Alper Yağcı yazdı | Nüfus, doğurganlık ve göç: Uzun vadeli bir bakış

Aylardır seçim ve parti tartışmalarına gömüldük. Bu yazıda biraz başımızı kaldırıp ülkece hepimizi ilgilendiren bazı uzun erimli toplumsal dinamiklerden bahsedeceğim. Türkiye son 20 yılda önemli demografik (nüfusa ilişkin) dönüşümler yaşadı. 2003 yılında hâlâ tüm doğumların yüzde 21’si evlerde gerçekleşiyor, her bin doğumun 5’i annenin ölümüyle sonuçlanıyor, dünyaya gelen çocukların binde 37’si beş yaşından önce hayatını kaybediyor, beş yaşında hayatta olan çocukların yüzde 12,2’sinin boyu yaşına göre bodur düzeyinde değerlendiriliyordu. 2018’e gelindiğinde bu kötü değerler sırasıyla yüzde 1; binde 1,4; binde 11 ve yüzde 6 düzeylerine indi. 2000-01 eğitim yılında yüzde 39 olan kızların ortaöğretimdeki net okullaşma oranı, 2021-22’de yüzde 89’e yükseldi. Bu sırada kadınların istihdam oranı yavaş artmasına rağmen 2001’de 2,4 olan kadın başına doğurganlık oranı 2021’de 1,7 ile hem dünya ortalamasının, hem de kendini ikame oranının altına düşmüş durumda. Bu değişimlerden bazıları muhakkak ki iyi haber. Bazıları ise yaşamakta olduğumuz veya gelecekte yaşayacağımız birtakım sorunların göstergesi. Ben daha çok sorunları tartışmak istiyorum. Özellikle de doğurganlık konusunda.

Belki çoğumuz, modernleşmeyle birlikte doğurganlığın sürekli azalması şeklinde bir tabloya alışığız ve bu yüzden de doğurganlığın düşüşünü bizatihi bir kalkınma göstergesi olarak olumlu karşılıyoruz. Oysa ki kadın eğitimi ve istihdamı arttıkça, doğurganlığın sürekli düşmesi toplumsal evrimde son istasyon değil. Kalkınmış ülkeler arasında bu istasyonu geride bırakıp doğurganlık oranlarını yükselişe geçirenler var. Bu konuda başı İskandinavya ülkeleri ve Fransa çekiyor (bkz. Grafik 1). Üstelik bu ülkeler içinde daha eğitimli bireyler, doğurganlık ve partner istikrarı konularında ortalamayı yukarı çeken nüfus grubu olmaya başladı.

Seçili ülkelerde doğurganlık. Kaynak: Dünya Bankası

Refah devleti üzerine eserleriyle tanınan Danimarkalı siyaset bilimci Gosta Esping-Andersen, bu süreci iki aşamalı bir toplumsal evrim şablonu üzerinden anlamayı öneriyor: İlk aşamada, modernleşmeyle birlikte kadınların eğitime ve ücretli istihdama katılımı artıyor ve geleneksel cinsiyet rolleri münasebetsiz kalmaya başlıyor. Ancak erkek, ev işleri ve çocuk bakımını kadının neredeyse tek başına çekip çevirmesine yönelik geleneksel beklentileri hâlâ taşıyorsa, çalışan kadın, biri emek piyasasında biri evde olmak üzere “çifte mesai” baskısıyla karşı karşıya. Bu durum doğurganlığı düşürüyor ve boşanma oranlarını da artırıyor. Bununla birlikte zamanla toplumsal cinsiyete dair normlar yeni realitelere uyum sağlayarak dönüşebilir. Böylece ikinci bir aşamada, daha yeni kuşak çiftler; ev işi ve çocuk bakımını daha hakkaniyetli paylaşıp eğitimli, çalışan, bağımsızlığı yüksek kadınlara uyumlu bir aile yaşamı inşa etmeyi daha iyi başarabilir. 

Esping-Andersen bu sonucu yalnızca cinsiyet dayanışmasıyla, yani erkeklerin eşlerinden beklentilerini değiştirmesiyle açıklamıyor. Tam zamanlı çalışan kadınların çocuk doğurmasını ve büyütmesini kolaylaştıran sosyal politikalar, bu değişimin kurumsal imkânını oluşturuyor. Uzun (ücretli) annelik ve babalık izinleri, bebek bakımını kolaylaştıran mali ve sosyal hizmet destekleri, işyerlerinde zorunlu tutulan kreşler, okul öncesinden başlayarak kaliteli kamusal eğitime erişim; söz konusu “sosyal yatırım” politika paketinin parçaları. Bu paketi en büyük başarıyla hayata geçiren, kapsamlı refah devleti uygulamalarıyla tanınan İskandinav ve diğer Kuzey Avrupa ülkeleri. Bu ülkelerde doğurganlık, dip noktalardan tekrar yükselişe geçebildi, bu sırada kalkınmış ülkelerin pek çoğunda boşanma oranları da düşüşte.

Şaşırtıcı olan nokta şu ki, belki de kültürel olarak nispeten ataerkil bir aile yaşamıyla özdeşleştirilebilecek ve 40 yıl öncesine kadar Avrupa’daki en yüksek doğurganlık oranlarına sahip ülkeler olan İtalya, İspanya, Yunanistan gibi ülkeler artık Avrupa’daki en düşük doğurganlık oranlarına sahip. Bu ülkelerde doğurganlığın düşüşü, kültürel kodlarla değil, kültürün evrimini de şekillendiren istihdam ve sosyal politika süreçleriyle açıklanabilir. İstihdam oranının nispeten düşük olduğu ve 2008-11 finans/borç krizinin ardından iyice çöktüğü bu ülkelerde, gebeliği ve çocuk bakımını destekleyen bir refah devleti de Kuzey Avrupa’daki ölçüde tesis edilmiş değil. (Mesele sırf refah devletinin cömertliği de değil, biçimi. Bu ülkelerde, tıpkı Türkiye’de olduğu gibi, refah devletinin en büyük bileşeni emekli ve yaşlı aylıklarına yapılan harcamalar). Bu ortamda gençler tam zamanlı iş bulmakta ve aile kurmakta, aile kurup çocuk yapanlar ise kariyerlerini sürdürmekte zorlanıyor. 

Türkiye’ye dönelim. Kadın başına 1,7’lik çocuk oranıyla Türkiye doğurganlık seviyesi açısından henüz Avrupa ortalamasının üzerinde. Fakat genç istihdamı ve refah devleti açısından Güney Avrupa ülkeleriyle önemli benzerlikler taşıyan ülkemizde bu oranın yerli nüfus için yakın gelecekte hızla düşerek Yunanistan benzeri bir akıbete doğru ilerlemesi olası. Doğal çevreyi önceliklendiren ekolojik bir açıdan bakınca bu durum iyi haber gibi görünebilir. Oysa ki Türkiye’de başka hiçbir konuda doğayı önceliklendirmiyor, yüksek ekonomik büyüme hedeflemeye devam ediyoruz. Ayrıca hemen her konuda olduğu gibi bu konuda da toplumsal maliyetler rastgele değil, sınıfsal dağılıyor. Bakıcı, kreş gibi uygulamalara para yetiremeyen çiftler aile içi istikrarı sağlamakta ve istedikleri sayıda çocuk yapmakta zorlanırken, büyük kentlerde çocuk yapmak git gide lüks haline geliyor. Örneğin İstanbul’da doğurganlık oranı Şanlıurfa’dakinin neredeyse üçte biri. 

Her halükarda, toplamda ekonominin büyüyebilmesi için ve bu sırada emekli aylıklarının ödenmeye devam edebilmesi için, iş gücüne genç insanların katılıp çalışması ve sigorta primi ödemesi lazım. Doğurganlığın düşüşü, bağımlı/çalışan oranının artışını getirecektir. 2020-21 yılları itibarıyla Türkiye, çalışma çağındaki (yani 15-64 yaşındaki) nüfus oranının geçmiştekinden ve gelecektekinden yüksek olduğu bir demografik fırsat penceresinin zirvesine ulaşmış durumdaydı. Fakat eskiye kıyasla çocukların oranının küçülmesiyle yükselen çalışma çağındaki nüfus oranı, artık yaşlıların oranının büyümesiyle yavaş yavaş düşecek. Eğer bu demografik trend değişmezse, ya aynı nüfus içinde kadınların iş gücüne daha çok katılması lazım, ya da uluslararası göç ile iş gücü ithali.

Ekonomik büyüme konusunda her daim ısrarcı olan AKP hükümetleri, 1960’lardan beri tesis edilmiş olan aile planlaması yaklaşımını bu yüzden değiştirerek, doğurganlığı teşvik eden pro-natalist bir yaklaşımı savunmaya başlamıştı. Bu yaklaşım, bu muhafazakâr partinin aile, toplumsal cinsiyet ve ulusal azametle ilgili vizyonuyla da örtüşüyordu. Bir yandan da, iktidar bloğunun seçmen tabanını oluşturan kesimin, eğitim oranı ülke ortalamasının altında olmakla birlikte hızla yükselmekte olduğu için, bu dönüşümle doğurganlığını ve böylece seçimlerdeki sayısal iddiasını kaybedebileceğine yönelik bir endişeyle da ilgiliydi herhalde.

Bu bağlamda AKP hükümetlerinin kadınlara yönelik sosyal politikaları, kendi içinde iki gündemin rekabetini yansıtageldi. Bunlardan biri, Kuzey Avrupa’dan çıkarak belli başlı uluslararası kuruluşların önerilerini şekillendiren; kadın istihdamı ve doğurganlığı bir arada desteklemeyi amaçlayan “sosyal yatırım” gündemi. Diğeri ise geleneksel aile ve doğurganlık vurgusunu merkeze koyup, kadın istihdamını buna göre idare etmeyi gözeten muhafazakâr gündem. Hayata geçirilen politikaların ayrıntılı bir incelemesini burada yapamayız ancak bunların kadınların esnek ve yarı zamanlı işlerde veya erkeklerle farklı iş kollarında çalışacakları bir iş bölümü ile nispeten uyumlu oldukları söylenebilir. Her halükarda, AKP hükümetlerini, eğitim seviyesi ve çalışma arzusu sürekli yükselen genç kadın nüfusunun ihtiyaçlarını politika tercihleri içinde şu veya bu şekilde hesaba katmaya zorlayan bir demografik baskı söz konusu idi. 

“İdi” yazdım. Çünkü neredeyse on yıldır, Ortadoğu’dan sağlanan göç, alternatif bir “çözüm” kapısı daha açtı. Türkiye’de 2021 sonu itibariyle 85 milyon olan (Iraklı, Afgan ve İranlıların başını çektiği, oturma izni almış 1,8 milyon yabancı dahil) yerleşik nüfusa ek olarak 3,5 milyonu geçici koruma statüsü taşıyan Suriyeliler ve, ilaveten, bilinmeyen sayıda düzensiz göçmen yaşıyor. Göçmen grupları arasında özellikle kamuoyunda “mülteciler” olarak bilinen Suriyelilerin eğitim, sağlık ve aile davranışlarıyla ilgili akademik çalışmalar mevcut. Büyük kısmı kırsal kökenli olup eğitim seviyesi (varış itibariyle) yalnız Türkiye değil Suriye ortalamasının da altında olan mültecilerin Türkiye’ye katılmasıyla; geleneksel cinsiyet rollerini koruyan, doğurganlığı yüksek ve ucuz emek kaynağı bir ek nüfus ortaya çıkmış oldu. Bu nüfusun Türkiye ekonomisi içinde işlevsel bulunduğu alanlar var. AKP döneminin çoğunda 1990’ların gerisine düşmüş olan sanayi sektörünün GSYH payı, ekonominin yüksek döviz kuru ile tanımlanan yeni bir dengeye kavuştuğu 2018’den itibaren tekrar yükselişe geçerken, göçmen emeği bunda rol oynadı. Düşük eğitimli ve örgütsüz göçmen emeğinin sağladığı bu ekonomik çözüm, Türkiye’nin dinamik ama orta teknoloji ihracatçısı bir orta gelirli ülke olmaya devam edeceği bir “düşük dengenin” unsuru olabilir. Asıl konumuz olan toplumsal boyuta dönecek olursak ise ortaya çıkmakta olan tablo şu: Eğitim ve bireysellik düzeyiyle uyumlu bir istihdam-refah rejimi olmadığı için aile kurmakta ve çocuk yapmakta gittikçe zorlanan bir yerli nüfus yanında; istihdam kalitesi düşük ve geleneksel rolleri henüz terk etmediği için doğurganlığı hala yüksek bir göçmen nüfusumuz var.

Kadının toplumsal rolü ve ne tür bir aile şablonunun teşvik edileceği, ulusal siyasetteki son seçim döneminde iktidar bloğu içinde de tereddüt ve çekişmelere konu oldu. Köktenci cereyanların blok içinde görünürlüğünü artırdığını, AKP’li ve Erdoğancı çevrelerde bir tür modernite arayışı içinde olan kadın kanaat önderlerini hedefe koyabildiğini gördük. Bu tartışmalar, farkında olsak da olmasak da, demografi ve göç konusuyla göbekten bağlantılı. Türkiye’ye Ortadoğu’dan gelen göçmen nüfus, aynı dine mensup olduğu yerli çoğunlukla belirli bir kimlik devamlılığı içinde. Bu, hem göçmenlerin entegrasyonunu hem de söz konusu entegrasyonun ülkenin yerli değerlerini dönüştürmesini kolaylaştıracak bir etmen. Bu yazıda bahsi geçen her olgu gibi bunun da bence olumlu ve olumsuz tarafları var, zira geleneksel ataerkil değerleri (tekrar) hakim kılmak isteyenlerin yerli nüfusa örnek göstermek isteyebilecekleri birtakım özelliklere göçmenler sahip. Kesin olan şu ki Ortadoğu’dan Türkiye’ye göç konusunu Batı’daki tartışmalardan doğrudan ithal edilen (uyarlanmamış) kavram ve pozisyonlarla ele almak yanlış. Bu sırada demografi konusu da, yalnızca muhafazakarları ve aşırı sağcıları heyecanlandıran bir alan olmaktan çıkmalı. Nüfusun kendini eğitimli, özgür, müreffeh bir toplum olarak yeniden üretme kapasitesi, aydınlık bir geleceği umursayan herkesi ilgilendiriyor. 

Sonuçta, bu yazıyı şunu vurgulamak için kaleme aldım: Kadın istihdamı ve eğitimi ile doğurganlık arasındaki negatif ilişki, bir kader değil. Gerek ülke ortalamalarını, gerekse kalkınmış ülkelerin kendi içindeki bireyleri karşılaştırdığımızda bu ilişki aşındı, hatta dönemsel olarak tersine dönebildi. Çünkü, bir, erkekler de kadınların ihtiyaçlarıyla birlikte dönüştüler ve cinsiyet dayanışması göstererek partnerlerinden beklentilerini değiştirdiler. İki, bu değişimin maddi imkanını sağlayan sosyal politikalar var: Mesela bebek bakımını kolaylaştıran mali ve sosyal hizmet destekleri… Mesela belli büyüklükteki iş yerlerinde zorunlu tutulan kreşler… Mesela özel okul ve kreş ihtiyacını azaltacak şekilde okul öncesinden başlayarak kaliteli, çağdaş, kamusal eğitime erişim… vb. Özellikle eğitimli, çalışan vatandaşların çocuk yapabilmesi için bunlara daha çok ihtiyacımız var.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.