Ruşen Çakır’ın konuğu İhsan Eliaçık: Ömer, Kızılcık Şerbeti ve Kızıl Goncalar’daki muhafazakârlık ve modernlik

Son dönemde yayın hayatına başlayan ve seküler ve muhafazakâr insanların hayatlarının kesişmelerini konu alan “Kızılcık Şerbeti”, “Ömer” gibi dizilere, başrollerinde Özgü Namal ile Özcan Deniz’in yer aldığı “Kızıl Goncalar” dizisi de eklendi. Seküler ve muhafazakâr hayatların anlatıldığı Kızıl Goncalar dizisi, henüz iki bölüm yayımlanmış olmasına rağmen tartışılmaya devam ediyor. RTÜK, dizinin bazı sahnelerinde toplumun milli ve manevi değerlerine aykırılıklar bulunduğu gerekçesiyle FOX TV’ye yüzde üç idari para cezası ve iki kez program durdurma yaptırımı uygulandı.

Ruşen Çakır’ın konuğu ilahiyatçı İhsan Eliaçık, televizyon dizilerindeki laik ve dindar ikilemini karşılaştırdı.

Yayına hazırlayan: Gülden Özdemir

Merhaba, iyi günler. Stüdyoda konuğum İhsan Eliaçık ve kendisiyle televizyon dizilerindeki laik-dindar ikilemi karşılaşması üzerine konuşacağız. Hoş geldin İhsan.

İhsan Eliaçık: Hoş bulduk. 

Sana bir ödev verdim. Anladığım kadarıyla sâyemde dizileri bayağı hatmettin. 

İhsan Eliaçık: Evet. Yani içimiz dışımız dînî pembe dizi.

Pembe mi diziler?

İhsan Eliaçık: Yani biraz bu Avrupa’daki pembe dizilerin uyarlaması gibi görünüyor izlediğim kadarıyla. Çünkü ben dünya sinemasını da biraz yakından izliyorum. Yani içinde polisiye yoksa, böyle vurdulu kırdılı şiddet unsurları filan yoksa; daha çok böyle âile sorunları, parçalanmış âileler, evlenme, boşanma, kuşak çatışması, baba-oğul çatışması, istenmeyen gelin, mahalleye gelen dul, zengin kız fakir oğlan falan bu tür şeyleri böyle, onu uzatarak anlatma. Yani diyelim birinin gözünü gösteriyor, böyle yarım dakikayı buluyor yani. Sonra onun gözünü gösteriyor, sonra onun gözünü, sonra onun gözünü; Brezilya dizileri bunlar yani. O tarz âile, böyle dakikalarca sürüyor. Uzattıkça uzatıyor. Üç defa barışıyor, dört defa ayrılıyor. Bir mahkeme bütün bir dizi boyunca devam ediyor, boşanma mahkemesi. Bunlara pembe dizi deniyor yani.

Şimdi burada tabiî bizim konuşacağımız şeyler üç tâne; bir “Ömer” var, “Kızılcık Şerbeti” var ve en son dönemde “Kızıl Goncalar” var.

İhsan Eliaçık: Evet.

Sen bunların hepsine baktın. Benziyorlar mı, farklılar mı? Çünkü hepsinde ana mesele, böyle bir tarafta dindarlar var, bir tarafta seküler, laikler var. Zıtlaşmalar, yakınlaşmalar vs.. İlk başta şey başlıyor, değil mi?

İhsan Eliaçık: Evet. Şimdi şöyle; “Kızılcık Şerbeti” en eskisi, oradan başlayalım. Şimdi orada modern-muhâfazakâr çatışması var. Dizi bu konseptte kurulmuş. “Modernlik” dediği bâzı şeyler var, onu temsil eden âileler, kadınlar, erkekler, gençler var. Bir de “muhâfazakârlık” diye kodladığı şey var. Onun ikisi arasında… Fakat bu “Kızılcık Şerbeti”ndeki her iki âile de üst seviye, zengin âileler yani. Burada sınıf çatışması fazla yok. Sâdece modern-muhâfazakâr çatışması var. İki âilenin birisi Bebek’te oturuyor, öbürü Nişantaşı’nın oralarda oturuyor. İkisinin evi de Boğaz’a nâzır, ikisinin evinde de hizmetçiler var. Birinde başörtülü hizmetçi, öbüründe başı açık hizmetçi. İki taraf da kendi kesiminin elitisti. Ama birisi eski zengin; öbürü yeni, son 20 yılın zengini. Şimdi eski zenginler yeni zenginlere, “Bunlar da nereden çıktı?” filan diyor. Onu aşağılıyor ve olaylar bu örgü etrâfında gelişiyor. “Ömer” dizisi biraz daha böyle Üsküdar civârında bir câmi etrâfında geçen bir hikâye. O da böyle orta sınıfın modernleriyle muhâfazakârları arasında geçen bir şey. Orada biraz hikâye bitmeye yüz tuttuğu için, bu Adnan Hoca grubuna sardı iş. Onları anlatıyor şu son dizilerde. İşte bu imamın iki tâne torunu bu grubun eline düşüyor, ama tabiî Adnan Hoca falan demiyor. Ama ben o Adnan Hoca’nın mahkeme zabıtlarını okuduğum için, o ifâdeleri senaryoya dönüştürmüşler. Hemen anladım yani. “Bunlar ifâdeydi” falan diye anlaşılıyor yani. İşi oraya getirdiler. Bu “Ömer” dizisinde biraz muhâfazakârlık var, modernlik var, biraz böyle köylülük/şehirlilik şeyi de var. Ama sınıf çatışması yine fazla yok. Ancak “Kızıl Goncalar”da bunun üçü de var. Yani üç çatışma aksı. Modernlik-muhâfazakârlık, şehirlilik-köylülük, zenginlik-yoksulluk; bu üçünü de bir araya getirmişler. Daha henüz iki bölüm oldu, bakalım nasıl gelişecek.

Ama izin verirlerse tabiî.

İhsan Eliaçık: İzin verirlerse; ama henüz daha yeni olduğu için değerlendirme yapmak için böyle 12 bölüm en azından, dizi sektöründe 12 bölüm bir dizi kabul ediliyor. 12 bölüme bir bakmak lâzım. Şimdi burada herhalde bir aşk hikâyesi çıkaracaklar. Yani âşık olmaması gereken iki kişi birbirine âşık olacak. Evlenmemesi gereken iki kişi birbiriyle evlenecek. Sonra onlar sorun ortaya çıkaracak falan. Dizi nasıl gelişecek bilmiyorum. Ama “Kızılcık Şerbeti” yapımcısı bu “Kızıl Goncalar”ın yapımcısıyla aynı olduğu için, bence bir kaynak bulmuşlar oradan gidiyorlar.

Nasıl bir kaynak yani?

İhsan Eliaçık: Yani izlenebilir, “Ya, bu da iyi gider. Buraya kuralım” demişler. Öyle bir politik dozajı yüksek bir şeyle başladılar. Meselâ diğer dizilerin hiçbiri bu kadar siyâsî değil. Siyâsî gönderme yok. Hattâ neredeyse hiç yok. Suya sabuna dokunmayan, âile sorunlarını işleyen pembe dizi havası var. Ama burada direkt 28 Şubat diye başladı. Direkt böyle Atatürk’ün resmini gösteriyor; “Bu var ya bu, işte bunun yolunu izliyoruz” falan. “Siz tarîkatçılar zâten Allah’a inanmazsınız, şeyhinize inanırsınız” falan diye böyle çok sivri, çok şey çıkışlar yaptı. Bu da şok etkisi yarattı. Bütün tarîkatlar şu anda garda geçmiş vaziyette. Meselâ buraya gelmeden önce, internette ne konuşuyorlar, YouTube’da filan diye bir baktım. Bir vâiz konuşmasını sırf bu “Kızıl Goncalar” dizisine ayırmış. Onlar üzerine vaaz veriyor yani. İnsanları şöyle uyarıyor — bu nasıl algılandığını da gösteriyor biraz: “Uyuyorsunuz kardeşim, uyuyorsunuz. Memlekette ne oluyor haberiniz var mı? Ya, adamlar alenen diziler yoluyla dinimize saldırıyor. Uyumayın” filan diyor yani. 

Ben meselâ bunu şimdi anlamıyorum. “Kızıl Goncalar”ı izlediğim zaman, tarîkatı öyle çok küçümseyen, kötü gösteren bir şey açıkçası, yani tarîkat gerçeğini…

İhsan Eliaçık: Yok, sana öyle geliyor. Bak onlar şöyle algılıyorlar. Şimdi ben lâfı oraya bağlayacağım. Şimdi bu dizileri hangi ortamda, hangi iklimde izlediğinize göre dizilerin tartışma yönü değişir. Şimdi Türkiye’de iki tâne mahalle var. %52’ye 48 var. İşte, birine “muhâfazakâr” öbürüne “dindar” deniyor. Politik arenada birini CHP, öbürünü AKP temsil ediyor. Biri başı açık, biri başörtülü olarak görünüyor. Şimdi bu mahalle gerilimi dinî değerlerden daha önemli. Yani din ayrılığı olsa anlaşılabilir; ama bu mahalle ayrılığında anlaşman mümkün değil. Şimdi bir mahalle öbür mahalleyi, “Bize saldırıyorlar” diye algılıyor. Yani orada bir dizi çekilmiş, insanlar bir şey anlatmaya çalışıyor. Otur izle yani en azından. Hani nasıl ki top oynamayı, maç yapmayı abartıp, silâhlar çekilip millet birbirini öldürür; ama o maçın arkasında bir başka gerçekler var. Sanki futbol seyrediyormuş gibi görünüyor, ama o futbol falan değil. Şimdi burada da sanki dizi seyrediyormuş gibi görünüyor, ama aslında dizi değil.

İktidar savaşı.

İhsan Eliaçık: Egemenlik savaşı. Ben şöyle izlediklerini düşünüyorum. Her iki tarafın da böyle izlediğini düşünüyorum. Şimdi diyelim tarîkatçı diziyi izliyor, diyor ki: “Hah! Aferin, kız nasıl geçirdi lâfı. Mosmor etti laiki.” Öbürü diyor ki: “Amma şey yaptı. Bunların zâten foyasını ortaya çıkarmak lâzım. Daha bunlar az bile.” Yani bir futbol sâhasında böyle tribünlerde futbol izler gibi; “Vurdu bizimki, morarttı” falan gibi. Şimdi bunun ben mevcut gerilimi daha da derinleştireceğini ve taraflara bir şey vermeyeceğini düşünüyorum. Yani şöyle, özellikle bu “Kızıl Goncalar”da ilk iki bölümde bence konsept, eğer bu kesimlerin verilen mesajlar üzerinde kafa yormaları düşünülüyorsa yanlış kurulmuş.

Ama orada meselâ bir sahne var biliyorsun; Suavi’ye kızın yaptığı mantık önermesi. Ne diyor o zeki kız, dehâ derecesinde zeki olan kız?

İhsan Eliaçık: “İkiniz aynısınız” diyor. 

Evet. “Siz ikiniz de aynısınız” diyor.

İhsan Eliaçık: Şimdi bak, onu biz böyle yorumluyoruz burada. Bir tarîkatçının ve bir Atatürkçü, Kemalist uç âile diye “Kızılcık Şerbeti”nin tanıtımında, video sayfasında böyle yazıyor: “İki uç âile arasındaki aşk hikâyesidir bu” diyor. Şimdi bu âileler bunu seyrederken, “Aferin kız. 28 Şubatçı faşisti nasıl oturttu gördün mü?” Yani o ona seviniyor. Öbürü de, “Had bildirmeye kalkışıyor, daha başındaki baçörtüsünü atamamış. Kalkmış mantık dersi vermeye çalışıyor” filan. Şimdi ben bunların bundan bu dersleri almadığını düşünüyorum. Şöyle bak, şimdi orada iki tâne karakter var. Eğer kutuplaşma o iki karaktere doğru kaydırılırsa 10 kişiden 5-6 kişi verilen mesajlar üzerine düşünebilir. Diğeri gerilimi artırmaktan başka bir işe yaramaz. Yani Atatürkçü-tarîkatçı gerilimi tarafların birbirlerini dinlememesine sebebiyet veriyor. “Bize saldırıyorlar” diye düşünüyor. “Neyi dinleyeceğim ki? Adam çıkmış İslâm düşmanlığı yapıyor” diyor. Şimdi orada bir Şeyh Cüneyt karakteri var, tarîkatın içerisinde, âsâbı bozuk. Muhtemelen şeyhin yerine geçecek olan; fakat tarîkatta bu çarpıtmalardan, yolsuzluklardan falan rahatsız olan ve kızına tecâvüz eden bir tarîkat mürîdini su kemerinden aşağı atmaya kalkışan oCüneyt. O ileride tarîkata sert eleştiriler yöneltecek gibi görünüyor, en azından tarîkatın müritlerine. Tarîkat içerisindeki süte su katma tarzında, baklavada yolsuzluk veya işini iyi yapmama gördüğü için. Onu da tersine çevirdi. O mürîdi cezâlandırmasına.. sakal kesme cezâsı verdi. Bir de şey karakteri var, o daha henüz ön plana çıkmadı; tarîkatten ayırılan türbanlı feminist kız karakteri var. 

Evet, İmam-Hatip’te hocalık yapan…

İhsan Eliaçık: Betül Tezel karakteri var. O da, “Ben tarîkattan ayrıldım, onları çok iyi tanırım, ben içlerinden ayrıldım” diyor ve gazetelerde de İslâm’da kadın üzerine falan böyle feminist yazılar yazıyor. Yani bizim kızlardan…

Belki oraya şeyi de eklemek…

İhsan Eliaçık: Şimdi orada onun yapacağı eleştiriler, içeriden olduğu için, bir de o Şeyh Cüneyt’in yapacağı eleştiriler içeriden olduğu için, 10 tarîkatçıdan en az yarısı; “Dur bakayım ya. Ne diyor burada?” falan diye dinleme ihtimâli var. Ama Atatürkçü doktorun veya Suavi’nin tarîkatlara yönelttiği eleştirilerin 10 tarîkatçıdan izleme, onu dinleme, “Ne diyor bu?” deme ihtimâli sıfır. Çünkü onları düşman olarak algılıyorlar. Şunu demek istiyorum. Ben bakıyorum, tabiatta da şey böyle. Şimdi kendi cinsinden bir eleştiri olursa burada bir gelişme oluyor. Düşman kutuplar karşı karşıya geldiği zaman konuşmalar sâdece bu kutupların daha da sarılmasına, daha da bilenmesine sebebiyet veriyor. Keşke böyle olmasa ve bu eleştiriyi daha çok böyle kendi içinden birilerine kaydırsalar daha yararlı olur diye düşünüyorum.

Burada doktorun Almanya’ya giden karısında da bence… Hani o İmam-Hatip’teki tarîkattan ayrılmış kadınla para yollayan.

İhsan Eliaçık: Evet.

Kadında da bir şey var. O da dâhil olsa, onun da içeriden seküler kesimin bir eleştirisini yapma potansiyeli var. Meselâ adamı bırakıp gitmiş vs. Almanya’ya. O kadında da bir istikbal var. Belli ki ona da bir şey atfetmişler.

İhsan Eliaçık: Onlar biraz yan karakterler gibi görünüyor. Şimdi ana karakterlerle başladılar. İş oraya doğru… Zâten hemen hemen bu tür dizilerde diziye dâhil olan bütün karakterlerin bir hikâyesi oluyor. Lâf dönüp dolaşıp onun hikâyesine geliyor. Onun üzerinden mesajlar verilmeye başlıyor. Şimdi öyle olduğu zaman en azından insanlar, “Evet, yani biz de yanlış yapıyoruz kardeşim. Yok mu yani, bizim tarîkatta böyle şeyler olmuyor mu? Niye kızıyorsunuz ki?” falan diye konuşmalar başlar. Veya diyelim bir 28 Şubat eleştirisi yapılacaksa, bunu 28 Şubat’ın içinden gelen, böyle Atatürkçü laik kesimlerin içinden gelen birileri yaparsa…

Meselâ Suavi’nin yapması.

İhsan Eliaçık: Tabiî. “Ya kardeşim, biz de yanlış yaptık yani. Bak cevher gibi, zehir gibi çocuk. Matematik dehâsı. Başını örtüyor diye ne yani?” filan diye böyle onların içinden birisinin bunu söylemesi gerekiyor ki onlar üzerine düşünsünler. Yoksa gelişme olmuyor. Zâten seçim ortamına giriyoruz şu anda. Yani böyle karşılıklı taşlamalar, iki sivri ucu karşı karşıya getirip… Ben anlıyorum ki bu diziyi yapanlar, bu “uç âileler” dedikleri, –dizinin tâbiri bu; “uç âileler arasındaki aşk hikâyesi” diye “Kızılcık Şerbeti”nde yazmışlar– bunları birbirleriyle konuşturmak istiyorlar. Ancak bu konuşmayı yapan kişiler oyuncular, yani dizi sektörünün elemanları. Gerçi onlar için de bir ekmek kapısı, iş oluyor yani. Güzel de, oyuncular da çok başarılı. Hani dizi sektörü Türkiye’de çok gelişmiş. Dünyaya ihraç ediliyor bu diziler. Bütün dünya izleyecek bunları. Tamam, ama şimdi onu yaşayanlar… Ben biraz da şöyle bir şeye kapıldım. Bunu da söylemem lâzım. Şimdi baktım böyle, “Karşılaşmalar” diye bir tiyatro oyunu vardı. Boğaziçi Tiyatro Topluluğu çekmişti. Bizim bu muhâfazakâr çevrelerle yaşadığımız gerilim; bu yeryüzü sofraları, Gezi’ye katılma filan o anlatılıyor. Ben onu izlerken tuhaf oldum. Yani benim yaşadığım şeyler oyuna dönüşmüş veya bu dizelerde de görüyorum. Böyle bizim yaşadığımız tartışmalar, benim içinde bulunduğum, geldiğim çevre, işte bu tarîkatçılar benim meâlimi yasakladı, yurtdışına çıkışım şu anda hâlâ yasak. Şehir dışına çıkma yasağı getirildi falan. Mahkemelere gidiyorum, yargılanıyorum. İnsanlar “Nasıl böyle konuşursun?” falan diyor. “Gezi İmamı” diyor, “Laiklerin hocası oldun” falan diyor. Bir tartışmanın içindeyiz. Şimdi bu tartıştığımız şeylerin hepsi bir dizide senaryoya dönüştürülüp, insanların böyle çekirdek çitleyerek bunları izlediğini görünce ben biraz tuhaf oluyorum yani. “Allah Allah, biz bunları bunun için mi yaşadık? Dizi olsun diye mi yaşadık bunları?” diyorum. İnsanlar dizi diye seyrediyor Ruşenciğim yani. 

Ağırına gitmiş. 

İhsan Eliaçık: Bunu ben bir solcudan da duydum. Sen de bunu yaşamışsın zamânında. 

Tabiî. 

İhsan Eliaçık: Meselâ 70’li yılları anlatan diziler çekilmişti bir ara. Deniz Gezmiş’i filan anlatıyordu. Neydi onun ismi? “Hatırla Sevgili” filan diye bir dizi. Onu izlerken bir solcu arkadaş, “Y,a ben Mamak Cezâevi’nde yattım. 72’yi gördüm. 12 Mart’ı gördüm. Şimdi bizim yaşadığımız olaylar burada dizi olarak çekilmiş. Ben bu olayların içindeydim. Bakıyorum diziyi oynayanların bu olaylarla bir alâkası yok, profesyonel oyuncu yani. Parayı veriyorsun, Deniz Gezmiş’i oynuyor. Şimdi götürüyor bir televizyonda insanlar evlerinde böyle güzel, çekirdek çitleyerek bizim yaşadığımız olayları oyun diye seyrediyorlar ya. Yani, biz bunları bunun için mi…” Kapitalizm böyle bir şey yani. 

Peki şunu sorayım uzman görüşü olarak, hani bizi anlatıyor diyorsun. Anlatımda meselâ tarîkat, dindar kadın, dindar erkek vs.. Öykülendirme ve canlandırmada bunlar sana sâhici geliyor mu, yoksa böyle bir rahatsız edici şeyi var mı? Bu kadar da değil yada zayıf anlatım ya da güçlü anlatım. Ne dersin?

İhsan Eliaçık: Şimdi, “Kızılcık Şerbeti”nde dînî içerik… senaryo danışmanı Emre Dorman diye geçiyor. O arkadaş dînî konuşmalar falan yapan, geleneksel muhâfazakârlığa “Gerçek İslâm bu değil” şeyinde yani. Bu Caner Taslaman falan arkadaşı. Onun danışmanlığı yaptığı yazıyor. Dolayısıyla diyaloglar çok başarısız değil. Yani “Ya bu dindarlar böyle konuşmaz. Nereden çıkardın bunu?” türünden bir şey yok. Ama o tür sahneler az. Yani şöyle söyleyeyim; gerçek dindarlık tartışmaları dediğimiz tartışmalar serpiştirilmiş vaziyette. Altta akan ana hikâye bildiğimiz pembe dizi yani. Âile çatışması, mahalleye gelen dul kadın, onunla evlenen imamın oğlu genç müezzin. “Sen kendinden yaşlı, bir çocuklu dul bir kadınla nasıl evlenirsin? Onun da üstelik başı açık” vs.. Eve gelince ayakkabıyla içeri girme veya ayakkabıyı çıkarma. Bir sohbete veya bir yemeğe gidildiğinde, işte, alkol isteyip istememe. Diyelim bu “Kızılcık Şerbeti”nde bir kadın var. O da eşinden ayrılmış, dul, iyi eğitim görmüş, laik, Atatürkçü, genç “laikçi teyzemiz”. Çünkü biz onlara “laikçi teyzeler” derdik. Ama böyle çok dürüst, acayip dürüst. Böyle tövbe falan bilmiyor; ama yanlış yaptığında oturuyor ağlıyor filan yani. “Ben bu yanlışı nasıl yaptım? Bütün değerlerimi ayak altına aldım” gibi. Şimdi, “Nasıl olur da ayakkabısını çıkararak içeri girer? Ne gerek var buna? Yani o ayakkabıyı çıkardığı zaman kokuyor, yani dışarıda… Ben ona ayakkabılık yapmak durumunda değilim” gibi ayakkabıyla girdin girmedin tartışması oluyor. Veya bir başka yerde; bebekleri olacak, bebek odası yaptıracaklar. Laik teyzemiz ve onun laik kızı gidiyor bir duvar kâğıdı beğeniyor, odaya duvar kâğıdı kaplatıyor. Ama evin başörtülü hanımı, “Bu haram. Üstünde domuz figürleri var” diye onu söküyor. Onlar da buna köpürüyor, “Yeter artık” diyor. İşte boşanma sebebi de bu yani. Ana karakterler bunun için boşanıyorlar. “Buna dayanamayacağım artık. Her şey haram. Her şey yasak. Saçma. Nasıl böyle bir şey olabilir?” diyor yani. Şimdi ele aldığı konular, yani muhâfazakârlık ve modernlik diye tâbir ettiği konular aslında ne gerçek dindarlık ne de gerçek modernlik. Modern, “Ne içersin?” diyor meselâ gece vakti. “Çay içerim” dediği zaman, “Ne içersin? Viski mi konyak mı?” diyor. O da diyor: “Hayır ben çay içerim, ayran da olabilir” diyor. Şimdi çay, ayran derse muhâfazakâr; viski, konyak derse modern oluyor yani. “Nasıl, gece vakti çay mı içilir?” diyor filan. Böyle âdetler, alışkanlıklar, töreler, bir şekilde bırakılamayan yıllarca edinilmiş huylar ve bunları benimseyip benimsememe üzerinde akıp gidiyor. Şimdi buna bir dindarlık tartışması diyebilir miyiz? Bence diyemeyiz. Tam direkt dindarlık tartışması değil bu; çünkü aynı şey Brezilya dizilerinde de var, Fransız dizilerinde de var, İtalyan dizilerinde de var. İtalya’da çıkmış zâten bu pembe dizi şeyi, böyle âile içi tartışmalar. Eğer işin içine bir Katolik girerse orada bir dînî boyut kazanıyor. Burada da “Ömer” dizisinde olduğu gibi işin içine bir imam girerse, o imamın oğlu müezzin girerse, onun âile sorunları tartışılırsa o zaman dînî bir sos kazandırılmış oluyor. Şimdi bu açıdan “Ömer” dizisiyle “Kızılcık Şerbeti” dizisinden çok farklı bu “Kızıl Goncalar”. Politik şeyi çok yüksek veya çok yüksek başladılar, bilmiyorum. Sonra azaltacaklar mı, dikkat çekmek için mi yaptılar bilmiyorum onu da.

“Yetmez ama evet” de var.

İhsan Eliaçık: Orada tarîkatçıları en çok kızdıran şey şu ve “Direkt saldırıyorlar bize” diye o hocanın vaazinde de gördüm; o şeyhin, şeyh adayı olan genç Cüneyt’in, kızına tecâvüz eden bir mürîdi –bizim Fatih’teki su kemerinde çekmişler– kemerin üstünden aşağa atmaya kalkıyor. O doktor da geliyor onu telkinlerle kurtarıyor. “Yapma, etme. O senin baban değil” diyor. Birden şaşırıyor. “Babam değilse o zaman…” Yani başka bir şey içine giriyor. Bu ileride gelecek yani. Babası değilse ne o zaman? Bu da bir âile dramı, yani altta akan bir âile dramı olduğu anlaşılıyor. Şimdi onlar bunu şöyle algılıyorlar: “Kardeşim yani bu kadar saldırı fazla. Bu âile şeylerine girmeyin”. Bu aslında âile içi ensest ilişkileri anlatmaya yöneliyor dizi. Onlar da buna köpürüyorlar yani. “Buraya girme. Bu kadar olmaz” diyor. Yani bunu bir saldırı olarak algılıyor. “Ya, nâmahremimiz bile kalmadı” diyor hoca meselâ. “Ya, adam âilenin içine girmiş saldırıyor arkadaş. Bu kadar da açıktan saldırı olmaz ki” diyor. Bunu bir eleştiri olarak kabul etmiyor. “Bu laikler, Kemalistler iyice saldırının dozajını artırdılar. Âile işlerine kadar girmeye başladılar” diye düşünüyor. Ama onlar bunu saldırı olsun diye yapmıyor. Onlar, “Bir şey tartışın, bunlar da bildiğiniz, diğer âilelerde görülen şeylerin bir benzerini işte bunlar da yaşıyor. Öcü değiller yani. Bunlar da bildiğimiz memleketin insanları” demeye getiriyor. Ama onu karşı taraf o şekilde algılamıyor. Meselâ RTÜK buna da cezâ verdi. 2 gün, öbürüne 4 gün vermiş. O da, istemediği bir adamla evlendirilen muhâfazakâr başörtülü kız ilk gününde dayak yiyor, pencereden aşağıya atılıyor. Buna, “Kadına şiddet uyguladınız” diye o diziye 4 gün cezâ vermişler. Şimdi bunda da “Mânevî değerleri aşağılıyor” diye cezâ vermişler. Şimdi bu cezânın sebebinin de gerçek cezâ olmadığını düşünüyorum. Bu cezâlar niye veriliyor? Egemenlik gösterisi yapılıyor. Yani demek istiyor ki: “Ey, bu diziyi çekenler! Artık Türkiye eski Türkiye değil. Eskiden çektiğiniz filmlerde imamları hep kötü gösterirdiniz. Yani üçkâğıtçı, sahtekâr, dolandıran, milletin ırzına namusuna göz diken imam portreleri çizdiniz yıllarca ve böyle kazma dişli, çember sakallı tiplemeler yaptınız. Şimdi aynı alışkanlıkları burada da sürdürmeyin. Bu saldırılardan vazgeçin. Türkiye eski Türkiye değil. Müdâhale ederiz. Tak, engelleriz. Onlar da sizin gibi eşittir. Doğru dürüst anlatın anlatacaksanız” demeye getiriyor. Ve bunu, “Niye müdâhale etmiyoruz ya? Türkiye eski Türkiye mi? 28 Şubat’ın üzerinden 20 yıl geçti. Hâlâ bu dinimize saldırılara müsaade mi edeceğiz? Nerede bu hükûmet? Nerede bu RTÜK?” dendiği için bu cezâlar veriliyor.

Bakan’ın açıklamasını gördün mü? Dizi yapımcılarıyla toplantı yapacakmış Âile Bakanı. Hassâsiyetleri dile getirecekmiş. Bir tür… 

İhsan Eliaçık: Ayar verme. Ayar çekecekler.

Evet, ayar verecekler. Yani şöyle bir husus var sanki; hem bir yandan muhâfazakârların görünüyor olmasından aslında rahatsız değiller; ama o görünürken de onun iyi gösterilmesini, üzerine en ufak bir leke gelmemesini istiyorlar. Ama o, insanın fıtratına aykırı. 

İhsan Eliaçık: Ama şimdi diyelim başörtülü diye onun boşanması, onun dedikoduculuğu anlatılmayacak mı yani? “Kızılcık Şerbeti”nde iki tâne kadın var. Birisi gelin, birisi ana karakterin karısı rolünde. Yani duyduğu ilk şeye inanıp milletin içerisinde gidiyor, “Senin benim kocamla ilişkin mi var?” diye pat diye söylüyor. Sonra gidiyor, işte, “Falanın falanla ilişkisi varmış” diyor. “Nerede gördün?” diyor. İşte, “Bir kafede kahve içiyorlardı burun buruna” diyor. Olabilir, kahve içebilir. Olabilir mi yani? Bir kadınla bir erkek nasıl kahvede oturabilir? Demek ki bunların bir ilişkisi var. Yani böyle en ufak bir şeyden nem kapan, hemen onu pat diye söyleyen türbanlı kadınlar anlatılıyor. Yani acayip lâf taşıyan ve dedikoducu, çok tehlikeliama. Birisinin yanında bir kadın görmeyegörsün; “Hah! Bunun bununla ilişkisi var” demek gibi anlatan. Böyle çok da insan var yani, onları yansıtıyor aslında. Şimdi bir dizide sırf o türban takıyor diye, başı örtülü diye; bunun yalancılığı, dedikoduculuğu, lâf çalıcılığı anlatılamaz hâle geliyor bu ayarı verdiğin zaman. 

Evet.

İhsan Eliaçık: Niye? Çünkü başörtülüyü dedikoducu göstermiş oluyorsun. Ama dedikoducu.

Sütten çıkmış ak kaşık istiyorlar ama.

İhsan Eliaçık: Ama şimdi bunu aşmaları için şöyle yapmaları gerekir. Ya kardeşim, bu bir dizi. Bunlar da memleketimizin insanları. Şöyle etrâfına bak yani. Böyle yaşamları görmüyor musunuz etrâfınızda? Yani bir sürü boşanan var, ayrılan var, istenmeyen gelin var, dışlanan damat var, parçalanan âileler var. Cumartesi babaları var; çocuklarını cumartesiden cumartesiye görüyor. Bunun kapalısı da var, açığı da var, moderni de var, muhâfazakârı da var, zengini de var, fakiri de var. Git bir köydeki dedikodulara bak; bir de Etiler’de, Nişantaşı’ndaki dedikodulara bak yani. Aşağı yukarı aynı değil mi? Bunlar memleketin meseleleridir. Bu açıdan ben bak, şöyle bakıyorum. Şimdi muhafazakârlık, Müslümanlık adına söylemiyorum, sosyolojik yorum yapıyorum şimdi burada. İlâhiyatçı değil de sosyolojik şeyim de var benim, oradan bakarak söylüyorum: Muhâfazakârlar bir topluma lâzım; çünkü onlar toplumu ayakta tutan ana, âile gibi, evlilik gibi, dürüst olma, namuslu olma falan gibi, geleneklere bağlı olmak, her şeyi yıkıp devirmemek, yüzyıllarca biriktirilmiş gelmiş olan, zorlukla kurulmuş olan düzenleri bir çırpıda darmadağın etmemek gibi şeyleri korurlar. Ama bunlar bir müddet sonra ayakbağı olurlar. O zaman da modernler lâzım. Değişim isteyenler, yenilik isteyenler, “Ya, bunlara takılmayalım kardeşim. İlerleyelim geçelim. Buraya takılırsak geride kalırız” diyen insanlar lâzım. Şimdi her iki taraf da tutumlarını bir din hâline getirip, kendilerini yalnızca ve sâdece onunla tanımlayıp ve karşı tarafı da bir mahalle yerine koydukları zaman, ikisi de o toplumun gelişmesini durduran ayakbağına dönüşüyor. Meselâ şimdi bir muhâfazakâr, eğer dinle muhâfazakârlığı ayırmazsa, Aliya İzzetbegoviç’in dediği gibi, “Eğer hurâfelere, dinden olmayan şeylere îtiraz etmezseniz, bir müddet sonra o gelenekler dini de yok eder”. Şimdi dinin başına belâ olan en büyük şey muhâfazakârlık ve gelenekçiliktir. Çünkü gelenekle bu birbirine karıştırılır, gelenek dinmiş gibi zannedilir ve onda ısrar edilir. Şimdi diyelim ayakkabıyla eve girmenin veya girmemenin dinle ne alâkası var? Niye birisi modern oluyor, birisi muhâfazakâr oluyor? Bir Müslüman ayakkabıyla da eve girebilir, girebilmelidir. 

Yine seni asacaklar İhsan.

İhsan Eliaçık: Böyle bir kültür dünyanın bir yerinde üretilebilir. Ayakkabıyla eve giren Müslümanlar. Kardeşim, senin bu köylülüğündür, senin bu Ortadoğululuğundur, bu yörenin kültürü bu ya. Yani halbuki din dediğin şey çok da evrensel bir şey. Başı açık bir kadın da bir dindarlık üretebilir. Avrupalılar da kendine özgü bir dindarlık üretebilir. Meselâ diyelim câmiye giriyorsun, yerde oturuyorsun. Ortadoğu kültürü yerde oturma. Şimdi dünyanın bir başka yerinde Müslümanlık adına böyle sıralarda oturan bir câmi kültürü olamaz mı? Bence olur. Ama şu anki muhâfazakâr buna izin vermez. Bence dindarlık verir; ama muhâfazakârlık izin vermez. Esâsında İslâmiyet bana göre muhâfazakârlığa karşı doğmuş bir din. O zaman şimdi burada, bu muhâfazakârlıkla dindarlık ayrımı yapan dizide herhangi bir şey yok. Yani muhâfazakârlıkla dindarlık birbirine karışmış vaziyette. Muhâfazakârlık dindarlık zannediliyor, bâzı muhâfazakâr gelenekler. Meselâ orada seküler âileden birisi diyor ki; “Kardeşim domuz eti yemek haram. Burada ise domuza benzer figürler bebek odasına asılmış. Biz onu kesip yemiyoruz ki. Bu niye haram olsun?” Yani bir seküler zihin bunu düşünüyor. Ama türbanlı kadın, “Domuz haram” diyor. Domuz eti yemek değil, domuzun görüntüsü bile olmaz. Ha, bir de köpek var. Meselâ laik kızımız, dindar eve köpek getiriyor. Laik gelin sokakta bulduğu köpeği getiriyor. Geleneksel âile, hepsi bir arada kalıyor zâten. Bütün çocukları, gelinleri falan her birinin odası var. Boğaz’a nâzır zengin bir yerde yaşıyorlar. Dizi orada geçiyor. Yine başı örtülü, otoriter, “Olamaz. Bu köpeği sen buraya nasıl getirirsin?” diyor. Şok oluyor. O da diyor ki: “Niye şaşırdınız? İşte hayvan, bacağı kırılmış” filan diyor. “Kardeşim bu evde namaz kılınıyor. Sen bu köpeği buraya nasıl getirirsin? Sen bizim geleneklerimizi bilmiyor musun?” diyor. “Ya, bunun gelenekle ne alâkası var?” “Olmaz, zinhar olmaz. Köpek giren yerde namaz kılınmaz.” Hattâ Şâfî yorumuna göre, biraz da Kürt kökenli olduğu falan anlaşılıyor o âilenin, elini dahi süremezsin. Onun bulunduğu yere seccâde serilmez falan derler. Kızın evde köpek beslemesine karşı çıkıyor ve onu babasına danışıyor. Babası da, “Dışarıda olabilir. Ona bir yuva yap orada yaşasın” diyor. Bir araba çarpıyor, köpek ölüyor. Kız ağlıyor sızlıyor. Diğerleri de şaşırıyor; “Ya, bu köpek için bu kadar ne gerek var?” Anlamıyorlar yani. Bu köpek şeyi meselâ, dindarlık bunun neresinde? Ha şunu da söyleyeyim; “Kızıl Goncalar” dizisinde, bence asıl dindarlık tartışması orada yararlı olur. Eğer orayı geliştirirlerse, yani böyle ayakkabıyla girdin, köpek beslemedim falan filan bu değil de…

İzin verirlerse… 28 Şubat’tı vs. idi, şu bu girerse, yürürse…

İhsan Eliaçık: Yok yok, o da değil. Bambaşka bir şey söyleyeceğim. 28 Şubat biraz daha siyâsî. Asıl dipte akan başka bir şey var. Diyor ki o Özgü Namal’ın canlandırdığı, köyden şehire gelen ve tarîkatta bir yere sığınan, o vakıf yeri orası deyip de kirâ da alınan. Ona da adam şaşırıyor, “Ya, vakıf yeri değil mi? Ne kirası?” falan diyor. “Abi böyle” falan diyor o da. Şimdi onun köylü saflığıyla alavere dalavereye kafası çalışmıyor. İmâlathâne kurmuş tarîkat, orada börek yapıyorlar. Diyor ki: “Bu böreğin tamâmına tereyağı sürmemiz lâzım”. “Yok, yarısına süreceksin” diyor. “Niye? Kapakta tam tereyağlı yazıyor. O zaman tamâmına sürmemiz lâzım” diyor. Bunu gidiyorlar bu mürîde, o imâlatla ilgilenen mürîde söyleyince o da geliyor, “Ya, sen kadın başına bize ticâret mi öğreteceksin? Böyle olacak” diyor. “O zaman kapaktaki yazıyı değiştirin. %50 yağlı falan yazın” diyor. Şimdi bu süte su katma, işine hîle karıştırma, dürüst olma, aldatmama… dinî prensip tam bu. Bu vurgu tam dindarlık vurgusudur. Çünkü din insandan dürüst olmasını ister. Bunu yapamazsın yani, bu haramdır, dine aykırıdır. Yani başı açık olabilirsin, alkolden iki tek atabilirsin, köpek besleyebilirsin, sorun değil bunlar; ama bunu yapamazsın. Tam buna karşı çıkıyor. “Bu olmaz” diyor. Bunun üzerine bu tarîkat meclisine geliyor. Bu kadını cezâlandırmak istiyorlar. O Cüneyt ortaya çıkarak, “Bu kadın haklı. Sen yanlış yaptın” diyor ona, sakalını kesme cezâsı veriyor. Utanç cezâsı oluyormuş o da. “Niye böyle yaptın? İşini niye dürüst yapmıyorsun? Niye az tereyağı katıyorsun?” diye. Şimdi meselâ burada önemli bir iyi yer yakalamışlar. Şimdi bu tür çarpıklıklar dinî kesimlerde de olabilir, başkası da olabilir. Yani ben bu açıdan bakıyorum. İnsanlar bunu biraz anlamakta zorlanıyor; ama sinema sektöründe ben en dindar, dindarlık şeyi çok yüksek –tabiî benim dindarlık anlayışıma göre– aynı zamanda çok anti-kapitalist vurguların Kemal Sunal filmleri olduğunu düşünürüm hep. Baştan beri öyledir yani. Hiç çakmazsınız manzarayı, ama baştan sona dindarlığın şeylerini anlatır. Bir ağa veya bir üçkâğıtçı birisi, para babası filmin sonunda halk tarafından yuhalanır, rezil edilir yani. Mahalle halkı kazanır sonuçta. Çünkü o üçkâğıtçıdır, sahtekârdır. Yani Şener Şen’in o “Sakar Şâkir”deki üçkâğıtçı Kayserili Hacı tiplemesi. Biz de burada Kayserili olarak üzerimize alınıyoruz ama. Yani peyniri koyuyor tartıya, hafiften de basıyor böyle, hafiften gramajı fazla gelsin diye. Buna karşı çıkmak, dindarlığın tam özü bu işte ya. Yapamazsın bunu birâder. Kandırıyorsun, yalan söylüyorsun, doğru değilsin, dürüst değilsin.

O anlamda Meryem karakteri seni umutlandırmış anladığım kadarıyla. 

İhsan Eliaçık: Tabiî tabiî. Şimdi Meryem, o Müslüman feminist Betül karakteri, bir de genç Cüneyt; âsâbı bozuk, böyle deli dolu bir şey yani. Onun bir âile dramı var. Derinden bir şey geliyor yani. Çok çok yaralı bir çocuk. Yani böyle tarîkatı alt üst edecekmiş gibi görünüyor. Öyle bir havası var. Patlayacakmış gibi böyle. 

Zâten doktora da ayakta hemen analiz çekti.

İhsan Eliaçık: Tabiî tabiî. 

Yani o ona gelmişken, o onu psikanalize tâbi tuttu. 

İhsan Eliaçık: Tabiî. Tasavvufî şey yaptı; “Hasta olan burasıdır doktor. Sen sevdin mi hiç?” filan diye böyle. Evet bâzı güzel, etkileyici sahneler de vardı. İyi yakalamışlar. Bu “Kızıl Goncalar”ın senaryo ekibi biraz daha çalışkan, biraz daha böyle dersine iyi çalışmış görünüyor benim gördüğüm kadarıyla. Daha önemli şeyler çıkabilir. Sonuçta konsepti süratle bir Atatürkçü-tarîkatçı geriliminden çıkarmaları gerekiyor bence, eğer dinliyorlarsa. Çünkü o hem onların başını belâya sokar hem de toplumu gerer birâder yani. Çünkü insanlar bunu saldırı olarak algılarlar. Ben diyorum ki, senaristlere tavsiyem şu: Eleştiri yapacaksanız, tarîkatı eleştirecekseniz, tarîkatın içinden, tarîkattan ayrılan, türbanlı başörtülü filan birisi yapsın bu eleştiriyi. Öbürü yan karakter olarak kalsın. “Evet, ben de katılıyorum ona” falan desin. Eğer Atatürkçüleri, 28 Şubatçıları eleştirecekseniz, onu da onların içinden gelen biri eleştirsin. Çünkü eşyanın tabiatında böyle bir şey var; kendi cinsinden olan bir araya gelirse ondan yeni bir şey doğar. 

Sonuçta sana ev ödevi verdim diye bana kızmamışa benziyorsun. Bayağı hoşuna gitmiş izlemek. 

İhsan Eliaçık: Şimdi şöyle, ben bir taraftan kitap yazıyorum sürekli. Ama en çok sevdiğim, anlattığım sanatlar içerisinde eskiden edebiyâtı çok severdim, tabiî lise yıllarında falan, Dostoyevski şeyimiz vardı. Ama şimdi sinema. Çünkü sinemayı ben çok modern ve çok çağdaş bir şey olarak görüyorum. Çünkü edebiyat Aristo zamânında da vardı, 2000 yıllık bir yazım geleneği. Ama sinema 100 yıllık bir anlatım sanatı. Tiyatro da çok eski, tâ Yunan’dan beri var. Ama sinema çok yeni. O nedenle benim zâten sinema sevgim ve sinema ilgim var. Hattâ bâzı filmlere de senaryo danışmanlığı falan yaptım. Birkaç tâne bizim yazdığımız şeylerden film çekildi. Hattâ bu arada şunu da söyleyeyim — sen okudun mu bilmiyorum veya bizi dinleyenlerin haberi yoksa okuyabilirler: Mehmet Uzun’un Emine romanı var. Onun bir üçlemesi var. Emine romanı, üçlemenin bir tânesi romanın ismi Emine. 2011 veya 2012’ydi, bu romanın yazarıyla beni bir parkta buluşturdular. Bir edebiyat dergisinde bu konu oldu. Yani “Romanın yazarıyla kahramanını buluşturduk” diye. Orada bir “Hasan Hoca” karakteri var. Mehmet Uzun orada bizim söylemlerimizi anlatıyor “Hasan Hoca” karakteri üzerinden. 

Mehmet Uzun, bu bildiğim rahmetli…

İhsan Eliaçık: Yok yok, yaşıyor. 

O değil mi?

İhsan Eliaçık: O Ankara ODTÜ’den mezun romancı bir arkadaş. İyi romanları var.

Başka birisi. Bir de Kürt yazar var ya Mehmet Uzun.

İhsan Eliaçık: Bunu platformdan da İyi Adamın 10 Günü ve Kötü Adamın 10 Günü diye bir şeyler yazmış. Herhalde bu da ileride dizi olabilir. Oradaki dizi, asıl bu 20 yıllık dönemi tam o anlatıyor. Yani sonradan zenginleşmiş, mücâhitken müteahhit olmuş bir âile ve ona karşı çıkan, şiddetle bu gidişâtı eleştiren Hasan Hoca diye bir karakter var. O ikisi arasında olanları kocaman 600 sayfa roman yazmış. Orada da böyle pembe dizi havası da var. Yani böyle bir aşk var, ihânet var, sahtekârlık, kalleşlik hepsi var. O da ama şu zamanda değil de ileriki zamanlarda, yani bu iktidar döneminin biraz etkisi geçince çekilebilecek bir şey. Çünkü şu an ona fazla izin vermezler. Çünkü o doğrudan tarîkatları da değil; direkt iktidar sebebiyle zenginleşenleri eleştiriyor. Dolayısıyla şimdi benim bu senaryoyla sinemayla falan bir şeyim var. Dünya sinemasını ben daha çok izliyorum. Ama sen şimdi söyleyince “Kızılcık Şerbeti”nin birkaç bölümüne bakmıştım. Bunları da zâten son iki bölümünü “Kızıl Goncalar”ın izlemiştim. “Ömer” dizisinin de bâzı bölümlerinden haberim vardı. Çünkü nihâyetinde, “Orada dînî mesajlar veriyor. Gördün mü onu?” falan diye bana yazanlar oluyor. Sinema dünyasının, dizi dünyasının neresinde böyle hafif bir kıpırtı olsa bir şekilde haberimiz oluyor yani. Onların böyle bâzı bölümlerine bakıyordum; ama sen söyleyince oturdum, özet bölümlerini izledim. Bir de şimdi 48 bölüm, yani bir buçuk yıl olmuş. Bâzı bölümlerini direkt izledim, epeyce izledim. Konuyu anladım ne olduğunu, karakterleri falan. Bâzılarına yapay zekâ yardımıyla videonun iki saatlik özetini çıkar dedim, şak diye özetini bana çıkardı.

Hadi ya.

İhsan Eliaçık: Tabiî. Onları da kullanıyorum artık, bildiğin gibi değil. Çünkü videonun özetini sana yazıyor. 

Vay be!

İhsan Eliaçık: Tabiî. Videonun özeti, ne oluyor burada, ana konu ne, karakterler, hepsini sanayazıyor, oradan da okuyabilirsin. Dolayısıyla mevzûyu oradan anlayabilirsin. Çünkü dediğim gibi, meselâ olaylar kendini tekrar ettiği için, yani “Yine aynı şey” falan diyorsun. Üç defa barışıyor, dört defa tekrar geri geliyor. Ben buna bu kadar vakit veremem yani. Çünkü tekrar ediyor kendini. Bir de şimdi mevzûyu kaptığın zaman, “Yine aynı mevzû” diyorsun. Hattâ şöyle bir şey var, geçen aklıma o geldi; ben bu dizilerdeki, senaryolardaki konuların siyah-beyaz versiyonunu bile dinledim, onu hatırladım. Meselâ Balatlı Arif diye Yılmaz Güney’in bir filmi var. Bizim Balat’ta çekilmiş. Yani Balat’ta yaşayan yoksul, tıp fakültesinde okuyan öğrenci Nişantaşı’ndaki Nebahat Çehre’ye âşık olur. Ve olaylar burada hızla gelişir. Ve kapı komşusu bir kız vardır, onunla nişanlıdır. Onun nişanını bozar, işte bununla gelişmeye başlar. Mahalle kapıda birikir; “Namusa ihânet ettin. Niye o mahalleye gidiyorsun? Orada gül gibi nişanlın varken bozdun” falan der. Böyle 1 saat 27 dakikalık Balatlı Arif, bak 1967 yılında çekilmiş, siyah-beyaz. Veya lise yıllarında okuduğum Peyami Safa’nın Fatih Harbiye romanı. Fatih semti var, bir de Harbiye semti var, aynı konu. Balatlı Arif’in aynısı. Fatih, muhâfazakârlar; Harbiye modernler. 

Zâten Türk filmlerinin vazgeçilmezi.

İhsan Eliaçık: İkisi arasında aşk hikâyesi.

Zengin kız-fakir erkek ya da fakir kız-zengin erkek.

İhsan Eliaçık: Şimdi bu konuştuğumuz ilk iki dizide, “Kızılcık Şerbeti”nde veya “Ömer”de zengin kız-fakir oğlandan ziyâde laik kız-fakir oğlan veya fakir kız-laik oğlan şeyi var, ona dönüşmüş vaziyette. Sınıfsal tema fazlaca yok. Çünkü ikisi de zengin zâten. İkisi de orta sınıf zâten. Ama bu “Kızıl Goncalar”da bir defa o Özgü Namal’ın canlandırdığı tarîkat âilesi köyden geliyor. Şehirli-köylü ayrımı var, bir. Tarîkata giriyor, hem de koyu bir tarîkat yani, onunla 28 Şubat karşılaşması var, modern-muhâfazakâr karşılaşması var ve aynı zamanda çok yoksul. Acayip yoksul, yani kirasını veremeyecek durumda. Ama karşı taraftaki âile de çok zengin. Zengin-yoksul çatışması da var. Üçünü orada birleştirmişler. Bakalım ne olacak? 

Evet İhsan, çok sağ ol. Bayağı güzel oldu. Bakalım, yeni diziler de çıkar diye tahmin ediyorum. 

İhsan Eliaçık: Tabiî tabii. İşte o Emine romanı başta olmak üzere ben bekliyorum. Bu dönemin çok dizisi olacaktır göreceksiniz. Bu 22 yıllık dönemin var ya, çok filmi olacak, çok dizisi olacak. Birçoğu şu anda giremiyor piyasaya. 

Sotada bekliyorlar diyorsun. 

İhsan Eliaçık: Şey yapmazlar yani. Biraz ortam bu tarafa evrildiği zaman… Tabiî şimdi bak bir de şöyle bir şey var; alternatif târih dizileri yapılması gerekiyor. Şu anda TRT’de gürül gürül saray dizileri. Meselâ Şeyh Bedreddin filmi çekilmişti, ona da senaryo danışmanlığı yapmıştım. Benim “Öteki İslâm Târihi” çalışmalarım var zâten. Yani böyle Alparslan, Ertuğrul, Muhteşem Süleyman falan, böyle sürekli saray dizileri. İyi de birâder, Ertuğrul dediğin dönemde Babâî Ayaklanması olmuş ve “âsîler” diye bir cümleyle geçiyor. Şimdi bunun bir alternatif târih dizileri olması gerekiyor. TRT şu anda buna ayrılmış vaziyette. Bu dizilere çok para ayrılıyor. Zâten bu dizilerin yapıldığı şeyler de daha çok TMSF kanalları, akıtıyorlar yani. Böyle bir sürü diziler yapılıyor. Bu artık 22 yıl oldu, gına geldi yani. Bunun alternatif bir şeyi olması lâzım. 

Çok teşekkürler İhsan.

İhsan Eliaçık: Eyvallah.

Evet, İhsan Eliaçık’la dizilerdeki laik-dindar karşılaşmalarını ele aldık. Kendisine çok teşekkürler. Size de bizi izlediğiniz için teşekkürler, iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.