Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Öner Günçavdı yazdı: Cumhuriyet felsefesi

20. yüzyılın başlarında kurulan Türkiye Cumhuriyeti siyasi olduğu kadar ekonomik anlamda da önemli bir kalkınma projesidir. Bu iddianın iki nesnel dayanağı vardır. Bunlardan birisi lider kadronun söylemlerinde kullandığı “çağdaşlaşma” vurgusudur. Bu ülkeye getirmeye çalıştıkları refahın referans alındığı ekonomik modelin ve üretim ilişkilerinin bir imasıdır. O günlerin şartlarında refahın ve zenginliğin merkezinde bulunan Batı ve oradaki üretim modeli ve üretim ilişkileridir.

Kalkınma düşünce ve yöntemlerinin daha iktisat literatürüne girmediği bir dönemde, sadece geçmişte edinilmiş deneyimlerden yola çıkarak, modern dünyanın uyguladığı refah modelinin temel dayanağı olan toplumsal ve ekonomik yapılanma cumhuriyet ile gerçekleştirilmeye çalışılmıştır. Yirminci yüzyılda refahın kaynağı olarak görülen sanayileşmenin tüm kurumlarıyla ve gerektirdiği toplumsal örgütlenmeyi de temin edecek şekilde Türkiye’de hayata geçirilmek istenmiştir.

Özellikle Batıyı Batı yapan değerlerin ve düşüncelerin sahiplenilmesi ve buna bağlı olarak iktidar erki ile vatandaş arasındaki ilişkinin “modern” bir ekonomide olduğu şekliyle tekrar tanımlanması gerekmektedir. Cumhuriyet aynı zamanda bireyin toplumdaki konumunu ve otorite olan ilişki şeklini sanayi üzerinden değer yaratan bir toplum düzeni içinde yeniden tanımlayan bir düşünce sistematiğine de kaynaklık etmiştir. Bu düşünce sistematiği, 19. yüzyılda Sanayi Devrimi’nin de etkisiyle yaygınlık kazanan “pozitivizmdir”.

Geleneksel ve tarıma dayalı bir ekonomik yapıda hâkim olan düşünce sistematiği, insanın hayatı ve toplumu algılama şekli, ister istemez toprağa dayalı üretim ilişkilerinin dikte eden ve ona bağlı risklere karşı tevekkül göstermeyi gerekli kılan “mukaddesatçı” bir düşüncenin hâkimiyetini doğuruyordu. İnsanların içsel benliğinin oluşumunda din ve ahlaka ek olarak geleneklerin ve göreneklerin de rol oynadığı bir değerler sistemi yaratarak insanların kendi çevresindeki dünyayı algılama şekilleri üzerinde bir hâkimiyet sağlanabiliyordu. Bu, sadece Osmanlı İmparatorluğu gibi ekonomisi toprağa dayalı geleneksel toplum yapılarına özgü değil, aynı zamanda bir zamanlar Sanayi Devrimi öncesi Batılı ülkelerde hâkim olan monarşilerde de söz konusu idi.

Bireyin iç dünyasının oluşumunu etkileyen ahlak, din, velhasıl tüm yerel kültürel referanslar, onların toplumu algılama şeklini belirlerken, bireyin toplum ve devletle olan ilişkilerine de bu kültürel temelleri referans alan özgün bir anlam yüklüyordu. Bu da o toplumsal yapının temel “harcını” oluşturup, toplumsal organizasyona şekil veriyordu. Bu anlayış birçok monarşiye dayalı siyasi sistemlerde bir hanedanın iktidarının “meşruluğuna” kaynaklık yapmıştır. Özellikle “mistik” kutsanmışlıklarla donamış bir kültürün insanlara benimsetilmesi, beraberinde bunun din, öf ve adetlerle çeşitlendirilmesi iktidar erkini elinde bulunduranları insanların gözünde meşru kılmıştır. Bu anlayışın bir sonucu olarak insan bir birey, bir vatandaş olmaktan ziyade, iktidar erkini elinde bulunduranların ve bununla birlikte ülkedeki en önemli üretim aracı olan “toprağın” mülkiyetini elinde bulunduran otoritenin “tebaası” haline geliyordu. Bu yüzden iktidarın kullanımına meşruluk sağlayan insanın iç dünyasının oluşumuna yönelik değerlerin inkâr edilmesine tolerans gösterilmemektedir.

Cumhuriyetin kurucuları sanayileşerek çağdaşlaşmanın ancak böyle bir düşünce sistematiğine sahip olarak mümkün olamayacağına inanmışlardı. Zaten Osmanlı İmparatorluğu zamanında başlayan modernleşme tartışmalarının da hedefinde, bu mukaddesatçı düşünce yapısının değiştirilmesi bulunuyordu. Bu düşünce yapısının toprağı öznesine koyan üretim ilişkilerinde bir anlamı olabilirdi. Ama XX. yüzyılda gelirin ve refahın kaynağı radikal olarak değişmiş, XIX. yüzyılda başlamış olan Sanayi Devrimi tüm dünyayı etkisi altına almış, hâkim ekonomik model olarak yaygınlık kazanmıştı. O zaman çağdaşlık toprak temelli geleneksel üretim modelinden, sanayiyi merkezine alan bir modele doğru yönelmekti.

Cumhuriyetin kurucularının bu şekilde düşünmesinde, XIX yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu ve Avrupa’da Sanayi Devrimi sonrası çıkmış olan felsefi akımlarının etkisi büyüktür. Özellikle insanı sahip olduğu kültürel sınırlar içinde dünyayı algılamaya iten ve mutlak gerçeğin arayışı içinde debelenen bir varlık olarak düşünen Alman idealizmi, arzulanan sanayi toplumunun oluşturulması için toplumda ihtiyaç duyulan zihinsel kopuşu sağlayabilme imkânı sunmamaktaydı.

Sanayileşme geleneksel toplumun aksine insanın kendi yaşamını belirleme, kontrol edebilme özgürlüğü getirmektedir. Bireyin gelir ve refahının, miktarı sabit olan, dahası bir noktadan sonra sabit kalmak zorunda kalan toprakla bağının kopması anlamına gelmektedir. Dolayısıyla insanı toprak üzerinden kendine bağlayan, toprak mülkiyetinin kimin elinde toplandığının da önemi azalmaktadır. Toprak mülkiyetinin meşruluğunu sağlayan hukukun ise toplumda hiçbir karşılığı kalmıyordu.

Sanayi Devrimi ile değer giderek insanların kontrolü altında olan sermayenin ve sermaye birikiminin bir unsur haline gelmiştir. Bu değişim insanların (hepsi olmasa da en azından sermayenin sahibi olan burjuvanın) toprakla bağını koparmış ve onları otonom, bağımsız birimler haline getirmiştir. Buna bağlı olarak toplumsal ve ekonomik ilişkileri algılama şekli değiştirmiştir. Sanayide üretkenlik artışlarının kaynağı olacak teknolojinin ve buna bağlı bilimin önemi artmıştır. Bu da ister istemez dönemin insanının hayata bakış açısını ve değerlendirme şeklini değiştirmiş, insanın kendini tekrar anlamlandırmaya çabalamasına yol açmıştır. Bunun sonucunda “pozitivizm” doğmuştur.

XX. yüzyıl başlarında bu felsefi akımın etkisiyle, sanayi toplumunda birey ile otorite arasındaki ilişkilerin yeniden değerlendirilmeye başlanması, Cumhuriyet’in kurucularına pek fazla seçenek bırakmamıştır. Ülke giderek daha çok sanayileştikçe, bu felsefi bakış açısının ülkede giderek daha çok hâkim olması sağlanacaktır. Ancak ekonomide gelenekse yapıların ve tarım hâkimiyetinin devam etmesi, Osmanlı İmparatorluğu döneminden kalma mukaddesatçılığın ve insanın kendi iç dünyasının oluşumuna katkı koyan, ağırlıklı olarak din temelli değerlendirmelerin toplumda hâkimiyetinin devam etmesi anlamına gelecektir. O zaman Cumhuriyetin önceliği hızlı bir sermaye birikimi sağlamak ve ardından ülkenin sanayileşip ülkedeki ana gelir kaynaklarının sanayi ile ilgili hale getirilmesidir.

Bugün ülkemizde hâkim kılınmaya çalışılan düşünce yapısı maalesef bunun tam tersidir. Böyle değerler bakımından otoriteye bağımlı bireylerin hâkim olduğu bir toplum düzeninde bireylerin iktidarla ilişkilerini vatandaşlık ve hukuk temelinde tanımlayabilmek son derecede zordur. Ama daha da önemlisi, böyle bir bakış açısının geleneksel üretim yapısından uzaklaşmış bir toplumda uygulanabilirliği ise son derecede zordur.

Bugün mevcut iktidarın yapmak istediği, Cumhuriyet’in ana felsefi kaynağını oluşturan pozitivizmi, dolaylı yoldan Cumhuriyet ile hesaplaşma bahanesiyle günümüz toplumunda geçersiz kılmaktır. Toplumu ve insanları bilimden uzaklaştırarak, mevcut iktidara meşruiyet kaynağı oluşturacak bir bakış açısını, din, örf ve adet gibi kültürel referansları harekete geçirerek, kendi iktidarı etrafında yeni bir toplumsal organizasyonu gerçekleştirmektir.

İktidarı ve muhalefeti ile kendi iktidarlarını oluşturmaya çalışan tüm siyasi kadrolar iktidarlarını meşru kılabilmek için toplumumuzu ve insanlarımızın her birini kendi tanımladıkları kültürel referanslara mahkûm kılıp, onları kendi içlerine hapsetmektedirler. Bilimden ve sorgulamadan uzak bir toplum yaratmak kendi iktidar alanlarını meşru kılacak şekilde insanların düşüncelerini rehin almaktadırlar.

Maalesef yüz yılın sonunda sahip olduğumu bu siyasi kadrolar bizlerin XX. yüzyıl aydınlanmasının çok daha gerisine götürmüşlerdir. Muhalefet de bundan muaf olamamıştır. O da kendi doğrularının ve kendi ahlak anlayışının oluşturduğu sınırlarda kendine meşruluk alanı oluşturmaya çalışan insanların toplumsal bir yapısı haline gelmiştir. Elbette böyle bir düşünce sistematiği ve meşruiyet arayışı ekonominin gerçeklerle bağını koparmış ve bizleri bugün karşı karşıya kaldığımız sorunlarla baş başa bırakmıştır.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.