Bir mozaik olarak Türkiye (11) – Hakan Mertcan ile Türkiye’de Arap Alevileri

Arap Alevileri Türkiye’de nerede yaşıyor? Nüfusları ne kadar? Arap Alevilerinin tarihi ve kültürü günümüze nasıl geldi? Günümüzde Arap Alevileri neler yapıyorlar? Devlet memuru olmak isteyen Arap Aleviler sıkıntı yaşıyorlar mı? Arap Alevilere karşı Türkiye’de önyargılar var? 

Arap Alevi olmak | Hakan Mertcan ve Ruşen Çakır yorumluyor
Hakan Mertcan ve Ruşen Çakır

Bir mozaik olarak Türkiye‘nin on birinci bölümünde Hakan Mertcan Ruşen Çakır’a Türkiye’deki Arap Alevilerini anlattı.

Yayına hazırlayan: Gülden Özdemir

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Bir mozaik olarak Türkiye” yayın dizimizin 11. bölümüne geldik ve gündemimizde Arap Alevîleri var. Bunu da Hakan Mertcan’la konuşacağız. Hakan, merhaba.

Hakan Mertcan: Merhabalar hocam.

Ruşen Çakır: Sen bir Barış Akademisyeni olarak Almanya’ya yerleşmek zorunda kalmış birisin ve Türkiye’de Arap Alevîleri’ni en iyi bilen isimlerden birisin. Çok sağ ol. Ama Arap Alevîleri demeden önce bir şeyi sormakla başlayacağım: Ya, biz Nusayrî derdik, yanlış mı diyorduk? Hattâ ben bir ara, Alevîlik çalışırken “Arap Alevîsi” dediğim için birilerinin bana kızdığını hatırlıyorum, içeriden birilerinin. Burada terminolojide bir anlaşalım öncelikle. Arap Alevîsi diyoruz, değil mi?

Hakan Mertcan: Evet. İyi bir başlangıç noktası. Çünkü topluluğun isimlendirilmesi önemli bir sorun. Topluluğun büyük kısmı kendini Arap Alevî olarak ifade ediyor. Yani uzun târihsel süreçte geriye gittiğimizde, çoğunlukla örneğin Osmanlı arşiv belgelerine baktığımızda, hep “Nusayrîler” olarak adlandırılıyor. Şimdi, erken dönem Şiî yazarlar, işte Kummî, Nevbahtî gibi isimler bu topluluğu Nusayrîler olarak adlandırmış ve hakaretle yapmışlar bunu, yani sapkın bir topluluk olarak. Topluluğun târihsel önderlerinden biri diyelim, Muhammed bin Nusayr ismine binâen Nusayrîler; onu izleyenler, işte, sapkın, heretik bir topluluk olarak. Dolayısıyla bunun üzerinden de birçok fetvâ verilmiş, olumsuz kullanımlar olmuş ve bu topluluğu genellikle inciten bir kullanım tarzı olarak kabul ediliyor. Fakat literatürde Nusayrî olarak yerleşmiş; bu şekilde kullanan topluluk bireyleri veya aydınları da var. Fakat genel olarak kendilerini Alevî olarak ifâde ediyorlar. Geniş bir coğrafyada, yani özellikle Doğu Akdeniz bölgesinde yerleşik bir halk.

Ruşen Çakır: Ben de bunu soracağım; coğrafyayı biraz açarsak biraz daha netleşecek. Hangi bölgeleri kastediyoruz? İlk başta Hatay akla geliyor tabiî; ama Hatay’ın da ötesinde, başka yerlerde de varlar, değil mi?

Hakan Mertcan: Evet, Türkiye’de güney bölgesi: Mersin, Adana, İskenderun, Antakya, bugün Hatay dediğimiz geniş coğrafya. Suriye’de Lazkiye bölgesi, özellikle sâhil, Lübnan, Cebel Muhsin. Şimdi, Arapça anadili olduğu için ve işte Lübnan’da, Suriye’de Arap Alevî demiyorlar tabiî ki kendilerine; Alevî olarak ifâde ediliyor ve Ortadoğu’da da genellikle Alevî denildiğinde bu topluluk akla geliyor. Fakat Türkiye’de kalan kısım, kendilerini diğer Alevî topluluklardan da farklılaştırmak veya farkını koymak veya aynı zamanda etnik kimliklerini de ifâde etmek için Arap Alevî olarak ifade ediyorlar. Yani terminoloji bu şekilde. Hattâ İngilizceye de Arapçadaki söylenen biçimiyle “Alavi” olarak geçmiş, öyle kullanılıyor.

Ruşen Çakır: Peki, rakam biliyor muyuz? Genellikle bu tür topluluklar hakkında resmî rakam yok; ama hep genellikle tahminler var, akıl yürütmeler var. Arap Alevîler dendiği zaman, Türkiye’deki sayıları yaklaşık ne kadar? Tabiî burada şöyle bir husus var: Kendilerini alenen böyle tanımlamayanlar da var, değil mi?

Hakan Mertcan: Tabiî, çok doğru söylediniz. Yani Türkiye’de de, büyük çoğunluğun yaşadığı Suriye’de de bir resmî rakam yok ve kendilerini çoğunlukla da ifâde etmiyorlar, ifâde etmekten imtinâ ediyorlar. Fakat Türkiye açısından söylediğimizde, bu üç il, yani Adana, Mersin, Antakya –Hatay diyelim–… bu coğrafyalarda yoğun olarak yaşıyorlar ve yani benim tahminlerim, bugün artık 1,5 milyonun üzerinde bir nüfustan bahsediyoruz. Suriye’de, baktığımızda genelde %12-15 arası nüfus verilirdi; savaşla birlikte tabiî nüfus oranları çok değişti. Lübnan’da daha küçük bir topluluk var; ama Lübnan’da resmî tanınmışlıkları var, yani Parlamento’da iki milletvekiliyle temsil ediliyorlar.

Ruşen Çakır: Benim Alevîlik üzerine yaptığım çalışmalar döneminde öğrendiğim bir şey var; şimdi onu biraz sana sorarak doğru mu öğrenmişim anlayacağım. Türkiye’deki diğer Alevî, özellikle Türkmen Alevîlerin inançlarıyla ritüellerine baktığımız zaman ya da Kürt Alevîlerinkine baktığımız zaman, Arap Alevîlerinin çok daha farklı olduğunu, bir kere çok daha kapalı olduğunu gördüm. Yani Türkmen Alevîleri, daha Anadolu’daki Alevîler ya da Kürt Alevîleri daha açık, dışa yönelik en azından; ama Arap Alevîlerinin daha kapalı ve birçok konuda da farklı olduğunu gördüm. Yani Alevîlik demek, bir yerden sonra karşılamıyor sanki.

Hakan Mertcan: Şöyle: Çok önemli farklılıklar var, ama ortaklıklar da var tabiî ki. Fakat Alevîliğin genel anlamıyla önemli bir mottosu var biliyorsunuz: “Yol bir, sürek bin bir”. Farklı sürekler… Yani ben de Alevîlik kavramını bu şekilde kullanmıyorum, Alevîlikler olarak kullanıyorum. Alevîlikler var, farklı sürekler var diyelim. Kürtçe, Zazaca, Türkçe konuşan Alevîler ve Arapça konuşan Alevîler… Yani ortak noktalar var; ama hakîkaten eğer böyle yan yana koyarsak ve zâhiren diyelim, şekilsel olarak baktığımızda önemli farklılıklar var. Yani ritüellerde farklılıklar var, tabiî doktrinde farklılıklar var. Tam da sizin işâret ettiğiniz gibi ama, Arap Alevî toplumu kamusal olarak inançlarının böyle esaslarını çok fazla ortaya koymayan, konuşmayan bir topluluk. Bütün Alevî topluluklar aslında bir bâtınî topluluk olarak görünen ve bir de görünenin ötesinde bir anlam dünyası olan bâtınî bir dünyaya sâhipler. Dolayısıyla bir sırlar sistemi var. Fakat bâzı Alevî topluluklar daha modernize olmuş diyelim veya bâzı hususlarda yoğun asimilasyon politikalarının da sonucuyla kendi o bâtınî dünyalarından uzaklaşmış olanlar da var. Arap Alevîler bu bâtınîliğe çok önem veriyorlar ve hakîkaten de doktrinlerini bugün daha çok dışarıdan tanımlamalarla okuyoruz biz; yani içeriden kendilerini ifâde etmeleri çok daha sınırlı. Ama şunu biliyoruz ki, örneğin Ortodoks inançlardan, işte, Sünnî ortodoksiden veya Şiî ortodoksiden çok farklı bir inanç sistemi ve pratiklere sâhipler. Diğer Alevî topluluklarda olan bâzı şeyler, diyelim ki “Cem”, bu toplulukta çok daha farklı; işte bir müzik enstrümanı veya benzeri bir şey kullanılmıyor. Ama bir “Cem” olma hâli var. Semah diyelim, bunlar ritüelde yer almıyor. Fakat bir Ali, Ehl-i Beyt ve 12 İmam merkezde; bunların bâtınî anlamlandırmasıyla tabiî ele alınan kozmik anlamlarıyla bu târihsel şahsiyetler inançta yer bulmuş. Burada paralellikler tespit edebiliyorum ben, en genel ifâdeyle böyle söyleyebilirim.

Ruşen Çakır: Dil deyince, Arap deyince tabiî Arapça geliyor akla; ama şuna çok emin değilim: Arapça gerçekten yaşıyor mu, yoksa unutuluyor mu? Orada bir dil sorunu var mı Arap Alevîlerinin?

Hakan Mertcan: Çok ciddî bir sorun bu. Yani belki geleceğiz. Cumhuriyet’in başında, Türkiye Cumhuriyeti’nin sınırlarının belirlenmesinde bile çok önemli târihsel rolü olan bir topluluk. Erken dönemde özellikle 30’larda, 30’ların ortalarından îtibâren çok yoğun asimilasyon politikalarıyla karşı karşıya kaldılar ve bu devam ediyor. Yani kesintiye uğramış bir şey değil, Türkiye’deki birçok farklı azınlık topluluğunun karşılaştığı sorun gibi. Ve dolayısıyla dillerini önemli ölçüde yitiren bölgeler var. Yani Antakya’da daha fazla korunuyor, çünkü daha geç Türkiye Cumhuriyeti’ne katılan bir yerden bahsediyoruz; ama Çukurova’da, dilbilimcilerin bâzı tespitleriyle söylersem, yani artık ölüme geçen bir dil hâline gelmiş. Çok az insan, yani Adana ve Mersin’de çok az insan konuşabiliyor. İşte, “Anlıyorum ama konuşamıyorum” diyen çok daha fazla. Hiç anlamayanların da sayısı gittikçe artıyor tabiî, yani devlet politikalarının bir netîcesi olarak.

Ruşen Çakır: Antakya’nın Cumhuriyet’e geç katılması dedin; o herhalde Arap Alevîlerinin târihinde çok önemli bir dönüm noktası. Bu konu aslında Türkiye’de bir tür tabu gibi görülen bir konu, hassas da bir konu. Meselâ ben şunu merak ediyorum: Oradaki Arap Alevîler bu katılım sürecini desteklediler mi, aralarında farklı görüşler mi vardı, yoksa karşı mı çıktılar? O konuda târihî gerçekler bize ne söylüyor?

Hakan Mertcan:Bildiğimiz gibi Türkiye’de bir resmî ideoloji ve ona dayanan bir resmî târih tezi oluşturuldu. Erken dönemde de birçok topluluk, işte, öz Türkler, Türklüğe bağlamak için o resmî târih tezleri seferber olmuştu. Şimdi bu topluluk, 1930’larda “Liva İskenderun” adıyla söylersek, işte Antakya-İskenderun Bölgesi, Türkiye Cumhuriyeti sınırları dışında ayrı bir varlık olarak konumlanmış durumda. Ve Türkiye Cumhuriyeti’nin yoğun çabalarıyla 30’lardan îtibâren, 30’ların ortasında, hattâ Hatay ismi üretiliyor. Böyle bir târihsel isim yok. İşte, “Hıtay, Hitay Türklerinin yurdu” anlamında ve oradaki Arap Alevî topluluğu da, işte, Eti Türkleri, Hititler yani öz Türkler olarak bu târih tezlerinde yerini alıyor. Hiçbir bilimsel değeri yok bunların. Yani artık savunanı da neredeyse yok bunların. Ama o dönem yoğun olarak bu kullanılıyor ve ilhâkın gerçekleştirilmesi için Türk cephesi –çok güçlü tabiî– bir çaba, mücâdele içerisinde oluyor. Ve Arap Alevî topluluğuyla farklı temasları var. Yani Arap Alevî topluluğunun tek bir tavrı yok o dönem. Türkiye yanlısı bâzı feodal liderler var; Türkiye’nin çabalarıyla, Türkiye’nin vaatleriyle ilişki kurmuştu Cumhuriyet’le. Ama bunun dışında, kesinlikle “Biz Suriye’nin bir parçasıyız” diye Ulusal Eylem Cemiyeti örneğin, örneğin önemli liderleri Zeki Arsuzi, onlarsa farklı bir tutum içerisinde. Genel halk zâten yoksul ve tarım işçisi olarak çalışıyor Türk Sünnî ağaların yanında ve o ağaların Türkiye yanlısı politikaları bu topluluk üzerinde etki ediyor. Dolayısıyla tek bir tavır yok. Ama önemli ölçüde Türkiye’nin, Türk cephesinin, Türk tarafının güçlenmesiyle topluluğun genel ahâlisi diyelim, Türkiye yanlısı politikalara cevaz veriyor.

Ruşen Çakır: Ama bildiğim kadarıyla öteden beri, özellikle Antakya’da yaşayan Arap Alevîlerinin Türkiye Cumhuriyeti’ne bağlılığı konusunda hep böyle bir önyargılı yaklaşımlar çok yaygın oldu. Özellikle Suriye’de çıkan iç savaşın ardından çok ciddî bir şekilde, oralarda yaşayanlar –ki bunlar Suriye sınırında yaşıyorlar büyük ölçüde– hakkında çok tevâtür de çıkartıldı, değil mi? Hâlâ sürüyor mu bilmiyorum ama, ilk başlarda bunu çok ciddî bir şekilde, yani böyle bir “5. Kol” vs. gibi adlandırmalar oldu, özellikle iç savaştaki cihadcı grupları destekleyen çevreler falan. Bu konuda çok kötü bir birikim olduğunu tahmin ediyorum, insanların yaşadıkları konusunda.

Hakan Mertcan: Maalesef çok haklısınız ve yine çok önemli bir nokta bu. Yani Suriye Savaşı ve sonrasına geleceğim; ama genel olarak hep bir şüpheli yaklaşılan topluluk olarak, özellikle sınır boylarında, işte Antakya civârındaki Arap Alevî topluluğuna maalesef hep sanki Suriye’nin bir uzantısıymış, orayla hep işbirliği hâlindeymiş gibi, her an sanki arkadan hançerleyecek bir insan topluluğuymuş gibi bakan milliyetçi çevreler var. Devlet içerisinde de ciddî; yani bürokraside bunun yansımalarını görüyoruz. Ben hem doktora çalışmamda hem doktora sonrası çalışmalarımda buna yönelik böyle bir perspektifi ve buradan üreyen ayrımcı politikaları falan çokça ele almaya çalıştım. Yani şunu açıkça söyleyebiliriz ki, bir yanıyla, “Siz öz Türk’sünüz, Türk kardeşlerimizsiniz” deniliyor erken dönem politikalarında; ama bir yanıyla da hep kayıtta tutuluyor; yani “Sizin kim olduğunuzu, ne olduğunuzu biliyoruz”. Bu tabiî topluluğu hep tedirgin eden bir şey ve Suriye Savaşı’yla da tekrar o parmağın sallandığını, özellikle siyâsal İslâmcı çevreler tarafından da o parmağın çokça sallandığını gördük. Yani sanki siz Suriye istihbârâtının elemanları gibi çalışıyormuşsunuz, sanki Türkiye aleyhinde hareket ediyormuşsunuz gibi. Maalesef böyle bir algı yaratıldı. Fakat bunun bir hakîkati falan yok, gerçekliği yok. Fakat bu, işte bir nefret söyleminin türemesinde de çok etkili oldu.

Ruşen Çakır: Peki, Arap Alevîleri ne yer, ne içer? Başta söyledin ki, bunlar tarım işçisiydi, ağaların yanında çalışıyorlardı vs.. Ama artık böyle değil diye biliyorum. Hatay biraz farklı; ama Adana’da, Mersin’de meselâ çok daha yükselen, kendi işini kuran, zenginleşenler de var diye biliyorum. Hatay’da da kezâ öyle; serbest meslek sâhibi olduklarını, eğitime yöneldiklerini de biliyorum. Genel olarak bakıldığı zaman bu ekonomik gelişim Cumhuriyet târihi boyunca nasıl seyretti?

Hakan Mertcan: Tabiî şununla da bağlayarak belki bir cevap verebilirim. Şimdi dedik ya; Türkiye meselâ erken dönemde Antakya’nın da katılımından sonra topluluk şöyle görüyor: Modern bir söylemle, laik bir söylemle kendini kuran belirgin bir devlet var; buna sâhip çıkıyorlar, gerçekten destek veriyorlar. Ve topluluğa “Fellâh” da denir, bunu da duymuşsunuzdur. Fellâh, Arapça’da köylü, çiftçi demek. Yani geleneksel faaliyetlerinden dolayı işleri bu, bu topluluk böyle adlandırılmıştır. Ama orada kalmadılar. Yani Cumhuriyet süreciyle Türkiye’dekiler önemli eğitim imkânlarından yararlandılar. Yani zenginleştiler, ciddî sınıfsal farklılıklar oluştu topluluk içerisinde. Yani sınıfsız homojen bir kitleden bahsetmiyoruz; kendi burjuvasını oluşturmuş bir topluluktan bahsediyoruz. Dolayısıyla, bugün aslında Türkiye’nin tanıdığı çok önemli isimler, sanat dünyasında, politikada, Arap Alevî kimlikleri önde olmasa bile, Arap Alevî toplumundan gelen böyle önemli isimler var. Ciddî olarak eğitim olanaklarından yararlandılar yani.

Ruşen Çakır: Bu önde olan kişiler genellikle böyle oluyor. Yani çok merak edenler, onların meselâ Gürcü ya da Laz ya da Hemşinli olduğunu biliyor; ama kendileri bunları kamusal alanda çok fazla zikretmiyorlar. Bahsettiğin kişiler, meselâ belediye başkanları biliyorum, birtakım milletvekilleri biliyorum zaman zaman; ama gelip de böyle kimliğini açıkça söyleyip o kimliğin sorunlarını çözme gibi bir şeyi kamusal alanda yaptıklarını pek görmedim. Var mı istisnâsı?

Hakan Mertcan: Ben de pek görmedim. Yani sosyalist gruplarda olanlar, evet, kendileri bu kimliklerini ifâde edebiliyorlar. Örneğin Tülay Hatimoğulları, Antakyalı Arap Alevî biri ve bu kimlikle ilgili mücâdelesini biliyoruz geçmişten bu yana. Ama onun dışında, CHP içerisinde siyâset yapan, önemli mevkilerdeki isimler var, sizin de aslında bildiğiniz ve onlar bu kimliği hep geride tutmuşlardır.

Ruşen Çakır: Peki, devlet memuru olmakta bir sorun yaşıyor mu Arap Alevilerî? Çünkü genel olarak Alevîlere atfedilen “Alevî’den yapmazlar” gibi bir yaklaşım zâten var. Burada bir de Arap Alevîliği meselesi var. Bu konuda özellikle doktora çalışmanda falan herhalde bu konuya da bakmışsındır. Bu ciddî bir sorun mu, yoksa bir rivâyet mi?

Hakan Mertcan: Kesinlikle ciddî bir sorun. Diğer Alevî topluluklarla bir ortaklık da burada kurulabilir öncelikli olarak. Alevîlerin genel karşılaştığı bütün olumsuzluklarla karşılaşıyorlar; ama ekstra bir de Arap olmanın verdiği bir olumsuzluk oluyor. Yani çift yönlü bir ayrımcılığa gerçekten mâruz kalıyorlar. Konjonktürel olarak değişiyor tabiî ki. Yani 40’larda, 50’lerde, 60’larda, 70’lerde her şey aynı değil; ama şimdi sistematik bir ayrımcılık olduğunu tespit edebiliriz.

Ruşen Çakır: Peki, bu toplumsal alanda da yaşanıyor mu? Yani devletten gelen ayrımcılığa ek olarak toplumsal alanda da yaşanıyor mu? Meselâ demin “fellâh” lâfını geçirdin. Fellâh benim bildiğim, en azından dalga geçme ifâdesi olarak kullanılır.

Hakan Mertcan: Evet, kesinlikle. Ben kendi yaşamımdan da biliyorum. Hani küçümseneceksen, böyle olur. Ama bu Türkçede de öyledir. Yani köylü olmak, maraba, hep böyle bir negatiflik taşır. Bu oluyor. Zâten ayrımcılık sâdece devlet politikalarından üreyen bir şey olamaz. Yani toplumsal bir zemini, karşılığı, dayanağı vardır ve bu topluluk, yer yer Sünnîlik, yer yer Türklük duvarlarına çarpar. Hani okullarda insanların geldiği mahalleler ve o mahallelerin kimliği genelde bilinir yöneticiler tarafından. Okullarda çok ciddî, işyerlerinde, yani ne kadar eğitimli olsanız bile, üniversitede örneğin hocalar, profesörler, bu ayrımcılığı toplum içerisinde çeşitli biçimlerde üretiyorlar ve var yani, hâlen var.

Ruşen Çakır: Peki, şunu da sormak istiyorum. Şimdi ben bu yayın dizisi kapsamında Arap Alevîlerini seninle konuşuyorum, Arap Ortodoksları konuşacağım ve de Arapları konuşacağım. Yani şimdi Arap Ortodoksları biliyorsun neredeyse Arap Alevîleriyle benzer coğrafyalarda yaşıyorlar. Ama bir de meselâ Mardin, Siirt, Şanlıurfa gibi yerlerde yerleşik olan Araplar var. Bir de tabiî son dönemde gelen milyonlarca göçmen var. Şimdi o son gelenleri bir kenara koyalım; ama meselâ Arap Alevilerinin, Ortodoks Araplarla ya da Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı Sünnî Araplarla bir ilişkisi, hatta ilişkinin ötesinde bir dayanışması, birlikte hareket etmesi gibi bir şey söz konusu oldu mu hiç?

Hakan Mertcan: Yani Arap Ortodokslarla çok ciddî dayanışmaları var, ortak yani. Arap Sünnîlerden çok daha yakın ilişkilere sâhip olduklarını hiç tereddüt etmeden söyleyebiliriz. Ama Arap Sünnîler ile Arap Alevîlerin ilişkileri çok da sıcak değil açıkçası. Yani Adana bölgesinde, diyelim Mardin Arapları, yoğun olarak Arap Alevîlerinin olduğu mahallelere yakın yaşayan Arap Sünnîlere örnek verilebilir; ama öyle yakın ilişkiler, ortaklaşma yok yani açıkçası. Ama Antakya’ya baktığımızda, Arap Alevîlerle Arap Hıristiyanlar, onlar çok sayıda ortaklığa sâhipler.

Ruşen Çakır: Peki, sivil toplum bağlamında Arap Alevîlerinin örgütlenmesi anlamında baktığımız zaman nasıl bir şey var? Tabiî birçok ayağı var bunun: dilin korunması, diğer kültürün korunması, bir de yaşanan ayrımcılıklara karşı birlikte politikalar geliştirmek vs.. Bu anlamda baktığımızda, Arap Alevîlerinin sivil örgütlenmesinin nasıl bir târihi var? Bugün meselâ hak savunuculuğu temelli yaygın bir örgütlenme var mı?

Hakan Mertcan: Şimdi buna biraz Türkiye dışına da hafif çıkarak cevap vereyim. Şimdi ilginç bir biçimde, yıllar önce ben lisede öğrenciyken, “Arjantin’den Arap şeyhleri gelmiş” demişlerdi, Arjantin’den Arap Alevî şeyhleri. “Nasıl olur ya?” falan deyip ben çok şaşırmıştım. Tabiî şimdi iletişim olanaklarının artmasıyla artık daha fazla bilgi birikimine sâhibiz bu konuda. Ama doktora tezimi yazarken de Cumhuriyet arşivlerinde çalışıyordum ve bir baktım ki 1930’ların sonlarına doğru bir bakanlar kurulu karârı var. Bu kararda Arjantin Alevî Cemiyeti’nin yayın organının Türkiye’ye girmemesi gerektiğini, sakıncalı bir yayın olduğunu söyleyen bir bakanlar kurulu kararı. Çok şaşırmıştım. Tabiî Arjantin’de, yani 19. yüzyılda Latin Amerika’ya özellikle Suriye’den giden çok sayıda Arap Hıristiyan ve Arap Alevî var. Arjantin’de de örgütlü bir topluluk var. 1930’larda yayın çıkarabilecek düzeyde bir topluluktan bahsediyoruz. Lübnan’da biraz daha örgütlüler. Suriye’de ise sürekli Suriye rejiminin Alevîlerin kontrolünde olduğu gibi bir mistifikasyon var. Böyle bir şey de yok. Ve sürekli Alevîler aslında kendilerini ifâde etmekten korkarlar. Orada böyle bir Alevî örgütlenmesi yok. Avrupa’da var. Türkiye’ye geleceğim. Avrupa’da Arap Alevî Federasyonu var örneğin, Almanya’da. Aslında merkezi olan daha güçlü olduğu yer Almanya. İşte, Hollanda’da örgütlenmesi var. Türkiye’de ise böyle 2000’li yılların başında, Alevî hareketinin de daha kendini görünür kıldığı, daha güçlendiği dönemde Arap Alevî dernekleri kuruldu: Adana’da, Antakya’da, Mersin’de. Bâzı yerel dernekler vardı. Birtakım mahalle, sosyal yardımlaşma, dayanışma dernekleri. Ama Alevî ismiyle bu dernekler yasal olarak da mümkün olunca, işte, Alevî Kültür Araştırma Derneği gibi, daha sonrasında Mersin’de önemli bir dernek, Kilikya Nehir Derneği gibi, işte Antakya’da EHDAV gibi, böyle çeşitli dernekler kuruldu. Fakat bunlar emekleme sürecinde ve birçok sorunları var. Politik olarak azınlık topluluklarla benzer refleksleri gösteriyorlar. Kimliklerini çok belirgin olarak yine de koymuyorlar veya daha radikal, köklü değişiklikler için böyle bir hak mücâdelesini ciddî olarak toplumda örgütleyebilmiş değiller. Bu anlamda emekleyen bir süreci var. Fakat gençlikte önemli, dikkat çeken bir örgütlenme vardı: Arap Alevî Gençlik Meclisleri. Yaklaşık 5 yıl bunlar, özellikle Suriye Savaşı sonrasında önemli mücâdele yürüttüler. Birçok şehirde o, “Aman evlâdım, kim olduğunu söyleme” diyen anne babaların tavsiyelerinin dışına çıkarak kim olduklarını kamusal olarak eylemlerde Arapça pankartlar ve sloganlarla belirgin bir biçimde kendilerini ortaya koydular. Fakat OHAL sürecinde bu meclisler dağıldı. Meclislerin de içinde olduğu Ehlen dergisi bu topluluğun kendini ifâde eden bir çatı yayını diyebileceğimiz tek yayın organıydı. O da OHAL sürecinden sonra 4-5 yıl çıkamadı; fakat depremle birlikte tekrar Ehlen dergisi yayın hayâtına başladı.

Ruşen Çakır: Şunu sormak istiyorum: Demin bahsettin, Alevî hareketinin ortaya çıkışına paralel dedin. Alevî hareketinin en önemli ateşleyicilerinden birisi cemevleri, biliyoruz. Ve hattâ son dönemde meselâ en son İstanbul Büyükşehir Belediyesi cemevlerini ibâdethâne olarak da kabul etti. Birçok yer kabul ediyor. Ve cemevleri etrâfında, cemevi kurmak, cemevlerinin varlığını sürdürmesi de başlı başına bir hareket. Cemevlerini kullanmak da başlı başına bir hareket. Arap Alevîlerinin böyle ibâdethâneleri var mı, cemevi ya da başka bir adla? Bunların etrâfında, bunların sayısında bir artış var mı?

Hakan Mertcan: Yok, Arap Alevîler cemevi olarak kullanmıyorlar. Yani böyle bir ifâdeye rastlamıyoruz. Fakat Arap Alevîlerin, evet, kendi ritüellerine diğer Alevî topluluklar gibi aslında geriye döndüğümüzde evlerde, yani cem de evlerde, köylerde, evlerde yapılıyordu. Burada da ibâdetler evlerde yapılır; ama bir ibâdet mekânı olarak ziyâretler var. Yani Alevîlerin, Arap Alevîlerinin kutsal mekânı neresi dersek: “Ziyâretgâh” olarak adlandırılan yerler. Buraların kutsal olduğuna inanılır. İşte örneğin, “Nur yağdı” derler. Yani birileri “Şura ziyâret olsun” dediğinde ziyâret olmuyor, onun bâzı kriterleri var. Dolayısıyla Adana, Mersin, işte Antakya’ya gittiğinizde, çok sayıda bu mekânlarla karşı karşıya kalırsınız, kalmışsınızdır, görmüşsünüzdür. Örneğin en bilineni ve çok önemli bir merkez, Samandağ’daki denizin hemen yakınındaki Hıdır ziyâreti veya Hızır ziyâreti — Arapça Hıdır olarak ifâde ediliyor. 

Ruşen Çakır: Peki, bunların ihyâ edilmesi, korunması vs. gibi bir bağlamda bir hareketlilik var mı?

Hakan Mertcan: Evet, saydığımız dernekler bunlara sâhip çıkmaya çalışıyor. Alevî Gençlik Meclisleri dediğim hareket, aslında buraları çok önemli kültürel direniş merkezleri hâline getirmişti. Yani oralara gidip, oraları temizliyorlar. Oralarda etkinlik yapıyorlar. Yani orada sadece ibâdet yapılmıyor; orası bir kültürün üretildiği mekân. Ben kendi çalışmalarımda böyle ifâde ediyorum. Yani bir kültürel direniş merkezi hâline getirildi. Ama aynı zamanda deprem sonrasında da gördük ki Alevîler, ciddî olarak Alevîlerin yaşadığı bölgeler depremden etkilendi. Çok büyük can kaybı var. Tabiî büyük bir servet kaybı var. O dönemde ziyâretler, toplanma, bir araya gelme, yani var olmanın bir merkezi, topluluğu tekrar bir arada tutan merkezler hâline geldi. Oralarda kazanlar kaynatıldı, Alevîlerin kutsal yemeği “hrisi” (keşkek) oralarda yapılıp paylaşıldı, tandırlarda ekmekler pişirildi ve topluluk bir anlamda deprem sonrasında da oralarda kenetlenerek var olmaya çalıştı. Böyle bir özellik var.

Ruşen Çakır: Peki, bu kapalılık-açıklık meselesi, inancın kapalılığı vs. dışında insanlar arasında en çok yaşanan husus entegrasyon ya da başka şeylerde: evlilikler, karma evlilikler meselesi. Arap Alevîliği bu konuda nasıl bir noktada? Çok kapalı mı, yani dışarıdan evlenmek meselesinde, yoksa bu aşıldı mı? Tabiî kapalı olmanın kültürü korumada pozitif bir etkisi olabiliyor; ama aynı zamanda da hakîkaten kapalı olup çok daha fazla ayrımcılığa da mâruz kalabiliyorsunuz. Çok karışık bir durum, biliyorsun. Bunu nasıl yaşıyor Arap Alevîleri?

Hakan Mertcan: Ya, aslında bir şeyi belki ayrıştırmak lâzım. Şimdi, Arap Alevîleri tanıyanlar, işte Antakya’ya gittiğinde diyelim, ne der? “Ne kadar sıcak ilişkileri olan insanlar” der. Topluluk entegre gücü de çok fazla, sosyal ilişkilenme, yani bir nevi karakteristik bir özellik var. Hani Arap Alevî topluluğu böyle sıcak, samîmî ilişkiler kurmakla bilinir. Dolayısıyla sosyal olarak aslında dışa kapalı mı? Yani bunu soru işâreti olarak bırakayım. İnanç olarak evet, yani o bâtınî bilgi, ancak ehline o bilgi gider. Dolayısıyla böyle ortaya saçılmaz, ifşâ edilmez. Ama sosyal ilişkilerde durum bence daha farklı. Entegrasyon gücü de çok yüksek, çok ilişkilenebilen ve modernleşmeyle birlikte aslında birçok azınlık topluluktaki o refleksler farklılaştı. Yani topluluğun kendini koruması için, örneğin iç evlilikler önemlidir. Bütün bu azınlık topluluklar için söylenebilir. Bu topluluğun da biraz geriye gittiğimizde bu hassâsiyeti tabiî ki vardı. Hâlen de belirli düzeyde var; ama baktığımızda, günlük yaşamda çok sayıda Arap Alevînin dışarıdan evlilikler yaptığını görebiliyoruz.

Ruşen Çakır: Peki Hakan, nasıl toparlayalım? Nasıl bir gelecek bekliyor Türkiye’deki Arap Alevîlerini? Şu andaki bulunduğu yer nedir, hele bir de depremde çok doğrudan zarar da gördüklerini düşünürsek? Senin de belirttiğin gibi hem insan kaybı hem servet kaybı hem moral kaybı, birçok şey…

Hakan Mertcan: Entelektüel kayıp…

Ruşen Çakır: Evet, birçok şey üst üste bindi. Ama bir taraftan da özellikle gençlerde kimliğine sâhip çıkma reflekslerinin ve eylemliliklerinin arttığını söylüyorsun. Nasıl bir gelecek görüyorsun Türkiye’deki Arap Alevîleri için?

Hakan Mertcan: Evet, şöyle toparlayabiliriz: Yani Suriye savaşı ile birlikte topluluğun üzerine büyük bir korku çöktü açıkçası. Çünkü hemen sınırın yan tarafında büyük vahşetlere tanıklık edildi ve bu insanların birçok akrabası öldürüldü. Yani cihadcı, silâhlı terör grupları tarafından yapılan o kadar fazla sayıda Arap Alevî katliamı var ki. Maalesef Türkiye’de bunlar fazla bilinmiyor. Benim Akıntıya Karşı (Karahan Kitabevi, 2020) isimli kitabımda bahsettim. Birkaç yıl önce o kitap çalışmasını yaparken daha çok da muhâlif denilen kaynaklarla ve sâhadaki önemli Arap Alevî liderleriyle yaptığımız mülâkatlar sonucunda 160 binin üzerinde sivil, asker, sivil savunma güçlerinde yer alan Arap Alevî’nin hayâtını kaybettiği bir süreçten bahsediyoruz. Ve Türkiye’deki Arap Alevîler ciddî bir korku, endîşe içerisine girdi ve o Türkiye’de yükselen nefret söylemiyle de birleşince, biliyorsunuz kapı işaretlemeleri birçok yerde, birçok Alevîlerin yaşadığı yerlerde meydana geldi. Arap Alevîler için de bu söz konusu. Ama o korkuyla birlikte bir direniş de, direnç de kendini ortaya koydu, bir aktivizm de ortaya koydu. Bu önemli. Türkiye’de çoğulcu, farklı gruplarla, Türkiye’nin demokratik gruplarıyla, sivil toplum kuruluşlarıyla ortak hareket etmeye çalışan bir yapıdan bahsediyoruz. Yani Arap Alevî örgütleri, diğer Alevî örgütleri ve demokratik kuruluşlarla ortak bir mücâdele örmeye çalıştılar. Türkiye’nin geleceği için de bu çok önemli. Türkiye’de yaratılacak demokratik ortam için de bence önemli bir gruptan bahsediyoruz. Endîşe devam ediyor; ama bir yandan da bu kimliğine sâhip çıkma ve örgütlenme çabalarını da görüyoruz. Ancak Türkiye’deki diğer topluluklarla bağlar güçlendiği ölçüde de ortak bir hak mücâdelesinin, ortak bir demokrasi mücâdelesinin yaratılabileceğine inanıyorum. Deprem büyük bir kayıp, büyük bir şok da yarattı. Hâlâ devam da ediyor. Antakya’ya gittiğimizde bâzı bölgeler sanki daha dün depremi yaşamış gibi ve çok ciddî ayrımcı politikalarla karşılaştığını ifâde eden insanlara rastlıyoruz. Çok sayıda insan bunu söylüyor. Dolayısıyla orada bir umutsuzluk hâli de var. Ama şunu da ben gözledim: Gidiyorsunuz, Temmuz’da Temmuz Festivali vardı, on binlerce insan her şeye rağmen kimliklerine sâhip çıkıp onun yeniden üretimi için de aktif biçimde mücâdele edebiliyorlar.

Ruşen Çakır: Evet, ben de birkaç kere Hatay’da değişik vesîlelerle bulundum. Eşim Müge İplikçi ile berâber de gittik, hemen hemen hepsinde berâber gittik. Orada çok güzel dostluklar kurmuştuk; gerçekten çok etkileyici bir kültür var. Zâten orada, meselâ Hatay özelinde baktığımız zaman, Hatay bir mozaik. Yani ben şimdi “Bir mozaik olarak Türkiye” diye yayın yapıyorum, aslında Hatay’da neredeyse bütün bu unsurlar var. Gerçekten Türkiye’nin çok önemli bir zenginliği. Umarım bu ayrımcı yaklaşımlar iyice azalır ve bu kimlik, varlığını hak ettiği bir şekilde sürdürür. Hakan Mertcan, çok teşekkürler.

Hakan Mertcan: Ben de çok teşekkür ediyorum.

Ruşen Çakır: Evet, çok teşekkür ediyorum tekrar. “Bir mozaik olarak Türkiye”nin 11. bölümünde Arap Alevîlerini ele aldık. Hakan Mertcan’la konuştuk. Kendisine çok teşekkürler. Sizlere de bizi izlediğiniz için teşekkürler, iyi günler. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.