Hayvanları Koruma Kanunu’nda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi’ndeki maddeler, TBMM Tarım Orman ve Köyişleri Komisyonu’nda 14. saatte görüşülmeye başlandı. Kanun teklifinin ilk üç maddesi kabul edildi. Komisyon toplantısı 22 Temmuz Pazartesi saat 14:00’e ertelendi.
Türkiye Futbol Federasyonu’nda (TFF) seçim heyecanı sona erdi. Mehmet Büyükekşi ile yarışan İbrahim Hacıosmanoğlu, rakibini geride bırakarak TFF’nin yeni başkanı oldu.
15 Temmuz darbe girişiminin sekizinci yıldönümü.
AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, 15 Temmuz Şehitler Köprüsü üzerinde bulunan anıtı ziyaret etti. İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu da İBB’nin Saraçhane’deki merkez binası önündeki anma etkinliğine katıldı. 15 Temmuz’un sekizinci yıldönümü nedeniyle TBMM’de de anma töreni yapıldı. Törene Meclis Başkanı Numan Kurtulmuş ve CHP Genel Başkanı Özgür Özel de katıldı. Siyasiler 15 Temmuz’da TBMM’ye atılan ilk bombanın düştüğü alandaki anıta karanfil bıraktı.
Ruşen Çakır, Kemal Can ve Kadri Gürsel Haftaya Bakış’ta değerlendirdi.
Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal
Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Haftaya Bakış”la karşınızdayız. Kemal Can ve Kadri Gürsel’le yine haftanın öne çıkan olaylarını konuşacağız. Merhaba arkadaşlar.
Kemal Can: Merhaba.
Ruşen Çakır: Kemal, sen geçen haftaki programın sonunda yayından düştün, onun için ilk sözü sana veriyorum. Önce sokak hayvanları meselesiyle başlayalım. Daha önce konuşmuştuk aslında ve konuya nasıl baktığımızı söylemiştik. Ama şimdi iş bayağı ciddîye bindi. Komisyonda yasa teklifinin görüşmeleri başladı. Pazartesi gününe ertelendi, ama geç saate kadar konuştular. Tartışmalar, gerginlikler çıktı. Yasayı savunanlar ve yasaya karşı çıkanların kampanyaları sürüyor. Bir iddiaya göre, kanun teklifi bu yasama döneminde çıkmayacak, ama sanki AKP yasanın çıkması için elinden geleni yapıyor gibi.
Bu arada, gördünüz mü bilmiyorum; TRT Haber, Mâlî Suçları Araştırma Komisyonu MASAK’ın hazırladığı raporda, hayvan hakları savunucularının mama şirketlerinden fon aldığına dâir bir haber yaptı. MASAK böyle bir araştırma raporu hazırlamış. Ama ortada rapor diye bir şey yok. Eski Fethullahçı taktikleri vardı biliyorsunuz. Şimdi olay birçok açıdan bir savaş gibi devam ediyor. Bu mesele yeni kutuplaşma ürünümüz olarak ortaya çıkmış oldu. Yasa çıkarsa nasıl uygulanacak? Bu başlı başına bir sorun; çünkü CHP’li belediyeler bunu yerine getirmeyeceklerini söylediler. Özellikle “ötanazi” konusunda da tam bir üç kâğıtçılık var. Bir hayvanın “Ötanazi istiyorum” demesi diye bir şey olabilir mi? Ötanazi istenen bir şeydir. Ne diyorsun Kemal? Nereye varacak bu iş?
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Kemal Can: Yasanın çıkması ve uygulanması açısından nereye varacağını kestirmek zor tabiî. Ama bu hikâyede bana tuhaf gelen birkaç nokta var. Önce birkaç şeyi netleştirelim. Bir sorun var mı ortada? Var. Tıpkı çok sert kutuplaştırmanın yaşandığı pek çok meselede olduğu gibi, ortada gerçek bir sorun var. Ama buradaki ayrışma, bu sorunla ilgili çözüm önerileri ve bunun nedenleri hakkındaki pozisyonlardan ortaya çıkıyor. Göçmen meselesinde böyle ortaya çıktı, pandemide aşı tartışmalarında böyle oldu, bu hâdisede de öyle oldu. Taraflar son derece sert. Birbirini iknâ etmekten çok, birbirini çeşitli şekillerde itham ederek sonuç almaya çalışıyorlar. Bu tür oyuncaklı mevzûlar, popülist iktidarların çok işine gelen, kullanışlı şeyler. Eğer anketler bizi yine yanıltmıyorsa, bu hayvanların öldürülmesine, “ötanazi” adı verilen öldürülmeye büyük bir toplumsal destek yok aslında. Oy avcılığı ile iktidârın böyle bir şey yaptığını ileri sürmek için çok kuvvetli bir argüman yok. Yani çok büyük bir destek yok. Bâzı çevrelerin daha yoğun birtakım faaliyetleri var; ama bu meselede, genel kamuoyunda çoğunluk, bu çıkacak yasadan yana değil — öyle görünüyor. Fakat bu yasa, Meclis’te iktidar partileri desteklediği için geçme ihtimâli yüksek bir yasa.
İşin diğer tarafına bakınca, demin söylediğim gibi, haksızlık, birtakım sorunlar, mâkul ya da ilk anda söylendiğinde haklı bulunabilecek tepkiler ve onların oluşturduğu mağdur kalabalıkların arkasından yumruk sallamak çok kolay bir şeydir. Linçler böyle yaşanır. Katliamlar böyle yapılmıştır. Dolayısıyla şöyle bir yüksek söylem var. Meclis’teki tartışmalarda da konu olmuş, çok sayıda çocuğun öldüğü iddiası ortada. Sayısal olarak bu hakîkaten büyük rakamlara ulaşmıyor; ama sâhiden de böyle vakalar var. Böyle vakaların varlığını inkâr etmekle, bunun, büyük bir problem olarak, çok fazla çocuğun ölümüne neden olan bir hâdise olarak gündeme getirilmesi arasında bir açı farkı var. Bu hesâba göre şöyle düşünmemiz lâzım: Kent içerisinde trafik kazâlarında araçların öldürdüğü çocuk sayısı, başıboş hayvanlarla kıyaslanmayacak kadar fazla. Ama kimse, araçların şehir içindeki hareketliliğini kısıtlamak, yani ötanazi olmasa bile en azından hareket kabiliyetini kısıtlamak üzerine bir düzenlemeyi tartışmayı düşünmüyor. Açıkçası, sokak hayvanlarının destekçileri, sevenleri var, ama tıpkı ağaçlar, ormanlar, çevre gibi kendi kendisini temsil edebilecek bir kesim değil. Dolayısıyla en kolay tahrip edilebilen, en kolay gözden çıkartılabilen şey.
Burada da çok bâriz biçimde adına “ötanazi” diyerek… Zâten “ötanazi” demenin arkasında da çok büyük bir toplumsal destek olmamasının mahcûbiyeti var. “Evet, bu hayvanlar itlâf edilmeli. Çok büyük bir sorun teşkil ediyorlar. Dolayısıyla kamuoyunda bu konuda bir talep var. Biz de bunu yerine getiriyoruz” diyemedikleri için, “Ötanazi hakkı ya da imkânı sağladık” gibi şeyler ifâde etmek zorunda kalıyorlar. Meselâ, komisyon görüşmelerinde bu yasayı getiren iktidar milletvekillerinin neredeyse hiç ağzını açmadığını, hiç konuşmadığını, tavırlarını belli etmediklerini görüyoruz. Muhâlefet milletvekilleri, bâzıları rahatsız edici bulunsa da yoğun bir mesâî gösterdiler. Ama sonuçta ortaya çıkan tablo şu. Ben burada bir başka artniyet arıyorum. Niye bu konuda bu kadar ısrarlılar? Çünkü bu konudaki görev, ağırlıklı olarak belediyelere bırakılıyor. AKP ve MHP, bu yasayla birlikte çoğunluğu kendisinde olmayan bir yönetim için bir görev ihdas ediyor. Önümüzdeki dönemde, muhâlefet belediyelerinin, özellikle de CHP belediyelerinin hizmet kusuru tartışmalarında kullanılacak bir argüman olarak ele alınacağını düşünüyorum.
CHP’li belediyeler, çok açık biçimde bu ötanazi karârını uygulamayacaklarını söylediler. Barınaklarla ilgili de zâten bir yetersizlik söz konusu. Çünkü yasa, kendi iddialarının karşılığını doldurabilecek durumda değil. Milyonla ifâde edilen sayıda sokak hayvanı olduğu söyleniyor, ama barınakların mevcut kapasitesi bunun onda birini bile bulmuyor. Dolayısıyla “Öldürmeyeceğiz, barınaklara toplayacağız” argümanı gerçekçi bir iddia değil. Toplayıp imhâyı gerekli kılan, “Sahiplenilmediler. Bu yüzden itlâf edilmesi gerekiyor” denilen bir hava yaratmak istiyorlar. Bunu imkânsızlıktan ya da bu politik duruşları nedeniyle yerine getirmeyen belediyeleri de bir tür halkla karşı karşıya getirecekler. Bu konuda daha taraf olan, bu yasanın çıkmasından yana taraf olan ve sosyal medyada çok uzun bir zamandır aktif faaliyet yürüten bir çevreyi, bir anlamda bu belediyelerin üzerine salmak istiyorlar. Ben bu acelecilikte başka bir gerekçe bulamıyorum. Aslında bu meseleyi bu hâle getiren, 20 yıllık AKP iktidârının hem genel yönetimde hem yerel yönetimlerdeki stratejisi oldu. Meselâ hayvan satışının durdurulması, hayvan ithâlâtının durdurulması, kısırlaştırma faaliyetlerinin hem yerel yönetim bazında hem merkezî olarak yürütülmesi, çok erken başlatılması mümkün olan şeylerdi. Bunları başlatmadıkları gibi tam tersine, neredeyse bunun artmasına göz yuman bir tutum içerisinde oldular. Çünkü meselâ hayvan ticâreti en yoğun dönemini bu iktidârın içerisinde yaşadı. Şimdi benzetmek çok tuhaf gelecek ama, tıpkı göçmen sorununda olduğu gibi, sorunu büyütmek, sorunun asıl sebeplerinden biri olmanın ötesinde, sorun içinden çıkılmaz bir hâle geldiğinde ve haklı görülen tepkiler hâline dönüştüğünde, o tepkilerin kendilerine yönelmesini değil, aksine karşısında yer alanların üzerine insanları salacakları ya da onların arkasından yumruk savuracakları bir imkân olarak kullanılıyor. Bu bence biraz Meclis’teki performans îtibâriyle böyle bir sürece girdi. Konu, mâkul seviyede ve hakîkaten insânî bir perspektiften, sâhiden çözüm arayan bir pencereden tartışılmıyor. Galiba bu yasa vesîlesiyle tartışılmasının da imkânsız olduğu bir kutuplaşmaya neden oldu.
Galiba Ruşen’in bağlantısında bir sorun oldu. Kadri, o dönene kadar sen devam et.
Kadri Gürsel: Peki. Ben bu konuda ortada durmuyorum, tarafım. Ben bu konuda sokak köpeklerinden yanayım; ama insanlardan yana olduğum için bu. Sokak köpeklerinin, sokaklardaki çocukları, insanları diledikleri gibi ısırmalarından, onları parçalamalarından yana olduğum zannedilmesin. Hayır, değil. Ben insanlığımı, ben ahlâk ve vicdânımı böyle savunuyorum. Ben bu konuda tarafım. Şimdi söyleyeceklerimi de taraf olarak söylüyorum.
Birincisi, bu konu bir pratik tartışma değildir. Bu konu bir teknik tartışma değildir; sayılara indirgenemez. “Şu kadar çocuk ısırıldı, şu kadar çocuk parçalandı. Bizim çocuklarımız çok önemli. Dolayısıyla sokak hayvanları bizim için tehlikelidir. Onları tamâmen itlâf edelim, bu yasa mârifetiyle ortadan kaldıralım” diyerek işin içinden çıkamayız. Netîcede, bu yasa teklifi mârifetiyle tekrar gördük ki, burada tartışılan şey, altını biraz kazıyınca, biraz derine inince, insanlıktan ne anladığımız, medeniyet mefhûmunu nasıl içselleştirdiğimiz ve medeniyete nereden baktığımızdır. İnsanın doğayla ve diğer canlılarla olan ilişkisine nereden baktığımızla alâkalıdır. Bu felsefî bir tartışmadır aslında. Yazıp söylediklerimiz karşısında sokak hayvanlarının topluca katledilmesini savunanlar, tuhaf tuhaf şeylerle karşımıza çıkıyorlar. Gerçekten tartışmayı imkânsızlaştırmak amacıyla bulunup ortaya atılmış şeyler bunlar. “Al evine besle” diyorlar mesela. “Bu gösterdiğin duyarlılığı parçalanmış çocuklar için de göster” diyorlar. “Her gün milyonlarcası katledilen çiftlik hayvanlarına ne olacak? Onları tüketmiyor musun?” diyorlar. Konunun bir kutuplaşma oluşturduğu doğru, ama benim açımdan, günümüzde insanın medeniyetini ve vicdânını târif eden ölçülerden biri de insanın diğer canlılara nasıl davrandığı, diğer canlılarla yaşadığı sorunları nasıl çözdüğüdür.
Şu an insanlık, artık gezegenin tam ve kesin anlamıyla hâkimi durumda. İnsan egemenliğindeki bu çağa “Antroposen” deniyor. Ve insanlık, uzun bir süredir besin zincirinin tepesinde, istediği canlıyı yiyebiliyor, tüketebiliyor. Yemek için milyarlarcasını çiftliklerde üretiyor. Dolayısıyla artık insanın insana nasıl davrandığı kadar, insanın kendinden zayıf olan başka canlılara, hayvanlara, meselâ köpeklere nasıl davrandığı da bizi târif eden bir şey. Bizim, medeniyetten, ahlâktan ve vicdandan ne kadar nasiplendiğimizi gösteren bir ölçü. Benim açımdan böyle.
Diğer taraftan da karşımızda şöyle bir ahlâk var: Tüm dünyayı, tüm canlıları, hayvânâtı insanlar için birer nimet olarak gören, onların üzerinde sorgusuz sualsiz hakları olduğunu, onların canlarını almak ve onları istedikleri gibi kullanmak, onların soylarını sürdürmek ya da tüketmek konusunda bir hakları olduğunu, onların, özellikle memelilerin, çok güçlü duyguları olduğunu, bizler gibi sevindiklerini, üzüldüklerini kaygılandıklarını, bağlandıklarını göz ardı eden, onları canı istediği gibi yok etmeyi kendine hak gören bir zihniyet var.. Aslında doğayla olan ilişkisi de böyle bu zihniyetin. Ona göre doğa da bir nimet. Bu faşizan zihniyet –ki iktidar bu faşizan zihniyette mükemmel bir şekilde temsil ediliyor– hem muhâlefetiyle hem kendisini karşıtlaştırdığı toplum kesimleriyle, hem doğayla hem de diğer canlılarla sıfır toplamlı oyunlar kurguluyor. Sürekli olarak bunu yapıyor. Yani kazananın her şeyi aldığı ve kaybedene hiçbir hak tanımadığı, kaybedeni yok etmek üzere kurgulanmış oyunlar.
Kemal de çok doğru bir şekilde söyledi: Bu sokak köpekleri meselesi, en başta iktidârın öngörüsüzlüğü ve körlüğü nedeniyle bu noktaya geldi. Zamânında gerekli kaynaklar ayrılıp organize bir şekilde davranılsaydı, bugün sokak köpeklerinden şikâyet eden bu kesim olmayacaktı. Sokak köpekleri barınaklara toplanacaktı. Orada insan uygarlığının ve vicdânının gerektirdiği şekilde muamele göreceklerdi, kısırlaştırılacaklardı. Elbette çok travmatize hayvanların öldürülmesi bir açıdan gerekiyor; hem kendi türüne hem insanlara zarar vermemesi açısından. Bunu inkâr etmek mümkün değil. Ben bu sözleri, Cihangir’de bundan 20 yıl önce bir pitbull kırması sokak köpeğinin –ki çok travmatik bir hayvandı– saldırısına uğramış ve hâlâ o diş izlerini baldırında taşıyan bir insan olarak söylüyorum. Olaya felsefî açıdan baktığım için benim başımdan geçenlerin hiçbir önemi yok. Sonunda da sanıyorum o hayvan bir şekilde ortadan kaldırıldı ya da uzaklaştırıldı; çünkü mahallede 30 kişiyi ısırdığı söyleniyordu. Bizim gibi düşünenlere, “Al evinde besle”, “Et yemiyor musun?” ya da “Parçalanan çocuklara niye duyarlılık göstermiyorsun?” diyen ve bunun karşılığında, çözüm olarak milyonlarca sokak hayvanının topluca imhâ edilmelerini, öldürülmelerini, katledilmesini savunmak arasında çok geniş bir gri alan var. Bu gri alan çok geniş bir çözüm skalası sunuyor insanlara. Bunun denenmesi lâzım. Bunun üzerinde konuşmamız lâzım.
Bazen de dinî referanslar kullanılıyor bu soruna. Halbuki artık tektanrılı dinlerin de karşılarında çözmek zorunda oldukları, fakat 1000-2000-5000 yıllık referanslarla bir türlü çözemedikleri doğa-insan ilişkisi sorunu var. Çünkü biz, yaptıklarımızla, kararlarımızla, dünyanın sonunu getirmek üzereyiz. Kendimize başka dünyalar da bulamayacağız bu gidişle. Doğaya karşı tutumumuz, diğer canlılara karşı tutumumuz, bu sokak köpeklerinin topluca itlâfı meselesiyle tamâmen alâkalıdır. Bu konuya nasıl yaklaştığımızla tamâmen alâkalıdır. Bu bakımdan bir farkındalık sâhibi olmamız gerektiğini düşünüyorum. Netîcede köpekler insanları seçmedi. İnsanlar köpekleri evcilleştirdi. Kediler insanları seçti, o ayrı bir mesele; ama biz köpekleri evcilleştirdik ve bu meseleyi biz yarattık aslında. Onları topluca öldürerek çözemeyiz diye düşünüyorum şu aşamada. Bu yasanın kesinlikle uygulanmaması, çıksa da uygulanmaması ve provokatif yaklaşımların da reddedilmesi gerekiyor. Bu provokatif yaklaşımlardan biri olarak, Erdoğan’ın eski metin yazarı Aydın Ünal’ın Yeni Şafak’ta yazdığı bir yazı var. Konuyu nasıl tehlikeli bir noktaya çekmek istedikleri açısından, ona da değineceğim. Uyanık olunması gerekiyor. Konu, bir politik kutuplaşma eksenine doğru itiliyor. Belki kaçınılmaz son bu; ama tartışmanın ne kadar tehlikeli bir bağlama oturtulduğunu göstermek açısından önemli. Yeni Şafak’taki yazısında diyor ki: “Her ne kadar o çok sevdikleri Batı’da ‘köpek terörü’ diye bir sorun olmasa da, sokak köpekleri terörünü savunmayı, ‘cool’, ‘trendy’, ‘in’, ‘moda’, ‘çağdaş’, ‘modern’, ‘seküler’, ‘Batılı’ vs. olarak görüyorlar. Buradan bakınca, sokak köpekleri terörünü savunmak, bu partiler için aslında bir ‘yaşam tarzı’ savunusuna dönüşüyor.” Bakar mısınız? Sokak köpeklerinin yaşam hakkını savunmak ve onları topluca katletmeyi önermek ve istemek şeklinde ortaya çıkan iki kutupta, yaşam hakkını savunanlar, aslında yaşam tarzını savunuyorlarmış. Böyle bir edepsizlik, böyle bir vicdansızlık, böyle bir ahlâksızlık olamaz. Seküler yaşam tarzı, şehirlerde, sokaklarda başıboş sokak köpeklerinin olmasını gerektiriyormuş sanki. Böyle bir şey yok. Konuyu buraya çekerek, aslında alabildiğine siyâsallaştırmak istiyorlar. Bence konu ahlâk ve vicdan seviyesinde tartışılmalıdır. Bu konu felsefî bir konudur ve bugün medeniyetin, insanlığın gelmiş olduğu noktada, tektanrılı dinlerin de geçerli ve iknâ edici cevaplar bulmakta yetersiz kaldığı bir alandır. Bence kendilerine dönmeliler, kendilerine bakmalılar. “Biz niye böyleyiz acaba?” diye sorgulamalılar.
Çözüm önermekse, çözüm kolay aslında; özellikle kırsal alanlardan başlayarak doğum kontrolü ve kısırlaştırma uygulamak gerekiyor. Çünkü bu sokaklardaki köpeklerin çoğu bekçi köpeği ve Kangal. Burada insan ve hayvan ilişkilerinde, hayvanları, duyguları olan –meselâ köpeklerin zekâları 3-4 yaşındaki bir çocuğun zekâsına eşit–, bizler gibi kaygılanan, bizler gibi korkan, seven, bağlanan varlıklar olarak görmemiz lâzım. Ancak böyle bir bakış açısı bizim dünyaya ve doğaya olan yaklaşımımızı tâyin edip belirlerse, bizim, dünyaya egemen olup onu yok etmemiz gibi hazin bir sonla karşılaşmamızı önleyebilir diye düşünüyorum.
Ruşen Çakır: Geçen akşam sâhilde, bir sokak köpeği geldi yanıma. Hani, o suçlayanların gösterdiği fotoğraflar var ya, saldırgan gibi gözüken köpeklerden. Onların târif ettiği şekliyle “İtlâf edilmesi gereken bir yaratık.” Yanıma geldi, durup dururken ellerimi yaladı. Çok duygulandım gerçekten. Ama senin de dediğin gibi gerçekten duygusal bir hayvandı. Çok etkiledi beni. Neyse.
Türkiye Futbol Federasyonu’na geçelim. Kemal, “Anadolu İhtilâli” olmuş biliyorsun. İbrahim Hacıosmanoğlu, eski Trabzonspor Başkanı, Erdoğan’a rağmen seçildi. “Bu, ‘seçim’ değil, ‘seçin’ olacak” yorumlarını yapanlar oldu. Yani: “Aday belirleniyor. O aday seçilecek.” Eski Başkan Mehmet Büyükekşi’de de, daha önceki dönemlerde de hep böyle oldu. Bu sefer de Servet Yardımcı aday olacaktı. Erdoğan istemiyor diye son anda vazgeçti biliyorsunuz. Ama İbrahim Hacıosmanoğlu, Erdoğan’a rağmen aday oldu. Az bir farkla da olsa kazandı. Ve ilk verdiği demeçlerde, “Ben Cumhurbaşkanı ile dostum. Onunla aramızda hiçbir sorun yok” diyerek işini garanti altına almaya çalıştı. Böyle ilginç bir durum var. Kendisinin en son olayı neydi? Trabzon’daki maçta statta hakemi esir almıştı. Bayağı sert bir arkadaş. Listesindeki isimlerin bâzılarının da kendisinin profiline benzediği söyleniyor. İlginç bir durum. Olayın bir siyâsî yönü var. CHP’liler, Erdoğan’a rağmen seçildiği için çok memnun kaldılar. Ama bir diğer taraftan da kolay kolay yanında durulabilecek birisi gibi görünmüyor. Zâten Türkiye’de futbol çok berbat bir durumdaydı. Herhalde yeni dönemde düze çıkması da pek söz konusu olacağa benzemiyor. Sürekli yeni krizler yaşayacağız gibime geliyor. Ne dersin Kemal?
Kemal Can: Sen, Hacıosmanoğlu’nun “Erdoğan’a rağmen” seçildiğini iki kere tekrar ettin. Hattâ CHP’lilerin de böyle yorumladığını, onun için memnun olduklarını söyledin; ama hem profil, hem hikâyenin kronolojisi, hem de bundan sonra yaşanacaklar çok öyle gibi değil bence. Erdoğan, en azından birinci tercihi olmasa bile, tamâmen istemediği birilerini devreden çıkarttı zâten. Dolayısıyla aslında bir yarış varmış gibi yapıp, kendi istediği, ama olmazsa diğerinin de çok rahatsız olmayacağı biri olmasından şikâyetçi olmayacaktır. Zâten seçilir seçilmez, “rağmen” vurgusunun altını çizmek şöyle dursun, biraz onu unutturmak, “Hiç öyle bir şey yok. Ben Erdoğan’a rağmen seçildim gibi algılanmak istemiyorum” mesajını çok baskın biçimde vermeye çalıştı. Gidişatta, bugüne kadar federasyon yönetimleri ya da futbolun genel örgütlenmesinde yaşanan sorunlu durumun ve her şeye elini sokmuş olan siyâset kurumunun, bu seçimle birlikte yeni bir evreye geçtiği kanaatinde değilim. İbrahim Hacıosmanoğlu büyük ölçüde Erdoğan ile uyumlu çalışmaya çalışacak. Erdoğan’ın kurduğu futbol endüstrisi düzeninin devâmından çok da rahatsız olmayacak, onu rahatsız etmeyecek biçiminde bir icraat beklememiz gerektiğini düşünüyorum.
Ama işin daha problemli tarafları da var. Şimdi sen birkaç örneğini söyledin, daha önceki icraatları bakımından –hakem rehin almak gibi– bâzı önemli hamleleri var. Ama bunların ötesinde, bu futbol dünyasına hâkim olan, aslında her yere hâkim olan bir politik tutum var. Bu politik tutumdan kastım, AKP’li olmak-olmamak, iktidar ve Erdoğan ile yakın olup-olmamaktan başka bir politik durumdan bahsediyorum. Bir iklimden bahsediyorum. Kazananın her şeyi kazandığı, diğerlerini, kazanana kadar ona mecbur ve mahkûm bırakan, kendi içinde çifte hukuk uygulayan, haksız ve adâletsiz işleyiş sergileyen bir yaklaşım var. Bu, genel bir politik yaklaşım. AKP’li olmaktan, Erdoğan’a yakın olmaktan bağımsız bir şey bu. Bu, her şeyi yatay kesen bir politik iklim. Ve bu her yere sirâyet etmiş durumda. Mahkemelerden ticâret alanına, spordan eğlence sektörüne, medyadan başka sektörlere kadar gidiyor. Dolayısıyla bu, futbolun yapısal problemine futbol dünyasının verdiği bir cevap olarak: “Erdoğan elini sokmaya çalıştı ve onun istediği kişi seçilmedi. Genel politikada söylenen değişim rüzgârı buraya da geldi” gibi bir iyimserliği çok paylaşamıyorum açıkçası. Tabiî ki önceki federasyon başkanının seçilmemiş olması kendi başına iyi bir şey. Çünkü o, seri birtakım saçmalıklarla sürdürüyordu. En azından, cezâsızlığın artık bir Türkiye gerçeğine dönüştüğü dönemde, bâzı insanların yanlış yaptığında cezâlara uğradığını ve her şeyin ayarlanarak ilerlemeyeceğini gösteren bir şey olarak düşünebiliriz.
Ruşen Çakır: “En azından ödüllendirilmedi” diyorsun.
Kemal Can: Evet. Seçilmeyenin seçilmesinden memnun olabiliriz de seçilenin seçilmesinden memnun olacak bir şey bulamıyorum.
Ruşen Çakır: Tam bugünlerde bir şey oldu biliyorsunuz. Erdoğan, Anayasa Mahkemesi’ne yeni üye olarak kendisinin İdârî İşler Müdürü’nü atadı. Belki de ilk defa –ve sonuncu olarak– adını orada duyduk. 168.000 TL tutarında iki kişilik bir yemek faturası. Bu konu haber oldu. Habere erişim engeli getirdiler. Olayın ortaya çıkmasının ardından, bir hafta sonra, Erdoğan tarafından, âdeta bir ödüllendirme olarak Anayasa Mahkemesi’ne üye olarak atandı.
Kemal Can: Evet. Senin söylediğine örnek olarak bir şey söyleyeceğim. Murat Kurum’un yeniden bakan olarak atanması, daha önce yaşanan saat krizinin aktörlerinden birinin emekli maaşı düzenlemesinin açıklamasını yapan ekibe dâhil edilmesi gibi şeyler, aslında bize bu bahsettiğim politik iklimi anlatıyor. Daha önce de çok çarpıklıklar gördük, ama üstüne gidilen, tartışılan ya da hakîkaten tepki çeken birtakım şeyleri yapanların, değil bundan bir sorumluluk ya da sonuç yaşamasını, taltif edildiğini görüyoruz. Çünkü bunun zirvesi Erdoğan’ın kendisi. Erdoğan kendisi için var ettiği şeyi, herkes için de mümkün kılabilmekle görevli.
Ruşen Çakır: Bir de Ahmet Çakar’ın açıkladığı bir olay var, biliyorsunuz. İbrahim Hacıosmanoğlu’nun başkan adaylığının perde arkasında olan isim de Korkmaz Karaca imiş. Korkmaz Karaca’yı hatırlıyor musunuz? Sedat Peker’in, hakkında rüşvet aldığı iddiasında bulunduğu ve bu nedenle Cumhurbaşkanlığı Danışmanlığı görevinden ayrılan, bir dönem Kılıçdaroğlu’nun danışmanlığını yapan değişik bir kişiydi. O burada da karşısına çıkmış. Evet, ne diyorsun Kadri? Federasyon’da gelen gideni aratacak mı?
Kadri Gürsel: Ben Kemal’in söylediklerine aşağı yukarı katılıyorum. Türkiye Futbol Federasyonu Genel Kurulu’nu oluşturan delegeler de, bir zaman Mehmet Büyükekşi’nin yaptığı gibi, “Yeter artık, yeteer, yeteeer!” diye bağırdılar herhalde. Hatırlıyorsunuz değil mi Mehmet Büyükekşi’nin “Yeter, yeteeer!” diye bağırdığı videosunu. Ne zamandı o? Olaylı bir maçtan sonra bağırmıştı. Şu an aklıma geldiği için söyledim, bir hazırlık yapmadım, o yüzden hâfızam beni yanıltabilir.
Bu seçim izole bir olay. Ben bu seçim sonucunda, “Erdoğan’ın istediği olmadı. Ne güzel. Bundan sonra her şey Erdoğan’ın istemediği şekilde gidecek” yâhut “Türkiye Futbol Federasyonu ve Türk futbolu artık Erdoğan’ı yakasından silkeleyecek ve kendi yolunda, kendi öz dinamikleriyle, hukukunda olan bağımsızlığa yaraşır şekilde hareket etmeye başlayacak” diyemiyorum. Çünkü Mehmet Büyükekşi, “Odun koysam seçtiririm” mantığının, kültürünün ifrat noktasıydı. Hakîkaten, Mehmet Büyükekşi’nin futbolla ilişkisi bir tahta kadar duyarsızdı. Bunu başka türlü açıklayamıyorum. Bence futbol kültürü, futbol yönetimi, futbolun ne olduğu konularının karşısında, bir tahta kadar bilgisiz ve duyarsız bir insanı koydu oraya ve seçtirdi. Bir kere oldu bu, çok zorladı. Yani Erdoğan’ın her şeyi kontrol etme, her şeye hâkim olma, her şeyi denetleme ve baskı altına alma eğiliminin artık vardığı en uç noktalardan biridir. Çünkü Erdoğan 22 yıllık iktidârının sonunda futbol endüstrisini denetler hâle geldi. Altyapılaşmadan kulüp yönetimlerine, transfer politikalarına ve transferlere kadar her şeye burnunu sokan, her şeye karışan, müdâhale eden, müdâhalesini taraftar gruplarının tavrına kadar vardıran veyâhut taraftar gruplarına şöyle ya da böyle yaparlarsa karşılığını alabileceklerini düşündüren tavırlarıyla baskılamış bir yönetimden bahsediyoruz.
Bu arada bir sürü gereksiz yatırım da yapıldı. Evet, pek çok şehir güzel stadlara kavuştu. Bazı Anadolu şehirlerinin çok modern ve büyük stadları var, fakat bunlar futbol şehirleri değil. Belki ileride, 30 sene sonra olur, ama şimdi değil. Fenerbahçe, Galatasaray, Beşiktaş o statlara geliyor, ama bu statlar dolmuyor. Hani israf denilen şey var ya, hiçbir zaman dolmayan statlar yaptılar. Tabiî bunun bedelini de bu millet ödedi. Böyle de bir gerçek var. Şimdi Anadolu kulüplerini tanzim etti ve sâdece futbol endüstrisini ve ekonomisini yönetmek ve burada oluşan rantı dağıtmakla değil, aynı zamanda ideolojik bir aygıt olarak da kullandı futbolu. Stadlarda zamânın rûhunun değişmediğini ısrarla göstermek istiyor. Bu iktidârın altından kayan, sürekli daralan târihsel ve toplumsal bir zemin var. Dolayısıyla futbol stadlarından yansıyan zamânın rûhu önemli hâle geliyor. 2024-2025 sezonunda bunu göreceğiz. Avrupa şampiyonasında yaşanan olayın bâzı yansımaları olacak.
Ben bunları niye anlatıyorum? Mehmet Büyükekşi’nin dayatılması, Servet Yardımcı’nın adaylıktan çekilmek zorunda bırakılması… Bu çok önemli bir olay. Servet Yardımcı UEFA Yönetim Kurulu üyesiydi, Mehmet Büyükekşi’ye karşı mâkul bir alternatif olabilirdi gerçekten. Ama adaylıktan çekildi. Artık doğrudan her türlü gayrimeşrû baskının uygulandığı bir seçimde, Erdoğan, Türkiye Futbol Federasyonu Genel Kurulu’nun direnişiyle karşılaştı. Genel Kurulu oluşturan delegeler, 1. ligden başkan ve 6 delege yetkili kurullar tarafından seçilip gönderiliyor. Genel Kurul, İbrahim Hacıosmanoğlu’nu seçti. Çünkü herkes yaka silkmişti Mehmet Büyükekşi’den. Hacıosmanoğlu’ndan bahsettiniz; sicilinde, hakemleri staddan çıkarmamak gibi görülmemiş bir hâdise var. Üslûbuna bakıyoruz, biraz kabadayı üslûbu var veya belki de külhanbeyidir, bilemem. Fakat bu yönetim tarzı ve anlayışının –bâzı yorumcular kalp kırmamak için olsa gerek “delikanlı” olarak nitelendiriyor– delikanlı yönetim tarzının Türk futbolunu nereye götüreceğini hep birlikte izleyerek göreceğiz. İbrahim Hacıosmanoğlu daha en başından Erdoğan’ın her istediğini yapmaya namzet olduğunu açıkça söyledi. Burada Erdoğan böyle bir kazâ yaşadı; Türkiye Futbol Federasyonu Genel Kurulu’yla inatlaşmasının bir bedeli vardı, onu ödedi. Ama bence yeni seçilen başkan da özünde Mehmet Büyükekşi ne yapıyorsa aynısını yapmaya devam edecektir. İktidârın, ama özellikle de Erdoğan’ın büyük keyif alarak yaptığını düşündüğüm Türk futboluna müdâhalesi, Türk futbol endüstrisini tanzim etme, orada oluşan payları dağıtma çabası devam ediyor. Bu, aynı zamanda özel bir hobi olarak devam ediyor. Erdoğan’ın bunu yapmaktan keyif aldığını da düşünüyorum. Öyle çok da fazla sevinmeye gerek yok, bu kadar da damarına basmayacaktır belki. Çünkü gerçekten şöyle de bir etki var, onu da kabul etmek lâzım: Türkiye’de de bir şeyler değişti. Federasyonun Genel Kurulu Erdoğan’a ‘hayır’ diyebilmişse, bunda elbette ki 31 Mart 2024 yerel seçimlerinde Erdoğan’ın uğradığı çok ağır yenilginin de bir payı olsa gerek. Bu bir zincirleme reaksiyon, böyle devam eder. Fakat Erdoğan Anadolu kulüplerini denetliyor, dolaylı yoldan ve vekil unsurları aracılığıyla yönetiyor; bu, değişmeyecektir. Üç büyüklerle de her zaman ya kavga ediyor ya yine vekil unsurlarıyla onların çok da bağımsız hareket etmelerini önlemek yönünde çeşitli kararlar aldırıyor. Bunları da görüyoruz. Bu bakımdan hani çok da abartmamak lâzım bu seçimi. Ama önemlidir, önemsiz değil bu yaşanan şey. Yani bu kadar kalitesiz, bu kadar futbolla alâkasız, futbolla ilişkisi tahtanın futbolla ilişkisi kadar olan birini oraya koymakla da olmuyor bu işler. En azından İbrahim Hacıosmanoğlu’nun futboldan çok daha iyi anladığını zannediyorum. Sonuçta, Trabzonspor kulübünün başkanlığını yapmış bir insan kendisi.
Ruşen Çakır: Bu hafta iki gelişme yaşandı. Bir tânesi, Tuğrul Türkeş Osman Kavala konusundaki çıkışını daha da alenîleştirdi, röportajlar verdi. Bir diğeri de, Süleyman Soylu’nun Erdoğan’la görüşmesi. Ama bu iki olay önümüzdeki günlerde daha netleşir, detaylarını o zaman konuşuruz.
Son olarak, 15 Temmuz darbe girişiminin sekizinci yıldönümü üzerine konuşalım. Ben geçen gün bununla ilgili izleyicilerle bir yayın yaptım. Sizler de bu konuda ne düşündüğünüzü anlatırsanız iyi olur. Geçen sekiz yılda çok şey oldu. Tabiî bunları özetlemek bile başlı başına zor; ama 8 yılın sonunda Türkiye hiç de hayırlı bir yere gelmedi. Bunu net bir şekilde görmek mümkün. Ne dersin Kemal?
Kemal Can: Hatırlarsan 15 Temmuz daha çok tâzeyken bile, “Allah’ın lûtfu” olarak târif edilmiş bir hâdiseydi. Bu “Allah’ın lütfu” meselesinin iki ayağı vardı. Bir ayağı, daha sonra 2017 Referandumu’yla yapılan yönetim biçimi değişikliği. Başkanlık ya da Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi’nin ihdâsı ve ondan sonra süren kutuplaştırma eşliğinde, son derece sert, baskıcı bir totaliter yönetim tarzının araçlarını oluşturmanın vesîlesi oldu. Kamudaki kadrolar değiştirildi. Yani “FETÖ tasfiye ediliyor” tarafı bir yana, o tasfiye edilenlerin yerine yerleştirilenler gibi bir hakîkatle yüz yüze kaldık. Ayrıca özellikle üniversitelerde çok sayıda insan, KHK’larla o tasfiye torbasının içerisine atılarak devreden çıkartıldı. Başka normal yollarla, bu baskıcı iktidar eliyle bile yapılması son derece zor olabilecek büyük operasyonlar işledi. Dolayısıyla işin devlete dâir lütuf kısmında, verimli sonuçlar aldığını, bâzıları sonradan ayağına dolanıp başına belâ olan şeyler de olsa, kendi iktidârını pekiştirmek anlamında yasal altyapıyı daha önce Bahçeli’nin “Fiilî durumu hukukî hâle getirelim” meselesinin önünü açan bir hâdise oldu. Dolayısıyla işin o tarafı, bugün de sorunlarını yaşadığımız pek çok değişikliğe ve gelişmeye neden oldu.
Ama “Allah’ın lütfu” lâfının bir başka ayağı daha var. Toplumsal tabanıyla ilişkileri iyice sorunlu hâle gelmeye başlamış ve ciddî biçimde erime ve ilişki sorunları yaşamaya başlayan, temel politik tercihleriyle tatmin edebileceği kitleler arasında ciddî bir makas ortaya çıkan ve en önemlisi de fikrî iktidârı bir türlü ele alamayan AKP’ye ve Erdoğan’a bu şansı verebileceği ihtimâliydi. “Yenikapı Rûhu”yla birlikte, bir tür, muhâlefeti de kendine mecbur kılacak ve bu dalgayla birlikte hamâset eşliğinde kaybettiği hikâyesinin yerine kuracağı yeni bir hikâye, yeni bir kahramanlık destânı ve üstelik de bunu, insanları da dâhil ederek yapabileceği bir şey olarak düşünmüştü. Yani yeni popülerleşen ve yeniden büyük kitlelerle buluşmanın kapısını açacağını düşünmüştü. O yüzden de “Allah’ın lütfu” demişti, ama o tarafı güdük kaldı. Bütün o devlet eliyle üretilen, o günü tâtil etmek, bütün câmilerden selâlar okutmak, özel nümâyiş düzenlemek, medya kuruluşlarında mecbûrî yayınlar yaptırmak, televizyonları, bütün medyayı bu işe seferber etmeye rağmen, üstelik darbenin olduğu sırada sâhici bir halk direnci olmasına rağmen, bunu o kadar çok istismar etti ki, bu, onu taşıyan 20 yıllık iktidârının önemli bir hâdisesi olarak, kendi tabanını bütünleştirdiği ve hattâ büyüterek genişlettiği bir popülerleşme dalgasına dönüştürülemedi.
Şimdi 8 yıl aradan sonra, şu anda devlet zoruyla, hattâ bâzı kamu kuruluşlarında törenlere katılım mecbûriyetiyle sürüklenen, sivil katılımı son derece düşük bir hâdiseye dönüştü. Belki benzetme tuhaf kaçacak, ama hatırlayanlar vardır, tıpkı bir zamanlar, 27 Mayıs’ın bayram olarak kutlandığı zamanlar gibi. “Devletin bayramı,” mecbûriyetten kutlanan bir şey hâline geldi. Dolayısıyla, 15 Temmuz’un bu “Allah’ın lütfu” ayaklarından bir tânesi, çok fazla sorun üretecek mesâfe alırken, diğeri, güdük ve onu sürüklemeye yetmeyecek biçimde bir sönümlenme yaşadı. Onun bir “demokrasi bayramı” kılığına sokulmasının mümkün olması için, demokrasiyle bir ilişki kurulması gerekiyordu. Ama 15 Temmuz, tam tersi, bütün demokratik kural ve kurumların imhâ edilmesinin vesîlesi olduğu için, onun asla bir demokrasi bayramı ya da mücâdelesinin günü hâline dönüşmesi mümkün olmadı — kendi tabanı açısından bile. Muhâlifler açısından zâten anlaşılır bir taraf. O târihten sonra neler yaşadıklarını, nasıl baskılar gördüklerini, nasıl kurumsal ve kavramsal bir saldırı altında kaldıklarını bilenler için söylemiyorum; ama kendi tabanı açısından da bu işin, vesâyetle mücâdele, demokrasi, “millî irâde” ile pek alâkası olmadığını, bu işin kimin için “Allah’ın lütfu” olduğu konusu herkesçe anlaşıldığı için böyle olduğu kanaatindeyim.
Ruşen Çakır: Evet Kemal, sen söylemezsen hatırlamayacaktım: 27 Mayıs bizim zamânımızda bayramdı. Neden o târihin bayram yapıldığını anlıyorduk da, o bayramda ne oluyordu hatırlamıyorum. Gençlik Bayramı, Çocuk Bayramı, onlar tamam da, 27 Mayıs, tamâmen sâhipsiz bir bayramdı. Zâten bir süre sonra da kaldırıldı. Benim gördüğüm, 15 Temmuz, birçok insan için resmî tâtil. Yani onun dışında çok fazla bir anlamı yok. Hele demokrasi ayağı hiç yok. Hani “15 Temmuz Demokrasi ve Millî Birlik Günü” diyorlar ya? Bir demokrasi lâfı var, ama ülkede demokrasi yok. Sen ne dersin Kadri?
Kadri Gürsel: 1960’tan bu yana, Türkiye’nin târihini, köşe taşlarını veya dönüm noktalarını darbeler ve darbe girişimleri belirler oldu ve belirledi. Evet, bunu söylemek zorundayız. Türkiye bundan kurtulamadı. 27 Mayıs 1960 İhtilâli, senin de dediğin gibi 20 yıl kadar bayram olarak kutlandı. Ama 70’lerin başlarında, hattâ ben ilkokuldayken de kutlanıyordu. O dönemde sivil iktidarlar ve özellikle de 27 Mayıs’ta askerlerin devirdiği Demokrat Parti’nin devâmı olan Adalet Partisi iktidârı olduğu için sâdece bir tâtil günü olarak geçerdi ve “27 Mayıs” adlı anlamsız bayramı iptal etmek de yine darbecilerin işi oldu. O bayram da 1980 darbesiyle kaldırılmıştır. Kenan Evren kaldırmıştır 27 Mayıs darbesinin bayram olarak kutlanmasını.
Şimdi gelelim 15 Temmuz 2016’ya. Bugün 8. yılını idrak ediyoruz diyeceğim. Ne anıyoruz ne kutluyoruz diyorum, idrak ediyoruz. Tabiî ölenler açısından böyle konuşamıyorum. Ölenlerin hâtırası, “Bu darbe girişimi önlenebilir miydi önlenemez miydi?” sorusunun çengelinde asılı duruyor. Bu sorunun cevâbının Türkiye’de kamuoyu önünde mutlaka verilmesi ve verildikten sonra da gereğinin yapılması gerekiyor. Ama bunun yapılması için, biz bu mevcut rejimin sona ermesini bekleyeceğiz. O dönemde, yani 15 Temmuz 2016’nın bir gün öncesi ve o gün boyunca, özellikle iktidar aktörlerinin, güvenlik aktörlerinin, üst düzey aktörlerin katıldığı birtakım faaliyetler söz konusuydu. Bunların ne olduğunu hâlâ bilmiyoruz. Cumhurbaşkanı Erdoğan bu isimleri uzunca bir süre alâkasız dış gezilerde yanında götürdü; Türkiye’de bırakmadı, hep yanında dolaştırdı. Bu isimler bir buçuk yıl boyunca Erdoğan’ın yanında durdular. Erdoğan’ın bunu niye yaptığını da bilmiyoruz. Bunların aydınlanması gerekecek.
Bence 15 Temmuz 2016 darbe girişiminin idrâki ve resmî tâtil gününde bu konuda yapılan programlar, şunlar bunlar söz konusu olduğunda, artık insanların şunu daha açık bir şekilde gördükleri kanaatindeyim: Bu 15 Temmuz’un ortaya çıkmasını mümkün kılan şartların, AKP’nin siyâsî tercihleri ve kararları olmadığı müddetçe mümkün olamayacağı gerçeğiydi. Daha açık ve net ifâde edeyim: Eğer Fethullahçı Örgüt, AKP ve Erdoğan iktidârından bu kadar çok yardım almasaydı, devletin kapıları bu örgüte AKP ve Erdoğan iktidârı tarafından ardına kadar açılmasaydı, bunlar TSK içinde bu kadar denetimsiz şekilde örgütlenmeseydi, bu darbe olmayacaktı. Darbenin öncesinde, iktidar cenâhından iyi haber ve duyum alan, o mahfillerin kokusunu, sesini alan insanlardan hep, “Fethullahçıların son hamlesi askerden gelecek” sözünü duyardım. Demek ki böyle bir beklenti vardı. Bu beklentiye karşı tedbirler alındı mı alınmadı, bunun cevâbı târih önünde verilmeli.
Erdoğan, darbe girişiminin 8. Yılı’nda, “Öfkemiz hâlâ canlı” diyor. Öfkeyi canlı tutmanın bir amacı var tabiî. Şu günlerde, özellikle iktidârın televizyon kanallarında enteresan şekilde kaynatılan, köpürtülen bir temayla bağdaştırmak istiyorum bunu. Bir iktidar, 15 Temmuz’un öfkesini neden canlı tutmak ister? Çünkü 15 Temmuz sonrasında, Türkiye’de demokrasi adına, hukuk adına ne varsa ortadan kaldırmanın meşrûiyetini tâzelemek için ister. Ama aynı zamanda, bir de tabanını kendi etrâfında tutmak için, tabanını korkutmak için ister. Çünkü eskisi gibi tabanını konsolide edemiyor, ufak ufak bir dağılma erime ve yıpranma içine girdi ve geriye dönüşü de yok bunun, öyle gözüküyor. Lâfı şuna getireceğim: Meselâ haftalardır, “III. Dünya Savaşı çıkacak” diye garip bir yayın yapılıyor haftalardır. En çok da CNN Türk yapıyor bunu. Bunu söylemenin tek nedeni, “Aman! III. Dünya Savaşı çıkacak. Siz dereyi geçerken atı değiştirmeyin. İktidar değişikliğine filan meyletmeyin. Mevcut iktidar varken, diğerleriyle bu savaşı göğüsleyemeyiz. Değişim istiyorsanız değişim talebinizi erteleyin” demeye getiriyor.
Aynı şekilde, 15 Temmuz târihi, iktidârın kendi bekasını sürdürmek için en başından beri kullandığı bir propaganda vesîlesi hâline geldi. Evet, bu iktidar 15 Temmuz’u bir fırsata çevirdi. Evet, Allah’ın bir lûtfuydu. Evet, hem anılıyor hem kutlanıyor. Ama 15 Temmuz anmasının, bu iktidar gittikten sonra gerçek mânâsını ve değerini bulacağını düşünüyorum. Bunu tamâmen konjonktürel bir şey olarak görüyorum. Çünkü 15 Temmuz, bu iktidârın siyâsî ve ittifak tercihlerinin sonucunda mümkün olabildi. Tabiî ki iktidârın bunda büyük sorumluluğu vardı. Bu açıdan da bir oksimoron gibi geliyor bana. Yani bu iktidar, 15 Temmuz’u, sanki kendisinin çok dışında, kendisinin neden olmadığı bir dış güç tarafından –“dış güç” derken, yabancı güçleri kastederek söylemiyorum; ama elbette ki onların da sorumluluğu var, o ayrı konu– AKP ve Erdoğan dışındaki bir hâricî güç tarafından düzenlendiğini iddia ediyor; ortaya çıkan bağlamda ise onların büyük pay ve sorumlulukları vardı.
Ruşen Çakır: Evet, bu haftayı böyle noktalayalım. Kadri’nin de dediği gibi, “Ne istediler de vermediler?” O günleri hep berâber yaşadık. Bu süreçlerin nasıl geliştiğini, önlerini nasıl açtıklarını, nasıl kayırdıklarını, sonra da nasıl savaştıklarını hep berâber gördük. Ama sanki hiçbir şey olmamış gibi. Bir de “FETÖ Borsası” diye bir olay var Türkiye’de. O bile, her işin suyunun nasıl çıkartıldığı, bu işlerden nasıl rant devşirildiğini gösteriyor.
Size de İçişleri Bakanlığı’ndan cep telefonunuza, “Kendisini telefonda polis, asker ve savcı olarak tanıtıp, ‘adınız FETÖ örgütünün soruşturmasına karıştı’ diyerek sizden para isteyenlere inanmayın” uyarısı geliyor mu? Yani birileri FETÖ üzerinden dolandırıcılık yapıyor. Hattâ bayağı yaygın bir şekilde yapıyor. Taha Akyol’u bile dolandırmışlardı, hatırlayın. Yani böyle acâyip bir olay hâline geldi bu iş.
Evet, burada noktayı koyalım. Kemal Can ve Kadri Gürsel’le birlikte haftanın gündemini değerlendirdik. Haftaya tekrar kaldığımız yerden devam edeceğiz. İzleyicilerimize teşekkürler, iyi günler.