İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’na verilen cezanın yankıları sürüyor. İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener, Fox TV’de İlker Karagöz’ün sorularını yanıtladı. Akşener, İmamoğlu’na verilen cezanın ardından Saraçhane’ye gitmesine ilişkin, o gün bütün liderleri aradığını, CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun ise telefonunun kapalı olduğunu söyledi. İYİ Parti lideri, “Yanlış anlaşılmasın izin almak için aramadım. Zaten kimseden izin alma mecburiyetim yok, söyleyeni de fena çarparım” dedi.
Edirne Cezaevi’nde tutuklu bulunan eski HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, ortak aday tartışmasına ilişkin açıklama yaptı. T24’ten Murat Sabuncu’nun sorularını yanıtlayan Demirtaş, “Medya dünyasından iş dünyasına, siyaset erbabından bürokratlara kadar bir dizi muhalif çevre, seçimden sonra kendilerine yeni bir konum kazandıracak adayı öne çıkarmaya çalışırken bunu ‘kazanabilecek aday’ kılıfı altında yapıyor. Beni en çok rahatsız eden şey bu” dedi.
İçişleri Bakanlığı 2021 yılında, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nde (İBB) bazı çalışanların “terör örgütleriyle iltisaklı” olduğu yönünde ihbar, şikâyet ve tespitler üzerine özel teftiş başlatıldığını duyurmuştu. İçişleri Bakanlığı’nın İBB’de çalışan personelle ilgili hazırlanan raporu tamamlayıp başsavcılığa teslim etmesinin ardından İmamoğlu ve Canan Kaftancıoğlu, yaşananlara tepki gösterdi.
AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, 2023 yılı asgari ücretini açıkladı. Asgari ücret önümüzdeki yıl, yüzde 54,55 artışla 8 bin 506 TL olacak.
Türk Tabipleri Birliği (TTB) Başkanı Şebnem Korur Fincancı’nın “terör örgütü propagandası yapmak” suçlamasıyla yargılandığı davanın ilk duruşması İstanbul 24. Ağır Ceza Mahkemesi’nde yapıldı. Savcı, Fincancı’nın tutukluluğunun devamını talep etti. Mahkeme heyeti Fincancı’nın tutukluluğunun devamına karar verdi, duruşma 29 Aralık’a ertelendi.
Ruşen Çakır ve Kemal Can yorumluyor.
Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal
Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Haftaya Bakış”la karşınızdayız. Kemal Can’la yine haftanın öne çıkan olaylarını konuşacağız. Kemal, merhaba.
Kemal Can: Merhaba Ruşen.
Ruşen Çakır: Bugün Altılı Masa’yı, ortak cumhurbaşkanı adaylarını ve asgarî ücreti konuşacağız. Ama öncesinde sıcak bir haber var: Paris’te Ahmet Kaya Kültür Merkezi’nin de olduğu sokakta, bir saldırganın açtığı ateş sonucu 2 kişi ölmüş; 2’si ağır 4 kişi yaralı diye bir haber geldi. Olayın Kültür Merkezi’nin içinde mi, çevresinde mi olduğu henüz tam netleşmedi, ama Kültür Merkezi’yle bir alâkası olduğu kesin. Saldırganın, yanındaki bir kuaföre de girdiği söyleniyor. Saldırgan hafif yaralı yakalanmış, 69 yaşında bir Fransız ve ilk bilgilere göre, kendisi geçen yıl yine Aralık ayında, Paris’te mültecilerin kaldığı bir sığınma merkezine kılıçla saldırıdan dolayı gözaltına alınmış ve adlî kontrol şartıyla serbest bırakılmış bir emekli metro sürücüsü.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Ahmet Kaya Kültür Merkezi deyince; 2013 Ocak ayında Paris’te düzenlenen bir silâhlı saldırıda, Sakine Cansız, Fidan Doğan ve Leyla Söylemez’in öldürülmesinin yıldönümü de yaklaşıyor biliyorsun. Bugünkü saldırıda da o saldırıya yönelik birtakım akıl yürütmeler yapıldı. Ama saldırganın kimliğinden hareketle, ırkçı bir saldırı olma ihtimâli daha yüksek. Saldırının olduğu Strasbourg Saint-Denis mahallesi Paris’in “Türk Mahallesi” olarak bilinir. Ama daha çok, Kürt lokantalarının ve dükkânlarının olduğu bir semt. Şu anda bütün Fransa bunu konuşuyor. Fransa İçişleri Bakanı resmî programını yarıda keserek Paris’e dönüyor. Bu saldırı Fransa’da bayağı bir gündem olacağa benziyor. Saldırıyı yapan kişiyle ilgili bilgiler de ilginç. Le Monde’da okuduğuma göre bu kişi, geçen sene mültecilerin kaldığı sığınma merkezine saldırdığı halde, istihbarat birimlerinde kaydı olan bir kişi değilmiş; bu da acayip bir durum.
Evet, şimdi Meral Akşener’le başlayalım. Akşener, FOX TV’de hassas konuların hepsine açık ve net açıklamalar yapmış. Diyor ki: “Ben de gitmeseydim, İmamoğlu otobüsün tepesinde tek başına mı duracaktı? Biz Mersin dışında her yerde ortak aday saptadık. Seçilen adaylar aynı zamanda bizim de adayımızdı. CHP’li olması, onun aynı zamanda İYİ Parti’nin belediye başkanı olduğu gerçeğini değiştirmez.” Ben yarın bu konuda epeyce bir şeyler anlatmayı düşünüyorum. Onun için çok fazla konuşmayayım. Ama özellikle şunun altını çizmek istiyorum: Akşener, hedefinin Kılıçdaroğlu değil, onun kurmayları olduğunu söylüyor. Metin şimdi önümde değil, sen de görmüşsündür. Yani “Kılıçdaroğlu iyi, çevresi kötü” olayının bir başka versiyonu gibi; ama belli ki Kılıçdaroğlu’nun dile getirdiği iç işlerine karışma meselesi, onu bayağı rahatsız etmiş. Ne dersin?
Kemal Can: Hattâ o cümlesinde kurmayların başına, bir de “sözde kurmaylar” diye ekliyor. Biraz canı sıkılmış oldu ve bunu da göstermek istediği, hem beden dilinden hem söyleme biçiminden anlaşılıyor. Liderler arasında daha önceden başlayan bu hikâye, çeşitli konularda da kullanılan “vekâlet savaşı” şeklinde yürüyor. Yani İYİ Parti’de Kılıçdaroğlu’ndan rahatsızlar da, Meral Akşener’i sıkıştırmak için konuşuyorlar. Hattâ bu anlamda Akşener’in dediği gibi kurmaylar, sözcüler, eski sözcüler konuşuyorlar. Sonra liderler, çeşitli toplantılarda ya da medyada, herkesin zorlaya zorlaya, “Şöyle cevap verdi, böyle cevap verdi” şeklinde yorumlar yaptığı değerlendirmeler yapıyorlar. Ama hiçbir lider, doğrudan diğerini karşısına alarak ya da ona cevap verir biçimde işi tırmandırmaya yanaşmıyor. Ama buna karşılık, senin de söylediğin gibi, “Onunla aramızda bir sorun yok, ama çevresinde sorun çıkartmak isteyenler var” yorumlarında biraz abartıya kaçtıkları bir durum oluşuyor.
Kılıçdaroğlu, iç işlerine karışma meselesini gündeme getirdikten sonra, Akşener’in grup toplantısında bir cevap vereceği düşünülmüştü. Grup toplantısında bu konuya doğrudan karşılık olabilecek bir cevap vermedi. Bâzı sözlerinden yorumlar yapılabilse bile, beklendiği gibi gerilimi tırmandıracak, tâbir yerindeyse bu eleştirilere “ağzının payını veren”bir çıkış yapmadı. Akşener’in bu sabah FOX TV’deki açıklamaları da, yine ihtiyatlı biçimde, Kılıçdaroğlu’nu muhâtap alarak kurduğu cümlelerden oluşmuyor. Hattâ daha da ileri gidip “İç işlerine karışma meselesi ve diğer konular, kurmayların ya da taraftarların lâfları. Ayrıca bu meseleyi benim Saraçhâne’ye gidişimle ilgili olarak söylemedi” diyor. Dolayısıyla Kılıçdaroğlu’nun sözünü de te’vil eden bir yaklaşım içerisinde.
Çarşamba günü “Adını Koyalım”da da söylediğim gibi, İmamoğlu da Akşener de Kılıçdaroğlu da, birtakım lâflar söyleyip birtakım îmâlarda bulunmakla birlikte, gerilimi taraftarlarının istediği kadar tırmandırma hamleleri yapmıyorlar. Yapmamaları da çok anlaşılır bir şey. Çünkü burada geçici olarak bir pozisyon kazanabilirler, ama bu seçim/adaylık tartışması ve özellikle muhâlefet içerisindeki rekabet meselesi öyle bir noktaya geldi ki; bir avantaj için hamle yapabilirsiniz, geçici olarak avantaj da sağlayabilirsiniz, ama ortaya çıkabilecek sonuçtan bir vebal doğacaksa, bununla ilgili suçlanmanız konusundaki risk de büyüyor. Dolayısıyla herkes çok dikkatli adım atmaya çalışıyor. Ama bir yandan da üzerlerindeki baskı giderek artıyor. Böyle bir süreci yönetmek zorundalar. Çünkü işi buraya kadar biraz ağırdan alarak getirdikleri için, konuşulması gereken birtakım meseleleri kendi aralarında da kamuya açık olarak da yeterince konuşmadıkları için, takvim biraz sıkıştı. İktidar da bu sıkışıklığı, muhâlefeti biraz zorlayarak köpürtmeye çalışıyor. Zâten Akşener de bugünkü açıklamalarında, daha çok iktidardan gelen nifak hamlelerine cevaplar veriyor ya da Saraçhâne’de yaşanan olayı genel bir muhâlefet ortaklığının zemini olarak, yapması gerekeni yaptığı bir hamle olarak târif ediyor. Bu kararla ilgili süreci de iktidarla ilgili bir tartışmaya çevirmek istiyor.
İmamoğlu karârı çıktıktan sonra yaşanan süreçte ana mücâdele zâten burada oluştu. İktidar, bu işi muhâlefet içi bir sorun hâline getirmeye çalıştı. Kısmen muhâlefet aktörleri de, kendi aralarındaki gerilim fazla açığa çıkmış olsa bile, bunu büyütmek, bunu tırmandırmak eyleminde olmadılar. İmamoğlu da taraftarlarının beklediği sertlikte şeyler söylemedi. Hattâ daha önce söylediği “Kılıçdaroğlu adayımızdır” lâfını tekrar etme ihtiyâcı duydu. Ama bir yandan da, bazı lâflarıyla da tamâmen kenara çekilmeyeceğini gösterdi. Bütün aktörler böyle davranıyorlar ve daha çok, şimdiye kadar olduğu gibi, başkalarının sözleri üzerinden doğrudan birbirlerini suçlamaktan kaçınıyorlar. Ben Akşener’in bu sabahki konuşmalarını böyle yorumladım. Ama buna karşılık, muhâlefet içerisinde, iktidârın yaratmak istediği türden bir nifak türbülansı oluşmasa bile, artık bu gerilim ve bu fay hatları biraz açıkta olduğu için, kaçınılmaz olarak Ocak ayı içerisinde bunu masaya getirmeleri ve tartışmaları gerekiyor. Şimdi zâten Altılı Masa toplantısını ertelemişler, biraz daha ileriye itmişler, yeni yıla kalmış.
Akşener de, “Zâten Kılıçdaroğlu Altılı Masa’ya bu görevi vermedi mi? O zaman oturacağız, bu aday meselesini tartışacağız. Bunda iç işleriyle ilgili bir şey yok” dedi. Açıkçası bu da doğru. Çünkü Kılıçdaroğlu defaatle bunu söylemişti. Ama bir yandan da iktidârın, hem hamleleriyle hem medyası aracılığıyla muhâlefet içerisindeki bu tansiyonu köpürtmeye çalışacağını anlıyoruz.
Ruşen Çakır: Burada şöyle bir husus var: Akşener yine kurmaylara sitem ediyor ve “Onlar, iktidar trollerinin yaptığı ‘Akşener karardan haberdardı’ lâfını bile satın aldılar” demeye getiren bir şey söylüyor. Çünkü komplo filan demişlerdi, biliyorsun… İsmail Saymaz bugünkü yazısında, İmamoğlu’nun karar dâvâsından bir gün önce Beştepe’de yapılan toplantıyı haber yaptı, görmüşsündür. Orada katılanların isimleri ve kimlerin ne pozisyon aldığını da anlatmış. Bu tür haberler yalanlanmaz, ama o kadar detaylı ki herhalde uydurma değildir. İsmail zâten güvenmese, böyle kritik bir konuda böyle bir haber yapmaz. Doğru olduğunu düşünüyorum. Orada kampanyayı yürüten Ertan Aydın, “Yapmayalım, bu bizim kampanya stratejimize aykırı” diyor, ama bâzıları da “Yapalım” diyor. Belli ki karar orada alınmış ya da bir şekilde alınmış olan karar orada tartışmaya açılmış — öyle bir boyutu var.
İmamoğlu’nun hakaret dâvâsından görevden alınması söz konusu olamayabilir. Çünkü Danıştay’a atfen birtakım haberler yapıldı biliyorsun. Şimdi hep söylenen, Damokles’in kılıcı gibi sallanan terör soruşturması devreye sokulmak isteniyor. İçişleri Bakanlığı da bu konuyla ilgili doğrudan devreye giriyor, biliyorsun. Henüz belli değil tabiî ama, hiçbir şeyi gözetmeyen siyâsî iktidar, “İşte, görüyorsunuz” deyip ne olduğu belli olmayan bir şeyle olaya müdâhil olabilir.
Bugün Konya’da gerçekleştirilen “11 Büyükşehir Belediye Başkanları Buluşması”nda konuşan İmamoğlu da “Yapılmaz” demiyor, biliyorsun. “Bunun hesâbını sandıkta sorarız” diyor. B planı olarak onu söylüyor. Çünkü A planı, tabiî ki bunu engellemeye çalışmak. Ama artık bir yerden sonra yargının tamâmen iktidar tarafından kontrol altına alındığı bir yerde istediğiniz kadar kendinizi savunun, genellikle ortada savunacak bir şey de olmuyor. Bu olayda da herhalde öyle. Çünkü terör soruşturmasının birtakım personellerle ilgili yapıldığı söyleniyor. Bunların hepsinin işe alımları güvenlik soruşturmasından geçiyor. Yani İçişleri Bakanlığı’nın, Adalet Bakanlığı’nın bilgisi dâhilinde olan şeyler; ama bunlar çok da önemli olmayabilir. Burada Ekrem İmamoğlu’na yeni bir operasyon gelme ihtimâli var ve tabiî ki bu operasyonun onun aday olma ihtimâli üzerinden de kurgulanıyor olması gerekir. Değil mi?
Kemal Can: Zâten bu tür yargı meselelerinde, yedekli davranmak karşımıza çok gelen bir şey. Hatırlarsın, Osman Kavala dâvâsında, bir taraftan tutuklama gerekçesi üretilirken, onun bir biçimde boşa düşmesi ihtimâline karşı, başka bir maddeden başka bir soruşturma da yedekte bekletiliyordu. Mahkeme kararlarına, tutuklama kararlarına, AİHM’den gelen şeylere göre, sürekli bir diğeri devreye sokuluyordu. Selahattin Demirtaş dâvâsında benzer bir şey gördük. Bir yerden tahliye karârı çıkıyor, hemen başka bir soruşturmadan tutuklu olduğu ya da hükümlü olduğu gerekçesi veriliyor. Dolayısıyla bu yargı kararlarında, yedek soruşturmalar, yedek dâvâlar, birtakım B ve C planları hep devrede oluyor. Ama bunların hiçbiri, senin söylediğin gibi hukuksal zeminde konuşulamayacağı için, “Bu olabilir bir şey mi? Bunun delilleri buna yeter mi? Bu soruşturmadan bu suç çıkar mı? Bu suçtan bu cezâ olur mu?” gibi soruların hiçbir anlamı yok. Burada yapılmak istenen, sâdece birtakım prosedürleri yerine getirmek için yedekli işler uydurmak.
Bu mahkûmiyet karârı, temyiz aşamasıyla ilgili bir süre baskısı yaratırken, bir yandan da, bir yedek soruşturmayla, üstelik idârî olarak görevden almaya imkân da verebilecek bir şeyi de ısıtıyorlar. Ama bence paketin tamâmı şöyle cereyan ediyor: Ben hâlâ bu işin “İmamoğlu’na siyâsî yasak getirelim, gerekirse görevden de alalım. Ondan sonra da o devreden çıksın, biz işimize bakalım” biçiminde gelişmediğini, bunun bir yan plan olarak, biraz önce söylediğim, muhâlefetin içinde sürekli bir gerilim olarak tutulmasını, bunun için de zamânın bir faktör olarak değerlendirilmesinin önemsendiğini düşünüyorum.
Şöyle bir tablo ortaya çıkıyor: Kemal Kılıçdaroğlu ile ilgili muhâlefet cephesinde, “seçilebilir aday” tartışması üzerinden bir tereddüt üretilmiş durumda. Şimdi İmamoğlu ile ilgili dâvâ, dâvânın kesinleşmesi, siyâset yasağı, terör soruşturması gibi yeni bir paket yaratılmış durumda. Dolayısıyla onun etrâfında da bir tereddüt çemberi oluşturulmuş durumda. Mansur Yavaş, adı geçmesine rağmen hiç topa girmediği için ve asıl olarak, mutlaka denklemde tutulması gereken Kürt seçmendeki karşılığı tam bilinemediği için, orada da başka bir tereddüt var. Çünkü HDP’nin tavrı açısından, Mansur Yavaş’la ilgili, “Mansur Yavaş olursa biz kendi adayımızı çıkartıyoruz” söylentileri var. Dolayısıyla, muhâlefetin üstünde konuşulan potansiyel adaylarının hepsiyle ilgili bir tereddüt oluşturulmuş durumda. Herhangi biriyle ilgili tereddüdü pozitif ya da negatif anlamda netîcelendirmek yerine, bu belirsizlik içerisinde tutmak iktidârın stratejisinin bir parçası ve iş böyle yürüyor. Söylediğin gibi, İmamoğlu’nun dâvâsını da önemsiyorlardı. Yani başından îtibâren “bundan bir şey çıkmaz” demediler. Ne CHP böyle değerlendirdi ne İmamoğlu çevresinden böyle bir şey duymadık. “Böyle saçma dâvâ mı olur? Bundan bir şey olmaz, bir şey çıkmaz” denmedi zâten. Daha önce alınan kararları ve yapılan işleri de biliyoruz. Bu memlekette yargı eliyle ne kadar olmaz işlerin oldurulduğunu biliyoruz. Dolayısıyla ben bu işin, tıpkı temyiz sürecinin bekletilme meselesi gibi biraz daha zamâna yayılarak bir tehdit unsuru olarak kullanılacağı kanaatindeyim. Zâten aylardır kullanılıyor. Meselâ Süleyman Soylu çıktı, bu konuda birtakım rakamlar açıkladı, lâflar söyledi, soruşturma açıldı, isimler ortaya atıldı… Bunlar zâten aylardır kullanılıyor. Önümüzdeki günlerde bu sürecin hızlanacağını, neredeyse her ay ve her hafta böyle bir hamleyi ortaya koyacaklarını düşünüyorum. Fezlekeler de gelebilir, önümüzdeki dönemde HDP dâvâsı bir biçimde hızlanacak… Ben bu soruşturmayı bu paketin bir parçası olarak düşünüyorum.
Ruşen Çakır: “Kazanabilir aday” lâfını kullandın ya?Bugün Murat Sabuncu’nun Selahattin Demirtaş’la yaptığı söyleşide Demirtaş’ın önemli sözleri var: “Kazanabilir aday diyenlerin büyük bir kısmı, geleceğe ve belli adaylara yatırım yapan kişiler. Eğer belli ilkelerde anlaşılırsa, kazanamayacak aday yoktur” diyor. Onun ilk kısmını okuyunca, gözümün önüne birtakım isimler geldi. Yatırım yapan, şimdiden köşe tutmaya çalışan farklı kesimlerden insanlar var. Siyâsetçi var, medyadan var… Bir tarafta “kazanabilir aday” muhabbeti çok ciddî bir şekilde öteden beri yapılageliyor. Ortadaki tek gösterge de, var olan kamuoyu araştırmaları. Tabiî ki kamuoyu araştırmaları önemli, ama kampanya da önemli. Demirtaş’ın “Meral Akşener dâhil, Altılı Masa’da herkesle konuşmaya hazırız” sözleri bence sürece olumlu bir katkı. Ama buna herhalde Altılı Masa’dan aynı netlikte ve pozitif bir şekilde cevap gelmeyecek, öyle gözüküyor.
Kemal Can: “Kazanabilir aday” meselesi tartışmalarının içinde şöyle bir şey var: Bir, samîmî olarak bu endîşeyi hissedenler, bir de senin söylediğin gibi bunu kendi hesapları için bir argüman olarak kullananlar var. Her türlü kavram için bu söz konusu. Bu anayasa meselesi ve HDP’ye ziyâret sonrasında, yine muhâlefet çevrelerinde, HDP’yi olağan şüpheli ya da muhâlefetin zayıf halkası gibi gösteren, hatta ona ihtiyaç duymadan bir denklem üretmeye kalkan yaklaşımlar oldu. Aslında Selahattin Demirtaş, “Akşener’i de dinleriz, herkesi de dinleriz ve ortak aday konusunda mutâbık kalınabilir” iddiasını bence bununla ilgili olarak da söylüyor. Çünkü bir taraftan da seçilebilir aday tartışmalarının içerisinde, “Kimi dışarıda bırakarak formül üretebiliriz?” arayışlarında küçük oligarşilerinin de payı var. Dolayısıyla Demirtaş, onların hepsine birden, muhâlefetin bütün olarak davranmasının ancak sonuç alabileceğini, bunun sağlanabilmesi durumunda adayın bile önemsizleşeceğini söylemiş oluyor.
Ama daha önemli bir şey daha var: “Kazanabilir aday” diye bir sorun var ve bu, çözülmesi gereken bir denklem. Ama “kazanılması gereken seçim” diye de bir şey var. Yani kazanabilir adayla, kazanılabilir seçim diye bir başka mesele daha var. Aday belirlenip, %50+1’in üstüne çıkan aday netleştiğinde, sanki her şey çözülüyormuş gibi bakılıyor; ama bir yandan da, eğer Altılı Masa parlamenter sistemi hâlâ kazanma stratejisinin merkezine yerleştirmek konusunda ısrarlıysa, seçimde Meclis çoğunluğunu sağlayabilecek formülleri de şimdiden konuşmaya ve üretmeye başlaması lâzım. Pek çok sayısal veri, cumhurbaşkanlığı seçiminin kazanabilir adayını bulmanın tek başına yetmeyebileceğini gösteriyor. Meclis’te çoğunluğu sağlamak için bâzen partilerin ortak girmeleri de gerekebiliyor. Ben daha önce de bunu ortaya attım. AKP ve MHP’nin tek liste olarak girme olasılığı, çok da küçük bir olasılık değil. Öyle bir tablo ortaya çıktığında, pek çok merkezde, Altılı Masa ve diğer muhâlefet partileri dağınık bir tablo ile seçime dâhil olduklarında ciddî milletvekili kayıplarıyla ve Parlamento’da çoğunluğu alamama ya da çoğunluk sağlayamama riskiyle karşı karşıya. Dolayısıyla denklem daha karmaşık hâle gelmiş durumda. Yani Demirtaş’ın “Ortak zemini bulursak, ortak aday üretildiğinde, zâten kazanabilecek aday olur” iddiasının yanında, muhâlefet için gerilimlerin biraz fazla öne çıktığının uyarısını yapan bir mesajı da var diye düşünüyorum. Aslında bu açıklaması, muhâlefetin bütün partilerinin Altılı Masa’da toplanması anlamına gelmiyor; ama akıllı stratejilerle birbirlerinin ayağına basmayan, birbirleriyle rekabetle değil, birbirleriyle ilişkileri sâyesinde iktidar karşısında güç kazanabilen bir strateji üretmeleri lâzım.
Ruşen Çakır: Kemal, asgarî ücretten konuşalım. Biz ekonomiden anlamıyoruz, ama olayın siyâsetle çok ilişkisi var. Erdoğan’ın bâriz bir şekilde seçim ekonomisi uygulamaya çalıştığını biliyoruz. Bugüne kadar yaptığım yorumlarda da asgarî ücret ve EYT (Emeklilikte Yaşa Takılanlar) konusunun en çarpıcılarından birisi olacağını söyledim. Bu konuda gerekirse istemeye istemeye bir şeyler yapacaktı. Çünkü Erdoğan’ın EYT konusundaki tavrını biliyoruz: Baştan beri umursamadı. Şimdi mecbûren umursuyor ve yıl sonuna kadar bir düzenleme yapacağını söyledi; ama ertelendi bu, biliyorsun. Çünkü Meclis tatile giriyor, onu istese de çıkartamaz. En azından yeni yıla ertelendi.
Asgarî ücret de işverenin istediği rakamda kaldı. TÜRK-İŞ 500 lira fazla istemişti, ama toplantıya katılmadı. Erdoğan, hep bildiğimiz sembolik şeyleri yaptı; ama ekonomik olarak kendince risk alıp, para dağıtıp, “Nasıl olsa seçimden sonra bakarız” yaklaşımını çok göstermedi. Açıkçası ben, daha yüksek verebileceğini düşünmüştüm. Yapmadı. Hani o çok sevdikleri lâf var ya? “Realist” davrandı.
Tabiî bu arada, bu konuda “Çok da vermemek lâzım, verilirse bu piyasalara şöyle yansır, işverenler işçi çıkartmak zorunda kalır” gibi yorumlar yapılıyor. Asgarî ücretin belli bir yerde tutulması gerektiğini savunan, bunu mâkulleştiren farklı farklı insanlar da oldu. Ama biliyorsun, biz gazeteciliğe başladığımızda böyle değildi; asgarî ücret Türkiye’de çok yaygın bir şey değildi. Vardı, ama genellikle işe yeni başlayanların aldığı bir ücretti. Ama şu anda asgarî ücret ortalama ücret oldu. Şu anda asgarî ücretin üzerinde para alan insanlar, artık istisnâ durumuna geldi. Eskiden, yıllar önce, benim bildiğim, asgarî istisnâ idi; şimdi böyle bir noktaya geldik. Erdoğan yine, “Bunu yaparsak çok zorlanırız deyip” mi kaçındı, açıkçası kestiremedim; net bir cevâbım yok. Daha yüksek bir rakam verseydi, “Seçim ekonomisi yapıyor ve zâten bunu yapacaktı” diyebilirdik. Tabiî onu da verirken büyük bir lütufta bulunuyormuş gibi verdi. 8500 TL’nin bir de küsûratı var.
Kemal Can: 8.506…
Ruşen Çakır: Hiç de öyle muazzam bir şekilde karşılanmadı. TÜRK-İŞ’in bile râzı olmadığı bir rakam verdi.
Kemal Can: TÜRK-İŞ ne kadar önemsedi bilmiyorum ya da genel olarak örgütlü işçi mücâdelesinde masada olanlar açısından son derece sorunlu biçimde, kendilerini de pazarlıkta zayıf düşüren bir çıkışla masaya oturmuştu. TÜRK-İŞ, sınır olarak açlık seviyesini koyduğu için, “Açlık seviyesinin altını kabul etmem” gibi son derece düşük bir seviye ile masaya oturduğu için, zâten pazarlık şansını kaybederek oturmuştu. Onu bile alamayarak açıklamada yer almadı. Erdoğan’ın bu seviyede bir asgarî ücret açıklamasını neden sorunlu bulduğunu anlıyorum ve sana katılıyorum. Asgarî ücretin çok olmasının, enflasyona, işsizliğe neden olacağı gerçekçiliğini çok anlamlı bulmuyorum. Ama Erdoğan’ın böyle akıl yürütmüş olmasını da şaşırtıcı bulmam. Çünkü Erdoğan, enflasyon karşısında bir seçim ekonomisiyle biraz daha para pompalayarak, sonra ellerinden gidecek olsa bile yılbaşında insanların ellerine biraz para vererek, ekonomik krizden doğan erimesini yavaşlatmak istiyor. Ama Erdoğan’ın korktuğu şeylerden biri, kuvvetli bir işsizlik dalgasıyla karşı karşıya kalmak. Çünkü özellikle AKP’nin önemli tabanını oluşturan, sayısal olarak değil ama siyâsî ve iktisâdî ağırlığı açısından belirleyici olan sermâye çevrelerini zorlayacak hamleler yapmaktan kaçındı. Çünkü buna cevâben, bir işçi çıkartma ya da yavaşlama, büyümenin aksaması, hep önemsediği çarkların dönüşünün yavaşlaması ve buna işsizliğin eklenmesi, ücret artışı ile sağlayabilecek faydayı zayıflatabilirdi. Orada kendince, ekonomik ya da çalışan insanları düşünen bir formül değil, kendi seçim ekonomisinin optimizasyonuna bakan bir yaklaşımla bu seviyeyi belirlediğini düşünüyorum. Evet, şunu düşündü: “Ben medya gücümle, siyâsî iletişim imkânlarımla bunu böyle önemli bir şey gibi yansıtırım. İnsanlar paralarını ilk aldıklarında da kısmî bir rahatlama sağlar. Sonra bakarız”. Hattâ EYT’yi de hesâba koydu. Gerçi o koymadı da, kulislere böyle bilgiler yansıtıldı. Hattâ bâzı AKP’liler yıl içerisinde bir iyileştirme daha yapılabileceğini söyledi. Bana, seçime yakın bir paket daha çıkartabilecek yedek akçe üretmek istediler gibi geliyor.
Tabiî bunların ne kadar sonuç vereceğini bilmiyoruz. Çünkü AKP şöyle bir hesap yapıyor: “Biz ekonomik krizden alacağımız hasarı aldık. Bizi ne kadar yıpratacaksa yıprattı. Biz artık orada doyma noktasına geldik. Bundan sonra, yeni bir dalga ortaya çıkmazsa, ekonomik krizden dolayı bir kayba uğramayacağız. Bir işsizlik dalgası, büyümede bir yavaşlama gibi şeyler olmazsa, yeni bir kur şoku gibi krizler ortaya çıkmazsa, biz buradan fazla hasar almayız. Birazcık da ‘Bunu zâten düzeltirse onlar düzeltir’ izlenimini vererek, dönem etkisiyle enflasyon geriliyor gibi gösterip kuru tutarak, birtakım dış kaynakların yeniden geldiği ya da geleceği intibâını vererek, bu durumu yönetebiliriz” diye düşünüyorlar ve problemi böyle algılıyorlar. Muhâlefet, ekonomi konusundaki eleştirel tutumunu da bu konuda derinleştirmeye, toplumsal reaksiyonu büyütmeye dönük kurmadığı için ve “Biz geleceğiz, biz gelene kadar sabredin” demekten daha fazla bir şey yapmadığı için, iktidar bunu idâre edebileceğini düşünüyor.
Boş tencere iktidar götürür de, şu anda tencere-tava çalan yok. Tencereler, kapakları birbirine vurarak büyük bir gürültü yapar durumda değil. Onun içinde idâre edebileceğini düşünüyor. Asgarî ücret belirlemesi de böyle oldu. Ama senin dediğin gibi bu belirlenmiş şey, aslında Türkiye’de çalışanların ortalama hayat seviyesini belirleyen bir şey. Çünkü çalışan nüfusun çok büyük bir kısmı artık asgarî ücret alarak yaşıyor. Bu, çok belirleyici bir olay. Tabiî şimdi emeklilerin artışları da buna bağlı olarak belirlenecek. Bu nasıl netîce verecek ve iktidârın hesâbı ne kadar tutacak göreceğiz.
Ruşen Çakır: Kemal, son olarak Şebnem Korur Fincancı Dâvâsı’na gelelim. Türk Tabipler Birliği Genel Başkanı Şebnem Korur Fincancı, bugün Ankara’dan İstanbul’a minibüste ve elleri kelepçeli getirilerek mahkemeye çıkartıldı. Avukatları, yakınları ve çalışma arkadaşları tahliye bekledi, ama maalesef olmadı. Mahkeme heyeti Fincancı’nın tutukluluğunun devâmına karar verdi, duruşma 29 Aralık’a ertelendi. 29 Aralık’a çok fazla zaman yok. İkinci dâvânın bu kadar kısa süreye verilmiş olması da umarım olumlu bir sonuç içindir. Ama Türkiye’de yargıya güven diye bir şey söz konusu olmadığı için, açıkçası durduk yere yaratılan bu dâvânın nasıl gelişeceğini kaygıyla, ama aynı zamanda da umutla bekliyoruz diyelim. Şebnem Hoca’ya da buradan selâm yollayalım. Bizi izleme imkânı yok. Çünkü cezâevinde internet imkânları yok, ama yine de bir selâmımızı yollayalım. Senin yorumun nedir?
Kemal Can: Tabip olmasının yanı sıra, yıllarca insan hakları mücâdelesinin içerisinde yer almış birinin, çok temel bir insan hakkına aykırı olarak şu anda tutuklu olarak yargılanıyor olması ve uğradığı muamele, gerçekten çok rahatsız edici. Bu, bir sürü insana yapıldı. Şebnem Hoca’ya da yapılmış durumda. Minibüste ve kelepçeli olarak getirildiğini mahkemede öğrendik. Bu tür yargılamaların niye olduğunu hiç anlamıyoruz, ayrı konu, ama bu tür özel zulüm operasyonları ve hazırlıkları yapılmasını da yine anlamıyorum. Buna alışmak, bunun normalleştiğini düşünmek en büyük yenilgi olur. Onun için, buna çok kuvvetli bir biçimde îtiraz etmek önemli. Senin de dediğin gibi, Şebnem Hoca yıllarca pek çok insan için bunun mücâdelesini vermiş. Hattâ bunu yapan güvenlik kuvvetlerinin derslerinde hocalık yapmış bir insan ve bir tabip. Bunu da hatırlasalar iyi olur diye düşünüyorum.
Ruşen Çakır: Gördüğüm kadarıyla, mahkemede yargıç “sen” diye hitap etmiş. O da açıkçası insanın içini acıtıyor. En azından bir şeyleri protokollere uygun yapıyormuş gibi yapsalar ona bile râzı olacağız. Devletle kurduğu ilişkide böyle yukarıdan bir bakış, gerçekten hepimizin başına geliyordur.
“Haftaya Bakış”ı burada noktalayalım Kemal. Önümüzdeki hafta, yeni yılın son “Haftaya Bakış”ını yapacağız. Pardon, eski yılın… Artık kafa dağıldı. Yıllar geçtikçe bizim de saçmalama seviyemiz artıyor. Önümüzdeki hafta, eski yılın son “Haftaya Bakış”ıyla karşınızda olacağız diyelim. İyi günler.