İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu, bazı illeri ziyaret etmeye hazırlanıyor. İlk ziyaretini Kastamonu’ya yapacak olan İmamoğlu’nun bu adımı nasıl okunmalı?
Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, seçimler için 14 Mayıs tarihini işaret etti. Altılı Masa’dan bu tarihe yönelik bir tepki gelmedi. Seçimlerin 14 Mayıs’ta yapılması ne anlama gelir, kime yarar?
AKP’nin başörtüsü ve aile ile ilgili Anayasa değişikliği teklifi TBMM Anayasa Komisyonu’nda görüşülüyor. İktidarın teklifle ilgili ikinci randevu teklifini kabul etmemiş olan CHP ve İYİ Parti temsilcileri komisyonda görüşmelere katılırken HDP toplantıya katılmadı.
Dün (19 Ocak) gazeteci Hrant Dink’in katledilişinin 16. yıldönümüydü. Agos Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Dink, gazetenin eski çalışma ofisinin bulunduğu Şişli’deki Sebat Apartmanı önünde anıldı.
Ruşen Çakır ve Kemal Can, Haftaya Bakış’ta değerlendirdi.
Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal
Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Haftaya Bakış”la karşınızdayız. Yine Kemal Can’la birlikte haftanın önüne çıkan olaylarını ele alacağız. Kemal, merhaba.
Kemal Can: Merhaba Ruşen.
Ruşen Çakır: 14 Mayıs’ta seçim olacağa benziyor. Bugün Cumhurbaşkanı Erdoğan, seçim karârının alınması için de 10 Mart’ı işâret etti. Normal olarak 60 gün. 10 Mart’ta karar alınırsa 14 Mayıs’ta seçim olabiliyor. Cumhurbaşkanı’nın açıkladığı târihte seçimin olup olamayacağıyla ilgili çok hukukî tartışma var. Bir de, kimileri “Karârı Cumhurbaşkanı alamaz, Meclis almalı” diyor. Bir diğer boyut, Erdoğan’ın aday olup olamayacağı meselesi. Bir başka boyut da, milletvekili seçimlerinde hangi seçim kanununun uygulanacağı meselesi. Bunların hepsi muallakta. Muhâlefet de sanki olayı çok büyütmeme derdinde. Zâten ilk anda 14 Mayıs’ı kabul ettiler, “satın aldılar” diyelim. Halbuki Altılı Masa’nın son toplantısında, “6 Nisan’dan önce izin vermeyiz” gibi bir tavır vardı. Şimdi 14 Mayıs’a “Neden olmasın?” dediler.
Kılıçdaroğlu Antep’te hemen, “14 Mayıs’ta sandıkları patlatacağız” dedi. Meral Akşener, “Mayıslar bizimdir” dedi gitti. Olayın bir boyutu bu. Hukukî tartışma yapmak isteyen birtakım uzmanlar var. Onlar da kendilerini yalnız hissediyor. Çünkü muhâlefet böyle bir şeyin taşıyıcılığını yapacağa benzemediği için, onlardan da, “Bu aslında yanlış, ama ne işe yarayacağını bilmiyoru” şeklinde birtakım açıklamalar görüyoruz. Bir diğer boyut da mâlûm, muhâlefete “Adayınız kim? ” diye sorulduğu zaman, “Hele siz seçimin târihini açıklayın, 2 gün sonra ismini veririz, saptarız” dediler. 2 gün geçti, ortada isim yok. Ama şimdi de, “14 Mayıs resmiyet kazanmadı” deniyor. Yine de bu târihin Erdoğan tarafından telaffuz edilmesi ve muhâlefetin de bunu satın almasıyla berâber, bir ihtimal, Altılı Masa’nın 26 Ocak’ta yapılacak olan 11. toplantısında artık bu olayı hızlı bir şekilde konuşup, belki de adayı açıklarlar diye bir beklenti oluştu diyeceğim. En azından bende oluştu, öyle söyleyeyim. Kamuoyu artık olayı ne kadar tâkip ediyor bilmiyorum. 14 Mayıs gibi bir târih, muhâlefetin normalde çok da îtiraz etmeyeceği bir târih olarak gözüküyor. Ama detaylar meselesi ayrı. Ne diyorsun? 14 Mayıs’ta “Yeter! Söz milletindir” diyerek Erdoğan mı kazanacak, yoksa muhâlefet mi kazanacak?
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Kemal Can: Senin dediğin gibi muhâlefet satın aldı. Bugün Erdoğan konuşmasında da, “Zâten 14 Mayıs demeye başladılar” deyip, muhâlefetin bu satın alma meselesini de Erdoğan’ın satın aldığını gördük. Sen de özetledin, işin hukukî birtakım tartışmalı tarafları var. Hattâ bâzılarına göre tartışmalı tarafı da yok. Aslında hukuken, çok net biçimde Anayasa’da yazılı olan birtakım açık hükümler var. Ama Türkiye’de mahkemelerin işleyişinde ya da uygulamada hukukî normların, olması gerekenin, yazılı kuralların geçerli olmadığını, bunların bizzat bu yasaları uygulamakla sorumlu kişiler tarafından başka türlü yorumlandığını defâlarca gördük. Bu olayda da, senin söylediğin gibi muhâlefetin bir kısmı, “Îtiraz etsek ne olacak? Sonuçta iktidar ne derse o olacak” hâlinde. Bir kısmında ise, “Bu konuyu mesele edersek, bu hukukî tartışmayı açarsak, iktidar bunu istismar eder, ‘Yine önüme hukukî engeller çıkartmaya çalışıyorlar, benimle yarışa girmekten korkuyorlar’ deyip bunu bir seçim malzemesine çevirir” diye yorumlar var.
Bugün Erdoğan, konuşmasında, “Hukuk farklı bir şey. Bunun yanında guguk var, o da farklı bir şey” demiş. Ama hepsinden önemlisi, iktidar bize, bütün vatandaşlara ve muhâlefete, aslında defâlarca şunu gösterdi: “Ben bir şeyi şöyle ya da böyle yapmaya karar verdiğimde, karşımda, bundan doğacak mağdûriyeti benim için çekilmez ve katlanılmaz hâle getirecek hiçbir şey yok. Ne yasalar, anayasalar, hukuk var, ne de bana bu alanı dar edecek, tâbir yerindeyse gökkubbeyi yıkacakbir muhâlefet var”.
Ruşen Çakır: O gökkubbeye geleceğiz. Ekrem İmamoğlu’nu kastediyor.
Kemal Can: Bu tür hukuksuzlukların hepsi yapıldı. Yapılmakla kalmadı, bunlara karşı bir şey yapılamadı. Yani bunların yapılabiliyor olması bir vaka, yapılması karşısında hiçbir şey ortaya konmaması, buna bir îtiraz edilmemesi, buna îtiraz edilse bile bunun etkili olmaması ikinci bir vaka. Yani bu, katlayan bir şey. Bu anlamda, sâdece siyâsî aktörleri değil, toplumsal zemini, toplumsal cevap üretme ya da toplumsal muhâlefet kapasitesini de sorgulamamız lâzım. Bundan 10 sene önce, Gezi hâdisesinden îtibâren, aslında Türkiye muhâlefeti “Gezi’yi kurban verdiği andan îtibâren” kendi direnç kapasitesini de büyük ölçüde sıkıntıya sokan bir sürece girdi ve sürekli gerileyerek gitti. O 10 yılın tamâmı, siyâsî muhâlefetin de toplumsal muhâlefetin de alan kaybettiği bir süreç oldu. Yani sâdece baskılarla ilgili bir şey değil. Baskılarla iktidârın yarattığı kapattığı alanlar var, ama bunlara ilişkin bir şey yapılamadı. Sâdece, “Seçimlerde hesabını sorarız” dediler. “Gökkubbeyi yıkmak” dediğimiz şey, sandıktan ibâret.
Ama demokrasilerin işleyişinde temel mesele nedir? İktidârın denetlenmesi süreci içerisinde, muhâlefetin, çeşitli toplumsal dinamiklerin, onun yaptığı her türlü hamleye karşı verdikleri reaksiyonla, onu bir biçimde sürekli bir denetim ve baskı altında tutmasıdır. Yani iktidarlar şunu düşünür: “Ben şöyle yapmayı isteyebilirim, ama böyle yaparsam sorun çıkar. Herkes buna îtiraz eder, problem çıkar”. İktidârın böyle bir şeyden hiç çekinmediğini görüyoruz. Bugün seçim gibi çok kritik bir şey var. Sen örneklerini verdin. “Aday olamaz. Hadi aday olsa bile, seçim yasası değişikliği bu târihte geçerli olamaz. Onun buna yetkisi var, yok” gibi bir sürü hukukî tartışma var. Ama bu tartışmaların hepsi bir kalemde geçiliyor. Açıkladığı târih, senin söylediğin gibi “satın alınıyor”. Dolayısıyla şu anda bu tartışmaların hepsi sürecin dışına çıkmış durumda. Birtakım insanlar bunu tartışmaya açmaya çalışıyorlar, söylüyorlar. Ama sonuçta bunu söyleyerek, muhâlefetin güçlü bir direnç getireceği ya da oluşturacağı, en azından buna öncülük edeceği konusunda hiçbir işâret yok. İstenen: “Bir an önce seçim târihi netleşsin, biz de işimize bakalım”.
Ama oraya geldiğimizde de, senin söylediğin şey ortaya çıkıyor: O seçim târihi de resmîleşmediği için, muhâlefe şu anda onunla ilgili gerekli olan hareketliliği de ortaya koymuyor. Çünkü 14 Mayıs gibi resmîleşmemiş, ama iktidârın işâret ettiği bir târih var. Bu târih, toplam 4 aylık bir seçim sürecini işâret ediyor. Biz hâlâ bir ay içerisinde muhâlefetin bu kampanyayı başlatıp başlatamayacağı ile ilgili bir tartışmanın içerisindeyiz.
Ruşen Çakır: Neyse, muhâlefeti çok eleştirmeyelim, ikinci konuya geçelim. Altılı Masa’nın 10. toplantısında, anayasa değişikliği hikâyesinde de çok net bir tavır alınmıştı. Bunun âlet edilmesine izin vermeyeceklerini söylediler. Ama sonra, Anayasa Komisyonu toplantıları başladı ve işler yürümeye başladı. Halbuki kadın örgütleri çok net bir şekilde, bunun tartışmasının bile olamayacağını söylediler. Daha öncesinde muhâlefetle görüştüler, anlattılar, kendilerini de dinlettiler. Ama orada da ne olduysa oldu, yine “İktidârın eline koz vermeyelim” hamlesiyle işler karıştı. Benim öğrendiğim kadarıyla şöyle bir şey denenmiş: Anayasa değişikliği için, Altılı Masa olarak ortak bir perspektif saptayıp, komisyonda “O olmazsa olmaz” diyerek onu iktidâra dayatmak. Ama kendi aralarında anlaşamamışlar diye biliyorum. Benim edindiğim bilgi bu yönde.
Şu hâliyle bakıldığı zaman, yine, “İktidar istediğini yaptırıyor” gibi bir hava var. Sonuçta buradan, “İktidârın istediği şekilde bir anayasa değişikliği çıkar” sonucunu çıkartamayabiliriz belki, ama ilk baştaki o, “Yok kardeşim. Siz bize bir şey dayatamazsınız” perspektifi de şu anda muhâlefette yok. HDP katılmıyor. HDP’nin katılmaması da daha çok, kendisine yönelik, Anayasa Mahkemesi’nin Hazîne yardımını bloke etme karârına bir tepki gibi. Yani olayın kendisinden ziyâde, bu karâra tepki gibi ve orada da yine görüyoruz ki pozisyon alış yok. Ortak pozisyon alış hiç yok.
Tabiî burada şundan ürküyorlar: Meselâ Meral Akşener’in son grup konuşmasını da görmüşsündür: “Böyle bir sorun yok” diyor. Ondan sonra da, “Biz varız” diyor. “Ya, böyle bir sorun yok. Ne gerek var? Bizi niye meşgul ediyorsunuz? Biz gelmiyoruz” diyemiyor. Çünkü iktidârın, “Bakın, bunlar başörtüsü konusunda bir iyileşmeyi istemediler” propagandası ile uğraşmak istemiyor. Böyle garip bir durum…
CHP’nin olayında da esas olarak bu olayı ilk başta Kılıçdaroğlu’nu dile getirmiş olmasının verdiği bir sınırlılık var. Şimdi CHP de kalkıp, “Ya, bu şimdi nereden çıktı?” diyemiyor. “Biz yasa istemiştik. Bunlar Anayasa dayatıyor” olayını kamuoyuna anlatmak çok kolay değil. “Ha yasa, ha anayasa. Ne olacak? ” denilebilir. Bir şekilde iktidârın yine muhâlefeti gafil avladığı bir olay var sanki. Sonuçta bu, iktidârın istediği şekilde bir anayasa değişikliği olacak anlamına gelmez. Ama yine burada da, iktidar daha rahat hareket ediyor görüntüsü var sanki.
Kemal Can: Hattâ biz de, muhâlefet partileri daha önceki randevu taleplerini reddettiği için kutlamıştık.
Ruşen Çakır: Havaya girmiştik, değil mi?
Kemal Can: “Ne kadar isâbetli bir şey yapmışlar” dedik. Aslında o isâbetli tavırdan sonra kendi teşkilâtlarından bir reaksiyon gördüler mi bilmiyorum, ama ortalama reaksiyonlarda, genel olarak bunun pozitif bulunduğunu, en azından negatif bulunmadığını gördük. Medya ve sosyal medya reaksiyonları îtibâriyle, “Neden muhâlefet böyle davranıyor?” diyen insana pek rastlamadım. AKP’nin dâvetini kabul etmemeleri gayet doğal ve mâkul görülmüş.
Muhâlefetin bu tavırlarından dönmesi meselesine gelince… Senin söylediğin gibi, herkesin uyumlu ve aynı dili tutturacağı bir ortak rota ya da bunu târif edecek bir metin oluşturmakta sıkıntı çektiler. Bir başka sıkıntı şu: CHP’de ne kadar var bilmiyorum, ama diğer partilerde ve özellikle İYİ Parti’de de olduğunu düşünüyorum: Grup karârı alınamayan bir anayasa oylaması söz konusu olacağı için fire verilmesi ihtimâli. Bu partiler “Hayır” deme karârında olsa bile, bâzı milletvekillerinin bireysel olarak bu süreci desteklemeleri söz konusu. Sanıyorum Saadet Partisi zâten desteklemeye yakın.
Ruşen Çakır: Sâdece 1 milletvekili.
Kemal Can: Öyle de olsa, sonuçta Altılı Masa’nın bir parçası. Böyle bir tarafı var. Ne kadar kontrol edebilecekleriyle ilgili bir mesele de var. Bütün bunlar bir vaka. Ama bir başka mesele, senin söylediğin, “Bu, iktidar tarafından bizim aleyhimize kullanılır” meselesi. Ama orada bir çelişki var. Akşener’in grup toplantısında ya da pek çok muhâlefet siyâsetçisinin söylediği gibi, herkes, “İktidar bu işi siyâsî istismar aracı yapıyor. Bu referandumu da, tam seçimle ilgili istismârı zirveye taşımak ve kendine faydalı hâle getirmek için kullanmak istiyor” konusunda hemfikir. Bu cümleyi kurduktan sonra, bu istismârın parçası hâline gelmenin anlaşılır bir siyâsî düşünce olmasını kabul etmemiz mümkün değil. Çünkü tam da söylediğiniz bu. Yani bu doğru tespiti yapıyorsunuz, bu bir siyâsî istismar konusu. Sonra, bu istismârın tam da istismar edeceği alana girip, o istismârın gereğini yapıyorsunuz. Bu istismar ne? Bu iktidar, olmayan bir sorunun üzerinden, “Başörtüsüne karşı olanlar ve olmayanlar” diye bir yapay hat yaratacak. Siz, olmayan bir sorunu çözmek üzere iktidarla ortaklık kurarak, bu istismârı durduracağınız iddiasındasınız. İstismârın kendisi zâten bu. Şu anda başörtüsüyle ilgili bir engel ortada olsa ve iktidar bunu değiştirmek istiyor, siz de bunu direnen taraf hâline getiriyorsunuz, “Seçmen de bunlara reaksiyon verir” gibi bir iddianız varsa, tamam. Burada bir şey yapın, bir siyâsî pozisyon alın. Ama öyle bir problem olmadığını söylüyorsunuz. Bu sâdece bir istismar meselesi. İstismar meselesini, istismar olmaktan çıkartacak şey, onu gündem başlığı olarak reddetmek. Yaptığınız da buydu, bundan da bir reaksiyon almadınız. Yani seçmenden “Siz anayasa oylamasına gidin” diye büyük bir tazyik mi geldi?
Ayrıca teknik olarak, “Biz Meclis’ten geçirelim ki bu referanduma gitmesin” tezleri de var. Ama biliyoruz ki, Cumhurbaşkanı’nın Meclis’ten geçen şeyi bile referanduma götürme yetkisi var zâten. Erdoğan’ın bugünkü hukuk-guguk açıklamalarından, bu tür hamlelerden hiç sakınmayacağını görüyoruz. Yani siz, “360’la değil, 400’le geçirdik ve bizim istediğimiz şeyleri de koyduk” dediğinizde, referandumun önünü kesmiş olmayacaksınız ya da bu garanti olmayacak. Dolayısıyla, Ahmet Kaya’nın sözleriyle söylersek: “Nereden bakarsak saçma, nereden bakarsak anlamsız” bir durumla karşı karşıyayız.
Ruşen Çakır: Evet, biraz İmamoğlu’nu konuşalım. İmamoğlu bugün Kastamonu’ya gitti. Orada epeyce konuşmalar yaptı. Seçim konuşması yapıyor. Bir haberde, 10 veya 11 ile gideceği söyleniyor. Kimisi belediyenin orada yaptığı birtakım faaliyetlerin açılışları, kimisi de kardeş belediyeler… Ama biliyorsun, İmamoğlu böyle gezmeleri seviyor ve iddiaya göre de bunları Genel Merkez’in bilgisi ve onayı dâhilinde yapıyor. Yani onlara sormadan yapacağını düşünmek zâten mümkün değil. Bugün Kastamonu’da insanlara, “Yeter! Söz milletindir” diye slogan attırmış. Gittiği yerlerde ilgi de görüyor. Daha öncekilerde de gördük. Hele şimdi daha fazla ilgi görecektir. Bir de gittiği yerlerde, diyelim ki bir kütüphâne, bir dispanser açılışı gibi hizmet sağlıyorsa, o da zâten işini kolaylaştıracak. Tabiî böyle bakılınca insanın aklına hemen ne geliyor? İmamoğlu’nun adaylıkta ısrarlı olduğu ve cumhurbaşkanı adayı olmak istediği geliyor.
Ben o trenin artık İmamoğlu için kaçmış olduğunu düşünüyorum. Daha doğrusu şöyle söyleyeyim: İmamoğlu bir tazyik yaparak kendini aday îlân ettirme fırsatını kaçırdı bence. Böyle bir fırsat var mıydı bilmiyorum, ama bu saatten sonra böyle bir fırsat yok. Ancak eğer Kılıçdaroğlu, “Ya, ben olmayayım” derse –ki bence diyeceğe benzemiyor– o zaman, belki İmamoğlu aday olur. Ama Kılıçdaroğlu aday olsa, kazansa da kaybetse de, CHP’nin en önde gelen genel başkan adayının İmamoğlu olduğuna inanıyorum. Hele Kılıçdaroğlu aday olup kaybederse, zâten orada bir binâ yıkılmış olacak. Onu yeniden inşâ edebilecek en öne çıkan isim İmamoğlu olur. Öteki türlü, Kılıçdaroğlu kazansa da, cumhurbaşkanı olarak belki CHP’nin başında onu görmek istemiyor olabilir, tercihi o olmayabilir, ama öyle bir yerde güçlü bir isme bırakmak isteyebilir.
Bir diğer husus da şu: Kılıçdaroğlu aday olursa, seçim kampanyasında İmamoğlu’nu da çok ciddî bir şekilde kullanmak isteyecek ve bence İmamoğlu da buna dâhil olacak. Yani “Benim belediyede işim var. Ben gelemem” diyeceğini sanmıyorum. Tam tersine, büyük bir şevkle girip, sonrasına yatırım yapacak diye düşünüyorum ve bugünkü gezileri de onun bir başlangıcı olarak görüyorum. Bir taraftan da şöyle bir şeye zemin hazırlayacak: İmamoğlu, yapacağı bu gezilerde gösterdiği performansla, birçok muhâlefet seçmeninin, “Burada ne güzel bir aday varken Kemal Bey niye böyle bir şey yapıyor, riske atıyor? ” demelerine de vesîle olacak.
Kemal Can: Evet. Vebal ya da bedel meselesi için bir rezervi olacak. Bence, İmamoğlu aday olsa da olmasa da, kampanyanın önemli figürlerinden biri olacak — ki hâlihazırda olmuş durumda zâten.
Ruşen Çakır: İYİ Parti’nin de kampanyasında.
Kemal Can: Evet.Muhâlefet cephesindeki başka bir partinin, İYİ Parti’nin bile kampanya figürlerinden biri hâlinde. Dolayısıyla aday olsun ya da olmasın, kampanyanın önemli figürlerinden biri olacak ve zâten doğal olan da bu. Dediğin gibi orta ve uzun vâdeli siyâsî vizyonu îtibâriyle de böyle olması gerekir, muhâlefet stratejisinin de böyle kurulması gerekir. Çünkü bir sürü noktada kritik bir öneme sâhip. Bir, senin dediğin gibi bir popülarite ve bir ilişki imkânı yaratıyor. İkincisi, uğradığı haksızlık ve dâvâ nedeniyle, muhâlefetin tepki konsolidasyonunun önemli bir figürü. Bir de dediğin gibi, kendi siyâsî takvimi açısından önemli bir dönemeç.
Zaten, dâvâdan hemen sonra ve son yaptığı basın toplantısında, uğradığı haksızlığı bütün ülke sathında anlatmaya dönük bir faaliyet içerisinde olacağını söylemiştim. Bu da onun parçalarından biri. Dolayısıyla seçim kampanyasında, İmamoğlu’nun aday olarak ya da adayı destekleyen güçlü bir figür olarak var olacağını bekleyebiliriz. Bunun önden başlayarak yürütülmesinde, söylediğin tartışma olacak. Yani kendi adaylığını öne çıkartan ya da hatırlatan bir tazyik mi yaratıyor, yoksa daha orta vâdeli bir siyâsî yürüyüşün ilk adımlarını mı atıyor? İkisi de yoruma açık şeyler. Her ikisi de mümkün. Ama burada, CHP’nin kendi içerisindeki bir mesele olarak, genel başkanlık ya da adaylık perspektifi dışında, diğer siyâsî aktörlerin İmamoğlu’nun denklemdeki yeri üzerine yürüttüğü rekabetin, bazı riskler ve problemler içerdiğini düşünüyorum. Sadece hukukî olarak, Yargıtay Başkanı’nın son açıklamasıyla sanki seçimden önce bir onaylama ihtimâlinin çok da düşük olmadığı îmâsı da gelince, o açıdan bir riskli aday profili ortaya çıktı.
Ama başka bir siyâsî risk daha var. O da İmamoğlu’nun, şunun ya da bunun adayı, şunun ya da bunun istemediği aday biçimde etiketlenmesi. Aslında bu, orta vâdede ve kampanyadaki rolü açısından da bâzı riskler içeriyor. Çünkü aday olsa da birileri için riskli bir faktör, hukukî gerekçelerle ya da kendi partisi başka bir tercih kullandığında, aday olmasa da başka bir tablo ortaya çıkabilir. Bu açıdan, şu riskin kavram olarak problemli olduğunu düşünüyorum: Bu “kazanacak aday” etiketinin İmamoğlu ile çok eşleştirilmesi, başka kimsenin kazanamayacağı fikrini yaratırken, İmamoğlu’nun aday olmaması ihtimâli de, muhâlefeti, sanki kaybetmeyi peşin kabul etmiş pozisyonuna iten bir durum. İmamoğlu bu açıdan, biraz daha orta vâdeli, adaylık perspektifinden daha farklı bir çizgi yürütüyorsa, “Yeter, söz milletin! ” diyerek, kendi adaylığı değil ama muhâlefetin kazanma perspektifi üzerinden kampanyasını büyüterek bunu dengeleyebilir. Ama böyle bir risk söz konusu. Bu tartışmalar, aday açıklanmayarak biraz daha derinleşir ve biraz daha krizli bir hâle gelirse, böyle birden aday açıklandığında, sanki daha seçim olmadan kazananın-kaybedenin ortaya çıktığı bir tablo hissiyâtı, hem iktidârın istismârı açısından hem muhâlefet seçmeninin ruh hâli açısından ortaya çıkabilir. Dolayısıyla muhaâefetin aday belirleme sürecini hızlandırması, bu açıdan da önemli bir faktör hâline gelmiş görünüyor.
Ruşen Çakır: Evet, son olarak biraz Hrant’tan (Dink) bahsedelim. 16 yıl olmuş. Zaman çok hızlı geçiyor ve hâlâ çok belirsizlik var. Ben dün Sinan Ateş’le ilgili bir yayın yaptım ve bu iki olay arasında paralellikler kurdum. Tabii çok farklılıklar var. 16 yıl boyunca Hrant meselesine sâhip çıkan geniş bir kitle var. Eski dinamizminde olmasa bile, her sene anma düzenleyen, dâvâsını tâkip eden, bunu sürekli gündemde tutanlar var. Diğer yanda Hrant’ta da, Sinan Ateş’te de olay, belirsiz bir şekilde tetiği çekenlerin kişisel hesaplaşması değil. Ama o suikast sâhipsiz kalıyor. Orada da aslında bir anlamda sağ ve sol geleneklerle ilgili bir şey var. Meselâ Sinan Ateş’e farklı bir görüş tarafından –diyelim ki PKK tarafından– bir şey yapılmış olsaydı, çok başka bir şey olacaktı. MHP’nin, Ülkü Ocakları’nın bir propagandası olacaktı. Böyle bir durum var.
Ama Hrant konusunda, bütün bu sâhiplenmelere rağmen, dâvânın peşinin sürülüyor olmasına rağmen, hep belli bir yere geliyor ve tıkanıyor. Meselâ dâvâya çok yakından sâhip çıkan tanıdıklarımız da var. Onlarla da konuştuğum zaman, böyle bir şeyi hiç görmedim. “Şu şöyle yaptı, bu böyle yaptı da böyle oldu” gibi net bir cevap da yok. “Şunlar yapmıştır, şunlar yaptırmıştır” diye birtakım şeylere atfediyoruz, ama hâlâ net bir şey yok ortada. “Fikir kimden çıktı, ne oldu, nasıl oldu? ” meselesini hâlâ birileri engelliyor. Yargı istese de istemese de, engelliyor. Böyle bir tıkanıklık var. Bu, Türkiye’deki tek olay değil. Ama Hrant olayının ayrı bir yeri var. Türkiye’de aydınlanmamış siyâsî cinâyetlerden ayrı bir yeri var. Çok daha fazla sâhiplenilen bir olay oldu. O anlamıyla da, sâdece sola ya da sâdece Kürt hareketine atfedilmeyecek. Çünkü solun ya da sâdece Kürt hareketinin sâhiplendiği öyle olaylar var. Bir ölçüde Tahir Elçi olayı da böyle oldu. Öyle sâhipleniliyor; ama meselâ Tahir Elçi’de de hâlâ müthiş bir muğlaklık var. Yani kötü niyetli bir tezgâh olduğu muhakkak. Ama bu tezgâhı kim, hangi amaçla, nasıl yaptı? Kimleri kullandı? Nasıl kullandı? Bunları göremedik. Görebileceğimizden de hâlâ emin değilim.
Kemal Can: Senin söylediğin gibi bu ülkedeki siyâsî cinâyetler târihinin neredeyse tamâmında, doğrudan tetikçiler, tetiği çekenler, cinâyeti işleyenler ortaya çıkmış olsa bile, pek çok sanık, ilişki bilgileri elde edilmiş, duyulmuş, sızmış olsa bile, tam olarak bütün zinciri tamamlayan, bu tür olayların başında söylenen, “Nereye varırsa oraya kadar gideceğiz” lâfının netîcelenmediğini biliyoruz. Bu, başka alanlarda da böyle. Özal suikastı meselesinde de böyle, başka olaylarda da böyle. Uğur Mumcu hâdisesinde de böyle, Hablemitoğlu cinâyetinde de böyle… Bu tür olaylarda, aslında Hrant’ta da, tetiği çeken, çok da gecikmeden yakalandı. Onunla bayraklı fotoğraflar bile çektirildi. Ama sonra, bunun bütün ilişki örgüsüyle birlikte, “Evet, sonuna kadar araştırdılar ve bütün sorumlular ortaya çıkartıldı. Kimi kaçtı, kimi cezâsını çekiyor” denilerek, insanların vicdânını rahatlatan bir süreç ortaya çıkmadı. Çünkü senin söylediğin gibi, bu tür siyâsî cinâyetlerde, saldırıya uğrayan ve öldürülen insanları sâhiplenen, onun etrâfında, onun cinâyetine reaksiyon için çok güçlü biçimde bir arada bulunan kesimler oluyor. Ama onların, bunun bütün yönleriyle açığa çıkartılması için yarattığı baskı sonuç yaratmıyor. Çünkü bu baskı, siyâsî bir mesele olarak siyâsetin gündemi olamıyor. Yani şu olmuyor: Hrant’ın Arkadaşları, her yıl 19 Ocak’ta, Agos gazetesinin önünde buluşan o büyük kalabalık, bu iddiayı ve bu talebi her yıl yüksek sesle dile getiriyor. Ama ne siyâsî aktörlerde, ne yargıda ya da güvenlik bürokrasisinde, bunun bir karşılığı olmuyor.
Benzer olmasa da, Sinan Ateş olayında aynı şekilde yaşanıyor. Bir sürü bilgi var, dolaşımda olan bir sürü şey var. Ama kimsenin, bu iş iddia edildiği gibi… Hani “Erdoğan öyle demiş” dedikoduları var. Kendisi niye diyemiyor? Niye birileri onun adına diyor? Onu hâlâ anlamış değiliz. Yani, olur olmaz her şey hakkında konuşan ve herkesin ona atfen, “Sonuna kadar gidilsin” dediğini söylediği Cumhurbaşkanı, Ankara’da işlenmiş bir siyâsî cinâyetle ilgili niye çıkıp kendisi bunu söylemiyor da, birileri sürekli, onun öyle söylediğini söylüyor bize? Onu geçtim. Ama gerçekten öyle olmayacağına ilişkin şüpheler çok daha belirgin hâle gelmiş durumda. Hrant Dink Cinâyeti, başından îtibâren, aslında bir dâvâ süreci olarak, bir şeyin aydınlanmaya değil, nasıl üstü kapatılarak ya da yön saptırılarak, bazı fâillerin ya da iştirakçilerinin gizlendiği, üstünün örtülmeye çalışıldığı bir süreç olarak işlediğini, yargı sürecinin, bir aydınlatma süreci değil bir kapatma süreci olarak işlediğini gösteren bir hikâye. Bunu çok yakından izleyenler, daha ayrıntılı biçimde biliyorlar.
Ama güya fâilleri çıktığı iddia edilen bütün siyâsî cinayetlerde, gerçek biçimde bütün arkasındaki tablo ile birlikte ortaya konmuş değil ve bu, sürekli aslında tekrarlanan kader gibi insanların karşısında duruyor. Dolayısıyla bu, sembol bir olay olduğu için, bunun yıkıcılığını çok daha çarpıcı yaşıyor ve büyük kalabalıklar çok uzun süredir bunun direncini sürdürdüğü için hâlâ gündemimizde. Belki bununla ilgili talebin hâlâ son bulmaması, “Tamam, bize ne kadar verdinizse biz o kadarına râzıyız” denmemesi bunu sağlıyor. Aslında her şey için, bu kararlılığın, bu inadın devam ettirilmesi ve sâdece devlet ve yargı mekanizmasının değil, bütün siyâsî alanın bu konuda zorlanması, itilmesi gerekiyor diye düşünüyorum.
Ruşen Çakır: Evet. Hrant’ı bu yıl da rahmetle ve sevgiyle analım. “Haftaya Bakış”ı burada noktalayalım Kemal. Haftaya buluşmak üzere. İyi günler.