İmamoğlu’nun CHP’deki geleceği
Yeni ekonomi yönetiminden beklentiler
Ekonomide kur krizi
Ruşen Çakır ve Kemal Can, Haftaya Bakış’ta yorumluyor.
Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal
Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Haftaya Bakış”la karşınızdayız. Kemal Can’la yine haftanın öne çıkan olaylarını konuşacağız. Merhaba Kemal.
Kemal Can: Merhaba.
Ruşen Çakır: Öne çıkan olay diyorum, ama çok da fazla öne çıkan olay yok. Ülke, daha yeni, çok önemli bir seçim yaşadı ve aslında her yerden birtakım haberler akmıyor. Bir tek, ekonomideki değişiklik, Merkez Bankası’nın başına Hafize Gaye Erkan’ın atanması, kur hareketleri ve biraz da İmamoğlu var. Ama onun öncesinde ben bir şey söylemek istiyorum: Bugün, Gezi tutuklularını ziyâret etmek için Silivri’deydim. Hakan Altınay, Tayfun Kahraman ve Can Atalay’ı ziyâret ettim. Hepsinin çok selâmı var. Özellikle Can Atalay bugünlerin en popüler ismi; çünkü TİP’den Hatay milletvekili seçildi ve hâlâ serbest bırakılmadı. Ama çok da fazla uzatabilecekleri düşünmüyorum. Kendisine de söyledim. Biliyorsunuz, Can bir avukat, hukukçu. Kendisi de öyle düşündüğünü söyledi. Can’la Meclis lokantasında yemek için sözleştik. En kısa zamanda diyelim.
Gelelim ekonomiye: Ekonomide de “heterodoksluk”tan “ortodoks” ekonomi politikasına döndük ve döner dönmez de devalüasyonvâri hareketler oldu. Hem Dolar’ın hem Euro’nun, her türlü yabancı paranın Türk Lirası karşısında değer kazandığı, buna bağlı olarak da tabiî ki birçok şeyin fiyatının arttığı ve artmaya devam edeceği bir olay yaşıyoruz. Bir de, Merkez Bankası’nın başına Amerika Birleşik Devletleri’nden, ilk kez bir kadın atandı. Bugün devir teslim de yapılmış. Böyle bir ortamda, “Bir şans verelim. Aynı gemideyiz, ekonomi ne kadar düzelirse o kadar iyidir” yorumları var. Bunu Çarşamba günü “Adını Koyalım”da da konuştuk. Bir de, senin çok sevdiğin konu: Liyâkat meselesi. “İşte, sonuçta olaydan anlayan birileri geldi. Artık çok da fazla ses çıkarmamak ve oyunu kuralına göre oynamalarını görmek lâzım” diyenler var.
Onun dışında, “Burada sorun çıkar, bu çözülemez” demeye niyetlenenlerin çok fazla cesâreti yok gördüğüm kadarıyla. Çünkü şu hâliyle bakıldığı zaman, bu pozitif bir şeymiş gibi piyasalar bunu satın aldı. Piyasa derken, sâdece ekonomi piyasalarını söylemiyorum; medyada da böyle bir durum var. Tabiî burada en ilginç olanı, iktidar yanlılarının daha düne kadar öve öve göklere çıkardıkları Türkiye Ekonomi Modeli’nden ânında vazgeçip, sanki CHP iktidârında Türkiye Ekonomi Modeli diye bir şey yapılmış, şimdi de iktidâra AKP gelmiş ve onu değiştiriyormuş gibi bir hava yaratmaya başlıyorlar.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Ekonomi düzelir mi? Mehmet Şimşek, “Bize zaman verin” diyor. O süre için de bir târih vermiyor tabiî, ucu açık bir süre. Beş yıl da olabilir, üç yıl da olabilir, on yıl da olabilir. Sonuçta, ekonomi ağırlıklı bir gündem var sanki. Ne dersin?
Kemal Can: Ekonomi ağırlıklı bir gündem olmasında şaşırtıcı bir taraf yok tabiî. Zâten daha önce de ekonomi ağırlıklı bir gündem vardı; ama ekonominin konuşulma biçimi ya da ekonominin bir sürü insanı etkileme biçimi gündeme çok damgasını vurmuyordu; çok daha dar bir alanda tartışılıyordu. İlginç olan Erdoğan’ın bu manevraları değil. Hem dış politikada hem ekonomide hem başka alanlarda, Erdoğan’ın dediğinin tam zıddını yapması, dediği ya da desteklediği ekibin tam tersi tezleri ileri sürenleri göreve getirmesi ilk defa karşılaştığımız bir şey değil. Daha önce de damadını alıp, göreve Naci Ağbal’ı getirdiğinde üç aşağı beş yukarı aynı şeyleri duyduğumuzu hatırlıyorum. Hattâ hemen arkasından fâiz artırımı da gelmişti ve yine piyasalar bunu satın almıştı. Ama hem AKP içerisinden, hem de bu iktidarla daha yakın olan bâzı ekonomi çevrelerinden, özellikle ihracatçı çevrelerden bir tepki gelmişti. Çok da uzun sürmedi, sonra tekrar manevra yapıldı ve “heterodoks” rotaya girildi.
Şimdi yine çok kolay biçimde, “yerli millî” ekonomiye dışarıdan birinin atanmasına îtirâza kadar, her şeyin aslında çok değişmez kuralları olmadığını, Erdoğan için gereğini yapmanın önemli olduğu görülüyor; bu gerek de onu iktidarda tutan ve iktidarda durmasını sağlayan koalisyonun ihtiyaçlarına cevap vermek — oradaki tehlikelere ve orada ihtiyaç duyduğu şeylere göre çok rahat pozisyon değiştirebilme lüksünü kullanıyor. Ve dediğin gibi, ilginç biçimde burada, bu gelişme olduktan sonra, hemen kendiliğinden, ister hizâya ister kareye girmeye çalışan çok sayıda aktör görüyoruz.
Meselâ seçimden önce muhâlefetin kazanma ihtimâli konuşulurken, ekonomik tablonun çok kötü olduğunu, dolayısıyla iktidar değiştiğinde devralınacak tablonun çok sorunlu olduğunu, yani şansın tamâmen kaybedilmediğini ama çok büyük sıkıntıların beklendiğini söyleyenler, hattâ ona ek olarak, iktidârın değişmemesi durumunda çok daha sert felâket tabloları çizenler, şimdi birdenbire tam tersi demeçler verip, paylaşımlar yapıyorlar: Aslında bir şans olduğunu, Türkiye’nin önünün açık olabileceğini, kadro değişiminin beklenenden daha hızlı bir iyileşme yaratabileceğini söylüyorlar. Aslında bütün bunların hepsinin özeti, Erdoğan’ın, ne ekonomi politikasında ne dış politikada, iddia edildiği gibi temel ideolojik takıntılar ya da kendisi açısından bir gizli ajandanın gerekleriyle davranmadığını, son derece pragmatist bir yol izlediğini, buradaki avantajının da, bu yolu izlerken ne önünde ne arkasında ne yanında problem teşkil edebilecek hiçbir şeyin var olmadığını gösteriyor.
Ruşen Çakır: Muhâlefette birçok kişi, “Erdoğan, bir zaman sonra Mehmet Şimşek’i durduracak, önünü kesecek. Bir bakacaksın, Mehmet Şimşek, daha önce olduğu gibi ya da Naci Ağbal’ın başına geldiği gibi uçuverecek. Belki Merkez Bankası’nın başına gelen kişi de aynı âkıbete uğrayacak” diye akıl yürütüyor — ki bu boş bir akıl yürütme değil. Ama senin biraz önce anlattığın gibi, Erdoğan sürekli çizgi değiştiriyor, fakat çizgi değiştirdikten sonra hiçbir şey değişmiyor.
Bugün ben bir yabancı gazeteciyle Türkiye’yi konuşurken şunu söyledim: Meselâ “Râbia” işâreti yaptığı zaman Erdoğan’ı alkışlayanlar, Sisi ile fotoğrafını gördükleri zaman da, “Eh tabiî, dış siyâsette çıkarlar var” diyorlar. Bunu aynı insanlar söylüyor. Ya da, muhâlefetin bir kesimi, “Nasıl olsa Mehmet Şimşek’le de bu iş yürüyemez” diye yorumluyorlar. Mehmet Şimşek’in uygulayacağı, uygulamaya başladığı politikaları sorgulamaktan ziyâde, “Nasıl olsa bir yerde ârıza çıkar. Erdoğan’ı biliyoruz…” gibi bir hava var. Benim konuştuğum bâzı isimler, bu hamlelerin ardından IMF’ye yönelme ihtimâlini de çok ciddîye alıyorlar. Olur ya da olmaz bilmiyorum, ama IMF’ye yönelse de hep eski videolar, Erdoğan’ın IMF hakkında söyledikleri filan ortaya çıkacak. Hiçbir anlamı olmayacak. Erdoğan tam bir “Dün dündür, bugün bugündür” olayını yapabiliyor.
Muhâlefetten de, bu son ekonomik politikanın kendisine yönelik bir eleştiri henüz görmedik. Büyük bir ihtimalle, “Bekleyelim görelim. Hayat pahalılığı artsın, enflasyon artsın, o zaman bir iki şey söyleyelim” diyen, daha sonra da Erdoğan’ın Mehmet Şimşek’e, “Yeter artık, benim yerel seçimleri kazanmam gerekiyor. Biraz geri çekil” demesini bekleyen bir durumla karşı karşıyayız sanki.
Kemal Can: Geçen haftaki “Haftaya Bakış”ta da konuştuk. Ben açıkçası Mehmet Şimşek’li bu yeni yönetim politikasının bu havayı, daha hiçbir şey yapmadan oluşturabildikleri havayı, beklentiyi bence yerel seçime kadar yaymak ve aslında Erdoğan açısından sıkıntı yaratabilecek ekonomik baskıyı yerel seçime kadar hissettirmeyecek biçimde süreci yönetmekle ilgili bir mutâbakata varıldığını düşünüyorum. Yani daha yavaş hareket edilecek bu konuda ve bu yavaş hareket etmeyi de hem zâten ekonomi merkezli olarak çok kuvvetli bir siyâsal ve toplumsal muhâlefet örgütlenmediği için, böyle bir güç ortaya çıkmadığı için, hem de ortalama kanaat önderlerinin hepsi, biraz önce konuştuğumuz gibi “bir bakalım”cı davrandığı, hattâ hemen çekildiği için fazla da sıkıntı çekmeyecekler. Çünkü şimdiye kadar, özellikle daha bağımsız ekonomik aktörlerin ya da gözlemcilerin, yorumcuların, hattâ bâzı ekonomik çevrelerin, zaman zaman, “İpler kopuyor mu?” yorumlarına neden olan böyle çıkışlarla süreci eleştirdiklerine tanık olduk. Ama ben eminim ki bu süreçte, yerel seçime kadar kimseden böyle bir ses duymayacağız.
Ama demin senin söylediğin örnekteki olay şu: Hani hep anlatılır ya? “Komünizm gelecekse onu da biz yaparız” mantığı var ya? Erdoğan’ın temel yaklaşımı, hem kendi tabanıyla kurduğu hem bütün güç merkezleriyle kurduğu temel ilişki mantığı: “Ne gerekirse onu yaparım, ama bunu ben yaparım. Bunun karârını ben veririm”. Yani “Heterodoks lâzımsa onu getiririm. Onun için sadâkat mi lâzım, sâdık adamı getiririm. Her dediğimi yapan Merkez Bankası Başkanı da olur; çıkar ben onu da azarlarım. ‘Lâf dinlemeyeni görevden aldım’ da derim. Lâzımsa, Amerika’dan da getirir, onu da koyarım. Ama bunun kararlarını ‘ben’ veririm. Dolayısıyla burada belirleyici olan aktör benim. Politikalar değil, çizgiler değil, hattâ Nas bile değil, benim”. Bu yaklaşım bir kez daha karşımıza çıkıyor. Üstelik seçim galibiyetinin üstüne bunu daha da kolay kabul ettiriyor.
Ama şöyle bir tabloda, meselâ kur krizi üzerine biraz gürültü çıktı, ama kur krizi bence bir kontrolden çıkmışlıktan değil, biraz hafif hafif normalleştirme… Normalleşmeden kastım, siyâseti normalleştirme değil ekonomide sıkışan buharı biraz gevşetme işiydi. Belki biraz ayarı kaçtı, ama hemen müdâhale de edildi; tamâmen serbest de bırakılmadı. Bu şekilde yürüyecek. Bence, bir yandan yapısal sorunlar, ikinci aşamada da, bu sürdürme sürecindeki sıkıntıların büyük bir kısmı aynı yerinde kalacak. Çünkü baktığımız zaman, şimdi büyük ölçüde seçime endeksli olarak biraz seçim ekonomisi uygulamalarıyla maaşlarda düzenlemeler yapıldı, o anlamda biraz musluklar açıldı; ama meselâ yerel seçim için benzer bir tabloya ihtiyaç duymadığını düşünürse bunu yapmayabilir. Tam tersine, enflasyonu baskılayarak, genel kamuoyunda sıkıntı büyüse bile, “Çözerse o çözer” algısını devam ettirecek bir politik pozisyon da alabilir. Onun için ben açıkçası yakın dönemde çok önemli bir rota değişikliği ya da politika değişikliği olmayacağını, ama yılın sonuna doğru, yapılan hamlelere bakılarak, atılacak adımların yavaş yavaş gerçekleşeceğini, Mehmet Şimşek ile yapılan mutâbakatın da bu zeminde oluştuğu kanaatindeyim.
Ruşen Çakır: Muhâlefette çok fazla bir şey yok. Bir tek İmamoğlu çırpınıyor, sürekli bir şeyler söylüyor. Kılıçdaroğlu ile görüştü. Kılıçdaroğlu ile görüşmesi hakkında güvenilir kaynaklardan duyduğum; çok net bir şekilde, “Bu iş sizinle olacak gibi gözükmüyor. Benim önümü açın” meselesini bir şekilde söylediği. Ama Kılıçdaroğlu onun önünü açar mı? Pek açacak gibi görünmüyor. Şimdi kongre süreci olacak. Kongrede Kılıçdaroğlu yeniden aday olacak mı? Bir ihtimal, yerel seçimi hedef koyacaklar. “Yerel seçime kadar böyle olsun, sonra bakarız” diyecekler. Ama yerel seçimde de çok heyecan verici bir veri görünmüyor. Şu günün durumunda, İstanbul’u, bir ihtimal Ankara’yı, Adana’yı, Antalya’yı, Mersin’i yeniden alma ihtimâli olabilir mi? Geçen yerel seçimde hem İYİ Parti hem HDP’nin desteğiyle almıştı. Şu hâliyle bakıldığı zaman, bugün îtibâriyle bu mümkün gözükmüyor. Tabiî ki bunun için çalışacak. Özellikle İYİ Parti’yi yanına çekmeye çalışacak. Ama İYİ Parti ile araları, son seçim nedeniyle bayağı açıldı. Millet İttifâkı’nın dağıldığını İYİ Parti îlân etti. CHP bir şey söyleyemedi. Arada, “İmamoğlu kendisi bir parti kurar mı?” lâfları da dolaşıyor. Şu hâliyle bakıldığı zaman, koskoca muhâlefet cephesinde İmamoğlu dışında konuşulacak bir konu yok.
Bu akşam Kılıçdaroğlu Sözcü TV’ye çıkacakmış. Seçim yenilgisinden sonra ilk defa bir canlı yayına çıkacak. Herhalde meslektaşlarımız kendisine bu konuyu soracaklardır. O konuyla ilgili hazır cevapları vardır. Kılıçdaroğlu’nun İmamoğlu’na yönelik söylediği, “O benim evlâdım, aramızda sorun olmaz” cümlesi de bir yerden sonra artık hiç inandırıcı değil. Bir de tabiî, Kılıçdaroğlu’nun insanlara söyleyeceği ne var? Ne diyebilir? Yerel seçime yönelik insanları nasıl motive edecek? Ne söyleyerek motive edecek? “Genel seçimde olmadı, ama bu sefer olacak. 2019’daki yerel seçimden daha başarılı olacağız” diyecek tabiî de, bunu neyle gerekçelendirecek? Neleri gösterecek, nasıl yapacak? Açıkçası çok şüpheli.
Kemal Can: İşin 2 tâne farklı veçhesi var. Birincisi, senin söylediğin gibi 2019 ittifakla sağlanmış. Bu süreç içerisinde, “10 yılda muhâlefetin tek başarısı” diye târif edilen ve birlikte sonuç alabildiği, aslında oy oranı îtibâriyle değil ama belediye kazanmak bakımından sonuç alabildiği seçim — ki büyükşehirlerde, muhâlefetin iktidâra göre hâlâ daha iyi konumda olduğunu biliyoruz. Meselâ şu son seçimde bile, İstanbul, daha önce olduğu gibi oy oranı îtibâriyle de bu sefer muhalefet cephesinde. Ama çok önemli bir sorun var: Muhâlefeti tekrar bir arada tutacak bir formül bulunması. En azından birkaç büyükşehir için böyle ortak formüller üretilebilmesi. Bunun önünde, bu ittifâkı oluşturacak her bir partinin kendi içindeki sıkıntılardan doğan engeller var bir kere. İkincisi, seçmenin bu enerjiyi hissedip burada bütünleşmesi ve tekrar bir kazanma motivasyonuna taşınması sorunu var.
Bunun dışında, bu ittifakın nasıl çatılacağının formülleri bulunmadan önce, her bir aktörün kendi meselesini çözmesi lâzım. O yüzden, şu anda muhâlefetin hâlâ en büyük partisi olan CHP’nin meselesi herkesin meselesi gibi davranılıyor. Hattâ iktidar dâhil, şu anda herkes CHP’yi konuşuyor. Birtakım televizyon anchor’ları, “Sen şunu yap, sen şöyle yap” tâlîmatları veriyorlar.
Ruşen Çakır: Ben izlemediğim için bilmiyorum.
Kemal Can: Yani muhâlefet kanallarında da iktidar kanallarında da böyle şeyler var. Pek çok yorumcu, hattâ akademisyen, doğrudan parti içi meselelerle ilgili formüller öneriyor. Bunun hepsinin özetinde, “Bir şey olması lâzım” fikri var. Bunun adı genel olarak “değişim”: “Bir şey olması lâzım” fikri. Ama o değişecek şeyin ne olacağı konusunda bir mutâbakat yok. Çünkü şöyle bir zorluk var: Büyükşehirleri kazanmak için, büyükşehirlerin adayları üzerinden bir zemin yürütüp, erken bir târihte adayı öne çıkartıp, adayın kendi etrâfında bir ittifak çatması, bunun bir formülü olabilir; ama böyle olduğu takdirde partilerin durumunun ne olacağı meselesi var — meselâ İmamoğlu örneğinde olduğu gibi. Şimdi diyelim ki İmamoğlu İstanbul Büyükşehir için tekrar aday mı olacak, yoksa CHP’nin başında olup İstanbul Büyükşehir’in kazanılması için onu mu yürütecek? Bu, temel stratejik kararlardan biri.
Senin söylediğin gibi, İmamoğlu birtakım çıkışlar yapıyor. Ama o çıkışlar, tıpkı daha önceki süreçte olduğu gibi, daha çok îmâ sınırında hâlâ. Yani çok net bir tutum almış değil. Daha önce yaptığı veya öyle göründüğü hatâdan biraz uzak durmaya çalışıyor. Parti dışından, genel kamuoyundan, hattâ başka partilerin tazyikinden bir güç çıkartmak ve dolayısıyla partideki pozisyonunu böyle güçlendirmek gibi bir riskin oluşturacağı alerjiye çok düşmek istemiyor. Dolayısıyla şu andaki süreçte, biraz, Kılıçdaroğlu ile berâber meseleyi çözmeye dönük bir yol yürümeye çalışıyor.
Ruşen Çakır: Kılıçdaroğlu’nun onayı dâhilinde yani.
Kemal Can: Evet, öyle bir süreç yürütmeye çalışıyor. Çünkü dışarıdan oluşacak bir tazyikle, adaylık sürecinde olduğu gibi bir şeye girmenin, kendisini de yıpratabileceğini, partinin taşıyıcı etkisini de zayıflatabileceğini düşünüyor.
Ruşen Çakır: Şu and’a aklıma gelen bir şey var. Kızacaklar belki bana, ama onu söylemeden edemeyeceğim: Gelecek, DEVA, Saadet ve Demokrat partilerinin yerel seçimde desteğini almak için, birisine Beşiktaş, birisine Şişli, bir diğerine Kadıköy belediyelerini verirler mi acaba? Çünkü neymiş? “Ticâret böyle bir şey”miş. O acayip bir deneyimdi ve o konuda taraflar hâlâ… Yani bir taraf memnun zâten hâlinden. Ne konuşacak? Ama öteki tarafta insanlar hâlâ bunu konuşmuyorlar. Bunu hep söyleyip duruyorum, ama benim içimde bir ukde bu. Gezi zamanında twitter’da esip gürleyen AKP’nin baş trolü “Serbest İrade” nick’li Taha Ün vardı. O târihte Emine Erdoğanın Özel Kalem Müdiresi olan eşi, bugün CHP listesinden milletvekili oldu, Hacer Foggo olamadı. Bireysel olarak ne diyeceğimi şaşırıyorum. Niye o oldu da, Hacer Foggo olmadı? Ya da CHP’nin İstanbul’da Parti Meclisi üyesi, başörtülü çok ciddî, çok çalışkan –en azından öyle olduğunu görüyoruz– bir kadın aday var. Onu da seçilemeyecek yere koydular. Ama DEVA ve Gelecek partilerinden birtakım kadınlar girdiler. İkisi de çok sessiz kaldı, bunu kabullendiler. Hacer’i düşünsene. Kaç kere en önemli lansmanlarda öne çıkardılar. “Hacer” diye hitap ediyorum çünkü kırk yıllık arkadaşım. Yani arkadaşım olduğu için değil, herhangi bir insan olsa da bunu söylerdim.
Kemal Can: Bu konuyla ilgili senin reaksiyonun da, hepimizin ortak olarak çok rahatsız olduğu, hakîkaten mantıkla, akılla, siyâsetin gereğiyle, herhangi bir şeyle açıklanması son derece zor bir tablo. Ama işin şöyle bir tarafı da var. Bunu kıyasla yapınca, yani “Onlar girip, öteki girmedi” deyince, çok daha acayip duruyor tabiî. Ama seçim bu yüzden kaybedilmedi. Tam tersine, seçim onlara bir şey verildiği için değil, hakîkaten toplumsal muhâlefet alanında doğrudan kılcallarla temas edebilenlerle yürüyen bir toplumsal muhâlefetin üstüne binmiş bir muhâlefet olmadığı için kaybedildi. Çok açık bir şey var: Kimlik siyâsetiyle mücâdele ediyorsan; karşında kutuplaştırmayı kullanan, kimlik siyâseti araçlarını kullanan bir otoriter iktidar varsa, sen, o kimlik âidiyetlerinin temsilcilerini bularak, onlara makam, mevki, bir şey vererek ya da onların belirleyiciliğini kabul ettiğini göstererek, o temsiller üzerinden bir destek tedârik edemezsin. Olamadığını gördük. Çünkü tersi, o kimlik âidiyetlerinin hepsinin en koyu, en belirgin, en baskın hâlini kendi içinde tutan bir iktidar var karşında. Sen onun başka versiyonlarını gösteriyorsun.
Ama tam tersine, “Seçimi bekleyin” denilen, gerçekten muhâlefet dinamiklerinin hepsiyle berâber yürüyen, yoksullarla berâber yürüyen, kadınlarla berâber yürüyen, öğrencilerle, gençlerle berâber yürüyen bir muhâlefet, başından îtibâren her türlü problemde, her türlü olumsuzlukta, muhâlefet edilecek her şeyde sesini çıkaranın yanında olan ve onlarla berâber yürümeye devam eden, adâlet için, demokrasi için, ekmek için, hadi liyâkat için, böyle yürüyen bir muhâlefet olsaydın, şimdi başka bir şeyden bahsediyor olabilirdik.
Ruşen Çakır: Programın başında söylediğim husus: Meselâ Tayfun Kahraman. Ekrem İmamoğlu çok istedi onun vekil olmasını ve beklediler, ama hiç şaşırmadım; Kılıçdaroğlu, “Onu daha sonra, iktidâra geldikten sonra kullanacağız” dedi. Can Atalay’ın da CHP’den olmasını düşündü arkadaşları. Ama Tayfun Kahraman’ın olmadığı bir yerde, olmasının mümkün olmadığını gördüler ve sonra TİP formülü girdi ve helâl olsun Barış Atay’a, Hatay’dan çekilip Can Atalay’ı oradan milletvekili gösterdiler.
Kemal Can: Can’dan bahsettiğin için hemen söyleyeyim. Çok açık bir şey: Meclis’te Numan Kurtulmuş iktidârın Meclis Başkanı adayı. Şöyle ya da böyle, Meclis çoğunluğunun onda olduğu ve belirli bir turda kazanacağı çok açık. Muhâlefet olarak, hadi diğerlerini bir kenara bıraktım, CHP birinci turda kendi adayını gösterdi ve grup disiplinini tartmak istedi. Hadi onu da geçtim, neden ikinci turda, üçüncü turda, açıkça hukuk ihlâliyle Meclis’te bulunması engellenmiş bir milletvekili, üstelik Türkiye İşçi Partisi’nin Meclis Başkan adayını desteklemek…
Ruşen Çakır: Galiba belli bir turdan sonra belli bir oy alması gerekiyor.
Kemal Can: Neden Can Atalay’ı destekleme formülünü uygulamıyor? Hadi diyelim bunun önünde bir içtüzük engeli var. Ama çok açık biçimde adâletsizlik ve âdil olmayan bir siyâsî zeminden bahsederken, açık adâletsizliğin en somut örneği olan seçilmiş milletvekilinin Meclis’e getirilmemesi, hapisten çıkarak Meclis’te yemin ederek göreve başlamasının engellenmesi karşısında, nasıl bu kadar sessiz? Yani Pendikspor kutlaması yapana kadar…
Ruşen Çakır: Kılıçdaroğlu sonradan bir tweet atıp “Hesap soracağız” dedi.
Kemal Can: Ya tamam da, ben Kılıçdaroğlu’nun tweet’leri üzerinden söylemiyorum; hakîkaten bir enerji göstermekten bahsediyorum. Zâten bu tweet atmalar, paylaşımlar meselesi değil. Hakîkaten onun organik parçası olmaktan söz ediyorum. Muhâlefet dediğin şeyin böyle bir şey olması lâzım.
Ruşen Çakır: İlçe belediyeleriyle ilgili söylediğim “öneri”ye ne diyorsun?
Kemal Can: Olur, olur, tabiî.
Ruşen Çakır: Bayağı işe yarar herhalde. Böylece oraları da kaybetmiş olurlar. Evet, burada noktalayalım Kemal. Bu hafta “Haftaya Bakış” bu kadar. İzlediğiniz için çok teşekkürler. Haftaya tekrar buluşmak üzere, İyi günler.