Ruşen Çakır yorumladı: Ankara’da neler oluyor? İktidar içi iktidar savaşları şiddetleniyor

AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile CHP lideri Özgür Özel’in görüşmesinde bulunan eski Büyükelçi ve İstanbul Milletvekili Namık Tan sosyal medya hesabı X’ten “Bir Pazartesi Notu” başlıklı bir yazı yayımladı. Tan, Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Mehmet Uçum’un “Bir Pazar Notu” başlıklı yazısına cevap verdi.

Ruşen Çakır, CHP Genel Başkanı Özgür Özel’in grup toplantısındaki açıklamalarını, iktidar içindeki tartışmaları, Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Mehmet Uçum’un X hesabından paylaştığı “Bir Pazar Notu” başlıklı yazısını, Namık Tan’ın“Bir Pazartesi Notu” paylaşımını ve Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Ahmet Selim Köroğlu’nun “Salı Notu” yazısını ve siyasetteki “yumuşama” tartışmalarını değerlenirdi.

Yayına hazırlayan: Gülden Özdemir

Merhaba, iyi günler. Dün Ankara’daydım. MHP’nin grup toplantısının çıkışına yetiştim, daha sonra DEM Parti’yi ve CHP gruplarını izledim. Çok kişiyle konuştum. Meslektaşlarımla konuştum, siyâsetçilerle konuştum. Daha önceden birtakım bildiklerimle kıyasladım ve sonuçta Ankara’da çok ciddî bir sürecin yaşanmakta olduğunu gördüm ya da hissettim. Artık ne derseniz deyin. Daha olayın başındayız ve bunun mîlâdı da kesinlikle 31 Mart seçimleri. 31 Mart seçimleri gerçekten Türkiye’de çok şeyleri değiştirdi, daha da değiştireceğe benziyor. Yepyeni bir Türkiye’nin kapısını sâhiden aralamışa benziyor. Burada yaşanan olay sâdece iktidar ile muhâlefet, daha doğrusu AKP-MHP koalisyonuyla CHP’nin arasında –öyle diyelim, çünkü CHP’nin dışında belki bir ölçüde DEM Parti var, onun dışındaki diğer muhâlefet diye bildiğimiz partilerin etkisinin iyice azaldığını gördük–; İYİ Parti’nin durumu ortada. 

Yeni bir muhâlefet odağı olarak Yeniden Refah Partisi ortaya çıktı, ama Yeniden Refah Partisi daha kendi köşesinde bir pozisyon alıyor. Olaylara çok fazla dâhil olmuyor. Ama bunun karşılığında çok aktif bir CHP var ve CHP’nin Genel Başkanı Özgür Özel var. Olay sadece iktidâr ve muhâlefet arasında yaşanmıyor. Hattâ en sâhici gelişmeler ve kapışmalar, iktidar mücadeleleri gerçek anlamıyla iktidârın içinde yaşanıyor. Bu konuda şu âna kadar birtakım işâretler gördük, daha da göreceğe benziyoruz. Ve benim kanaatime göre, önümüzdeki dönemde iktidar içerisindeki farklı grupların arasındaki tartışmalar iyice şiddetlenecek ve belki de pratikte birtakım olaylara tanık olacağız. Şu hâliyle işin, biz solcuların tâbiriyle, daha “teorik” kısmındayız. Daha ziyâde lâflar var. Ama pratiğe bunun yansıması kaçınılmaz. 

Üstü kapalı konuşuyor gibi olabilirim, şimdi biraz açalım: Örneğin pazar günü Cumhurbaşkanı Danışmanı Mehmet Uçum, “Bir pazar notu” diye uzun bir paylaşım yaptı. Mehmet Uçum zâten, farkındasınız, 31 Mart’tan bu yana sürekli birtakım çıkışlar yapıyor, pozisyonlar alıyor ve şu hâliyle bakıldığı zaman iktidar içerisindeki “şâhin kanadın” diyelim, sertlik yanlısı kanadın sözcüsü gibi. Tabiî ki yaptığı paylaşımlara birtakım demokratik lâflar da koyuyor. Ama aslında o pozisyona baktığımız zaman, var olan otoriter sistemin sürmesini, hattâ daha da şiddetlenerek sürmesini savunduğunu görüyoruz. 

“Bir pazar notu” diye yazdığı yerde, sivil itaatsizlik kavramını ele aldı. Henry David Thoreau’nun geliştirdiği bir kavram ve dünyada çok ciddî bir şekilde, meselâ özellikle bir Mandela’nın taşıdığı bir kavram, Gandhi’nin taşıdığı bir kavram. Türkiye’de de zaman zaman bu kavramın çok gündeme geldiğini biliyoruz. Bu kavram üzerinden, her zaman yaptığı gibi, bir anti-emperyalizm geliştirmeye çalışıyor. Şöyle yapıyor, diyor ki: “Bu aslında iyi bir kavramdır, ama bir süredir emperyalist sistemin ülkeleri bozmak için kullandığı bir kavrama dönüştü” diyor ve Gezi olaylarını bu anlamda gösteriyor, Arap Baharı’nı bu anlamda gösteriyor. Bunlara ne diyor? Bunları “İhânet eylemleri” olarak tanımlıyor. “Bu ihânet o milletin târihinde kalıcı izler bırakır” diyor. Ama bir bakıyorsunuz ki, Amerika Birleşik Devletleri üniversitelerindeki Gazze eylemlerini de gerçek sivil itaatsizlik eylemleri olarak tanımlıyor. Tam bir çifte standart. Çifte standart kısmını bırakalım. Bu aslında dünyada otoriter rejimlerin sıklıkla kullandığı –meselâ bir ara Belarus’ta vardı, Macaristan’da kullanılıyor, Rusya’da kullanılıyor–, benzer ülkelerde çok sık kullanılan bir kavramsallaştırma ya da olayı tersine çevirme, yeniden okuma iddiası. 

Burada tabiî ki esas mesele Osman Kavala. Dönüp dolaşıp hep Osman Kavala meselesine geliyoruz, geleceğe benziyoruz. Şunu demeye çalışıyor: “Osman Kavala hâindi, bunu devletler affetmez.İşbirlikçi ve nihilist sivil itaatsizlik eylemleri kaos hedefli eylemlerdir. Somut hedef ise güvensizlik ortamı ve iktidar zâfiyeti oluşturmak. Amaç da emperyalizmin hizmetine girecek bir iktidâar değişikliği sağlamaktır” gibi büyük lâflar bunlar. Her şey bir yana, eğer dediği gibi olsa dahi –ki öyle olmadığını biliyoruz– Osman Kavala’nın Gezi’yle ilişkisi olduğu, onu örgütlediği yolundaki iddiaların hepsi de iddiadan ibâret. Ortada hiçbir kanıt yok. Bu da hukukçu iddialı herkes tarafından kabul ediliyor. Böyle bir durumdayız; ama Osman Kavala üzerinden yürüyen bir tartışma var ve bu tartışmada Mehmet Uçum daha önce de olduğu gibi net bir şekilde; “Hiçbir yanlış yok, buradan geri adım atılamaz, buradan geri adım atıldığı takdirde devlet zaaf içerisinde olur, emperyalizmin istediği olur” şeklinde özetlenecek bir çıkış yaptı.

Bu söylemi Milliyetçi Hareket Partisi ve Genel Başkanı Devlet Bahçeli siyâsî alanda dile getiriyor, farkındasınızdır. Ama onun dışında Adalet ve Kalkınma Partisi içerisinde olup, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin içerisinde milletvekili, grup başkanvekili ya da başka bir konumda, güçlü bir konumda olup ya da parti yönetiminde olup benzer söylemleri açıkça dillendiren pek kimseyle karşılaşmıyoruz. Bu noktanın özellikle altını çizmek istiyorum. Yani AKP’nin içinden gelen, İngilizce tâbirle “grassroots”, aşağıdan yukarı gelen, bu hareket içerisinde pişmiş, yetişmiş kişilerin dile getirdiği bir yaklaşım değil bu yaklaşım. Bu bir pazar notuydu. 

Buna karşılık Namık Tan, “Bir Pazartesi Notu” diye çok uzun bir cevap verdi. Namık Tan kim? AKP döneminde de dışişlerinde uzun bir süre görev yapmış, Abdullah Gül’ün ilk Dışişleri Bakanlığı döneminde Dışişleri Sözcülüğü, ondan sonra değişik yerlerde, İsrail’de görev yaptı ve en son Amerika Birleşik Devletleri’nde büyükelçilik yaptı. Bu, onun ne kadar önemli bir dışişleri personeli olduğunu bize gösteriyor. Ve AKP iktidârı döneminde kariyerinin en parlak yıllarını geçirmiş bir isim. Daha sonra son seçimde ilk defa siyâsete atıldı ve CHP’den milletvekili seçildi biliyorsunuz. O da “Pazartesi Notu” diye bir cevap yazdı ve adını vermeden Mehmet Uçum’a ciddî bir şekilde cevap verdi. Daha uzun bir not. Diyor ki: “Bugün Türkiye’de tek parti ve tek adam rejimine özenenler, ağızlarından beka terimi düşmeyenler için seçenekler açık. Kremlin ile, gizli polisiyle, sansürüyle Putin’in Rusya’sı, yurttaşını beşikten mezara izleyerek tuttuğu sosyal kredi çeteleri, her köşedeki kameraları, yüz tanıma sistemleriyle Çin’i, babadan oğula devrolunan Orta Asya diktatörlükleri, kamu kaynaklarını çöreklendikleri devlet eliyle yağmalayan kimi Ortadoğu, Güney Amerika, Afrika diktatörlükleri önlerinde duruyor” diye söylüyor. Bu yaklaşımı, açık açık, hem Çin’e hem Rusya’ya hem de birtakım Orta Asya ve Latin Amerika diktatörlüklerine benzetiyor. Mehmet Uçum’un adını vermedi; ama doğrudan onu hedef alan ve ona birtakım yakıştırmalar yapan bir açıklama yaptı. 

Şimdi görüyorsunuz; pazar, pazartesi ve tabiî ki salı var. Yine Mehmet Uçum gibi Cumhurbaşkanı Danışmanı Ahmet Selim Köroğlu —açık söyleyeyim, böyle bir ismin var olduğunu birkaç aydır duyuyorum; aslen eczâcıymış–, Erdoğan’ın başdanışmanıymış, o da Uçum’dan yana ve Namık Tan’a cevâben ne diyor? Çok kısa bir şey: “O kadar uzun cümleler kurmaya gerek kalmadan kısaca: Mandacı bir yönetim istiyoruz…” –Kim istiyor? Namık Tan– “…Türkiye’nin bölünme projesini onaylıyoruz. Neoliberal politikalar ile sosyal devlet yapısını bitirmek istiyoruz. Doğal âile yapısını bozmak, teröristan kurmak…” Eski vesâyetçi yapıları tekrar ihyâ etmekten bahsediyor. Bu da yine dikkatinizi çekiyorum; seçilmiş birisi değil, atanmış birisi ve atanmış birisi olarak vesâyetçi yapıları eleştiriyor, vesâyetçilik eleştirisi yapıyor. Halbuki burada çok açık bir şekilde bir vesâyetçilik var. Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi içerisinde Cumhurbaşkanı tarafından atanmış birtakım isimlerin, aşağıdan yukarıya siyâset yapan ya da yapmaya çalışanlara, iktidar partilerine de yukarıdan bakan, onlara işâret eden, onları bir anlamda tehdit eden açıklamaları var. Bunu, hatırlayacaksınız: Van olayları çıktığında yaşamıştık. AKP’nin içerisinden birtakım adını bildiğimiz isimler Van’da yapılanların yanlış olduğunu söylediğinde, bu kişiler onları da hedef alan açıklamalar yapmıştı. Bu da aslında tam yeni tür bir vesâyetçilik, sivil vesâyetçilik bu. Bu konuda hafta sonu bir aksilik olmazsa çok geniş bir yazı yazmayı düşünüyorum. Yeni bir vesâyet olayıyla karşı karşıyayız Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi’nde.

Evet, şu anda iktidârın içerisinde, bu tür kişilere karşı bir arayış içerisinde olan, Adalet ve Kalkınma Partisi içerisinde insanlar var. Ama bu insanlar henüz isimleriyle, adlarıyla çıkmadılar. Ne zaman çıkacaklar bilmiyorum. Birtakım isimler telaffuz ediliyor. Bu kişiler özellikle Külliye’de odaklanmış, MHP ile ve başka benzer yapılarla, yani daha sertlik yanlısı yapılarla birlikte hareket eden kesimlere karşılar; Adalet ve Kalkınma Partisi’ni ilk yıllarına çekmeye çalışıyorlar. 31 Mart seçimlerini de bunun esas zemini olarak tanımlıyorlar. Yani şunu söylüyorlar: “Bu zamâna kadar sertlikle, otoriter yönetimle böyle geldik. Çünkü ne yapsak yanımıza kâr kalıyordu, her seçimden bir şekilde yine biz kârlı çıkıyorduk, bu politikalar böylece doğrulanmış oluyordu. Ama bu son seçimde gördük ki artık işin rengi değişti. Bu çizgi, bu otoriterlik sürdürülebilir bir şey değil. Bir normalleşmeye, yumuşamaya girmeliyiz.” Ve ilginç bir şekilde bu kesimin yüksek sesle sözcülüğünü ısrarlı ve düzenli bir şekilde Hürriyet gazetesi yazarı Abdülkadir Selvi yapıyor. Her yazısı MHP tarafından şiddetle eleştirilen bir çıkış yapıyor. Son yazılarından birisinde Abdülkadir Selvi, yeni bir siyâsî dengeden bahsediyor ve orada diyor ki: “2023’te Erdoğan 5 yıl daha ülke yönetme yetkisini kazandı. Ama 2024 yerel seçimlerinde CHP birinci parti oldu. AK Parti, târihinde ilk kez ikinci oldu” diyor ve: “Yeni bir siyâsî gerçeklik oluştu.” 

En kilit cümle bu: “Yeni bir siyâsî gerçeklik oluştu. Artık eski Türkiye yok, yeni bir siyâsî gerçeklik var. Erdoğan seçim gecesinde bunu gördü. Seçimden sonra oluşan siyâsî tablonun rûhuna uygun olarak yeni bir siyâset geliştirdi” diyor. Tam ne kadar geliştirdi? Esas soru bu. Ama Özgür Özel’in buluşma talebine olumlu cevap verdi, onunla görüştü ve hattâ iâde-i ziyâret sözü verdi ve doğrudan yumuşama, siyâsî yumuşama kavramını telaffuz etti. Şu aşamada bakıldığında, aslında Abdülkadir Selvi’nin seslendirdiği kesim inisiyatifi almış gibi gözüküyor. Yani Özgür Özel ve Erdoğan buluştu, hiç ârıza çıkmadı, karşılıklı olarak yapılan açıklamalar pozitif oldu, devam edeceği söylendi ve şu anda bir bekleyişteyiz. En azından Erdoğan’ın CHP’ye yapacağı iâde-i ziyâreti bekliyoruz — ki hakîkaten Özgür Özel’in Erdoğan’la AKP Genel Merkezi’nde konuşması ne kadar târihî ise, Erdoğan’ın CHP Genel Merkezi’ne gidecek olması daha da fazla târihî bir olay olacak. Ama bu ziyâretlerin ötesinde birtakım adımların atılması gerekiyor ya da yumuşama –veya Özgür Özel’in tâbiriyle normalleşme– gerçekten olacaksa, bu adımların başında da Osman Kavala geliyor. Dönüp dolaşıp Osman Kavala’ya geliyoruz. Osman Kavala konusunda avukatları yeni başvurular yapıyor. Belli ki birtakım işâretler aldılar ve orada dananın kuyruğu kopacak. Osman Kavala üzerinden bir iktidar savaşı yürütülüyor. Bu iktidar savaşında tarafların hepsinin ana hedefi; AKP’nin, Erdoğan’ın yönetimini korumak, iktidârı kaybetmemek. Bir kanat, iktidârı kaybetmemenin yolunun daha da sertleşmek olduğunu söylerken; yani 31 Mart’ta kendini gösteren millî irâdeyi iplemeden, onu karşısına alarak, “Türkiye Cumhuriyeti sandıkta kurulmadı” diyerek, “devletin bekası”nı her şeyin önüne çıkaran bir yaklaşımı savunuyor.Ama diğer taraf, “Artık yeni bir siyâsî denge var ve bunun gereğini yapmalıyız” diyor. 

Bunun gereğini yaparken de ilk yapılması gerekenlerden birisi, Osman Kavala’nın ve diğer Gezi tutuklularının artık serbest bırakılması. Eğer bu adım atılırsa, devâmında Kobani Dâvâsı gibi birtakım meseleler de gündeme gelecek. Örneğin DEM Parti belediyelerine kayyum atanıp atanmayacağı meselesi de bu tartışmanın çok önemli bir ayağı olacak. Meselâ şâhin kanada yakın birtakım isimler şimdiden rakam vererek, “27 belediyeye…” diyerek… –neden 26 değil ya da 28 değil de 27? –, 27 belediyeye kayyum atanma hazırlığı yapıldığı haberlerini, “bunu yapacaklar” diye ya da “yabancı etki ajanı yasası çıkacak” diye, Putinvâri birtakım yasaların –ki sanki Türkiye’de yeterince yokmuş gibi– hayâta geçirileceği yolunda haberler yapıyorlar. Şu hâliyle bakıldığı zaman, “şâhin” diye adlandırabileceğimiz kesimlerin daha aktif olduğunu görüyoruz, daha çok sesleri çıkıyor, kimlikleri daha ayan beyan ortada. Bu neden böyle? Bence kaybetme ihtimâli ve endîşesiyle, can havliyle seslerini çıkartıyorlar. Diğer tarafın kendini daha az göstermesi, kendi izledikleri politikanın hâkim olacağı yolundaki umutları nedeniyle. Durup dururken boşuna bir kavga çıkartmak, kavgayı alenîleştirmek istemiyorlar anladığım kadarıyla. Ama şâhinlerin bu can havliyle yaptığı çıkışların önümüzdeki günlerde artmasını ve bu kavganın daha görünür olmasını bekliyorum açıkçası. Bununla berâber, önümüzdeki günlerde çok daha fazla habere tanık olacağız ve belki de bir ihtimal –umarım olmaz ama–, ülke çapında tansiyonu yükselten birtakım gelişmelere, provokasyonlara da tanık olabiliriz. Çünkü Türkiye daha önce benzer süreçleri yaşadı. Bu sefer bunun yaşanması ihtimâlinin daha az olduğunu, ama iktidarlarını kaybetmek istemeyen kesimlerin ellerinden geleni ardına koymayacağını da pekâlâ düşünebiliriz.

Burada soru şu: Bu olay sâdece iktidar içerisindeki kanatların hareketleriyle mi gelişecek? Hayır, bir kere Erdoğan’ın ne karar vereceği önemli. Şu anda sanki Erdoğan güvercinlere daha yakın gibi duruyor, ama tek başına bütün kredilerini buraya vermesini açıkçası beklemiyorum. Çünkü Erdoğan, tek adam rejimini inşâ ederek kendi partisini bir anlamda fedâ etti, kendi halk desteğini bir anlamda fedâ etti. 31 Mart seçim sonuçları sonrasında krizi çok daha netleşti. Ve bu anlamda millet yerine devlete sırtını dayamayı tercih edebilir. Ama bunu ne kadar sürdürür onu bilmek mümkün değil. Burada bir diğer husus da tabiî ki muhâlefet ve özellikle Cumhuriyet Halk Partisi. Cumhuriyet Halk Partisi’nin şu âna kadar bence başarıyla uyguladığı politikaları sürdürmesi hâlinde; yani Özgür Özel’in normalleşme dediği hususta, birtakım normalleşme adımları konusundaki ısrarlarını sürdürmeleri hâlinde, Adalet ve Kalkınma Partisi iktidârının içerisinde “güvercin” diye tâbir edebileceğimiz kesimlerin eli güçlenecektir. Ve burada Türkiye yeni bir iktidar paylaşımına doğru evrilebilir. Bu hâliyle Adalet ve Kalkınma Partisi’nin, daha doğrusu Cumhur İttifâkı’nın seçmen desteğiyle mutlak çoğunluğu elde edebilmesi artık kolay kolay mümkün gözükmüyor. Buraya yeni partileri, yeni toplumsal kesimleri katabilme imkânları çok kolay gözükmüyor. Meclis’te var olan partilerin önemli bir kısmını yanına çekse dahi –diyelim ki İYİ Parti’yi, diyelim ki Gelecek Partisi’ni, DEVA’yı yanına çekse dahi, ki bunların her biri başlı başına bir sorun–, meselâ onların desteğiyle yeni bir anayasa yapsa dahi, referanduma gittiğinde bu yeni anayasanın kabul edilme ihtimâli çok az. Bunu görmek lâzım. 31 Mart öncesinde böyle bir senaryo vardı; “Birtakım milletvekillerinden, partilerden destek alırız, referanduma gideriz ve yeni anayasayı yaparız, yeni anayasayla berâber de otoriterlik iyice tescillenmiş olur.” Ama artık bu çok mümkün gözükmüyor ve dolayısıyla burada yeni bir seçenek Türkiye’nin ciddî bir şekilde gündemine oturmuş durumda. 

Şu hâliyle taraflardan birisinin daha net seçildiği, diğerinin kendini daha düşük profilli gösterdiği, önde gelen isimlerin kendilerini açıkça ortaya atmadığı iktidar içi savaşlar var. Ve bu savaşları yakından tâkip eden ve bunlara müdâhil olan, oyun kuruculuk gibi yeni bir özelliğe sâhip olan Cumhuriyet Halk Partisi var. İlginç günlerden geçiyoruz, daha da ilginçleşeceğe ve sertleşeceğe benziyor. Bu iktidar savaşlarının sertleşeceğini ve bunun topluma yansıtılmaya çalışılacağını söyleyebiliriz. Çünkü sertlik yanlıları çok ciddî bir şekilde ülkedeki kimlik temelli kutuplaşmanın sürmesini, daha da tırmanmasını istiyorlar.Ama buna karşılık diğer kesim –ki buna CHP de dâhil– kutuplaşmanın azalmasını ve normalleşmenin hayâta hâkim olmasını istiyorlar. Dün Özgür Özel’le Meclis’teki makamında yaptığımız söyleşide, Özgür Özel bu normalleşmeyi özellikle vurguladı: “Biz boksör değiliz, birbirimize yumruk atamayız, birbirimize ellerimizi uzatmamız lâzım” dedi. Ve bunda ısrarcı olacağını görüyoruz. Burada, bu politikaya karşı çıkan Devlet Bahçeli ile bile görüşmüş bir Özgür Özel var. Yani bu görüşmeden bir sonuç çıkmasını çok fazla beklemiyoruz tabiî ki; ama bu görüşme yaşandı. Bütün bunları not etmekte yarar var. Önümüzdeki günler daha ilginç olacak, daha net çıkışlar göreceğiz. Birtakım gelişmeler de yaşanacağa benziyor ve bunun medya ayağının daha güçlü olması gerekiyor. Biz Medyascope olarak sizlerin de desteğiyle bu süreci olabildiğince yakından izlemeye, görmeye, anlamaya ve elimizden geldiği kadar, anlayabildiğimiz kadar da sizlere anlatmaya çalışacağız. Evet, gerçekten 31 Mart’la berâber, yani 1 Nisan’dan îtibâren yepyeni bir süreç başladı. O çok bildik tâbirle: Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Ama değişimin illâki olumlu olacağını söylemek mümkün değil. Her türlü seçenek söz konusu. Daha da kötü olabilir; demokrasiden daha da uzaklaşabiliriz, otoriterlikten totaliterliğe doğru gidebilir Türkiye, bunu götürmeye çalışanlar var. Ama otoriterlikten geriye doğru, yani demokrasiye doğru bir dönüş olma ihtimâli de var. İşte bu kritik olaylar önümüzdeki dönemde Türkiye’nin gündemini belirleyecek. Evet, söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.