Akademisyen Damla Topbaş’ın yeni kitabı “Erkeklik Krizi – Aldatılan Erkekler, Aldatan Kadınlar”, İletişim Yayınları etiketiyle raflarda yerini aldı. Damla Topbaş ile yeni çıkan kitabından hareketle, erkekliğin neden potansiyel olarak kendi içinde bir kriz barındırdığını, erkeklik krizinin ne olduğunu, muhafazakâr-eril siyasetin erkeklik üzerindeki etkisini konuştuk.

Sosyoloji alanında akademisyen olan Damla Topbaş’ın yüksek lisans tezi, “Erkeklik Krizi – Aldatılan Erkekler, Aldatan Kadınlar” ismiyle İletişim Yayınları’ndan yayımlanarak okurlarıyla buluştu. Topbaş bu kitabında, erkeklik krizini mercek altına yatırıyor; evli ve bekar, birbirinden sosyal ve kültürel olarak farklı erkeklerin aldatılmaya verdikleri tepkileri ve davranışlarını inceliyor.
Erkeklik krizinin ne olduğuna dair oldukça çeşitli tanım ve tartışmalar bulunuyor. Erkeklik krizinin kesin sınırlarla çizilmiş bir tanımı yok. Damla Topbaş araştırmasında, krizi erkeklik kimliğine ve performansına dahil bir deneyim olarak ele alıyor. Egemen erkekliğin dikte ettiği ideallerin gerçek yaşam deneyimleriyle uyuşmadığını anlatan Topbaş, erkeklik kimliğinin ve performansının bir idealden ibaret olduğunu vurguluyor.
Topbaş’a göre aldatılma gibi deneyimler, anlattığı “iktidar illüzyonu”nu açığa çıkarıyor. Erkeklerin aslında sürekli bir kriz içinde olduğunu ileri süren Topbaş, erkeklik krizine ilişkin üretilen muhafazakâr söylemlerin karşısında konumlanıyor.
“Erkek bir profesör ‘İki satırlık adamlar üzerine tez yazıyorsun’ dedi”
Bu alanda çalışmaya başlarken konuyu çalışmanın kolay olmadığını, çeşitli tepkilere ve önyargılara maruz kalacağını en baştan kabul eden yazar, önyargı ve tepkilerin bilhassa erkekler tarafından geldiğini söylüyor.
Topbaş, araştırma konusunu paylaştığı erkek hocaların böyle bir araştırmayı tamamlayamayacağını, bu kadar katılımcıya ulaşamayacağını, bu nedenle aldatılma meselesini edebi metinler üzerinden incelemesi gerektiğini söyleyerek kendisini vazgeçirmeye çalıştıklarını ekliyor. Bir erkek profesörün kendisine “İki satırlık adamlar üzerine sen tez yazıyorsun. Bu tezi tamamlarsan sosyal medyada çok ‘meze’ olursun” dediğini belirten Topbaş, önyargılarla birlikte cinsiyetçi bir dile de maruz kaldığını ifade ediyor.
Kendisi için bu araştırmanın zorlu bir deneyim olduğunu anlatan Topbaş, sadece kendi çevresinden değil, araştırma için görüştüğü erkeklerin de tepkisiyle karşılaştığını ekliyor. Araştırmacı olarak çeşitli konumlar işgal ettiğinin farkında olduğunu dile getiren Topbaş, “Bazı katılımcılar beni bir ‘kız kardeş’ ya da ‘kız çocuğu’ gibi gördüklerini ifade edip hikâyelerini daha fazla açtılar, bazıları ise görüşmelerimizi bir ‘terapi’ olarak nitelendirip deneyimlerinin daha derinlerine indiler. Her halükârda, benim araştırmacı olarak cinsiyetim, kişisel anlatıların inşasını etkiledi. Bir erkek katılımcı, kadın araştırmacı kimliğimi doğrudan dezavantaj olarak niteledi. Bu katılımcı, erkek olsaydım çok daha küfürlü ve rahat konuşabileceğini ifade etmişti” diyor.
“‘Eril rahatsızlıklar’ toplumsal cinsiyet karşıtı muhafazakâr eril siyasetten besleniyor”
Erkeklerin aldatılmaya verdikleri tepkileri kitabında “eril rahatsızlıklar” olarak adlandıran Topbaş, bu rahatsızlıkların beslendiği kaynakları şu cümlelerle anlatıyor:
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
“‘Eril rahatsızlıklar’ tam da toplumsal cinsiyet karşıtı muhafazakâr eril siyasetten ve onun müttefiklerinin ürettiği söylemlerden besleniyor. Hükümetin ve eril siyasal söylem ve politikalar tarafından beslenen toplumsal cinsiyet karşıtı müttefiklerin, gündemi ile paralel rahatsızlıklar bunlar. Katılımcı erkekler, kadınların özgürleşmesine ve hak mücadelelerine karşı tepkililerdi. Bu tepkilerini, kadınların özgürleşmesine yönelik adımlar ile ailenin çöküşü arasında kurdukları ilişkiye dair inançları besliyordu. Örneğin, zinanın suç olarak kabul edildiği yasanın ilk hali kadın zinası ile erkek zinasını ayırıyordu. Kadınların bir erkekle tek seferlik ilişkisinin zina olarak değerlendirilmesi mümkünken, erkeklerin başka bir kadınla aile hayatı kurmaları zina kabul edilmiyordu.”
Zinanın suç olarak kabul edildiği yasanın ilk halinin, “kadın zinası” ile “erkek zinası”nı ayırdığını hatırlatan Topbaş, “Kadınların bir erkekle tek seferlik ilişkisinin zina olarak değerlendirilmesi mümkünken, erkeklerin başka bir kadınla aile hayatı kurmaları zina kabul edilmiyordu. Yasanın iptaliyle, bu konudaki toplumsal cinsiyet eşitsizliği yasal düzlemde ortadan kaldırıldı. Ancak muhafazakâr eril siyaset, zina meselesini araçsallaştırmaya devam ediyor. Bu yaklaşım ile uyumlu biçimde, katılımcı erkeklerden bazıları zinanın suç olmaktan çıkarılmasının aile yapısını bozduğunu, hatta zinanın suç olmaktan çıkarılmasıyla beraber kadın cinayetlerinin arttığını ileri sürüyorlardı. Ancak katılımcı erkeklerin zina meselesine bakışı, eril siyaset ile oldukça yakından ilişkili” diye devam ediyor.
Erkek katılımcıların rahatsızlık ve endişe duydukları meseleleri Türkiye’deki eril siyasetin bir yansıması olarak değerlendiren Topbaş, buna kanıt olarak İstanbul Sözleşmesi ve nafaka meselesine ilişkin tepkisel yaklaşımları örnek gösteriyor.
“Aldatan kadın olunca toplumsal lince uğruyor”
Türkiye’de erkeklerin “mağdur edildiğine” dair üretilmeye çalışılan eril mağduriyet anlatısı ve eril mağduriyet siyasetinin, heteroseksüel erkeklerin kadınlarla ilişkilerini ve bu ilişkideki olumsuz deneyimlere tepkilerini belirlediğini aktaran Topbaş, “Kendisini cinsellik üzerinden kuran ve bu alanda güç devşiren erkeklik için aldatmak ‘erkeğin elinin kiri’ olarak addediliyor. Ancak erkeğin elinin kiri olarak hoş görülen ve kültüre dahil edilen pratik, kadının yaşamına mal oluyor. Aldatma ediminin faili kadınsa, toplumsal lince uğruyor. Burada ataerkinin ikircikli ahlak anlayışı devrede” diyor.
“Erkeklerin en temel derdi erkeklik kimliğinin toplumsal meşruiyeti”
Kitapta aldatılan erkeklerin bu deneyimi “cinayet” ya da “erkekliğin kaybedildiği düşünülen bir an” olarak betimlediklerini aktaran Topbaş, şu cümlelerle devam ediyor:
“Aldatılmak, erkeği toplumsal düzlemde daha çok yaralıyor. Erkeklerin en temel derdi erkeklik kimliğinin toplumsal meşruiyeti. Türkiye gibi namus kültürlerinde, bir kadının sadakatsizliği, hem toplumsal normları ihlal ettiği hem de ataerkil düzeni bozduğu için derin bir onursuzluk olarak algılanıyor. Araştırmamda erkekler, evlendikleri ya da romantik ilişki yaşadıkları kadını ‘namusları’ olarak görüyorlardı ve kadının başka bir erkekle ilişkisi, erkeklerin öteki öznelere -çoğunlukla öteki erkeklere- karşı sürdürmekle mükellef hissettikleri, erkeklik meşruiyetlerini yaralıyordu.”
Erkeklik meşruiyetinin yaralanmasını, erkeklerin aldatılma deneyimini saklamasının ve uygun baş etme yöntemleri bulamamasının temel sebebi olarak tanımlayan Topbaş, erkeklerin bu deneyimi paylaştıkları durumda, kendileriyle ilgili bir sorun olduğunun düşünüleceğinden kaygı duyduğunu, bu sorunu da çoğunlukla cinsellik üzerinden anlamlandırdıklarını belirtiyor ve erkekler arasında cinsellik üzerinden zorbalığın oldukça yaygın olduğunu ekliyor.
Ataerkil ailede erkeğin, kadının “namusunu” korumakla görevli olarak görüldüğünü dile getiren Topbaş, başka bir öznenin arzularının bekçisi olmanın pek mümkün bir şey olmadığını ekliyor. Bu durumu “ataerkil bir yük” olarak tanımlayan yazar, erkeklerin de bu yükü taşımak zorunda olmadığını belirtiyor.