Aydın Selcen yazdı: İsrail için söz bitti, ama Türkiye için de…

Erdoğan Gazze konusunda gürlüyor ama yağamıyor. Zira Türkiye’ye islâmcı deli gömleğini giydirmek mümkün ama oturulan yerden atar-giderle âleme nizam vermek öyle değil. Özetle, diplomasinin özü “lâf” olsa da, arkası boş olduğunda devletlerarası ilişkilerde lâfla peynir gemisi yürümüyor.

Alemden bir örnek vermek gerekirse, geçtiğimiz günlerde komutasına tarihte ilk kez bir kadın oramiralin (Lisa Franchetti) geçtiği ABD deniz kuvvetlerinin gücü (nitelik, tonaj vb.) onu izleyen 13 devletin toplamınkine eş.Ve, diplomatik açıdan da, bu 13 devletin 11’i de ABD liderliğindeki ittifakın üyesi.

Aslında Erdoğan’ın gürlemesi beyhude değil. Bütün mitinglerin en babasını yaparak Gazze için dahi olabilecek herhangi bir kitlesel kıpırdanmanın önünü kesmiş oluyor. Ertesi günü de cumhuriyetin 100. yılının kutlamasını, “Türkiye Yüzyılı” diye uydurulan şeyin sıfır yılını kutlamaya dönüştürüyor.  

29 Ekim’de “muhalif” kanalları açayım da Boğaz’da donanmayı izleyeyim diyorum. Birinde ünlü bir sunucu bastıramadığı coşkuyla “kendini hiç geleceğe yönelik bu denli güvende hissetmediğini” vurguluyor güleç ve çocuksu yüz ifadesiyle.

Diğerine geçiyorum. Orada bir başka ünlü sunucu ardındaki ekranda boğaz köprüsünün üzerinde karanlık gökyüzüne yansıtılmış ışıklı devasa bir cumhurbaşkanlığı forsu olduğu halde dayanamayıp “bu fors bizim için çok değerli, biz ecdadız be!” diye haykırıyor, bıçkın bir tavırla. Kapatıyorum.

Deniz Kuvvetleri, gerçekten parmak ısırtacak küresel düzeyde bir yetkinlikle 100 parçalık donanmaya daracık suyolunda manevra yaptırıyor. Hem, nereden nereye? Hamidiye, Yavuz, Midilli devirlerinden, 100 yılda işte bu günlere. Ancak gel gör ki o donanmaya Erdoğan, Dolmabahçe’ye arkalarını verdirtip, Vahdettin’in cariyesinin köşkünde kendini selâmlatıyor. Hani şu Malaya zırhlısına binip, işgal altındaki İstanbul’dan kaçan, İngilizlere sığınan Vahdettin.

Oturduğum yere üç adım uzaklıkta belki onbinlerce kişilik kitle toplanmış. Zülfü Livaneli ve Rengin Gökmen yönetimindeki Eskişehir Senfoni Orkestrası’nın konserini dinliyor açık havada. Sosyal medyaya bakıyorum. Benim gibi şeamet tellâllarına, “bırakın da bugün kutlayalım” yollu çıkışmalar var. Yine sosyal medyada, başka bir ünlü ekran yüzü de “devlet ile milletin kucaklaştığını” vurguluyor sevinçle. Bir diğeri de İçişleri Bakanı Yerlikaya’yı “kucaklamak istediğini” paylaşıyor.  

O arada Kemal Kılıçdaroğlu da meğer 1. Meclis’ten Anıtkabir’e yürümüş. Hiç aklının ucundan bile geçmemiş demek ki, hazır cumhuriyetin 100. yılı için üç büyük kentte böylesine kitleler alanlara caddelere birikmişken, bunları alıp A noktasından B noktasına yürütmek. Zaten o kitlelerden de, savaş durumundaki İsrail’de Netanyahu’ya yönelik kadar olsun, en cılız bir itiraz sesi bile yükselmiyor. “Bu gün o gün değilmiş” sorarsanız, bilenler öyle diyor.

Marş besteleyenler de var: Fazıl Say’dan, Norm Ender’e. Hangisi gönül tellerine daha büyük şevkle vurmuş mızrabı, bir müddet de o konuşuluyor.  

Hemen ertesineyse, her yazısını okuyup, hatta o son yazısını da kendimce (belki şom ağızlılıkla nazar değdirerek) “iyi ki Tolga Şardan var” notuyla paylaştığım Tolga Şardan tutuklanıyor. Gazetecinin hası, “Overdose Türkiye”, “Susurluk Sözlüğü” gibi kitapların yazarı sevgili Cengiz Erdinç eziyet edilerek gözaltına alınıp, adli kontrol şartıyla salınıyor. Dinçer Gökçe hakeza. Ve Birgün, ve Hatay Milletvekili Atalay’ın, Kışanak’ın salınmaması gibi dahası, ve dahası.                   

Nasıl ki İsrail Gazze’de El Cebeliye mülteci kampını vurdu. Tepkiler yükseldi. Bunu üzerine İsrail yine El Cebeliye’ye bu defa 250kg.luk bir bomba bıraktı. Bu beş obüse eşdeğer bomba 10 metre derinliğinde bir krater açtı. Bir Hamas üst düzey yöneticisini öldürmek için yüzün üzerinde sivili katletmekten çekinmedi. Kimseyi, hiçbir şeyi umursamadığını ve umursamayacağını göstermiş oldu, meydan okudu. Gazze’yi ikiye bölen harekâtını sürdürdü.  

Kaynak: @War_Mapper

İsrail’in tutumuyla taktiksel düzeyde bir karşılaştırma yapmak gerekirse, bizde de “Atalay nasıl salınmaz?” diye ses mi çıktı, o zaman Atalay salınmadığı gibi Şardan da tutuklanıyor. Bu karanlık ortamda 100. yılın “sivil” kutlaması da, ister istemez, 33 yıllık II. Abdülhamit istibdadının ardından 1908’de meşrutiyetin yeniden ilânını “padişahım çok yaşa!” nidalarıyla kutlayan kitleleri çağrıştırıyor.

O beylik anlatıya başvurmak gerekirse “bu satırlar yazılırken” İran’ın bölgedeki “uçak gemisi” Hizbullah’ın lideri Nasrallah 7 Ekim’den bu yana ilk kez konuşuyor olacak. Ayrıca, beklentilerin ve bizim makamlardan sızdırılan bilgilerin aksine, ABD Dışişleri Blinken ise 7 Ekim’den bu yana bölgeye yaptığı üçüncü ziyaretinde de Türkiye’yi pas geçmiş, yerine müsteşarı Chollet’i yollamış olacak.  

Dış politikada Erdoğan, Türkiye’den dünyaya adeta “buradayım be, buradayım!” diye bağırırken,  dünya onun ne dediğini pek umursar gözükmüyor. Buna karşılık iç politikada da 50%’lik muhalif kitle, 29 Ekim’de yer yer görüldüğü üzere, toplanıp “buradayız be, burada” diye haykırırken Erdoğan da onları (yani bizi) takmıyor. “CHP kafası” muhalefetin enerjisini soğururken, Erdoğan da, başta CHP, muhalefeti dilediği gibi yoğurabiliyor. 

Böylece ne yazık ki Sayın Gökçen Fırat’ın ilk kadın amiralimiz olması ve Kadın Voleybol Takımının bize ilk dünya şampiyonluğumuzu yaşatması gibi kurucu önderin attığı sağlam temeller doğrultusundaki sıradışı olumlu gelişmeler siyasette karşılıklarını bulamıyor. Galatasaray tribünlerinin, o bir ömre bedel ilk yarı öncesindeki, Bayern maçı başlamadan yaptığı unutulmaz koreografi gibi beklenmedik yerden çıkan taktiksel kitlesel hamleler de yine siyasette yapılamıyor.

Atatürk’ün Nutuk’u sonlandırırken koyduğu hedef net: “İstibdat fikrini öldürmek.” Kavga budur. Ama haliyle, ne o gün ne bugün, kimse de kimseye “buyur öldür paşam dükkân senin” dememiştir, demez. Kavga, kamunun yönetimin demek olan “res publica” yani cumhuriyet isteyenlerle, “hayır ben başbuğ, sultan, halife arıyorum; eşit anayasal yurttaş olmak istemiyorum” diyenler arasındadır.  

Bernard Tapie’nin yüz yüze pazarlama için “20-20-20” kuralı, ilk 20 sözcüğün, ilk 20 saniyede, müşterinin yüzüne 20cm yakın durularak söylenmesine ilişkin. Bugün kimilerinin kulak ardı ettiği Atatürk’ün üçlü dış politika daimi talimatı da esasen halen geçerli: (mealen) Araplar arası işlere doğrudan karışmayın, Rusları durduk yere kışkırtmayın, Batı’ya yönelin ama Batı’nın uşağı olmayın. Bu denli yalın ve akılcı.

Hamas’ın 7 Ekim’de Gazze’den düzenlediği saldırının bana tarihsel an olarak, 1982’de Imad Mugniye’nin Beyrut’ta ABD ve Fransa askeri varlıklarına düzenlediği kamyonlu intihar saldırılarını çağrıştırdığını yazmıştım. Bu anın, 1914 Gavrilo Princip’in Saraybosna’da Avusturya-Macaristan veliahtına gerçekleştirdiği suikast anına dönüşme olasılığı bulunduğunu da ileri sürmüştüm. Bence halen bu olasılık geçerli. Dolayısıyla, Atatürk’ün üçlü talimatındaki gibi akılları başlarda tutmak zorunlu.  

Kendimize geri dönersek, bugüne dek geldiğimiz gibi, “ya ama ben coşmak istiyorum ya”, “bana akıl verme, gaz ver”, “ben kafamı toplayıp bir türlü odaklanamıyorum; elim ya telefona gidiyor ya uzaktan kumandaya”, “okumak değil dinlemek istiyorum, bana hap yap anlat”, “düşünmek değil slogan atmak istiyorum”, “yayın değil yaygara yapmak istiyorum”, “doğru ile iyiyi siyaseten aynı sanıyorum” kafasıyla yuvarlanıp gitmesek artık. 

Umalım da, bugün yapılacak CHP kurultayı da bir tarihsel AN olsun. Dış politikayı Prof. Dr. İlhan Uzgel’e emanet edeceğini ve Büyükelçi Namık Tan’ı da ekibine davet edeceğini açıklayan Özgür Özel kazansın. Tertemiz bir sayfa açılsın, yeni bir başlangıç yapılsın.    

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.