Hamas’ın İsrail’in güney sınırındaki müzik festivalini, kibbutzları ve askeri kışlaları basarak 1200’den fazla kişiyi öldürdüğü, 250’den fazla kişiyi de esir aldığı 7 Ekim saldırısı Türkiye-İsrail arasında iki yıldır devam eden normalleşme sürecini duraklatmış oldu. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın krizin ilk başlarındaki dengeli üslubu İsrail’in Gazze’ye operasyon başlatması ve sivil kayıpların artmasına paralel olarak yerini giderek İsrail’i hedef alan bir söyleme bıraktı. İsrail’i terörist örgüt gibi hareket etmekle suçlayan Erdoğan Hamas’ı ise bir direniş hareketi olarak tanımlıyordu. Ankara’nın sertleşen söylemi karşısında İsrail “iki ülke ilişkilerini yeniden değerlendirmek” amacıyla Türkiye’deki diplomatlarını geri çağırdı. Türkiye de aynı şekilde karşılık verdi. Bununla birlikte diğer krizlerde olduğu gibi diplomatik ilişkilerin seviyesi düşürülmedi. Bir anlamda ilişkiler dondurucuya konuldu.
AKP’nin Hamas yanlısı Filistin politikası
Filistin meselesi, Türk kamuoyunun öteden beri duyarlılıkla yaklaştığı bir konu. AKP hükümetini seleflerinden farklı kılansa Filistin meselesinde 2006’dan bu yana Hamas yanlısı bir yaklaşım benimsemesi. Erdoğan sıklıkla, Hamas’ı seçimleri kazanmış meşru bir siyasi hareket olarak gördüklerinin altını çiziyor. Bu bakımdan aslında duruşu tutarlılık gösteriyor. Asıl şaşırtıcı olan baştaki dengeli üslubuydu ki bunu da uzunca bir süredir emek verilen Türkiye-İsrail normalleşme sürecini terk etmek niyetinde olmadığı şeklinde okumak mümkün. Diplomatik temsil seviyesinin düşürülmemiş olması da bu kanıyı pekiştiriyor.
İsrail’in olanca gücüyle operasyona girişmesi ardından yıkımın ağır bilançosu karşısında, yerel seçimler de yaklaşırken, Erdoğan’ın denge politikasını yürütmekte zorlanacağı bekleniyordu. Erdoğan Filistin davasını sahiplenirken İsrail’e meydan okuyan yaklaşımıyla bir taraftan yaklaşan yerel seçimlerde tabanını konsolide ediyor. Aynı zamanda, İsrail’in Filistin konusunda BM kararlarını yok sayan uygulamaları, Gazze’de insancıl hukuka aykırı şekilde yürüttüğü savaş ve uluslararası kurumların İsrail’i dizginlemek konusunda yetersiz kalmasına yaptığı vurgu üzerinden uluslararası sistemin işlevsizliğine dair getirdiği eleştirilerle “küresel güney”e göz kırpıyor. Diğer yanda, İsrail ile ticari ilişkilerin hiçbir şey olmamış gibi devam etmesi retorikle pratik arasındaki makası gözler önüne serse de, Ankara’nın bu durumu pek sorun ettiği söylenemez.
Erdoğan’ın İsrail’e yönelik söylem değişikliği yerel seçimlere olumlu yansıyabilir ancak dış politikada ne derece getirisi olduğu tartışılır. Zira, Türkiye’nin krizin en başından beri ortaya attığı garantörlük önerisi dahil olmak üzere, Gazze’de ateşkes ve esir takası konusunda arabuluculuk teklifleri sonuçsuz kaldı. İsrail’in Holokost travmasını tetikleyen bir saldırının hemen ertesinde kendi kamuoyunun içini soğutmadan ateşkese sıcak bakmasını beklemek gerçekçi bir beklenti sayılmazdı. Erdoğan’ın bu durumu kişisel olarak algılaması ve hayal kırıklığı içinde tavrını sertleştirmiş olması ihtimal dahilinde. Ama bu kez de fazlasıyla Hamas yanlısı bir yaklaşım benimseyerek- özellikle 7 Ekim saldırısını direniş kisvesi altında meşru gösteren ifadeler kullanması- hem Batılı devletler hem de İsrail nezdinde tepki çektiğinden, üstlenebileceği görevlerin önünü tıkamış oldu. Esir takası konusunda takdir ve teşekkürü Katar ve Mısır topladı. Hatta Gazze’ye yardım köprüsü kurulması için İsrail ile Kıbrıs arasında çalışmalar başladı.
Şimdi Türkiye bir taraftan Arap ülkelerini yanına çekerek, uluslararası kamuoyunu harekete geçirmek suretiyle İsrail üzerinde baskı kurmaya çalışıyor. İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) ve Arap Birliği tarafından Kasım’da Cidde’de düzenlenen Olağanüstü Ortak Zirve’de alınan kararların takibi amacıyla kurulan temas grubunun üyesi olarak tam koşulsuz ateşkes için diplomatik girişimler yürütüyor. Körfez ülkelerinin söz konusu zirvede İsrail’e yönelik herhangi bir yaptırım kararına onay vermemiş olmalarından çıkartılacak bir sonuç varsa, o da, Gazze’deki savaşın İsrail ile ilişkilerini normalleştiren Arap ülkelerini zora sokmasına rağmen İbrahim Anlaşması’nın hâlâ geçerliliğini koruyor oluşu. Diğer yandan, İsrail’i politika değişikliğine sevk edebilecek yegâne aktör olan ABD’nin ise durumdan hoşnut olmamakla birlikte İsrail’in Gazze’deki operasyonunun güney etabına- sivil kayıpları önleyecek şekilde yürütülmesi ve mümkün olan en kısa sürede tamamlanması koşuluyla- geçit verdiği anlaşılıyor. Hal böyleyken yedili grubun temasları, daha çok savaş sonrası Gazze’nin yeniden inşası ve Filistin meselesinin çözümüne dair tartışmalara platform sunmakla sınırlı kalacak gibi görünüyor.
Gazze’de savaş sonrası senaryolar
Erdoğan İsrail’e yönelik söylem değişikliğine giderken hesabını İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun siyasi kariyerinin yakında sona ereceği ve Hamas’ın tamamıyla yok edilmesinin mümkün olmayacağı beklentisi üzerine kuruyor. Doğrusu, gelişmelerin uzun vadede Erdoğan’ı haklı çıkarma olasılığı var. Savaş sona erdiğinde İsrail halkının 7 Ekim saldırısındaki ihmallerin hesabını hükümetten sorması Netanyahu’nun zaten sarsıntıda olan iktidarının sonunu getirebilir. Ancak süreç demokratik işleyişe bağlı olduğundan bunun ne zaman gerçekleşeceğini öngörmek zor. Netanyahu iktidarda kaldığı müddetçe Türkiye’nin Filistin meselesinin çözümünde etkin bir rol oynamasına geçit vermeyecektir. Dış politika ideal şartlarda duygusallık kaldırmaz. Ancak İsrail’in 7 Ekim saldırısı karşısında yanında olanlar ve hasmını destekleyenler arasında bir ayrıma gitmesi durumunda, ikili ilişkilerdeki hasarın onarılması daha uzun zaman alabilir.
Diğer konuya gelirsek, İsrail’in Gazze operasyonunun Hamas’ın yok edilmesi hedefine ne ölçüde hizmet ettiği, bu hedefin gerçekçi olup olmadığı tartışılıyor. İsrail bir taraftan ağır bombardıman ile Hamas’ın askeri kapasitesinin bir daha ayağa kalkmayacak şekilde çökertilmesine çalışıyor. Müslüman Kardeşler hareketini kendilerine tehdit olarak gören Körfez ülkeleri, MK hareketinin Gazze şubesi olarak gördükleri ve İran’ın da vekil gücü olarak da hareket eden Hamas’ın gücünün budanmasından şikâyetçi değiller. Bu esnada ABD ise Hamas’ın askeri yapılanmasına harcanan fonları kesmeye odaklanmış durumda. Bu bağlamda, Katar ve Türkiye’nin Hamas’a sağladığı mali destek sorgulanmaya başladı bile.
Ancak güç kullanımı yoluyla Hamas’ın askeri kapasitesi geriletilse dahi siyasi açıdan hareketin yok edilmesinin gerçekçi bir hedef olmadığını ABD yetkilileri de kabul ediyor. Hamas’ın siyasi olarak zayıflatılması gerçekten hedefleniyorsa bunun yolu Filistin Yönetimi’nin meşruiyetini kazanacak şekilde yeniden yapılanmasından geçiyor. Zvi Barel’in Haaretz’deki yazısında belirttiği gibi Filistin Yönetimi seçimlere gittiği takdirde Hamas’ın Filistin Yeşiller Partisi olarak seçimlere girmesinin önünü tıkamak mümkün mü? Değilse, hedeflerin daha gerçekçi ölçekte güncellenmesi gerek. Ankara da bu olasılığın peşinden gitmekte. Ancak burada da olaylar Ankara’nın arzu ettiği yönde gelişmeyebilir. Filistin Yönetimi Başbakanı Muhammed İştiyye Hamas’ın yeni bir yönetim yapılanmasına katılması gerektiğini savunuyor. Ama Katar’dan son yıllarda Hamas’a sağladığı önemli mali desteği Filistin Yönetimi’ne devretmesini istemek üzere bu hafta sonunda Doha’ya gidecek olması, güç mücadelesinde yeni bir safhaya işaret etmekte.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Tüm bu belirsizliklerin ortasında Türkiye’nin kendini Hamas’ın yanında konumlandırarak etkinlik alanını daraltmayı seçmesi, dış politika revizyonuna gidilirken zihniyetin aslında değişmediğini, aynı kaldığını düşündürüyor.