AKP’li yıllara içeriden bakış (21): Tamam inşallah

Bu bölüm “AKP’li yıllara içeriden bakış” serisinin son bölümü. Başta her bir yıl için bir yazı yazacağım dedim ancak AKP sürecini hazırlayan AKP öncesi dönemi anlatmadan olmazdı. Bu yüzden köşe yazarlığı serüvenimin başladığı, yani hikâyeyi birlikte okumaya başladığımız 2022 yılı ile 2021 yılını birleştirmeye karar vermiştim. 2022 olaylarını yarım bırakmadım elbette, olayları yıl sonuna kadar takip ettim ancak kendi hikâyemi Ruşen Çakır’a gönderdiğim ilk isimsiz yazımda bitirdim.

Yazı dizisine başlarken seçim tarihi henüz açıklanmamıştı, yani bu hafta sonu seçim olacağını bilmiyordum ancak geldiğimiz noktada büyük bir ironi ile karşı karşıyayız. AKP’li yılları anlatmaya çalıştığım yazı dizisinin ardından neler yaşadığımızı hızlandırılmış bir turla hatırladıktan sonra AKP hakkında seçmenin son fermanı yazıp yazamayacağını görmek için sandığa gideceğiz. Bu ironiye alet olmak suretiyle ne yapmak, nereye varmaya çalıştığımı biliyorum. Dindar-muhafazakâr ve siyasal İslamcı bir ailede, cumhuriyet ve Atatürk düşmanlığı ile büyütülmüş biri olarak ailemin ve çevremin bana dayattığı hayat rotasından çıkıp kendi hikâyemi inşa etmeyi başarmıştım. Dinimin ve kültürümün bana dayattığı gibi sadece bir erkeğin eşi değil, birey olmayı seçmiştim, birey olmayı ve sorumluluk almayı.

Yıllar süren iş ve aile içerisindeki mücadelemde hem yolsuzluğa, insan hakkına, kendi hakkıma tecavüz edilmesine izin vermemeye çalıştım hem de bu düzenin yanlış bir düzen olduğunu duyurabildiğim herkese duyurmaya çalıştım. Ben bu kurallar ve yasaklarla dolu evde kendi özgürlüğümü bazen sabırla, bazen isyanla, direne direne sağlamıştım ancak benim bu büyük dönüşümüm sırasında ailemin dış kabuğu olan ülkem dev bir muhafazakâr eve dönüşmüştü. Şimdi sıra bu büyük evi yöneten babayı yenmekteydi ve bilin bakalım kim onu nasıl yeneceğini biliyordu? Şaka şaka.

Yıllarca hep beraber aynı yollardan geçtik, benim evimde ve sizlerle birlikte sokakta, sandıkta verdiğim mücadeleyi, muhalif seçmenler olarak hep birlikte bugüne taşıdık. Ne yapacağımızı bilemediğimiz, la havle kaldığımız çok gün oldu. Ama şimdi büyük gün yaklaşıyor. 600 yıl boyunca tebaa olmuş bir millet, 80 yıllık cumhuriyet tecrübesinin üzerine özlemiş mi diye, acaba atladığımız bir şey var mıymış diye minik bir saltanat deneyimi ekledi ve cumhuriyeti gerçekten isteyip istemediğinin sağlamasını yaptı. Bu 21 yıllık deneyimin ardından fikirlerimizi 14 Mayıs günü beyan edeceğiz. İşte ben de 21 yıllık deneyimimizi bir daha hatırlayıp iyi düşünelim diye bu seriyi yazdım. Ancak kişisel tecrübemden de biliyorum ki ışığı bir defa gören karanlığa teveccüh etmez.

AKP’li yıllara içeriden bakış dizisinin tüm yazılarına ulaşmak için buraya tıklayın.

AKP’li yıllara içeriden bakış: 2021

2 Ocak 2021 tarihli Resmî Gazete’de yayımlanan cumhurbaşkanı kararıyla Boğaziçi Üniversitesi Rektörlüğü’ne Melih Bulu atanıyor. Bulu’nun Boğaziçi Üniversitesi dışından gelen ilk rektör olması ve geçmişte AKP’den milletvekili aday adayı olması 4 Ocak’ta Boğaziçi öğrencileri ve akademik kadrosu tarafından protesto ediliyor. Olay sosyal medyada da yankı uyandırıyor. Bulu, protestoların altı ay içinde biteceğini söylüyor ancak ne öğrenciler ne akademik kadro, Saray’dan yapılan bu dayatmayı kabul etmiyor. Bulu, 15 Temmuz 2021’de yayımlanan cumhurbaşkanı kararı ile görevden alınıyor, onun yerine protestolar sırasında Bulu’ya açıkça destek olan Naci İnci atanıyor. İnci, lisans eğitimini Marmara Üniversitesi’nde yapmış, akademik kariyerini Boğaziçi Üniversitesi’nde tamamlamıştı. Özetle Erdoğan, biraz sizden, biraz benden feragat edip orta yolu bulalım diye barış çubuğu uzatıyor.

Başından beri tartaklanan, tutuklanan, uzaklaştırma alan öğrencilerine destek olan Boğaziçi hocaları, tarihe Boğaziçi Direnişi olarak geçecek bir eyleme imza atıyor. Her gün derslerine başlamadan önce cübbelerini giyerek “kayyum rektör” olarak tanımladıkları kendilerinin seçmediği atanmış rektöre sırtlarını dönüyor ve “Kabul etmiyoruz, vazgeçmiyoruz” pankartları ile klas bir duruş sergiliyorlar. Aslında bu atama bir ilk değil, başka üniversitelerde de akademisyenlerin seçtiği değil, cumhurbaşkanının uygun gördüğü badem bıyıklı rektörler atanmıştı. Buradaki fark, diğer üniversitelerde devran dönünce işler yoluna girer havası hâkimken, Boğaziçi hocaları otoriterliğin en çok hissettirildiği zamanda yapılan baskıyı kabul etmiyor ve direnmekten vazgeçmiyorlardı. Dört mevsime yayılan ve tüm mevsim şartlarında direnen hocaların kendileri birer direniş sembolüne dönüşüyor, fırtınada uçuşan cübbeler ve şemsiyeler, her şart altında yapılacak bir şeylerin mutlaka olduğunu, bizim bunu tercih etmekle mükellef olduğumuzu temsil etmiş oluyorlardı.

AKP'li yıllara içeriden bakış
AKP’li yıllara içeriden bakış: Boğaziçi direnişi

Gara olayı

9 Şubat’ta Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Millî Uzay Programı’nı açıklıyor. Oğullarından ve bir damadından yüzü gülmeyen Erdoğan, diğer damadı sayesinde adını yaşatmak hayalinde ancak açıklanan projeler “ayranı yok içmeye” esprileriyle fazla ciddiye alınmıyor.

10 Şubat’ta Türk Silahlı Kuvvetleri Türkiye sınırına 40 kilometre uzaklıktaki Gara bölgesinde bulunan Siyana’da PKK’ya karşı Pençe Kartal-2 Operasyonu’nu başlatıyor.

13 Şubat’ta PKK, Pençe-Kartal 2 Operasyonu’na misilleme olarak “Gara Katliamı” olarak anılan eylemi gerçekleştiriyor. Beş yıldır bir mağarada rehin tuttuğu sivil, polis ve askerlerden oluşan 13 kişiyi öldürüyor. Genelkurmay’ın asıl amacının rehineleri kurtarmak olduğunu açıkladığı harekâtta üç Özel Kuvvetler personeli de hayatını kaybediyor. Olayı kamuoyuna Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar duyuruyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın saldırının ardından 15 Şubat’taki Rize İl Kongresi’nde, “Salgının olduğu bir dönemde kongre yapıyoruz ve Rize’de salon lebalep dolu” sözleri, hem pandemi önlemleri hiçe sayıldığı için hem de Gara şehitlerinin acısı henüz tazeyken coşkuyla parti kongresine katılması sebebiyle eleştiriliyor.

AKP'li yıllara içeriden bakış
AKP’li yıllara içeriden bakış: Gara katliamı

Bu operasyondan sonra bir yıl önce gerçekleşen ve 36 askerimizin hayatını kaybetmesine sebep olan İdlib olayında hükümete tepki göstermeyen muhalefete bir şeyler oluyor. Halkın “Ne gülüyorsun Erdoğan” diye tepki gösterdiği İdlib şehitlerinin ardından kendine gelen muhalefet, bu sefer kuru bir başsağlığı dilemek yerine halktan aldıkları cesaretle Erdoğan’a tepki gösteriyor.

Meral Akşener:

“Başarılı operasyonların müjdesini kendi verip, felaketlerin açıklamasını, valilere, bakanlara havale etmek, devletin değil, algının yönetimidir. Çok daha beter cehennemlere, sessizce süzülüp, teröristin hakkından gelip, güvenle çıkan kahramanlarımız, bu kez neden böyle bir sonuçla karşılaştı, anlamak isteriz. Bu işte siyasetin parmağı var mı, yok mu bilmek isteriz. Gara’daki kahrolası o mağara, lebalep şehit doluyken; Sen, ‘pandemiye rağmen kongre salonu lebalep dolu’ diye sevinemezsin”

Kemal Kılıçdaroğlu:

“13 şehidimiz varken sen Rize’de bir yaylaya kahvaltı yapmaya çıkıyorsun. Bir de yetmezmiş gibi, Rize Kongresi var. Fıkralar, espriler havalarda uçuşuyor. Güle oynaya kongre yapıyorlar, bir de şehit ailesini telefonla bağlıyorlar. Allah bu millete sabır versin. Bütün Türkiye Erdoğan’ın nasıl keyif içinde olduğunu gördü. Askerlerimiz hayatını kaybetti, Erdoğan’ın derdi başka. O annenin acısını, dramını Saray çevresi biliyor mu acaba? Fakir, gariban aileler bu ülkede bedel ödüyor. Peki, neden AK Partili aileler ve onların çocukları bedel ödemiyor. AK Partili kardeşlerime sesleniyorum. 13 şehidimizin kanı yerdedir. O insanlar, kurtarılıp ülkesine getirilebilirdi. 13 şehidimizin sorumlusu Recep Tayyip Erdoğan’dır”.

AKP'li yıllara içeriden bakış
AKP’li yıllara içeriden bakış: Gara şehitleri

Wuuuhh!! Es sev ellim!! (*)

Hem iktidar hem vatandaş şok oluyoruz. Muhalif seçmen inanılmaz mutlu oluyor çünkü sonunda iktidarın milli meselelerde kendi tekellerine aldıkları şehit dokunulmazlığı imha ediliyor ve şehitler için Erdoğan’dan hesap soruluyor. Ve Türkiye siyasetinde son on dokuz yıllık atalet terk ediliyor. Muhalefet o günden sonra savunmayı bırakıyor, Erdoğan’ın üzerine üzerine yürümeye başlıyor.

Hayatım boyunca birçok noktada şu soruyu sormuştum kendime. Hayat bu kadar zor olmak zorunda mı? Değilmiş, değilmiş ama burada en önemli faktör benmişim. İradem ve kendime olan güvenim güçlendikçe anlıyorum. 

Başımı açtıktan sonra ailem ve cemaatten kadınlar beni gördüklerinde kafese yeni gelen maymun gibi beni izliyorlar. İnanılmaz müsamahakâr ve mütebessim davranıyorlar. Tıpkı ilk defa kendilerine yaklaştırmak istedikleri bir insan gibi ama bu sefer bu tavrın sebebi çekmek değil, sakın bizi terk etme, sen de bizi aşağı görenlerden olma demek istiyor gibiler. Peki. Madem öyle istiyorsunuz, olduğum gibi kabul ettiğiniz müddetçe aranızda olmakta sorun yok. Bu benim için bir renk, bir nefes, bir tat. Bunun da ayrı bir tadı varmış, onu da görüyorum.

İnsanlar evimize geldikçe ve ben yanlarına başım açık çıktıkça annemin önce yüzü kızarıyor, sonra misafir hiçbir şey yokmuş gibi davrandıkça rahatlıyor. Annemle yıllardan beri öfkeyle dolu olan ilişkim boyut değiştiriyor. Ben, bana uyguladığı baskıdan dolayı onu suçluyordum, o, bir gün ondan kopacağım korkusuyla beni suçluyordu ve ilişkimiz öfkeli konuşmalarla sürüyordu. Şimdi ise başımı açtığım halde onlardan uzaklaşmadığım, hatta kovdukları halde gitmediğim için inanılmaz mutlu. Kelimenin tam anlamıyla mutluluktan uçuyor. Çevresi beni kabul ettikçe gevşiyor hatta sanki içten içe gurur duyuyor. Sürekli benimle konuşmak için bahaneler üretiyor, birçok işini bana yaptırmaya çalışıyor. Sanki asıl şimdi kızı olduğumu benimsiyor.

Namazla niyazla pek ilgisi olmayan abim benimle konuşmayı kesiyor. Daha önce ailemin rızasını kazanmak için âşık olduğu kızdan ayrılıp, annesinin uygun gördüğü tesettürlü bir kızla evlenen abim, benim başımı açmamla kendi travmasını hatırlıyor ve bunun büyük bir haksızlık olduğunu düşünerek bana öfkeleniyor. Onunla barışmaya çalışmıyorum, beni böylece kabul etmiyorsa kendisi bilir. Babam başımı açtıktan sonra uzunca bir süre zorunlu haller dışında odasından çıkmadı. Ben açıldım, o kapandı.

Ben ondan kaçacağım zannediyordum ama o benden kaçıyor. Özellikle işe geliş-gidiş saatlerimde odasından hiç çıkmıyor. Fırsat buldukça evden uzaklaşıyor, tüm gün evde olduğum için hafta sonları evde kalmıyor. Kızımla birlikte evi işgal etmiş olduk. Suret haram diye benim resimlerim çöpe atılırken, kızım evin perdelerinde ilk kişisel resim sergisini açıyor. Müzik dinlememize söylenen, kasetlerimi, CD’lerimi, müzik dergilerimi çöpe atan insanlar, şimdi kızım oynasın diye onun istediği şarkıları çalıyor. Elbette kısmen ona da bazı kısıtlamalar geliyor, örneğin göbeği açık kıyafet giydirmemek gibi ancak benim yaşadığımla kıyaslanamaz. 

Bir kızımın hayatına bakıyorum bir de benim hayatıma. Benim başladığım noktayla kızımın başladığı nokta arasında dağlar kadar fark var. Onun anne-babasıyla benim anne-babam arasında. İşte bu yüzden dünya değişmeli, acilen. Başka çocuklar da benim gibi ömürlerinin büyük bir kısmını üzerlerinde taşıdıklarından haberlerinin olmadığı kabuklarını keşfetmekle, ondan kurtulmaya çalışmakla geçirmemeli. İrademi keşfettiğim ilk zaman aslında özgürlük diye bir şeyin yüzde yüz mümkün olamayacağını da keşfetmiştim. Sözde, ailemin çizdiği yoldan çıkıp kendi yolumdan yürüyerek özgürlüğümü ilan ediyordum ancak baktığınız zaman benim özgürlük diye yürüdüğüm yol, ailemin çizdiği yolun tam tersi yönde. Yani onların aksi yönünde yürümek özgürlük değil, ben hala kendi çizdiğim yolda değil, onların aksindeyim. Özgür olabilmek için hiç kimseden etkilenmemiş olmam gerekirdi, böyle bir şey mümkün olmadığına göre yüzde yüz özgürlük de mümkün değildi. En fazla birilerinin aksiydi hayatımız… Çevremizin bize bahşettiği kadar özgür olabiliyoruz.

Pandemide normalleşme süreci başlıyor

1 Mart’ta dört kademeli normalleşme süreci başlıyor. Ancak 14 Nisan’da iki haftalık kısmi kapanma uygulaması geliyor ve AKP’nin pandemi koşullarını hiçe sayan lebalep dolu kongreleri, kontrolsüzce geçilen normalleşme süreci sonucu artan vaka sayıları sebebiyle hafta içi 19.00-05.00 saatleri arasında, hafta sonu ise tamamen sokağa çıkma yasağı uygulaması yeniden başlıyor. Artan vaka sayıları kontrol altına alınamayınca 29 Nisan 19.00 – 17 Mayıs 05.00’e kadar tam kapanma ilan ediliyor. Tüm kademelerde eğitime ara veriliyor ve sınavlar erteleniyor. Şehirlerarası toplu taşıma araçları yüzde 50 kapasiteyle çalışmaya başlıyor. Zaten akaryakıt fiyatları sebebiyle beli bükülen firmalar bu uygulama ile zora girince bu uygulamanın da faturası zam olarak halka yansıyor tabii ki. Otobüs bileti fiyatları, uçak bileti fiyatlarına yaklaşıyor.

2 Mart’ta Erdoğan, İnsan Hakları Eylem Planı’nı açıklıyor. Türkiye’yi fethettikten sonra kendince dünya lideri olmaya soyunan Erdoğan, OHAL döneminin bazı uygulamalarının kalıcı hale getirildiği ülkemizde günlük ironi dozumuzu almamızı sağlıyor.

4 Mart’ta Bingöl’den Tatvan’a gitmek için kalkan askerî helikopter düşüyor. İçerisinde 8. Kolordu Komutanı Osman Erbaş’ın da aralarında bulunduğu 11 asker hayatını kaybediyor. Düşen Cougar tipi Fransız – Alman ortak yapımı askeri helikopterin ülkemizde daha önce karıştığı üç kazada 28 asker şehit olmuştu. Son yıllarda artan bu kazalar askeri helikopterlerin bakımı konusunda bir ihmalle karşı karşıya olduğumuz fikrini getiriyor akla. Bu ülkede en ucuz şeyin insan hayatı olduğu gerçeği bir kere daha yüzümüze vuruluyor.

İstanbul Sözleşmesi feshediliyor

20 Mart’ta Resmî Gazete’de yayımlanan cumhurbaşkanı kararı ile İstanbul Sözleşmesi’nin Türkiye tarafından feshedilmesine karar veriliyor. Kadın örgütleri, STK’lar ve vatandaşlar kadın cinayetlerinin her geçen gün arttığı bir ortamda verilen bu karar ile katillere cesaret verildiğini söylüyorlar. Erdoğan’ın kızı Sümeyye Erdoğan Bayraktar’ın Mütevelli Heyeti Başkanı olduğu KADEM Vakfı, İstanbul Sözleşmesi hakkında 16 maddelik bir açıklama yapıyor ve sözleşmeden çıkılmaması yönünde tavır alıyor. Ancak Erdoğan, partisinin en güçlü kanadı kadın kollarına ve kamuoyundan gelen tepkilere rağmen yaklaşan seçimlerde desteğine ihtiyaç duyduğu cemaatleri memnun edecek bu gerici adımı atıyor. Türkiye mehter takımı gibi iki ileri bir geri giderek medeniyet yolunda ilerlemeye çalışıyor. 

4 Nisan’da Türk Deniz Kuvvetleri’nden emekli olmuş 104 emekli Amiral tarafından, Kanal İstanbul Projesi’nin Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin çerçevesini ihlal edeceği belirtilerek bir bildiri yayınlanıyor:

“Montrö, Türkiye’nin II. Dünya Savaşı’nda tarafsızlığını korumasına imkân yaratmıştır. Bu ve benzeri nedenlerle, Türkiye’nin bekasında önemli bir yer tutan Montrö Sözleşmesi’nin tartışma konusu yapılmasına, masaya gelmesine neden olabilecek her türlü söylem ve eylemden kaçınılması gerektiği kanaatindeyiz”

Seçim dönemi yaklaşırken kendine yeni bir mağduriyet veya tehdit arayan Erdoğan:

“Buram buram darbe kokuyor. Bu emekli amiraller ne yazık ki talimatı kendi başkomutanları Kılıçdaroğlu’ndan alıyor.”

Erdoğan yaz aylarında Kanal İstanbul’un temelinin atılacağını söylüyor ancak 27 Haziran’da göstermelik atılan temele rağmen, birçok STK, şehir plancısı ve akademisyenin tehlikeli bulduğu bu hayali, hayal olarak kalacak gibi görünüyor.

“Annecik, Allah ne?”

Bir gün işten eve geldiğimde kızım bana bir soru sordu. “Annecik, Allah ne?”. O gün anneannesi ona Allah diye bir şeyden bahsetmiş ve her şeyi onun yarattığını söylemiş, her şeyi o yapıyormuş, her şeyi ama. Kızım bana bunu sorduğunda bir şeyi fark ediyorum. Bilinçli olarak yaptığım bir şey değil ama bugüne kadar hiçbir şeyi açıklamak için kızıma tanrıdan bahsetmek zorunda kalmamışım, işin ilginç yanı, ailem de bahsetmemiş. Hâlbuki çocukken ayakta su içsek, yemekten önce besmele çekmesek, bacak bacak üstüne atsak bizi azarlarlardı.

Hayatımızın her bir köşesi dinden ibaretti. Her şeyin izahı din üzerinden yapılırdı. Bir şey serbest veya yasaksa tanrı yüzündendi. Nasıl olmuştu da bu çocuğa bugüne kadar tanrıdan hiç bahsetmemiş olabilirlerdi? Demek ki onlar da değişmişlerdi. Bu olay beni gülümsetti. Kızıma tanrının varlığından veya yokluğundan bahsetmek yerine yağmurun nasıl oluştuğunu sordum ve o da bana yağmurun döngüsünü anlattı. Anlattığı döngüde tanrıya düşen bir rol yoktu ancak kendi kendine fark etmesi için ben bunun üzerinde durmadım. Sonra sorusunu hatırlayıp yeniden sorduğunda bunu biraz daha büyüdüğünde izah edeceğimi söyleyip konuyu kapattım. Dini bayramlarda, ezan okunduğunda vs. annem kızıma bir şeyler aşılamaya çalışıyor ancak sevap, günah, cennet, cehennem bunlara hiç girmiyor. Sadece kültürel bir şeymiş gibi bahsediyor o kadar.

7 Nisan’da Konya-Karatay’da bir NF-5 uçağı eğitim uçuşu sırasında bilinmeyen bir nedenle kaza geçiriyor. Uçağın pilotu Hava Pilot Yüzbaşı Burak Gençcelep kazada hayatını kaybediyor.

4 Haziran’da Erdoğan, Karadeniz’de 135 milyar m3 daha doğalgaz bulunduğunu açıklıyor. Müjdeler vermeye doyamayan Erdoğan kamuoyundan bir türlü beklediği desteği göremiyor ancak kendi kemik kitlesi için her gün yeni bir kan ünitesi bağlamış oluyor.

Yangınlar

28 Temmuz’da Antalya-Manavgat’ta başlayan yangınlar; Akdeniz, Ege, Marmara, Batı Karadeniz ve Güneydoğu Anadolu’ya yayılıyor ve 12 Ağustos’a kadar devam ediyor. 53 ilde çıkan 299 orman yangınında dokuz kişi hayatını kaybediyor, yüzlerce kişi yaralanıyor. Son 20 yılda yanan alanların toplamına eşit yüzbinlerce hektar orman küle dönüyor. Yangınlar muhalif seçmeni tetikliyor, hükümetin bu zamana kadar yangınlarda kullanılan Türk Hava Kurumu uçaklarını devre dışı bırakıp, yangın söndürme araçlarını kiralaması eleştiri konusu oluyor.

CHP’li vekil Atila Sertel’in yangınlara müdahale yöntemleri ile ilgili soru önergesini yanıtlayan dönemin Tarım ve Orman Bakanı Bekir Pakdemirli, orman yangınlarıyla mücadelede kiralanan helikopter ve uçaklara uçuş saati üzerinden garanti verilmesini savunuyor. Bu durumda bu yangınları ihaleleri alan şirketler bile çıkarmaz mı?

AKP'li yıllara içeriden bakış
AKP’li yıllara içeriden bakış: Orman yangınları

5 Ağustos’ta Millî Eğitim Bakanı Ziya Selçuk görevinden affını istiyor. Selçuk’un Milli Eğitim Bakanlığı’nda kadrolaşan tarikatların baskılarına direnemediği için istifa ettiği söyleniyor. Bu söylenti gerçek mi bilmiyorum ama genç nesli elinde tutamadığını fark eden Erdoğan okul öncesi de dâhil olmak üzere din eğitimine ağırlık verilmesini istiyor. Bu konuda da elbette en çok tarikatlardan yardım alıyor. Tarikatlara bağlı özel kreşlerde “sıbyan mektepleri” açılıyor. Buralarda çocuklar dini eğitim ile harmanlanmış okul öncesi eğitiminden geçiyor. Hayal dünyasının inanılmaz gelişmiş olduğu bu yaşlarda karanlıktan bile korkan çocuklara cennet-cehennem, sevap-günah öğretiliyor. Kuzenlerimden birisi kızımla aynı yaştaki kızını bu kreşlere göndermişti.

Başta onu uyarmak istedim ama artık ailede laik CeHaPe’li teyze gibi karşılandığım için fazla ileri gitmedim. Bir gün kuzenim kızını bana bıraktı. Kızımla birlikte yemek yiyecekler. Çocuk, kızıma zar zor telaffuz ederek “bismillah çeksene” diyor sürekli, kızım da çekmiyor. Çocuk, kızım besmele çekmedikçe sinirlendi ve hıçkırıklar içerisinde ağlamaya başladı. Neden biliyor musunuz? Çünkü küçücük çocuk, arkadaşının günah işlediğini ve cehennemde yanacağını zannediyor. Ayrıca kendisinin yaptığı şeyi o yapmadığı zaman öğrendiği birçok bilgi boşa gitmiş oluyor. Yapmak zorunda olduğunu öğrendiği birçok şeyi arkadaşı yapmıyor ve başıma kötü bir şey gelir diye korkmuyor da. Bu nasıl korkunç bir travmadır? Kuzenim bir süre sonra kızını o kreşten aldı ve çocukta gözlemledikleri başka korkuları ve saplantıları anlattı, pişman olduğunu söyledi. Ya geri döndüremeyeceğimiz, telafi edemeyeceğimiz yaralar, ölümler?

Kur’an kursları anaokulları solluyor

Diyanet’in 2013 yılında başlattığı 4-6 yaş grubuna yönelik Kur’an kursları 2021 yılında MEB’in anaokullarını solluyor. MEB’e bağlı toplam 2 bin 894 anaokulu bulunurken, Diyanet’e bağlı kursların toplam sayısı 5 bin 575’e ulaşıyor. Ziya Selçuk’un yerine Mahmut Özer atanıyor. AKP’li yıllar bittiğinde ilk iş Milli Eğitim’e büyük bir neşter vurulması gerekiyor. 

10 Ağustos’ta Ankara-Altındağ’da bir Türk gencin Suriyeli mülteci grup tarafından öldürülmesi sonucu ırkçı saldırılar yaşanıyor. Geçim derdinin daha ağır hissedildiği bu kesimde göçmenlerin sigortasız ve düşük maaşla çalışmayı kabul etmeleri sebebiyle iş imkânlarının kısıtlanması, ekonomik kriz sebebiyle yük olarak gördükleri göçmenlerin devletten maaş alması gözlerine batıyor ve ırkçı eylemlere dönüşüyor. Ancak büyük oranda AKP seçmeni olan bu kitle, sorunlarının kaynağı ve çözümü konusunda hükümeti değil, hükümetin daveti üzerine ülkemize gelen göçmenleri suçluyor.

11 Ağustos’ta Batı Karadeniz Bölgesi’nde Kastamonu, Sinop ve Bartın’da sel, su baskını ve heyelanlar meydana geliyor. Çarpık yapılaşmanın yaşanan felaketin boyutlarını arttırması sonucu 97 kişi hayatını kaybediyor, yüzlerce kişi yaralanıyor. Yaşanan doğa felaketlerinin ardından hükümetin “Gereken neyse yapılacaktır” söylemleri artık ezber edildiğinden, yönetim değişmedikçe hiçbir şeyin değişmeyeceği düşüncesini yerleştiriyor.

En büyük hobisi hassas konularda muhalif seçmenle inatlaşıp, canını yakmak olan Erdoğan, nefret söylemiyle iyice kutuplaştırdığı kendi seçmen kitlesinin çok hoşuna gidecek bir jest yapıyor ve 29 Ekim’de yeni Atatürk Kültür Merkezi’ni hizmete açıyor.

Birçok bölgede görülen doğa olaylarına 29-30 Kasım’da bir yenisi daha ekleniyor. Marmara, Ege ve Batı Karadeniz bölgelerinde şiddetli fırtınalar meydana geliyor. Fırtına sebebiyle yedi kişi hayatını kaybediyor, 50’den fazla kişi yaralanıyor.

22 Aralık’ta olan olup, ölen öldükten sonra yerli koronavirüs aşısı TURKOVAC acil kullanım onayı alıyor.

İşyerimde yeni daire başkanı ve şube müdürüm ile farklı farklı konularda ufak gerilimler yaşıyorum. Çalışanların büyük çoğunluğu uyumlu davranmaya çalışırken ben ve birkaç doğrucu Davut sivriliyoruz. Ancak daire başkanı bizi atsa atamıyor, satsa satamıyor çünkü işi iyi bilenler genellikle bizleriz.

Yeni şube müdürü avuçlarını ovuşturan bir küçük hırsız. Üstelik bunu gizlemiyor bile. Bir gün bir işlem üzerinden yapabileceği usulsüzlüğü bana açıkça anlatıyor. Başta deli mi bu adam, neden bana anlatıyor diye hayret ediyorum ama sonradan anlıyorum, aslında benim kanıma bakıyor. Eğer ben de aynı tıynetteysem bir ekip olabiliriz ama değilsem sen yanlış anladın demekle yetinebilir. Gerçi bizim yüzsüz onu da yapmıyor, durumu daire başkanıyla paylaştığımda “Bir daha beni şikâyet etmeyeceksin” diye beni uyarıyor. Çekirgenin zıplamaları üçü geçince durumu daire başkanının çözemeyeceğini anlayıp onun üstlerine taşıyorum.

Olay artık belediye başkanına kadar dayanıyor yalnız şöyle bir sorun var ki şube müdürü küçük şeytansa belediye başkanı büyük şeytan. Adamın bu konuda meşhur, kendisine özel bir sıfatı bile var. Müdürü ona hırsız diye şikâyet edemem, başka türlü şikâyet etmeliyim. Çünkü bu ortamda bir adamı hırsızlıkla suçlamak onu değil, sizi sorunlu duruma düşürüyor. Büyük hırsızlar küçük hırsızı değil, sizi ayak bağı olarak görüyor.

Bu dönemi sağ salim atlatmak için uygun bir şekilde kurtulmam lazım başımdaki küçük hırsızdan. Düşünüp taşınıp, artık kurumla iş yapan insanların bile bizimle dalga geçmeye başladığı bu adamla ilgili olayları derleyip, “Kurum kültürüne zarar veriyor, itibarımızı zedeliyor” diye paketleyip sunuyorum. “İnsan bir şey yapacaksa bile böyle yapmaz ki başkanım, her şeyin bir usulü var” deyince adamın koltukları kabarıyor. Küçük hırsızdan kurtuluyoruz ancak büyük hırsız görev başında. Ondan kurtulmak için daha büyük oynamalı ama nasıl? Onu yenmek için bu kokuşmuş düzenin değişmesi lazım. Yalnızca bir kuru oyum var nasıl yeneceğim onu?

AKP’li yıllara içeriden bakış: 2022

13 Ocak’ta Zonguldak Bülent Ecevit Üniversitesi Mühendislik Fakültesi öğrencilerinden oluşan Grizu-263 Uzay Takımı’nın tasarladığı Türkiye’nin ilk cep uydusu, SpaceX Falcon 9 roketiyle uzaya fırlatılıyor. Grizu 263 takımı daha sonra, Amerika’da düzenlenen CanSat model uydu yarışmasında tasarladıkları yeni uyduyla dünya birincisi oluyor. Bu ülke için umutlanacağımız başarılar her zaman vardı, bu dönemde dahi var. Yurdunu hınçla idare etmeyen bir yönetim geldiğinde hepimizin işi daha kolay olacak.

16 Şubat’ta YÖK, üniversite giriş sınavı YKS’de baraj puanının kaldırıldığını açıklıyor, fosseptik çukuruna dönen eğitim sistemimizin boşaltma tıpası açılıyor. Eğitim seviyesi arttıkça oy potansiyelinin kaybolduğunu gören AKP, niteliksiz eğitimi özellikle planlayarak bilgi çağında kendisini sorgulamayacak yepyeni cahil çoğunluklar elde etmeyi hedefliyor. Stalin’in Şaraşka’sı gibi bir yanda kendisi için icatlar yapan mühendisler biriktirirken, bir yanda özelikle çabalamadıkça cahil kalacak kitleler yaratmak istiyor.

2 Mart’ta COVID-19 sebebiyle uygulanan HES Kodu uygulaması toplu taşıma araçları haricinde kaldırılıyor. Açık alanlarda maske takma zorunluluğu, kapalı alanlar ve hastaneler haricinde kaldırılıyor. Hükümet en başta sıkı önlemler almak yerine iki yıl boyunca göstermelik uygulamalar ile hem süreci uzatıyor hem de pandemi kapanmalarının sebep olduğu ekonomik zararın boyutlarını katlıyor.

31 Mayıs 2010’da İsrail’in uluslararası sularda Mavi Marmara gemisine düzenlediği saldırıda dokuz Türk hayatını kaybetmiş, saldırının ardından Ankara-Tel Aviv ilişkileri kopma noktasına gelmişti. İlerleyen dönemde karşılıklı büyükelçiler geri çekilmiş, Türkiye normalleşme için tazminat, özür ve Gazze ablukasının kaldırılmasını şart koşmuştu. Yıllar süren görüşmelerin sonunda, Mart 2013’te dönemin İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, Erdoğan’ı arayarak özür diledi. Ardından Haziran 2016’da yeni büyükelçiler atandı. Mavi Marmara yaralıları ve hayatını kaybedenlerin yakınlarının itirazlarına rağmen tazminat konusunda ve Gazze’ye insani yardım konularında anlaşıldı. 

Aşama aşama gelişen ilişkiler sonunda 9 Mart 2022’de Erdoğan, İsrail Cumhurbaşkanı Yitzhak Herzog ile Ankara’da görüşüyor. Yıllar sonra ilk üst düzey ziyaret olan bu görüşmede bölgesel gelişmeler ve ikili işbirliği konuları görüşüyor. İşler hızlı ilerliyor ve 25 Mayıs’ta Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, İsrail’li mevkidaşı Yair Lapid ile Tel Aviv’de görüşüyor. 7 Temmuz’da İsrail Ulaştırma Bakanı Merav Michaeli, İsrail ile Türkiye arasında 71 yıl sonra havacılık anlaşması imzalanacağını açıklıyor.

Cumhurbaşkanı Erdoğan, Türkiye’nin son yıllarda sahip olduğu ve aslında Doğu Akdeniz ve Yunanistan’da gerilim yaşanmasına sebep olan sismik araştırma ve sondaj gemilerine değiniyor, “Bu çalışmaları işbirliğimizle birlikte hayata geçirebiliriz” diyor. Erdoğan’ın dış politikasını, kendisini araba önüne atan biri ile örneklendirebiliriz. Önce olayı yaratıp mağdur edebiyatı yaparak feveran ediyor, karşı taraf özür diledikçe daha da daha da yüksek tepkiler veriyor, almak istediği sonuca gelindiğinde sakinleşip uzlaşıyor. Gerilen ilişkilerde istediği sonucu alamazsa ipleri koparmaktan hiç çekinmiyor. Ancak başka bir aktörle sorun yaşadığında ilk düşmanına işi düşerse, birden bire “naber” diye mesaj atabiliyor. Eski düşmanları ile el sıkışmak onun için onur meselesi değil.

Aileme, arkadaşlarıma yıllardır üşenmeden anlatmaya çalışıyorum bu çürümüş düzene nasıl destek vererek meşrulaştırdıklarını ancak laf anlatamıyorum. Yeni başkan ve ekibi sayesinde partililerin belediyeye boca edilmesiyle üç farklı aşamasına tanık oluyorum düzenin. Ailemdeki siyasetçiler sayesinde büyük başların olaylara yaklaşımları, halka kendilerini nasıl anlattıklarını, onların anlatıları sayesinde göreve gelenlerin yağma düzeninin üzerini onların örtüleriyle örttüklerini görüyorum. Ve ailem, bütün bu yağma düzenini meşru kılan seçmenleri. Yıkılmaz sacayağını oluşturan üç kesimin de ağzında aynı laflar, farklı iaşeler, faydalar. Beş parmaktan biri tutmuş, biri getirmiş, biri pişirmiş, biri yemiş, henüz yiyemeyenler de hani bana hani bana demiş ve düzen devam ederse sıra bize de gelir diyerek desteklemeye devam etmiş.

En tepedeki ideolojiyi tesis edenler hem makam hem paylarını alıyor, altındakiler onun bağlantıları sayesinde ihaleler alarak zenginleşiyor, onların altındakiler onların taşeronlarında işe giriyor, onların altındakiler tüm bu kişilerin ulaşabildikleri kişiler sayesinde doğrudan ya da dolaylı fayda sağlıyor. Ortada dev bir pasta, pastanın her yerine yayılan bir krema, içerisinde öbek öbek yerleşmiş meyveler, çikolata parçacıkları, yemişler ve ta yukarıdan akıtılan ve en alttaki kata kadar ulaşan bir pasta sosu. En büyüğünden en küçüğüne kadar herkese ulaşan bir fayda sistemi. Herkesin işinin görüldüğü bu sistem için devlet bile isteye deforme edilmeli, kurumlar bile isteye çökertilmeli, teamüller ortadan kalkmalı, onların sözleri ve arzuları kanunlaşmalıydı ve Erdoğan onlar için tüm bu sistemi kurguladı, tesis etti. O seçmeninden, seçmeni ondan razıydı.

Başlarda bir türlü anlamıyorlar, derenin kurumayacağını düşünüyorlar zannediyordum ancak sonradan anladım ki dere umurlarında değildi. Onlar avuçlarına kadar uzanan kaynağa bakıyor ve burası tükenirse başka bir kaynağa yöneliriz diye düşünüyorlardı. Yerli çiftçimiz mi tükendi, biz de yurtdışından ithal ederiz. Merkez Bankası’nın rezervleri mi bitti, Katar’dan alırız? Gerçeklikten kopuk bu insanların kendine gelmesi için ne lazım diye düşündükçe sorunun çok daha temelde bir yerde olduğunu keşfediyorum.

Erdoğan’ın uydurduğu yalanların boyutları büyüdükçe heyecanları artan bu insanların, yalan olmadığı müddetçe hiçbir şeye inanamadığını keşfediyorum. Hakikati söylediğinizde “lololololo” diye sesinizi bastıran insanlar, Berat Albayrak’ın da dediği gibi “Aya çift gidiş, çift geliş yol yapacağız” deseler inanıyorlar. Dahası gerçekleşip gerçekleşmeyeceği dahi önemli değil. Yeter ki şimdi sırada ne olduğunu, ne yapacaklarını söylesin. Sonra ister Ayasofya’yı açsın, ister minareden dombra okutsun, önemli değil. Yeter ki bir kılıfı olsun. Çünkü hayatlarını örtüler ve bahaneler ardında yaşayan bu insanlar, besmelesiz adım atamayan, yemek yiyemeyen bu insanlar bu yüzyılın dinine nasıl uyacaklarını ondan öğreniyorlar.

Son yıllarda peş peşe yaşanan sağlıkta şiddet olayları ve ekonomik beklentileri karşılanmadığı için her gün onlarca hekimin istifa edip yurtdışına gitmesi üzerine Erdoğan, 8 Mart’ta Beştepe’deki bir programda şunları söylüyor:

“Doktorlar az para aldığı için ayrılıyorlar. Samimi konuşuyorum. Dost acı söyler. Bu hastaneleri inşa eden biziz. Doktorları okutan yetiştiren devlet değil mi? Bu devlet sizi okuttu, yetiştirdi. Az para veriyormuşuz. Sordum en az alan ne alıyordur 8-9 bin, en çok alan ne alıyordur 25 bin civarında.  Buna rağmen özel sektör daha büyük paralar verdiği için kaçıp gidiyorlarmış. Açık konuşuyorum, varsın gidiyorlarsa gitsinler. Bizler de üniversiteleri yeni bitiren doktorlarımızı istihdam ederiz. Bunlarla yola devam ederiz. Daha da ileriye gidiyorum. Gerekirse yurtdışından ülkemize dönmek isteyenleri süratle buraya davet eder, istihdam ederiz. Buralar boş kalmaz merak etmeyin. Asistan doktorlarımızla yola devam ederiz. Doktorluk gibi aziz bir mesleği sadece paraya bina etmek, dayamak herhalde pek de insani değildir.”

Erdoğan’ın bu sözleri üzerine seçmeni “Artık doktor dövebiliyoruz” diye övünürken, doktorlar Twitter’da #GidecekOlanHekimlerDeğil etiketiyle tepki gösteriyor. Erdoğan’ın bu minnetsizliği yeni şiddet olaylarını davet ediyor.

10 Mart’ta Rusya-Ukrayna Savaşı konusunda Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov ve Ukrayna Dışişleri Bakanı Dmytro Kuleba Antalya’da görüşüyor. Rusya’nın Ukrayna’yı işgalinin sonlandırılması, sivillerin tahliyesi ve ateşkes ile ilgili yapılan görüşmeler olumsuz sonuçlanıyor. Rus ve Ukraynalı heyetler barış görüşmeleri kapsamında 29 Mart’ta bu sefer İstanbul-Dolmabahçe’de görüşüyor. Görüşme olumsuz sonuçlansa da Ukraynalı yetkililer Türkiye’yi garantör ülkeler arasında görmek istediklerini belirtiyor. 

22 Temmuz’da Dolmabahçe’de, Rusya’nın Ukrayna’yı işgali sebebiyle oluşan tahıl krizinin çözümü ve bazı Ukrayna limanlarının kullanılarak bir tahıl koridoru açılması için Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri António Guterres, Rusya Savunma Bakanı Sergey Şoygu ve Türkiye Savunma Bakanı Hulusi Akar tarafından bir anlaşma imzalanıyor. Türkiye uzun yıllar sonra dış politikadaki “sataş-küs-cay” politikasını terk edip uzlaşma masasında iyi bir iş çıkarıyor.

7 Nisan’da, 2 Ekim 2018’de İstanbul’daki Suudi Arabistan Başkonsolosluğu’nda gazeteci Cemal Kaşıkçı’nın öldürülmesi olayına ilişkin açılan dava dosyası, hükümet tarafından dünyayı ayağa kaldırıp “Takipçisi olacağız” denildikten sonra Suudi Arabistan’a devrediyor. Erdoğan’ın daha fazla kazanım elde etmek için yüksek cümleler kurarak uzattığı pazarlık eli havada kalıyor, havada kalan eliyle saçını tarıyor. Erdoğan’ı bu mücadeleyi vermesi yönünde ikna eden danışmanı, AKP çevresinde “Reis”i maddi-manevi zarara uğrattığı için suçlanıyor.

AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, 29 Nisan 2022'de Veliaht Prens Muhammed bin Selman ile görüşmüştü. AKP'li yıllara içeriden bakış
AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, 29 Nisan 2022’de Veliaht Prens Muhammed bin Selman ile görüşmüştü.

25 Nisan’da Gezi davası için aradığı suçluya ulaşamayan hükümet, iş insanı Osman Kavala’ya ihale peşinde koşup Erdoğan’a biat etmediği için “cebir ve şiddet kullanarak Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’ni ortadan kaldırmaya teşebbüs” suçundan ağırlaştırılmış müebbet cezası verdiriyor. Daha yaşanabilir bir Türkiye için çabaladıkça Erdoğan’ın gözüne batan Gezi tutukluları, sadece ve sadece AKP seçmenine hedef gösterilecek birileri olabilsin diye hapsediliyor.

9 Haziran’da Dışişleri Bakanlığı’nın başvurusu üzerine uluslararası alanlarda kullanılan ve İngilizce “hindi” anlamına da gelen “Turkey” yerine “Türkiye” adının kullanılması Birleşmiş Milletler tarafından tescilleniyor. Türkiye uluslararası toplantılarda Şükran Yemeği esprilerine maruz kalmaktan kurtuluyor.

21 Haziran’da Muğla, Marmaris Bördübet Koyu çevresinde orman yangını başlıyor. Bölgedeki arıcılar, yangın öncesi üç-dört kişinin kaçtıklarını gördüklerini bildiriyorlar. Marmaris Belediye Başkanı Mehmet Oktay sabotaj olma ihtimalinin çok yüksek olduğunu, alanın bakir bir alan olduğunu beyan ediyor. 2020 yılında “Bördübet Yaban Hayatı Geliştirme Sahası” ilan edilen bölgenin yüzde 20’si yanıyor. 24 Haziran’da Marmaris orman yangınlarının üçüncü gününde yangını çıkardığı düşünülen şüpheli tutuklanıyor. Yangın dördüncü gününde kontrol altına alınıyor.

Onlara hakikati nasıl anlatabilirim diye kafa yordukça sorunun cevabının aslında benim senelerce boğuştuğum ve kendimi var ettiğim sorunda olduğunu fark ediyorum: İrade. Bu kişiler doğdukları andan itibaren dinleri sayesinde hayatı belli bir kalıpta yaşayabileceklerini öğreniyorlar. Bu kalıpta yaşarlarsa ancak tanrının izniyle onun cennetine gideceklerine inanıyorlardı. Dahası buna layık olup olmadıklarına bile tanrı çoktan karar vermişti aslında, öyle ki İslam olmakla şereflenmek diye bir şey vardı. Yani Müslüman olmak sizin tercihinizden ziyade tanrının size nasip edeceği bir şeydi. Orada bile, inanırken dahi etken değil, edilgenlerdi. Hayat biçimi olarak mücadeleyi değil, kendilerine bir şeylerin nasip edilmesini kabul eden, bilmeyi değil inanmayı tercih eden bu insanlar, dinin ortaya çıktığı dönemde anlatılmaya başlanan gösterişli varlıklara, olağanüstü hikâyelere ve olaylara ihtiyaç duyuyorlardı. Bu yüzden görünen her şeyin ardında görünmeyen başka bir şey arıyorlardı. Gördükleri dünyayı gördükleri düzenin aksine görünmeyen bir varlık yürütmüyor muydu?

Bu devire kadar büyük hikâyeler, mucizeler ve destanlarla doyurulmuş bu insanlar, gerçeğin ve yalanın her yerden fırladığı bu çağda inanma lükslerini kaybetmemek ve yüz yıllardır alıştıkları idare edilme konforunu ellerinden alan modern Türkiye’den kaçmak için şeyhlere ve saltanat buyruğunu vadeden siyasal İslam’a sığınmışlardı. Karar vermek değil, şeriatla yönetilmek istiyorlardı. Hiçbir sorumluluk almadan bugüne kadar bir şekilde getirilmişlerdi ve şimdi hak etmedikleri makamlar, kazanmadıkları paralar nasip edilmişti. İşte bu yüzden duymazdan, anlamazdan geliyorlardı.

Her şeyi kanunla kitapla yapacağını söyleyen sosyalistler, daha ölmeden bu dünyada suçları için hesap gününün geleceğini söyleyen Kılıçdaroğlu onlar için büyük bir tehditti. Hâlbuki Erdoğan öyle miydi? O onlardandı ve onları anlıyordu, tıpkı günahlarının tövbesini son dakikaya bıraktıkları gibi Erdoğan da suçlarının hesabını tanrıya havale ediyor, çok sıkışırsa yalandan bir tövbe ediyordu. Görmüyorlar mıydı, kendi bakanlığını soyan bakanlar elini kolunu sallayarak dolaşıyorlardı. En nihayetinde bir tövbeye bakardı, ne vardı yani?

Bu yüzden onlara seslenirken açık açık iaşe sistemini hatırlatmak zorunda kalmıyordu Erdoğan, “Beraber yürüdük biz bu yollarda” diye şarkı söylemesi yetiyordu. Seçim şarkısında “Aynı yoldan geçmişiz biz, aynı sudan içmişiz biz” demesi yetiyordu. Önünde eğilecekleri tek şeyin işledikleri her günah için sonradan tövbe edecekleri tanrıları olduğunu hatırlatması yetiyordu. Ondan başka hiçbir şey onları bağlamıyordu. Camiler değil miydi tüm günahlarını örtmek için sığındıkları mabetleri, öyleyse Erdoğan oraya bayrağını da asabilir, minareden dombra da çaldırabilirdi. Yeter ki hesap bu dünyada görülmesin.

6 Temmuz’da Yunak Devlet Hastanesi’nde güvenlik görevlisi olarak çalışan Hacı Mehmet Akçay, 7 Haziran günü kalp krizi geçirip Konya Şehir Hastanesi’nde anjiyo ameliyatı olduktan sonra yaşamını yitiren annesi Kezban Akçay’ın ölümünden sorumlu tuttuğu kardiyoloji uzmanı Ekrem Karakaya’yı polikliniğinde tabancayla dokuz el ateş ederek öldürüyor. Saldırgan Akçay, Karakaya’yı vurduktan sonra kendisi de intihar ediyor. 

Karakaya’nın öldürülmesi üzerine sağlıkta şiddet olaylarının artmasına tepki gösteren sağlık çalışanları 7-8 Temmuz tarihlerinde iş bırakma kararı alıyor. Bu olaydan yalnızca üç ay önce Erdoğan’ın “giderlerse gitsinler” dediği konuşması üzerine yaşanan bu olay hem muhalif seçmeni hem hekimleri çok öfkelendiriyor. Dr. Karakaya’nın şahsında yaşanan şiddet olaylarına isyan ediliyor. Artan tepkiler üzerine Karakaya’nın öldürülmesi olayına dair haberlere yayın yasağı getiriliyor.

13 Temmuz’da Muğla-Datça’da elektrik trafosundan kaynaklı bir orman yangını çıkıyor. 600 hektarlık alanda etkili olan yangında, yerleşim bölgelerinde oturan 2 bin 400 kişi tahliye ediliyor. Marmaris-Datça karayolu, yangın bölgesine çıkan yollar tedbir amaçlı kapatılıyor, sahil güvenlik ekipleri plajın boşaltılmasını istiyor. Yangın 24 saat sonra kontrol altına alınıyor. 700 hektar tarım ve orman alanı zarar görüyor, yedi kişi yaralanıyor.

Aynı gün İzmir-Çeşme’de iki farklı noktada orman yangını başlıyor. Orman bölgesine yakın bir alanda çalışan işçilerin kaynak yaparken kuru otlara alev sıçraması sonucu başlayan yangın, 24 saat sonra kontrol altına alınıyor. İki yangında toplamda 120 hektar alan zarar görüyor. Sebep olan yedi kişi gözaltına alınıyor. Hizmet alımı şeklinde çözülmeye çalışılan yangına müdahale politikamız, daha çok yangınlar çıkarır.

31 Temmuz’da yıllarca soru çaldığı için suçlanan FETÖ’nün sözde tüm kurumlarda temizlenmesinin ardından gerçekleştirilen KPSS sınavı şaibeli soru skandalı nedeniyle iptal ediliyor. Yediiklim Yayınevi’nin deneme kitapçığındaki onlarca soru, 2022 KPSS sorularıyla şıklarına kadar aynı. Yayınevi yetkilileri durumu “tesadüf” diye savunuyor, ÖSYM iddiaların asılsız olduğu iddia ediyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan, konuyu hiç uzatmadan ÖSYM Başkanı Halis Aygün’ü apar topar görevden alıyor. Aygün’ün yerine atanan Bayram Ali Ersoy göreve gelir gelmez, 6-7 Ağustos ve 14 Ağustos’ta yapılacak oturumların da ertelendiğini açıklıyor.

İnsanların hakkıyla bir yere atanma umudunun hayale dönüştüğü bir ortamda bu olay umutsuzluktan ziyade bu yönetimle daha fazla gidilemeyeceği fikrini besliyor. İnsanlar KPSS’de yüksek puan alan çocuklarının mülakatlarda elendiğine şahit oluyor. Torpili olan dahi torpiline güvenemez hale geliyor çünkü listede ondan daha güçlü torpili olan biri varsa kendi çocuğu torpiline rağmen işsiz kalacak. İşte bu çürümüşlük, çürümüş düzenden razı olan insanlarda bile bir rahatsızlık yaratıyor. Artık onun imtiyazları ona yetemez hale geliyor. İstemeye istemeye, öyleyse kimse imtiyaz sahibi olmamalı fikrine razı oluyor.

20 Ağustos’ta iki farklı şehirde iki büyük kaza meydana geliyor. Gaziantep-Nizip’de bir araç kaza yapıyor. İtfaiye ve sağlık ekipleri kazaya müdahale ederken, gazeteciler de görüntü alıyor. Bu sırada olay yerinden 200 metre geride başka bir otobüs kaza yapıyor, kayarak ekiplere ve yaralılara çarpıyor. Kaza sonucu üç itfaiyeci, dört sağlık personeli, iki İHA muhabiri gazeteci ve yedi yolcu olmak üzere 16 kişi hayatını kaybediyor, 21 kişi yaralanıyor.

AKP'li yıllara içeriden bakış
AKP’li yıllara içeriden bakış: Gaziantep’teki trafik kazası

Aynı gün Mardin-Derik’te akaryakıt istasyonu yakınında meydana gelen kazada freni boşalan TIR önündeki iki araca çarptıktan sonra takla atıyor. İlk kazada sekiz kişi yaşamını yitiriyor, çok sayıda kişi yaralanıyor. Ekipler bu kazaya müdahale ederken ilk kazadan 33 dakika sonra başka bir TIR, kaza alanında bulunan kalabalığa çarpıyor ve toplam 20 kişi hayatını kaybediyor.

Aslında her iki olayda da devletin kusuru var mıdır, vardır elbette. Belli ki kaza sonrası gerekli önlemler alınmamış, kazaya karışan kişiler ve araçlar güvenli bölgeye tahliye edilene kadar yol trafiğe kapatılmamış.

26 Eylül’de Mersin’in Mezitli ilçesinde bir polis evine PKK militanları tarafından ateş açılıyor ve bombalı saldırı yapılıyor. Saldırı sonrası iki saldırgan intihar yeleklerini patlatarak olay yerinde intihar ediyor. Olayda bir polis memuru hayatını kaybediyor, bir polis memuru ve üç sivil yaralanıyor.

Seçim propagandasını milliyetçi muhafazakâr söylem üzerine kuran Cumhurbaşkanı Erdoğan, saldırının parlamentoda olan bir siyasi partinin beyin yıkaması sonucu gerçekleştiğini ifade ediyor. HDP’yi hedef göstererek saldırıyı kınıyor.

Halkların Demokratik Partisi eş genel başkanları Pervin Buldan ve Mithat Sancar saldırıyı kınıyor.

Ancak atama yoluyla devletin her bir kademesine, kazanılan seçimler sonucu partililerin yerleştirildiği belediyelere, ihale verilen özel şirketlere, kredilerle imkân sağlanan KOBİ’lere, ucuz kredilerle ev sahibi yapılan mülk sahiplerine, sosyal yardımlarla rahatlatılan seçmenine yani bu ülkenin çok büyük bir kesimine ulaşan kaynak artık kurumaya yüz tuttu. Kaynağı sonuna kadar sömürenler dahi sonraki nesillerinin önünü göremez oldu. Şimdi bir kısmı bulaştığı günahları örttükleri perdenin ardına gizlenmiş halen daha örtüyü sağından solundan çekiştirmeye çalışırken, açıkta kalanlar akıllarını başlarına almak zorunda kalıyorlar.

Yozlaşmış düzenin değişmesi için en çok lazım olan, artık onlara yetmeyen ve kurtulmaya çalıştıkları sistemin tam zıddını vadeden bir düzendi. Bunu yönetecek kişi sebepsiz zenginlik değil, emeğin karşılığını vadeden biri olmalıydı. Toplumda yaşanan homurtuları aslında en çok Erdoğan hissediyordu çünkü bu zamana kadar yetirebildiği için sorun yaşamadığı iaşe sisteminde şimdi yetiremediği için kaçıp gidenlerin sığınacağı karşı limanı en iyi o görebiliyordu. Örtüsünün altına sığdırabildiği kadarını korumaya çalışırken çekiştirdiği ve sıkıştırdığı örtü yırtılıyor, umduğundan fazlası elinden kurtulmaya başlıyordu.

Erdoğan düzeninden kurtulmak için muhalif kanatta ortaya çıkarılan adaylara baktığımda evrenin onlar için çizdiği sınırlar açıkça görülüyordu. Bugüne kadar Erdoğan’dan kurtulmak için karınca gibi yılmadan çabalayan Kılıçdaroğlu’nun inşa ettiği yol da. Ancak bırakın içinde bulunmak zorunda olduğum kitleyi, kendi kitlesi bile inanamıyordu Kemal Bey’e. Hâlbuki onunla mücadele ede ede Erdoğan’ın ve seçmeninin dilini en iyi o çözmüştü, sorunun sadece iktidarda değil, onunla mücadelede eksik kalan muhalefette de olduğunu en iyi en ön safta dövüşen Kılıçdaroğlu görmüştü. Eğer muhalif seçmen de ona sesini ulaştırabilir, mücadelesini yapayalnız planlayan Kılıçdaroğlu’na taktik verebilirse olurdu aslında bu iş.

Seçim yaklaştıkça bir değil, üç aday birden konuşur oluyoruz ancak diğer adaylarla ilgili Kemal Bey’in işaret ettiği handikapları ben de görüyor, yolda çıkabilecek sorunları fark ediyorum ve ona hak veriyorum. Ancak sesi öyle yalnız ki oluşan kakofonide kimse onu duymuyor bile, nasıl başaracağız bu işi? Tuzaklara kapılmadan nasıl yönetilecek bu hassas süreç?

14 Ekim’de Bartın’ın Amasra ilçesinde bulunan Türkiye Taşkömürü Kurumu (TTK) Amasra Müessesesi’ne ait maden ocağında 42 işçinin hayatını kaybettiği, 10 işçinin yaralandığı bir maden kazası meydana geliyor.

Patlama sonrası sekzi tutuklu 23 şüpheli hakkında hazırlanan iddianamede, grizulu maden ocağında merkezi izleme sistemine bildirimi düşen havalandırma arızasının giderilmediği ve üretime devam edildiği belirtiliyor. Havalandırma değerlerinin 355 kez alarm seviyesine geldiği halde gerekli tedbirlerin alınmadığı ortaya çıkıyor. Tutuklu dört müessese yöneticisi hakkında “olası kastla öldürme” ve “olası kastla yaralama” suçlarından 1062’şer yıla kadar hapis cezası talep ediliyor.

1983 yılında 96 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile kurulan devlete ait bu kurumun işçi sağlığı ve güvenliğini sağlamayıp zorunlu tedbirleri terk etmesi, kamuoyunda büyük öfkeye sebep oluyor. Olayda hayatını kaybeden kişilerin devlet kurumundaki kazada hayatlarını kaybetmeleri sebebiyle “şehit” olarak tanımlanmaları olayın vahametinin üzerini örtmeye yetmiyor. Devlet için çalışan bu insanlar, devletin daha fazla kâr etmesi uğruna mı şehit olmuştur yani?

AKP’li yıllara içeriden bakış: Amasra faciası

Facianın ardından Bartın’a giden İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener de şehit söylemini kullanıyor.

“Bundan sonra takibimizde olacak olan maden şehitlerinin ailelerine bu devletin üzerine düşen her türlü görevi yerine getirmelerini sağlamak.”

Ancak CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu, iktidara bazı sorular soruyor.

“Maden kazası, kitle ölümleri neden sadece Türkiye’de oluyor? ‘Önlem alacağız’ diyorlar. 20 yıldır neredesiniz ya? Nerede önlem alacaksınız? Bu ailelere kim hesap verecek? Hayat Türkiye’de bu kadar ucuz mu?”

12 Kasım’da Saat 18.57’de Türkiye genelinde ilk defa eşzamanlı “çök, kapan, tutun” pozisyonunun öğretildiği deprem tatbikatı gerçekleştiriliyor. Büyük bir deprem anında bütün sorumluluğun vatandaşta olduğu, deprem sorasında kapandıkları yerde yapayalnız kalacakları, “Sesimi duyan var mı?” sorusuna “yok” diye cevap verileceği, bu tatbikattan üç ay sonra yaşanan 6 Şubat depremiyle anlaşılıyor.

2023 seçimleri yaklaşırken 7 Haziran – 1 Kasım 2015 seçimleri sürecinde yaşanan tarzda bir gerilim beklenirken 13 Kasım’da İstanbul-Beyoğlu İstiklal Caddesi’nde bir bombalı saldırı meydana geliyor. Saldırıda altı kişi hayatını kaybediyor, 81 kişi yaralanıyor.

Saldırının ertesi günü patlamanın faili gözaltına alınıyor. Saldırının Suriye uyruklu Ahlam Albashır tarafından gerçekleştirildiği anlaşılıyor. Yetkililer, Albashır’ın Kobani şehrinden eylem talimatı aldığını itiraf ettiğini söylüyor. Ancak PKK saldırıyı üstlenmiyor ve PKK’nin silahlı kanadı olarak bilinen HPG, PKK’nın olayla ilgisi olmadığını söylüyor. Saldırıyı gerçekleştirdiği söylenen genç kadının fotoğraflarında yüzüne yansıyan korku, taşıdığı paketin içinde ne olduğunu dahi bilmediğini anlamaya yetiyor.

3 Aralık 2022’de BirGün gazetesi yazarı Timur Soykan’ın yayımladığı haberle İsmailağa Cemaati’ne bağlı Hiranur Vakfı kurucusu Yusuf Ziya Gümüşel’in kızı H.K.G.’yi, müridi ve veliahtı olarak gördüğü Kadir İstekli’yle henüz 6 yaşındayken evlendirdiği ortaya çıkıyor. Küçük kızın 6 yaşından itibaren cinsel istismara maruz bırakıldığı iddiasıyla açtığı dava Türkiye’nin gündemine bomba gibi düşüyor.

AKP’li yıllara içeriden bakış: Yusuf Ziya Gümüşel olayı

Genç kadının Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı tarafından koruma altına alınmasına rağmen şikâyetçi olduğu babası ve yıllarca tecavüzüne uğradığı eski kocasının tutuklanmadığı ortaya çıkınca apar topar dava süreci hızlanıyor ve kamuoyu baskısı ile tutuklanıyorlar. Gazeteciler savcı gibi dosyayı açıp takip ediyor, seçmen hükmü verip içeri tıkıyor. Dava sürecinde davalı tarikat şeyhi baba Gümüşel’in avukatlığını üstlenen Bulut Müslüm Gezer’in, AKP’li belediye meclis üyesi olduğu ortaya çıkıyor. Halen devam eden davanın yeni celsesi 14 Mayıs 2023 seçimlerinin sonrasına, 5 Haziran’a erteleniyor.

Verdiği araziler, ihaleler, kadrolar karşılığında dindar ve kindar bir gençlik yetişmesi konusunda cemaatlerden medet uman hükümet, bu yapıları besleyerek kim bilir daha nice körpe fidanın kırılmasına, bükülmesine, daha yaşamayı öğrenemeden ölmesine destek oluyor.

14 Aralık’ta İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’na, 2019 yılında YSK üyelerine hakaret ettiği iddiası ile açılan dava sonucunda 2 yıl 7 ay 15 gün hapis ve siyasi yasak cezası veriliyor. 2019 yılı belediye seçimlerinin iptal edilip tekrar edilmesinin ardından seçimi ikinci defa büyük farkla kazanan Ekrem İmamoğlu, hükümet için hedef haline geliyor. Özellikle bakan Süleyman Soylu’nun özel ilgi alanı haline gelen Ekrem İmamoğlu için, Soylu “Avrupa Parlamentosu’na gidip, Türkiye’yi şikâyet eden ahmağa söylüyorum. Bunun bedelini bu millet sana ödetecek.” diyor. Bunun üzerine İmamoğlu “31 Mart’ta seçimi iptal edenler ahmaktır.” diyor.

2023 seçimlerinde ana muhalefetin cumhurbaşkanı adayları arasında adı geçen ve muhalif seçmen nezdinde oldukça popüler olan İmamoğlu’nun siyasi yasak alması, adaylığının önüne geçmek için yapılmış siyasi bir hamle olarak görülüyor. Kendisine yöneltilen “ahmak” sözcüğünü sahibine iade etmesi bahane edilerek cezalandırılmak istenen İmamoğlu, bu keyfi-siyasi karara tepki göstermek için seçmenini İBB binasının bulunduğu Saraçhane Meydanı’na çağırıyor. İktidarın aday bloke etmek için başlattığı savaş, İmamoğlu’nun bu hamlesiyle Saraçhane Meydan Muharebesi’ne dönüşüyor. İktidar mensupları “neredeyse ceza aldığı için sevinecek” yorumlarıyla hayrete düşerken, İmamoğlu yenilmelere doyamayan pehlivanı bu hamlesiyle bir kere daha tuş ediyor.

AKP’li yıllara içeriden bakış: İmamoğlu’na siyasi yasak

26 Aralık’ta Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Karadeniz’de 170 milyar metreküp yeni doğalgaz rezervi bulunduğunu açıklıyor. Böylece Karadeniz’de bulunan toplam doğalgaz rezervi 710 milyar metreküpe ulaşıyor. İktidar partisi seçmenine verilen bu gaz Erdoğan’a varış çizgisine kadar yeter mi, hep birlikte göreceğiz.

Bir gün, senelerdir her Allah’ın günü izlediğim Ruşen Çakır, Ahmet Şık ile yayın yapıyor. Ahmet Şık yayında o dönem çok konuşulan Kemal Bey’in Alevi kökenli olmasına getiriyor sözü ve “Böyle bir rahatsızlık varsa gözardı etmemek lazım” gibi bir şey söylüyor ancak bunu aday olmasın anlamında değil de topluma iyi anlatılması lazım gibi bir yerden söylüyor. Kemal Bey’in mezhebini sorun eden kişiler başta olmak üzere mevzu köpürtülüyor ve aslında benim içinde yaşadığım ve giderek dini değerlerinden uzaklaştığına şahit olduğum toplumda çok da fazla karşılığı olmayan bu durumun vardığı yere isyan ediyorum. Birinin bu durumun toplumda artık sorun olmadığını, adayın topluma sadece bütün kurumları tel tel dökülen ülkeyi yeniden toparlayabileceğini, yönetebileceğini anlatmasının yeterli olacağını anlatması gerektiğini düşünüyorum.

Ben bir 28 Şubat mağduruyum ve başından beri Erdoğan’ın bu ülkeyi nasıl çürüttüğüne en yakından tanık oldum. Değerlerimiz sandığım balonun içini nelerle doldurduğunu en yakından gördüm. Benim gibileri nasıl kullandığını en iyi ben biliyorum. Ve derhal eve gidip bilgisayarımı açıp uzun bir yazı döşüyor, daha önce de bir-iki yayınından sonra mail attığım ve cevap verebileceğini bildiğim Ruşen Çakır’a yazıyı mail atıyorum. Yazıyı okumasını ve uygun görürse isimsiz bir şekilde Medyascope’ta yayınlamasını rica ediyorum. Yazıyı gönderdikten yarım saat sonra Ruşen Bey, yazı için beni tebrik ediyor ve noktasına virgülüne dokunmadan yayınlayacağını söylüyor. Yazı yayınlandığında kimi “Aman yine mi bu başörtülüler, yine mi 28 Şubat, ne 28 Şubat’mış arkadaş” minvalinden eleştiriyor, kimi mutlaka okuyun diye paylaşıyor. Sonunda yıllardır içimde biriktirdiğim fikirlerimi ulaştırdığım için ve Kemal Bey’in adaylığının risk değil, elzem olduğunu anlatabildiğim için mutluyum. Yazının başlığı şu:

“Bir 28 Şubat mağduru, Kemal Kılıçdaroğlu’na oy verir mi?”

*Es sev ellim: Hemşince “Ben kara olayım”, hayret ifadesi.  – Kaynak: Yazar-Öğretmen Mahir Özkan

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.