Paşa Öğretmen, tırnak kontrolü konusunda saplantı ölçüsünde titizdi ve ortalama beş haftada bir kafa kırdığını herkes bilirdi. Diğer öğretmenler gibi her pazartesi sabahı düzenli tırnak kontrolü yapmaz, aklına esince bir anda derse ara verip “Çıkarın mendillerinizi” diye gürlerdi. Yüz hatları, beden duruşu, bakışları, ten rengi hatta kokusu bile değişirdi Paşa Öğretmen’in. Sanırım bir tür başkalaşım yaşıyordu o anlarda. Kurtadamlık, vampirlik, zombilik gibi gözle görülür, radikal bir dönüşümdü bu… Karanlık bir büyünün etkisi altında hareket edercesine sopasını alıp karşımıza dikilirdi.
Onun için tırnak pek önemli değildi, lafın gelişi “tırnak kontrolü” derdi bu kutlu törene. Mendilimizin olup olmaması onu ilgilendirirdi yalnızca. Sanırım onun gözünde mendilsizlik en büyük günah falan olmalıydı. En büyük günah da en büyük cezayı hak ederdi haliyle. Hiçbir bahaneyi dinlemez, kız-oğlan ayırmaz, onu mendilsizliğe karşı savaşmaya kışkırtan kara büyünün etkisiyle sopayı kafamıza indirirdi. Sene başında arkadaşım Rifat’ın kafasında yaptığı şişliği nasıl unutabilirdim? “İkinci bir beynin oldu işte oğlum, fena mı? Bir de bunu dene, daha iyi iş görür bakarsın” diye takılmıştım ona.
O gün yaşadığım acayipliğin bu yaşa kadar hafızamda diri kalması tuhaf gelebilir sana. Büyük bir haksızlıkla karşı karşıyaydım çünkü ilk kez mendilsiz gitmiştim okula. Abim, üzerine mürekkep damlattığı için annem çamaşır suyuna (ya da onun tabiriyle “ilaca”) yatırmıştı güzel, sütbeyazı mendilimi. Bunu Paşa Öğretmen’e anlatamayacağımı biliyordum. Daha ikinci kelimeyi söylerken sopa kafama inmiş olurdu.
Üçüncü sıranın son çeyreğindeydim. Yaklaşık yedi dakikam vardı. Onun ağırkanlı, özenli hareketlerini ve trans haldeki birine ait bakışlarını ezberlemiştim artık. Paşa Öğretmen tırnaklara, saçlara, kulaklara ve evet, en sonda da mendile bakıyordu. Titremeye başlamıştım. Aklıma tek bir çözüm geliyordu. Defterin bir sayfasına “Öğretmenim, beni dinlemeyeceğinizi bildiğim için bu yolu buldum. Yemin ederim mendilini bir madalya gibi gururla taşıyan, bu konuda en az sizin kadar duyarlı bir öğrenciyim ancak abimin aymazlığı yüzünden mendilimin üzerine mürekkep damladı ve haliyle lekeli bir mendille karşınıza çıkma terbiyesizliği göstermek istemediğimden onu ilaca yatırdım. Bundan sonraki on yıl boyunca ne zaman isterseniz, tertemiz, lekesiz mendilimi görebilme yetkisi veriyorum size. Öğretmenim olmasanız bile… Hatta askerde bile fotoğrafını çekip gönderirim mendilimin” gibi bir şeyler yazıp, parmaklarımı mendil yerine bu sayfanın üzerine yayabilirdim. Böylece dikkatini çekip okumasını sağlayabilir miydim? Bu fikri biraz daha ilerletip şöyle bir aşamaya vardırdım: Okulun en iyi resim çizen öğrencisi değil miydim? Resim defterimden bir sayfa koparıp onun üzerine bir mendil deseni çizip parmaklarımın altına koyamaz mıydım? Boya kalemleriyle katlı mendilin iki renkli bordürünün küçük bir bölümünü resmetmem ne kadar sürerdi? Bu fikri işlemeye başladığımda tam beş dakika yirmi iki saniyem kalmıştı. Mümkün değildi! Mendilin kumaş dokusu el oyalayacak bir işti.
Geçen Hıdırellez’de kasabaya gelen cambazhanedeki “gözbağcı”nın elini başının üzerine götürüp şöyle bir bilek hareketi yaparak boşluktan, gaip âleminden bir mendil peyda edişini hatırlayıp o anın ayrıntılarını gözümün önünde canlandırdım. Gözbağcı’nın hareketinde mi yoksa dudaklarının belli belirsiz kıpırdanışında mıydı keramet? Bunun cevabı ne olursa olsun, her iki durumda da o sihirli hareketi yapıp havada mendil yaratabilecek bilgim yoktu. Bunu anladığım zaman tam olarak dört dakika otuz iki saniyem kalmıştı. “Akıllı biri için uzun bir süre, doğru kullanılabilirse bu süreye birkaç mucize sığabilir” şeklinde özetleyebileceğim bir fikre ulaştığımda üç dakika kırk saniyem kalmıştı. Zaman nasıl acımasız bir akıştı. Kıyısına çıkamadığımız bir sürükleniş…
O acımasız fırtına biraz durulsa, duraklasa şahane çözümler bulabilirdim oysa. Şimdi, Paşa Öğretmen’in elindeki sopayı sallaya sallaya tırnaklara, kulak içlerine, yakalıklara bakarak gelişini izlerken ne kadar yaratıcı olabilirdim ki?
İşte o anda, hemen çaprazımda oturan Cemil’in de mendilinin olmadığını gördüm. “Tırnak kontrolü” töreninde fısıldaşmanın ölümcül günahlar arasında olduğunu bildiğimden göz göze gelebilmek için birkaç kez eğilip doğrulmak zorunda kaldım. Cemil’in dikkatini bir türlü çekememiştim çünkü o da Paşa Öğretmen’i izlemekteydi. Neden öyle büyük bir özenle, gözlerini ayırmadan öğretmene bakıyordu acaba, bir tür hipnotizma mı deniyordu, diye düşünmekteyken, yani Paşa Öğretmen’in bana ulaşmasına tam olarak üç dakika elli bir saniye kala o mucizevi ana tanık oldum. Cemil, öğretmene ve sınıftakilere çaktırmadan sağ ayakkabısını çıkardı, ağır ve soğukkanlı hareketlerle çorabını sıyırıp onu önce masanın altındaki defter gözüne bıraktı, ayakkabısını giydikten sonra çorabı yavaşça, tek eliyle katlamaya başladı. Bakışlarını öğretmenden ayırmadan, hünerli, uzun parmaklarıyla çorabı sıranın üzerine yayması, uyduruk bir öksürük nöbetinin hemen ardından, neredeyse kendiliğinden gerçekleşivermişti. Bir gözbağcı hüneriyle…
Bütün süreci izlememem rağmen, Cemil’in parmaklarının altındaki o beyaz kabartının bir mendil olmadığını söyleyemezdim. Dahice bir buluştu. Kimse olup bitenin farkında değildi. Öylecene kendinden emin, kaygısız bir beden duruşuyla, neredeyse Paşa Öğretmen’e meydan okurcasına, denetim sırasının kendisine gelmesini bekliyordu. Dudaklarında alaycı bir gülümseme, bakışlarında “Öf, bu saçma tören bitse de işimize baksak” diye tercüme edilebilecek bir umursamazlık… Kimse onun parmaklarının altındaki nesnenin görüntüsüne, dokusuna, kokusuna bakmazdı. Bir yalanı başkasına inandırmanın sırrını çözmüştü Cemil: O yalana kendisi de inanıyordu! Çorap dediğin, gerektiğinde bir mendile dönüşebilen bir nesnedir ya zaten! Buna inanman yeterli!
Sağ ayakkabımı çıkardığımda Paşa Öğretmen ile aramızda tam olarak iki dakika elli yedi saniye vardı. Çorabımı çıkarıp masanın altındaki defter gözüne kaydırdığımda süre iki dakika yirmi üç saniyeye inmişti. Ayakkabımı giyip, çorabıma mendil şekli verme işini bitirdiğim zaman süre bir dakika kırk sekiz saniyeye inmişti. Bakışlarımı öğretmenden bir an bile ayırmadan, ellerimin hünerine güvenerek çalışıyordum. Uygun bir anı kollayıp mendil süsü verdiğim çorabı parmaklarımın altına çıkardığım zaman Paşa öğretmenle aramızda tam elli saniye kalmıştı.
Paşa Öğretmen “Bu ne ulan?” diye gürleyip sopasını kaldırıp kafama indirdiğinde aramızdaki zaman ve mekan mesafesi sıfırlanmıştı. Aynı zamanda ve mekânda buluşmuştuk. Sonsuzca kendini tekrar edecek bir zaman dilimine hapsolmuştuk. Hemen önümde, hafif yan dönmüş Rifat’ın gözlerindeki dehşeti gördüğümde dünya siyah sis öbekleriyle kaplanmaya başlamıştı.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Paşa Öğretmen’in elindeki baklava desenli çorabı havada sallayıp “Düzenbaza bakın hele” diye gürleyişini, sinirli bir kahkaha atışını, bütün sınıfın kahkahalarla ona eşlik edişini ve benzer pek çok ayrıntı o siyah sisin arkasında perde perde solan, başkasına ait bir hayatın anlarıydı. Eve dönerken bütün bunları Rifat’tan dinliyordum.
“Önce Rifat’a sor bakalım yedek bir mendili var mıymış?” diye düşünmeye adanmış, ceviz iriliğinde bir beynim daha vardı artık. Ne zaman biri “beyincik” dense o şişlik gelir aklıma. İyi planlanmamış bir hileyle zorbalığı geçiştirmeye çalışırken bana bağışlanan bir beyincik. Zorbalık karşısında daha özenli, daha planlı olmam gerektiğini düşünmemi sağlayacak olan bir beyincik. Zamanla söndü, kayboldu gitti.
Rifat “Ulan oğlum salak mısın sen? Baklava desenli mendil olur muymuş? Bir işaret çaksaydın ya bende yedek mendil vardı” dediğinde bizim evin önüne gelmiştik.
“Başka bir zaman artık” dedim. Vedalaşmak için havaya kaldırdığım elimi, farkına bile varmadan başımdaki şişliğin üzerine götürdüm.
Bazen haberleri dinlerken, “devlet büyükleri”nin konuşmasının ortasında elim kafama gider. Kaybettiğim o beyinciğin geride bıraktığı auraya dokunur parmaklarım. Hasmın hareketlerini incelerken arada kendi çorabımdaki desene de bir göz atmam gerektiğini fısıldayan bir aura…
Not: Bu yazıyı yalnızca bir çocukluk anımı dile getirmek için kaleme aldım. Herhangi bir siyasi partinin, kendi değerlerine sahip çıkmak yerine başka bir yapıyı taklit ederek göz boyamaya çalışmasına yönelik bir eleştiri falan içermemektedir. Öyle bir çağrışım yapıyorsa sorun sendedir.