Hamas’ın 7 Ekim saldırısı ardından İsrail’in Gazze’ye yönelik başlattığı askeri operasyon 100 günü geride bıraktı. Ağır bombardımana tutulan Gazze’de (üçte ikisi kadın ve çocuk olmak üzere) 24 binden fazla Filistinli hayatını kaybetti. Nüfusun yüzde 85’i yerinden oldu. Hayatta kalanların pek çoğu saldırılar devam ederken, barınacak yer ve yeterli tıbbi destekten yoksun şekilde soğuk, açlık ve susuzluğa karşı yaşam mücadelesi veriyor.
İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu askeri operasyonun Gazze’de yarattığı tahribata rağmen savaşın başında belirlemiş olduğu hedeflere ulaşmış görünmüyor. Bu hedeflerin en başından gerçekçi olup olmadığı ve salt askeri güç kullanarak ne Hamas’ın yok edilmesinin ne de rehinelerin kurtarılmasının mümkün olacağı tartışılıyordu. İsrail siyasetini paralize eden tartışmalı yargı reformunu protesto etmek için aylarca sokaklara inen İsrailliler haftalardır bu kez, Hamas’ın elinde halen rehin tutulan ve canlı kalkan olarak kullanıldıkları tahmin edilen 134 rehinenin kurtarılması için sokaklarda, hükümetten hesap soruyor.
Savaşın yol açtığı yıkım ve insani dram karşısında uluslararası kamuoyu büyük ölçüde İsrail aleyhine dönmüş durumda. ABD’de Biden yönetiminin Dışişleri Bakanı Antony Blinken, Ortadoğu’da yürüttüğü mekik diplomasisiyle bir taraftan Netanyahu liderliğindeki koalisyon hükümetinin siyasi ihtiraslarını dizginlemeye çalışırken, bölge ülkelerinin desteğiyle kalıcı bir ateşkesin sağlanabilmesi için mesai harcıyor. Avrupa Parlamentosu geçtiğimiz hafta ilk kez rehinelerin serbest bırakılması ve Hamas’ın tasfiye edilmesi şartıyla ateşkes çağrısında bulundu. Bu gelişmelerin ardında kuşkusuz Güney Afrika’nın, İsrail’in Gazze Şeridi’ndeki Filistinlilere “soykırım” uyguladığı iddiasıyla Uluslararası Adalet Divanı’nda dava açmış olmasının payı var. Batılı devletlerin savunduğu kural temelli liberal düzenin taşıyıcı kurumlarının yaşanan insanlık dramı karşısında çaresiz kalması ve bu kurumların dayandığı ahlaki değerlerin tek taraflı işletiliyor oluşunun yol açtığı tepki, son dönemde “küresel güney” olarak ifade edilen ülkeler bloğunu batılı devletleri dengeleme yoluna itiyor. Güney Afrika’nın hamlesi, bu trendin retoriğin ötesinde birtakım sonuçlar doğurabileceğini göstermesi açısından önemli.
Bu arka planda, Gazze’deki savaşın genişlemesi ve çok cepheli bir bölgesel çatışmaya evirilme riski her geçen gün artıyor. Her ne kadar Tahran, Hamas’ın 7 Ekim saldırısının kendileriyle koordine edilmediğini belirtmiş olsa da, İsrail bu saldırının arkasında İran’ı görüyor. İsrail yerleşik nizamı içinde İran’ın bölgedeki gücünün budanmasından yana olanlar bu yaklaşımı benimsiyor. Öte yandan, savaşın uzaması ve mümkünse İsrail’in baş müttefiki ABD’yi işin içine çekebileceği şekilde genişlemesi, iç siyasette koltuğunu korumak isteyen Bibi Netanyahu’nun işine geliyor. Gazze’deki operasyon devam ederken, İsrail ile Hizbullah güçleri arasında Lübnan sınırında yer yer şiddetlenen çatışmalar, Yemen’de İran destekli Husi milislerin Kızıldeniz’deki gemi ticaretini sekteye uğratan saldırıları, Irak ve Suriye’de bulunan ABD bağlantılı askeri hedeflerin vurulması gibi gelişmeler, endişe edilen o çok cepheli çatışma durumunun çoktan başlamış olduğunu düşündürüyor. Taraflar şimdilik kontrollü bir şekilde gerilimi vekilleri aracılığıyla yönetmeye çalışıyor. Ancak durumun kontrolden çıkma olasılığı mevcut. Özellikle ABD ve İngiltere’nin Husi’lerden gelen SİHA’ları vurmak yerine Yemen’deki Husi pozisyonlarını hedef alması, İran’ın Devrim Muhafızları Kudüs Gücü komutanı Kasım Süleymani’nin ölüm yıldönümünde Kerman’daki mezarında düzenlenen, en az 95 kişinin öldüğü ve IŞİD’in üstlendiği terör saldırısı sonrası Pakistan’ı vurması bugüne kadar itidal sergileyen aktörlerin gerektiğinde savaşa girmekten çekinmeyecekleri şeklinde okunabilir.
Bölgede tansiyon yükselirken, Arap ülkeleri Gazze’de kalıcı ateşkesin sağlanması ve İsrailli rehinelerin salıverilmesini kapsayan bir çözüm planı üzerinde çalışıyor. Detaylarının yakında netlik kazanması beklenen bu çözüm planı, Filistin devletinin kurulması karşılığında Arap ülkelerinin İsrail ile ilişkilerini normalleştirmesini öngörüyor. İlk bakışta, İbrahim Anlaşmaları’yla başlayan süreçte dışlanan Filistin meselesini yeniden merkeze taşıyor, savaş sebebiyle askıya alınan Suudi Arabistan-İsrail normalleşmesini kaldıraç olarak kullanarak, Riyad’ın 2002’de sunduğu Arap Barış Planı’nı güne uyarlanmış şekliyle tekrar masaya koyuyor.
Bu planın Netanyahu liderliğindeki koalisyon hükümeti üyeleri tarafından kabul edilmesi mümkün görünmüyor. Öte yandan, basına yansıyan kadarıyla, 7 Ekim saldırısı sonrası İsrail’de kurulan ve bünyesinde muhalif partileri de barındıran savaş kabinesi içinde Netanyahu’nun Gazze’de yürüttüğü operasyona ve savaş sonrası planlara dair anlaşmazlıklar gittikçe derinleşiyor. Benny Gantz liderliğindeki Milli Birlik Partisi’nden gözlemci olarak savaş kabinesine katılan ve 25 yaşındaki oğlunu Gazze’deki savaşta kaybeden eski Genel Kurmay Başkanı Gadi Eisenkot, hükümeti kamuoyunu Gazze’deki operasyonuna ilişkin doğru bilgilendirmemekle suçlayarak seçim çağrısında bulundu.
İsrail’de olası bir hükümet değişikliği 7 Ekim saldırısında idari sorumluluğu olanlardan hesap sorulmasının önünü açacak. Ancak bu durum, Filistin meselesi konusunda bir paradigma değişikliğine gidileceğini garanti etmiyor. Barış planının kabul edilmesi için gerekli olan sadece hükümet değişikliği değil. İki devletli çözümü sahada yeniden mümkün kılacak adımların atılması için gereken zihniyet değişikliği ve siyasi irade. Buna Filisin yönetimin yeniden yapılanmasını da eklemeliyiz. Hamas’ın 7 Ekim saldırısı Filistin meselesinde statükonun devam ettirilemeyeceğini ortaya koydu. Bir noktada İsrail içinde başlayacak tartışma sorunla yüzleşmeyi beraberinde getirecek. Ancak 7 Ekim travması ve rehine krizi aşılmadan bu aşamaya geçilmesi zor görünüyor.
Uluslararası kamuoyunda giderek yalnızlaşan İsrail açısından Suudi Arabistan ve diğer bölge ülkeleriyle ilişkilerini normalleştirmesi önemli bir kazanım olacaktır. Ancak İsrail’i tavır değişikliğine teşvik edecek yegâne aktör olan ABD’de seçimlerin yaklaşıyor olması Arap ülkelerinin çözüm girişimlerinin önünü tıkayabilecek bir başka engel. ABD’nin Ortadoğu’dan çıkmak istedikçe bölge sorunlarının içine çekilmesi, ama en çok da Biden yönetiminin İsrail’e verdiği desteğin, Demokrat Parti seçmeni içinde çeşitli grupların tepkisini çekmesinden ötürü, İsrail’i koşulsuz destekleyen ve Cumhuriyetçi Parti Başkan adayı olmasına neredeyse kesin gözüyle bakılan Donald Trump’ı belki de Beyaz Saray’a taşıyacak olması derin ironi barındırıyor.
Bugüne dek devletler arası yaşanan çatışmaların, türlü siyasi kırılmaları beraberinde getirdiği ve hatta barışın tesis edilmesine hizmet ettiği olmuştur. Tıpkı 1973’te İsrail’in yenilginin eşiğinden döndüğü Yom Kippur Savaşı’nın, İsrail ile Mısır arasında 1979 yılında barış anlaşmasının imzalanmasına vesile olduğu gibi. Yom Kippur Savaşı’nın yıldönümünde gerçekleşen 7 Ekim saldırısının da benzer şekilde bir kırılmaya yol açarak barışa yol vermesi mümkün. Ancak bu yol uzun, dolambaçlı ve çıkmazlarla dolu.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.