Dolayısıyla Türkiye de bunun bir parçası oldu. Türkiye uzaktan seyreden bir ülke olmadı, bunu özellikle görmemiz lâzım, kabul etmemiz lâzım. Türkiye iç savaşta taraftı, bunu gizlemiyordu da. Dolayısıyla o iç savaşın faturası bize çıkartıldı ve daha da çıkartılacağa benziyor. 

Necla Çatak: “Dışarıdaki herkesle, katillerle barışıyor. Bir tek bu ülkenin insanlarından nefret ediyor” demiş. Yani işte bu, içeride savaş durumu. Bugün yapacağım yayında ayrıca tam bunları yapacağım. Zâten başlığı da: “İç barış ne zaman?” Saat 16.30’da yapacağım. Şimdi dışarıda bir barış var, inşâsı var; ama içeride böyle değil. Çok acı bir durum aslında bu. Yani normalde yapılan nedir? Dünyadan gelebilecek tehditlere karşı bütün ülkenin vatandaşları yan yana, birlik içerisinde olacak. Ama böyle olmuyor. İçeride her türlü kutuplaşma teşvik edilip, dışarıda bütün sertlikler törpülenme yoluna gidiliyor. Böyle bir ilginç durumla karşı karşıyayız. 

“Erdoğan savaşı seçime kadar sürdürüp, olumsuz seçim veya anket sonuçlarına göre bunu kullanır mı?” Zâten seçime doğru kaos yaratılır mı yaratılmaz mı meselesini hep konuştuk, konuşuyoruz, daha da konuşacağız ve ilk akla gelen şeylerden birisi de Suriye’ye operasyondu. İstiklâl Caddesi’ndeki terör saldırısı da bunun zeminini sağladı. Ama unutmayın, o saldırı olmasaydı bile, eğer yapmak isterse Erdoğan bunu yapardı, yani Suriye’ye hava harekâtı ya da kara harekâtı. Şimdi bir zemin var. O zeminle berâber bir şeyler yapılıyor. Tabiî şöyle bir soru var ortada: İstiklâl Caddesi’ndeki saldırının bir benzeri bir daha yaşanır mı? O zaman öyle bir olayda işler çok daha katlanarak gidecek. Onu da hesâba katmak lâzım. 

Evet, yavaş yavaş toparlayalım. 

“Kaybedilen 9 yıl, ölen insanlar, 6 milyon sığınmacı. Bu kadar şeye değdi mi? Ne kazandık? Kayıplarımız o kadar fazla ki, buna ‘Küsler bir gün barışır’ demek bir aymazlık değil mi?” Evet, çok büyük bir fatura var ve burada göz göre göre yapılan yanlışlar, hatâlar var. Allah’a çok şükür hiçbir zaman şahıs olarak, Türkiye’nin Suriye politikasını desteklemedim ve yine Allah’a çok şükür ki Esad’ın baskıcı politikalarını da desteklemedim. Her zaman için böyle iki uçta olmamanın yolu vardır diye düşünüyorum. Bu yaşanan her şey çok büyük acı, vebal ve bunlarda insanların, ülkelerin payının olmaması gerekirdi. Türkiye’nin payı var ve işte, diplomaside olur böyle şeyler diyerek geçiştirilecek şeyler değil. Ama şunu da söyleyelim: Zarârın neresinden dönülse kârdır. Tabiî bütün bunlar, normalleşmeler vs. onca akan kanı, onca yaşanan hasârı gidermeyecek. Ama en azından daha fazlasının önüne geçmek mümkün olabilir.

Son olarak, Gökhan Bey demiş ki: “Bence Esad görüşmek istemiyor olabilir. Netîcede savaşı kaybetmedi”. Evet, kaybetmedi. Ama başta söylediğimi tekrar söyleyeceğim: Erdoğan’a, “Bak gördün mü? Beni yıkamadın, ben kaybetmedim, sen kaybettin” diyebilmek için de görüşmek isteyecektir. Tıpkı Sisi’nin ya da Bin Selman’ın yaptığı gibi. 

Evet, saat 16.30’daki yayında da sizleri görmek isterim. Bu yayında sizlerin katkılarınızla, “Esad’la barışmalı mı? Neden ve Nasıl?” sorusunun cevaplarını aradık. Hepinize katılımınız için, katkılarınız için, izlediğiniz için çok teşekkür ediyorum. Söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.