Ruşen Çakır’la Hafta Başı (6): Kürtler Bahçeli’nin uzattığı eli tutacak mı? Bölgesel koşullar elverişli mi?

Bahçeli’nin “uzattığı el” Türkiye gündeminden düşmüyor. Yeni bir çözüm süreci mi geliyor sorusu siyasetin gidişatını belirlemiş durumda.

Ruşen Çakır’la Hafta Başı’nın yeni bölümü yayında.

Gündemde yaşanan olayları Medyascope muhabirleri ve konukları anlattı.

  • Türkiye Büyük Millet Meclisi‘nin (TBMM) açılış töreninde MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin DEM Partililerle el sıkışmasının ardından yapılan açıklamalar, “Yeni çözüm süreci mi?” tartışmasını başlattı. Arzu Yılmaz ve Vahap Coşkun Bahçeli’nin tutumunu değerlendirdi.
  • Özgecan Özgenç, CHP’nin tutumunu, Ankara kulislerinde neler konuşulduğunu anlattı.

Bahçeli’nin uzattığı el

Bahçeli, DEM Parti’ye uzattığı elin “Türkiye partisi olun” teklifi anlamına geldiğini söyledi.

MHP lideri ayrıca Tuncer Bakırhan’ın elini sıkmasının doğaçlama olmadığını da vurguladı. Bahçeli bu durumu “iyi niyetli tutum” olarak değerlendirdi. Bahçeli’nin “Türkiye partisi olun” çağrısına yanıt veren Tülay Hatimoğulları, “DEM Parti zaten bir Türkiye partisi” dedi.

Devlet Bahçeli DEM Partililerin elini sıkıyor
Devlet Bahçeli, DEM Parti Eş Başkanlarının elini sıkıyor

Cumhurbaşkanı Erdoğan: “Bahçeli’nin DEM Parti Eş Başkanları ile tokalaşması önemli bir adım”

Peki yeni çözüm süreci gelir mi? Erdoğan, Bahçeli’nin DEM Parti Eş Başkanları ile tokalaşmasına ilişkin konuştu. Bahçeli’nin bu adımını olumlu ve anlamlı bulduklarını belirten Erdoğan, “Cumhur İttifakı’nın uzattığı bu elin değerinin anlaşılmasını isteriz” dedi. Erdoğan, bu tür adımların artması gerektiğini vurguladı.

Yayına hazırlayan: Gülden Özdemir

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler, iyi haftalar. Bu “Hafta Başı”nın ana konusu Devlet Bahçeli’nin DEM’lilere uzattığı el. Yeni bir çözüm süreci mi? Neler oluyor, neler olabilir? DEM Parti Milletvekili ve gazeteci Cengiz Çandar diyor ki: “Çözüm süreci olmasa bile bir şeyler pişiyor.” İşte bunları ağırlıkla konuşacağız. Önce Erbil’e bağlanacağız. Arzu Yılmaz’la bölgesel durum ve “Türkiye’de ne olabilir?”i konuşacağız. Sonra, Diyarbakır’da Vahap Coşkun’la, bölgede insanlar ne düşünüyor, ne hissediyor, bunu konuşacağız. En son, Ankara’daki arkadaşımız Özgecan Özgenç’le, neler olabilir, Meclis’te neler olabilir, bunları konuşacağız. Ama en önemlisi, CHP başta olmak üzere muhâlefet partileri Cumhur İttifâkı ile DEM Parti arasındaki bu yakınlaşma hakkında ne düşünüyor, bunları konuşacağız. Yayınımızın sonunda bir de Prof. Daron Acemoğlu’nun Nobel Ekonomi Ödülü’nü alması hakkında da bir şeyler söylemeyi düşünüyoruz. Arzu Yılmaz’a gelmeden önce bir bakalım videomuza: Devlet Bahçeli hangi kapıyı araladı? İktidar cenâhından kim neler dedi?

Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılış töreninde MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin DEM Partililer’le el sıkışmasının ardından yapılan açıklamalar, “Yeni çözüm süreci mi?” tartışmasını başlattı. Bahçeli, partisinin grup toplantısında yaptığı konuşmada, el sıkma tartışmaları için şunları söyledi: “MHP Genel Başkanı olarak Cumhur İttifâkı’nın bu duruş ve engin duyuşuna müzâhir şekilde, DEM sıralarına giderek elimi uzattım. Doğaçlama olmayan bu iyi niyetli tutumumu, siyâsî nezâketten öte, önümüzdeki cumhurbaşkanlığı çarpışması ve yeni anayasa için cephe genişletme çabası olarak görenler, mayın tarlasında söğüt gölgesi arayan zavallı bîçârelerdir. Uzattığım el, ‘Gelin Türkiye partisi olun, gelin teröre cephe alın, gelin bin yıllık kardeşliğimizde kenetlenin’ temennî ve teklifidir.

DEM Parti Eş Genel Başkanı Tülay Hatimoğulları, Bahçeli’nin açıklamalarına cevap verdi: “DEM Parti zâten bir Türkiye partisi. DEM Parti kendi içindeki temsîliyetler başta olmak üzere Türkiye’deki bütün halkların ve inançların temsil edildiği, var olduğu bir parti ve biz, Türkiye’nin genel anlamda doğusundan batısına, kuzeyinden güneyine kadar barış ve huzur içinde olması için mücâdele eden bir siyâsî partiyiz.”

Erdoğan, Arnavutluk ve Sırbistan ziyâretlerinin dönüşünde gazetecilerin sorularını yanıtladı. Erdoğan, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin DEM Parti eş başkanlarıyla tokalaşmasını, Bahçeli’nin bu adımını olumlu ve anlamlı bulduklarını belirterek, “Cumhur İttifâkı’nın uzattığı bu elin değerinin anlaşılmasını isteriz” dedi. Ayrıca Erdoğan, bu tür adımların artması gerektiğini vurguladı. Adalet Bakanı Yılmaz Tunç, çözüm süreci tartışmaları hakkında, “Böyle bir gündem yok, dedikodudan ibâret bir konu” dedi.

Ruşen Çakır: Evet, Erbil’e bağlanıyoruz. Kürdistan Erbil Üniversitesi’nden siyâsetbilimci Arzu Yılmaz konuğumuz. Arzu, merhaba.

Arzu Yılmaz: Merhaba Ruşen.

Ruşen Çakır: Seninle daha yakında, İran ve İsrail geriliminin bölgedeki etkilerini ve bunların bölgede Kürtler’in durumunu etkileyip etkileyemeyeceğini konuştuk, tartıştık. Şimdi hemen ardından bu gelişmeler yaşandı. Ve şöyle şeyler var: Biliyorsun, geçen hafta Amberin Zaman’ın Al-Monitor’de çok iddialı bir yazısı çıktı, Kandil’le Öcalan’ın Ankara aracılığıyla görüştürüldüğü üzerine. Bunların olup olmadığını bir kenara bırakalım şimdi; ama orada şöyle bir cümle vardı biliyorsun: “İran’da iktidar içerisinde özellikle Devrim Muhafızları, Hizbullah’ın yediği ağır darbelerden sonra PKK’yla yakınlaşmayı istiyor” diye bir iddia vardı. Bunun dışında, “İsrail Ankara’yla sorun yaşıyor. Dolayısıyla İsrail de pekâlâ PKK’yı Ankara’ya karşı kullanmak isteyebilir” gibi spekülasyonlar da yapılıyor. Şimdi bu tür önermelerin hiçbir anlamı yok mu, yoksa nerelerden bakabiliriz? Bölgedeki gelişmelerle iktidârın DEM Parti’ye uzattığı eli nasıl aynı cümle içerisinde kullanabiliriz?

Arzu Yılmaz: Bir kere, böyle yorumların anlamı yok, en azından ben bunu diyemem. Çünkü o sözünü ettiğin 10 gün önceki programda bunu söylemiştim: “Ortadoğu’da yeni bir denklem kuruluyor. Bu denklem, İsrail, İran ve Körfez ülkeleri parametreleri üzerinden şekillenecek görünüyor ve bu hikâîyede Kürt siyâsal alanında en avantajlı aktör İran. Bugün İran, bütün Kürt aktörlerle işbirliği yapabilme, konuşabilme ve siyâsî ve askerî olarak sâhada bulunması yönüyle de sözünü geçirebilme kapasitesine sâhip. Dolayısıyla da bu yeni denklemdeki diğer parametreler ve diğer aktörlerden çok daha avantajlı durumda. Bu çerçevede de Türkiye, bu yeni oluşumun dışında kalıyor” diyerek, aslına bakarsan, arkasından gelen bu, işte, PKK ile görüşüldüğü, Abdullah Öcalan’ın Kandil ile görüştüğü ya da Devlet Bahçeli’nin DEM Partililer’in elini sıkmasıyla gelişen olayların… ne derler? “Perşembenin gelişi çarşambadan belli.” Bunu anlatmaya, îzah etmeye çalışmıştım. Geçen hafta, Hamas, Lübnan’da Hizbullah ve İsrail görüşmeleriyle ilişkin yazıları okurken bir şey dikkatimi çekti. Uzun süre İsrail ve Filistin arasında, uzun yıllar, 40-50 yıldır görüşmelere birinci dereceden tanıklık etmiş bir diplomatın bir sözü dikkatimi çekti — tam bu olayların gelişmesi sürecinde. Orada bu diplomat diyor ki: “Ne zaman iki tarafın başındaki aktörler bir telâş içindeyse, telâşı olduğu durumda birbirleriyle çalışmaya gönüllü olduklarını ve birbirleriyle çalıştıklarını gördüm.” Şimdi dolayısıyla da bu arka plan üzerinden bugün, 1) görüşmenin tarafları kimler? 2) hangi tarafın telâşı var? Ya da tarafların bir telâşı var mı ki biz bu İsrail-Filistin görüşmelerine tanıklık eden diplomatın tecrübelerine dayanarak bundan bir iş çıkar mı diye bir öngörüde bulunabilelim. Bir kere şunu en başta teslim etmek gerekiyor: Öcalan… ya da şöyle söyleyelim: İmralı, Kandil ve Ankara arasındaki görüşmeler bugün olmuş görüşmeler değil. Açık kaynaklar üzerinden bunun tâkibini yaptığınız zaman, ilk kez 2021’de Murat Karayılan açıkladı: “Devlet bize heyetler gönderiyor” diye. Daha sonra bu 2022 sürecinde, hattâ hatırlarsan seninle “Kürt siyâsetinde dengeler değişiyor mu?” diye ben Hamburg’dayken bir şey de yapmıştık, yine bu konu üzerine tartışmıştık. O dönemde Kürt siyâsal hareketi, iktidar denklemi üzerinden mi barışı örgütlemek, yoksa muhâlefet üzerinden mi örgütlemek gibi bir ikilem içerisinde, Selahattin Demirtaş’ın da dâhil olduğu, kendi içinde bir mücâdele sürecini deneyimliyordu, 2022’de. Nihâyetinde o dönem Selahattin Demirtaş –2022 Temmuz’uydu yanlış hatırlamıyorsam–, dediğim gibi seninle yaptığımız röportaja da kaynaklık eden şu sözü demişti: “Muhatap HDP’dir ve AKP ile hiçbir müzâkere söz konusu olamaz.”Ve fakat ondan sonraki süreçte, özellikle 2023 ile birlikte, biz bu tartışmaların, bu görüşmelerin hız kazandığını farklı kaynaklar üzerinden –tekrar ediyorum: Açık kaynaklar üzerinden– öğreniyorduk. Nitekim en sonunda, önce Leyla Zana konuştu; Leyla Zana, “Bu sorunu Erdoğan çözer” dedi. O ara Ahmet Türk yine bir demeç vermişti. Tekrar ediyorum, yerel seçimlerden önce. Ve en son Selahattin Demirtaş da –çok önemli, bu 2022 Temmuz’undaki yazısını referans alacak olursak– Mart 2024’te İnsan Hakları Derneği’nin Diyarbakır’da düzenlediği Kürt Sorununa Çözüm Konferansı’na Mızraklı ile birlikte bir mesaj göndererek, “Muhâtap Öcalan’dır, çözümün diğer tarafı da hükûmettir” diye açık bir pozisyon değişikliği gösterdi. Bu detayları niye veriyorum? Çünkü Kandil, İmralı ve Ankara arasında, 2021’den beri –açık kaynaklar üzerinden tâkip edilebileceği gibi– bir görüşme trafiğinin olduğunu biz biliyoruz. Ve fakat bu görüşme trafiğini devlet tarafı bugüne kadar sâhiplenmemiş. Örneğin Karayılan, örneğin 2024’teki en son yerel seçimlerinden sonra, hattâ bildiğimiz kadarıyla Nisan 2024’te, bir yeniden bir araya gelme ya da Öcalan’ın Kandil ile görüştürülmesi söz konusu olduğunda, Bese Hozat çıkıp açıklama yaptı ve “Bize ahlâksız bir teklif yapıldı” dedi.Bunların hepsini bir araya topladığımızda, bugün bana göre, bu işin arka planını elimden geldiğince tâkip etmeye çalışan biri olarak, bugün benim için geçerli soru şu: Neden bu 2021’den beri süregelen durumda, bugün devlet, üstelik Devlet Bahçeli eliyle böyle bir süreci açık etme gereği duydu? İki şey söyleyerek bunu bağlayıp sana bırakayım. Birincisi, bana şunu düşündürdü: Bugüne kadar bir mutâbakata varılmıştı, onun için devlet bu görüşmeleri sâhiplenmiyordu. Ama bugün bakıyoruz ki, işte, Kandil’de en son dün Murat Karayılan açıklama yaptı: Hâlâ bir mutâbakata varılmış gibi görünmüyor. O zaman devlet böyle bir pozisyonu açık ettiğine göre iki nedeni olabilir. Bir tânesi, baskı yaratmak; hem Kandil üzerinde baskı yaratmak hem de bu konuda toplumsal nabzı ölçmeye çalışmak. İkincisi ise, biraz önceki İsrail-Filistin görüşmelerine on yıllarca şâhitlik eden diplomatın sözüne referans vermemin sebebi bu: Telâşı olduğu için. Telâşının nedenlerini ise açmaya gerek yok; zâten Medyascope izleyicilerinin mâlûmu. Dolayısıyla son söz de şu olsun: Geldiğimiz aşamada görünüyor ki taraflardan birinin, evet, telâşı var. Zîra bir mutâbakata varılmadığı açık olduğu durumda bunu ortaya koyduğuna göre, bir telâşa işâret ediyor — ki bu telâşın bölgesel bağlamını, dediğim gibi 10 gün önceki programda zâten detaylarıyla anlatmaya çalışmıştım. İkincisi ise, bir başka ihtimal ise, bu telâşa bağlı olarak mutâbakata varılmamış olsa bile bir toplumsal baskı yaratmak, psikolojik üstünlük elde etmek amacıyla bunu doğrudan gündemleştirmek gibi bir yola girmiş görünüyor.

Ruşen Çakır: Burada tabiî Devlet Bahçeli’nin bunu söylüyor olması, ilk defa bu çıkışı Devlet Bahçeli’nin yapıyor olması, olayı daha ilginç ve daha tartışılası kılıyor. Daha önce senin aktardığın o süreçlerde hep AK Parti’den birilerine bir şeyler atfediliyordu; özellikle AK Parti’nin Kürt milletvekilleri ya da il başkanları ya da bakanlar bir şeyler sızdırıyorlardı; özellikle seçim önceleri, ama bunlardan pek bir şey çıkmıyordu. Şimdi en son biliyoruz ki yerel seçim öncesi de böyle bir trafik oldu, ama anlaşılamadı ve DEM Parti de yerel seçimde CHP’ye daha yakın, kent uzlaşması gibi birtakım şeyler yaptı, en azından AK Parti’yi desteklemedi. Şimdi Bahçeli’nin bu çıkışı yapması olayı daha anlamlı kılıyor. Ama tekrar bölge konusuna gelecek olursak, şu anda Türk Silâhlı Kuvvetleri uzun bir süredir Irak’ın kuzeyinde ve Suriye’nin kuzeyinde çok ciddî operasyonlar yapıyor. Irak’ın kuzeyinde PKK’ya doğrudan, Suriye’nin kuzeyinde de YPG’ye — ki onun PKK’nın bir uzantısı olduğunu biliyoruz. Hem o operasyonlar var, hem Suriye’nin kuzeyinde yerleşik, Irak’ın kuzeyinde de yerleşik Türk askeri var. Bir de bütün bunlara ek olarak, yine Suriye ve Irak’ta, özellikle Millî İstihbârat Teşkîlâtı’nın üstlendiği, birtakım insansız hava araçlarıyla düzenlenen, örgüt üyelerine yönelik olduğu açıklanan, örgütün orta kademe ve biraz üst kademe yöneticilerine yönelik olan operasyonları var. Türkiye’de pek bir şey olmuyor ne zamandır. Biliyorsun bölgede, ne Güneydoğu’da ne büyükşehirlerde PKK ile devlet arasında bir çatışma ortamı büyük ölçüde ortadan kalkmış durumda; ama Irak’ta ve Suriye’de bunlar sürüyor. Şimdi buradan bakıldığında, olayın sâdece Türkiye’yi kapsaması mümkün değil, öyle değil mi? Yani DEM Parti ile konuşup anlaşacaksınız, ama bu olayın meselâ İran ayağı ayrı. Çünkü İran’da PJAK çok etkili bir şey yapmıyor şu anda, İran açısından bakarsak; ama Irak’ta ve Suriye’de Türk Silâhlı Kuvvetleri’nin ve Millî İstihbârat Teşkîlâtı’nın doğrudan PKK’ya yönelik süren operasyonları var. Yani bunlar aynı anda nasıl olabilecek? Şunu beklemek herhalde çok gerçekçi olmaz: “Tamam, biz operasyonları sonlandırıyoruz.” Meselâ Kürt tarafının en büyük taleplerinden birisinin, özellikle Suriye’de var olan o yapıya dokunulmaması olduğunu biliyoruz. Yıllardır böyle biliyorsun ve yıllardır da Erdoğan bunu kabul etmiyor ve kabul etmediğini de gösterdi. Bu nasıl olacak? Oraları kapsayabilir mi atılacak adımlar? Nasıl olacak? Çok zor bir denklem, değil mi?

Arzu Yılmaz: Şimdi bunun, aslında Devlet Bahçeli’ye yorumunda, en başta Devlet Bahçeli’nin aktör olarak öne çıkmasına yaptığın vurgunla çok ilişkili olduğunu düşünüyorum. En azından benim yaşananları değerlendirmem o yönde. Şunu bir kere söyleyelim — bugüne kadar örneğin bir İmralı Süreci ya da Çözüm Süreci, 2011-2015, 2013-2015 sürecine bakalım: Şimdiye kadar ve özellikle 2013-2015 sürecinde barış girişimleri bir devlet girişimi olamamıştı. İmralı notlarına baktığımız zaman da bu vurguyu çok önde görürüz. O, AKP’nin, hattâ AKP’nin de önünde Tayyip Erdoğan’ın, ne muhâlefeti ne devleti… Hattâ hatırlarsanız, Erdoğan bu işe girişirken kendisini riske attığına dâir birtakım ifâdeler de kullanmıştı. Şimdi, oradaki akıl… Bir de bu bağlamda şunu da hatırlatmakta fayda var. Genel bu mevzûlara bakışımda sıklıkla tekrarladığım ve bugün olanları anlamamızda da yardımcı olacağını düşündüğüm için tekrar etmek istediğim bir mevzû var. O da Türkiye’nin Kürt sorununa barışçıl çözümü ne zaman gündemine aldığına baktığımız zaman, istisnâsız –93 ateşkesi de dâhil olmak üzere– Ortadoğu’daki jeopolitik kırılmalara denk düştüğünü akıldan çıkarmamak gerekiyor. Dolayısıyla bugün yine öyle bir momentteyiz. Fakat bu momentin, dediğim gibi, en son barış girişiminden farkını ortaya koyarken bir kere şunu teslim edelim: Bugün Devlet Bahçeli… işte, en son yerel seçimlerde kaç oy aldı, %5 falan gibi bir oy aldı yanlış hatırlamıyorsam…

Ruşen Çakır: Yerel seçimlerde öyle, ama genel seçimlerde %10 civârında oy aldı.

Arzu Yılmaz: %10 aldı. O da şey… Barajı bile %7’ye indirdi; ondan bile umutlu değildi yani. Ama şunu söylemek için: Yani bu %5 de olsa %7 de olsa, bugün Devlet Bahçeli’nin, daha doğrusu 2016’dan beri Devlet Bahçeli’nin Cumhur İttifâkı’nda temsil ettiği siyâsî irâdenin seçimlerde aldığı oya, ne meşrûiyetinin ne gücünün oya dayanmadığını biliyoruz herhalde. Devlet Bahçeli, MHP’den daha büyük, bu partinin oyundan daha fazlasına tekabül eden bir siyâsî gücü temsil ediyor bugün Cumhur İttifâkı’nda. Ve bu tabloda temsil ettiği ismiyle müsemmâ, en azından benim anladığım, bu kez ilk defa, hem bundan önceki süreçlerden farklı olarak ve en çok da 2013-2015’ten farklı olarak, bu kez Devlet Bahçeli’nin öne çıkmasında… hattâ Tayyip Erdoğan’a bu konuyla ilgili soru sorulduğu zaman, “Rüya’ya sorun” dediğinde… Tayyip Erdoğan’ı, Ruşen, ben de senin kadar olmasa da 20 senedir, hattâ 94 yerel seçimlerinde bir gazeteci olarak tâkip ediyordum. Şunu söyleyebilecek kadar tanıdığımı düşünüyorum: O mevzûda sâdece bir dil sürçmesi veya kayıtsızlık hâline tekabül ettiğini düşünmüyorum. Tayyip Erdoğan, bu mevzûda kendisini partilerüstü bir pozisyonda konumlandırırken, Devlet Bahçeli eliyle, devlet eliyle bütün muhâlefetin Erdoğan’ın başkanlığında bir muhâlefetin uyumlaşması ve günün sonunda devletin nihâyet Kürd’ü tanıma ve sayma girişimi olarak en iyi ihtimalle, eğer bu süreç gelişirse, tanımlamak mümkün olabilir diye düşünüyorum. Dolayısıyla da burada aslında bu, “Devlet milletiyle ülkesiyle bütün müdür değil midir? Hangisi birbiriyle yarım, hangisi birbirini tamamlar?” tartışması, Numan Kurtulmuş üzerinden… bunun da çok tesâdüf bir tartışma olmadığını düşünüyorum. Biraz fazla yoruma mı giriyorum bilmiyorum; ama en azından anladıklarımı anlatmakla mükellefim. Dediğim gibi, bugün Devlet Bahçeli eliyle, sâdece 2013’te olduğu gibi iktidardaki partinin ve Erdoğan’âın sâhipliğinde değil… Hani bir Nevzat Tandoğan’a atıfla denilir ya, 1960’larda: “Komünizm gelecekse de biz getiririz” diye; bugün en iyi ihtimalle, Devlet Bahçeli’nin ağzından, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin “Kürtler tanınacaksa da biz tanırız. Kürtler tanımlanacaksa da –mesela anayasa çerçevesinde– bunun tanımını da biz yaparız” ve dolayısıyla da devletin milletinin yeniden bir yeni anayasa çerçevesinde tanımlanmaya doğru gittiği anlaşılan durumda, Devlet Bahçeli’nin diğer muhâlefet partilerini de ortaklaşarak yanına aldığı ve anayasa müzâkereleri yoluyla devletin nihâyetinde Kürt’ü tanıdığı ve saydığı, ama milleti tanımlarken yine milletin aşağıdan yukarı değil devlet eliyle tanımlandığı bir sürece doğru gidiyoruz gibi geliyor bana, her şey yolunda giderse. Bir ikinci karşılaştırma bu bağlamda yapmak gerekirse, neydi 2013-2015’in mottosu? Hikâye, dışarıdan içeri bir barış organizasyonu projeksiyonuydu. Bundan kastım ne? Mottosunda deniliyordu ki o barış sürecinin: “İslâm bayrağı altında Türkler’in ve Kürtler’in Ortadoğu’da ittifâkı” deniliyordu. Yani dışarıda olup bitenlerde, Arap Baharı sürecinde olup bitenlerde Kürt ve Türk İslâm bayrağı altında ittifak kuracak; bu ittifâkın başarısı ölçüsünde de doğal bir sonucu ve belki de kaçınılmaz sonucu olarak içeride de başkanlık seçimi üzerinden Kürtler’in haklarının tanındığı bir denge üzerinden kurulmuştu. Bugün yine farklı olan ise, içeriden dışarı –bu senin bölge bağlamında söylediğine, benim en azından anlayabildiğim kadarıyla– içeriden dışarı bir projeksiyonla –eğer bir planlama varsa en iyi ihtimalle– planlandığı izlenimine kapılıyorum. Bunun da aslında 2017 Kürdistan referandumundan sonra bölgede olup bitenlerle uyumlu bir tarafı var. O da nedir? Biz Arap Baharı boyunca, IŞİD’le savaş boyunca Kürtler’in politik sınırları aşan hem askerî hem siyâsî hem kitlesel mobilizasyon, göç yoluyla, savaş yoluyla politik sınırları silikleştiği ve farklı Kürdistan alanlarının birbirleriyle geçişkenliğinin arttığı bir süreci yaşamıştık. 2017’den sonra bunu tersine çevirmeye dönük, meselâ burada Irak’ta ya da Suriye’de sâdece Türkiye eliyle değil, ama aynı zamanda Amerika eliyle de bu politik sınırları aşan Kürt mobilizasyonunu geriye döndürmeye dönük bir süreç yaşıyorduk biz tâ 2017’den beri. Bunu her zaman söylerim, “Türkiye sürekli Kürt sorunu trenini, tren istasyondan hareket ettikten sonra yakalamaya çalışan bir pozisyondadır” diye. İşte, 1970’lerde en fazla Kürd’ü sayma ve tanıma sorunken, Türkiye 1992’de ilk kez “Kürt realitesini tanıyoruz” dediğinde, çoktan Kürt sorunu kolektif haklar mücâdelesine evrilmişti. Nihâyet Recep Tayyip Erdoğan “Kürt sorunu vardır” dediğinde, aslında Kürtler çoktan sâhada aktörleşmiş ve sorun değil, Ortadoğu denkleminde çözümün parçası hâline gelmişti. Bugün yine bir treni istasyondan kalkarken yeniden yakalama çabası var; o telâş da buradan kaynaklanıyor. Çünkü 2017’den beri sözünü ettiğim ve bugün eğer içeriden dışarıya ya da Türkiye ölçeğinde Kürt sorununu tanımlama gibi bir yola giriliyorsa, bu 2017 ile Gazze Savaşı’na kadar olan süreçte en fazla yapılabildiği durumda karşılığı olabilecek bir planlamaydı. Oysa bugün yeni bir gerçeklik var. Tekrar ediyorum, bundan 10 gün önce ayrıntılarıyla dilim döndüğünce açıklamaya çalıştığım için oraya girmeyeceğim. Bu hâliyle dediğim gibi bir telâş var, çünkü tren yine istasyondan kalkıyor ve Türkiye bu istasyondan kalkan treni yakalamaya çalışıyor. Burada durayım; belki sorularınla devam etmek daha mantıklı olur. 

Ruşen Çakır: Arzu, son olarak çok net bir şekilde şeyi sormak istiyorum, bahsettin ama tekrar: Yeni bir şeyler yapılmak istendiğinde, geçmişte Kürdistan Bölgesel Yönetimi, zamânında bir şekilde dâhil olmuştu. Hattâ Mesud Barzânî Diyarbakır’da Şivan Perwer’le birlikte Erdoğan’ın mitingine bile katılmıştı. AK Parti kongrelerine de gelmişti. Tam olarak arabulucu denebilir mi? Sanmıyorum ama, bir şekilde kolaylaştırıcı bir rol oynamak istiyordu Irak Kürtleri, en azından Barzânî kanadı diyelim, Kürdistan Demokrat Partisi. Çünkü PKK onların da bir anlamda sorunu olduğu için, böyle bir mesele vardı. Şimdi bir şeyler olacaksa, Irak’taki Kürt güçleri, öncelikle tabiî ki Erbil, yani Barzânî, ama aynı zamanda da Süleymaniye ve Talabânî… Kendi aralarında sorunlar var. Talabânî derken Talabânî’nin çocukları tabiî ki; yani kendisi rahmetli oldu, Celal Talabânî yok. Önümüzdeki dönemde onların da adını daha sık duyar mıyız? Yoksa onlara ihtiyaç olmadan içeride bir şeyler yapılması mı daha öne çıkar?

Arzu Yılmaz: Bu dediğim gibi, Türkiye’den başlayıp bölgede… Çünkü Türkiye’nin bölgedeki denkleme şu anda Kürtler’le zâten böyle hemen barış yapabilecek gibi bir konjonktürün olmadığı açık, ortada. Böyle olsa dahi, bu son geçtiğimiz, özellikle 2015’ten sonra olup bitenlere geri dönmesinin kolay olmadığını zâten Türkiye 2021’den beri tecrübe ediyor. O öyle kolay geri dönebileceği bir şey değil. Dolayısıyla da o anlamda da aslında doğru bir yönelim, o yönüyle aslında sâdece doğru bir yönelim sayılabilir; zamâna yayması gerekiyor. Ama bu konuda eğer soru şu ise: Erbil… Çünkü biz geçtiğimiz süreçte, İmralı sürecinde, işte İmralı, Kandil ve Erbil merkezleri üzerinden bir süreci okuma çabasındaydık. Bu arada çarşamba ya da perşembe, yani bu hafta Neçirvan Barzânî’nin Ankara’ya bir ziyaret yapması bekleniyor. Ama ben şunu söyleyeyim: Bu mevzûların arka planı üzerinden bundan sonra ne olabileceğine baktığım zaman, Erbil bu işin bir parçası olsa dahi, eğer yeni bir süreç olacaksa bu yeni süreçte Erbil kadar Kamışlı’nın da bir adres olacağını göz önünde bulundurmak gerekiyor. Asıl mesele orada çünkü.Burada eğer Türkiye’nin bir telâşı varsa, bunu iç politika üzerinden okumak yerinde olacağı gibi, bölge açısından da telâşını meselâ bir İsrail’in Lübnan’da… Gerçi çok zor görünüyor, yani Lübnan’da daha dün gece olanlar ortadayken bu çok ileri bir iddia olabilir. Ama en azından İsrail’in buna heveslendiğini biliyoruz. Lübnan sâhasından sonra Suriye’nin güneyinde de, Ebu Kemal’i de içine alacak şekilde bir tampon bölge oluşturma… Bundan kastım ne? Suriye’nin Ürdün ve Irak sınırlarına Golan’dan ulaşan ve bugün İran’ın Şii Hilâli denilen aksının önemli merkezlerinden, kilit noktalarından biri olan Ebu Kemal’i de içine alan bir… Çok zor ;ama eğer öyle bir planlaması varsa dediğim gibi, bu noktada yine geçen programda altını çizdiğim gibi orada Birleşik Arap Emirlikleri var.Yani Suriye üzerinden düşünecek olursak, orada daha bundan bir ay önce büyükelçiliğini yeniden açan Suudî Arabistan var. Türkiye’nin, dediğim gibi, bölgede şiddetin artması ve İsrail operasyonlarının Suriye’ye sıçramasıyla birlikte telâşına düştüğü bâzı şeyler var. Ama bunlara dâhil olması murâdıyla eğer bu planlama yapılıyorsa, bu planlamada Erbil kadar, hattâ Erbil’den daha fazla, eğer böyle bir süreç olacaksa Kamışlı’nın da bir merkez olarak sıklıkla adını anacağımızı tahmin ediyorum. Ama bunlar, dediğim gibi, hâlihazırdaki aşamada…Biz şunu görüyoruz; işte dediğim gibi, 2021-2023 arasında, “Muhâtap kim olacak? HDP mi olacak? Muhâtap Öcalan mı olacak? O konuda bir mutâbakata varılmış görünüyor. Kürtler’in muhâtabı belli. Bugün Kandil için de biraz önce Selahattin Demirtaş’ın mesajına verdiğim referansla da sâbit olduğu üzere, Kürtler’in muhâtabının Öcalan olduğu net. Türkiye tarafının ise Devlet Bahçeli olduğu net gibi görünüyor. Dolayısıyla da bu ortamda telâşı olanınsa Kürtler olmadığı, Türkiye olduğu bana göre âşikâr. Ama buna rağmen bir yol açılır mı? Bu, 2021’den beri süren ve bugün hâlâ bir mutâbakat sağlanmadığı belli olan süreç bundan sonra hızlanır mı, bunu göreceğiz. Ama dediğim gibi, en azından buna ilişkin çabaların önce içeride, İmralı sürecinin tam tersi bir mantıkla, sonra dışarıda ne yapılabileceğine odaklı bir yol haritası üzerinden şekillendiğini görüyorum. Yanılıyor olabilirim, ama benim yorumum bu.

Ruşen Çakır: Arzu, çok teşekkürler, çok ufuk açıcı oldu. Çok sağ ol.

Arzu Yılmaz: Ricâ ederim.

Ruşen Çakır: Evet, Kürdistan Erbil Üniversitesi’nden Arzu Yılmaz’la ağırlıkla bölgesel dengeleri, ama tabiî ki Türkiye’nin dengelerini konuştuk. Arzu, çok net bir şekilde, Abdullah Öcalan’ın muhâtap olmasının kaçınılmaz olduğunu söyledi ve Kamışlı dedi, Kamışlı derken Suriye’deki Kürtler’i kastetti tabiî ki. Bunun da artık önümüzdeki süreçte iyice denklemde olması gerektiğini söyledi. Birazdan Vahap Coşkun’la konuşacağız; Diyarbakır’da insanlar Devlet Bahçeli’nin uzattığı el konusunda neler konuşuyor, neler hissediyor? Ama ona gelmeden önce, Devlet Bahçeli’nin uzattığı ele DEM Parti’den şu güne kadar gelen tepkilere bir göz atalım.

DEM Parti Grup Başkanvekilleri Gülüstan Kılıç Koçyiğit ve Sezai Temelli, İmralı ile Kandil arasında telefon trafiği olduğu ve yeni bir çözüm süreci iddialarına ilişkin konuştu.

Sezai Temelli: Dolayısıyla, bir kere eğer bir çözüm sürecinden bahsedilecekse, bir süreç başlayacaksa, “Buyurun, İmralı oradadır”. Ama ikinci bir muhâtap adres daha vardır; o da Meclis’tir. Biz de bu Meclis’in bir partisiyiz, buradayız ve bu ortak muhâtaplığa ve bu çözüm sürecine olan katkımızı tam da belirleyecek adresteyiz.

Koçyiğit ise, bir merhabadan çözüm süreci olamayacağını vurguladı.

Gülüstan Kılıç Koçyiğit: “Bir merhabadan ya da bir pozitif sözden bir çözüm süreci çıkmaz arkadaşlar. Bu işe soyunmak için cüret etmek, cesâret etmek ve adım atmak lâzım.”

İmralı ile Kandil arasında telefon trafiği olduğu iddialarına ilişkin Temelli, DEM Parti Eş Genel Başkanı Tuncer Bakırhan’ın 13 Ekim’de Diyarbakır’da yaptığı açıklamayı hatırlattı: “Bu meseleyle ilgili bizde bir bilgi yok. Dolayısıyla, bununla ilgili bizim dışımızda yapılan iletişimlerle ilgili yorum yapamayız. Eş Genel Başkanımızın dediği gibi, muhâtap İmralı’dır.”

DEM Parti Sözcüsü Ayşegül Doğan da Medyascope’ta katıldığı yayında şu açıklamaları yapmıştı: “Sözünü ettiğimiz kişi, 2013 tecrübesi, 2011’de başlayan ve 2015’e kadar devam eden süreçte Türkiye’ye bunu gösterdi ki, İmralı Ada Hapishânesi’nde tutulan bir barış gücü var, öyle bir güç var. Bu savaşı durdurabilecek gücü olan insanı siz mutlak bir iletişimsizlikte tutarsanız, üstelik her şeyden önce bu bir işkence yöntemi, bir insan hakkı ihlâli ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne aykırı. Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi, 17-19 Eylül arası toplandı ve yine Türkiye’ye bir uyarı çıktı orada. Siz hiçbir AİHM karârını uygulamayacaksınız, Anayasa Mahkemesi kararlarını uygulamayacaksınız, kendi yasal düzenlemelerinizi yok sayacaksınız; bir insanın âilesiyle, avukatlarıyla görüşme hakkını yok sayacaksınız, telefon hakkını kullandırtmayacaksınız, salt onunla birlikte tutuklu olduğu için yanındakileri de bu haktan mahrum bırakacaksınız ve üstelik bu insanın savaşı durdurabilecek bir gücü olduğunu biliyor olacaksınız ve bunu tecrübe etmiş bir iktidar olacaksınız. Evet, o yüzden en önemli işimiz bu; çünkü biz savaşa karşı hayâtın kazanmasını istiyoruz.”

Ruşen Çakır: Evet, Diyarbakır’a bağlanıyoruz; Prof. Vahap Coşkun’la konuşuyoruz. Vahap, merhaba.

Vahap Coşkun: Merhabalar Ruşen abi.

Ruşen Çakır: Yine siz Kürtler, bol miktarda önümüzdeki günlerde, biz zâten Medyascope olarak çıkartıyorduk ama, önümüzdeki günlerde başka yerler de sizlere mikrofon uzatacak herhalde. Cengiz Çandar’a sormuşlar, demiş ki: “Süreç olduğunu sanmıyorum, ama bir şeyler pişiyor” demiş. Sen ne dersin?

Vahap Coşkun: Aslında bu genel bir kanaat. Yani özellikle DEM Partililer’e baktığımızda genel tablonun bu olduğunu söyleyebiliriz. Bahçeli’ü’nin elini uzattığı günden bugüne kadar biz DEM Partili yöneticilerin yaptığı açıklamalara baktığımızda gördüğümüz şu: Hiçbiri bu harekete yönelik negatif bir tutum takınmıyor, ama bunun çok da fazla abartılmaması gerektiğini ifâde ediyorlar. Bekleyip görme hâli var. Burada en önemli unsurlardan bir tânesi: Tuncer Bakırhan, Tülay Hatimoğulları, Ayşegül Doğan, Ahmet Türk, Sırrı Sakık, hepsi yapılanı memnûniyetle karşıladıklarını, ama bunun gerisinin gelmesi gerektiğini, ete kemiğe bürünmesi gerektiğini ifâde ediyorlar. Cengiz Çandar’ın söylediklerini de okudum. O da “Henüz bir süreç demek için erken, ama mutfakta pişen bir şeyler var” dedi. Ha, bu mutfakta pişenlerin kokusu ne zaman yayılır? Bundan bir yemek çıkar mı çıkmaz mı? Bunu önümüzdeki günlerde göreceğiz. Ama genel kanaat bu; bir ilgi var, temkinli bir duruş var ve bir bekleyiş var. Hükûmetin bundan sonra ne yapacağı, iktidârın hangi adımı atacağına dâir bir bekleyiş var.

Ruşen Çakır: Şimdi, yıllar önce çözüm sürecinde, biliyorsun o dönemin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün “Güzel şeyler olacak” sözü vardı — ki o lâfı Tahran ziyâretinde etmişti. Ben de gazeteciydim, oradaydım ve NTV’de çalışıyordum o sırada. İner inmez geçmiştim o sözü. Oradan bir şey çıkmıştı ve devâmı gelmişti. Şimdi Devlet Bahçeli’den öyle bir şey çıktı ki… Devlet Bahçeli’nin bundan 10-15 gün önce, “Bunların maaşını bile keselim, hattâ kapatılsın” dediği bir parti söz konusu. Burada Devlet Bahçeli’nin, yani devletin el uzatmasının, sembolik ama sembolikten öte bir anlamı var sanki.

Vahap Coşkun: Evet. Bahçeli’nin el uzatması iki tür duyguyu berâberinde getirdi benim görebildiğim. Bunlardan bir tânesi bir şaşkınlık. Yani, senin de bahsettiğin gibi; daha bir hafta öncesinde DEM Parti’nin kapatılmasından, milletvekillerinin maaşına el konulmasından, Hazîne yardımının kesilmesinden bahseden ve bu tür müeyyideleri yapmadığı için Anayasa Mahkemesi’nin bile kapısına kilit vurulması gerektiğini söyleyen bir Bahçeli gitti, DEM’e el uzatan ve sâdece el uzatmakla kalmayan, “Mâdem biz dünyada barışı savunuyoruz, o zaman ülkemizde de barışı savunmalıyız” diyen bir Bahçeli geldi. Barış gibi bir kavramla konuşan, bugüne kadar kullandığı dilden farklı bir dille konuşan bir Bahçeli geldi. Bu kaçınılmaz olarak herkeste bir şaşkınlık meydana getirdi. Yani belki Erdoğan’dan böyle bir adım, ilk adım gelmiş olsaydı bu kadar büyük bir şaşkınlık olmazdı; ama Bahçeli’den gelince bir şaşkınlık oldu. Birinci duygu bu. İkincisi, buna daha fazla bir anlam atfediliyor; çünkü Bahçeli, programlara katılan hemen herkesin de belirttiği gibi, ismiyle müsemmâ bir şahıs. Yani sâdece MHP Genel Başkanı olma kimliğiyle temâyüz etmiyor, aynı zamanda devletin içinde de çok etkili olduğu, dolayısıyla bir nevi devletin temsîliyetini de taşıdığı savunulan biri. Gerçekten de MHP’nin devlet içerisinde etkili, özellikle Yargı’da ve Emniyet’te etkili olduğunu biliyoruz. Dolayısıyla bu adımın Bahçeli tarafından gelmesi; Bahçeli’nin bunun spontane bir adım olmadığını, önünü arkasını düşünerek bu adımın atıldığını söylemesi, daha sonraki günlerdeki açıklamalarında bu duruşunu korumaya devam etmesi, yani koruması, bundan geri adım atmaması, bu işin biraz ciddî olabileceği konusundaki kanaatleri pekiştirdi. “Mutfakta bir şeyler var, mutfakta bir şeyler pişiyor” diye düşünmenin arkasındaki en önemli unsur da bence bu.Eğer Bahçeli bunu söylüyorsa muhtemelen Erdoğan ile belirli bir mutâbakat çerçevesinde bunu söylemiştir. Dolayısıyla burada artık devletin bir politika değişikliğine yönelik bir niyeti vardır düşüncesi yaygınlıkla düşünülen bir durum. Ama dediğim gibi, buna rağmen hem bir şaşkınlık hem de bir önem atfetme ve bekleyiş hâli, özellikle DEM Parti içerisinde temkin hâli çok net bir şekilde hissediliyor.

Ruşen Çakır: Evet, “O insanlar nasıl bekliyor? Kürtler nasıl bekliyor? Bölgede neler konuşuluyor?”a geçmeden önce bir şey söylemek istiyorum. Zamânında biliyorsun ilk açılım, Kürt açılımı sırasında Polis Akademisi’nde çalıştay olmuştu, ben de çağrılı gazetecilerden birisiydim, 16-17 kişiydik. O târihlerde basketbol takımı vardı hani: 12 Dev Adam. Devlet Bahçeli sonra, o çalıştaya katılanları “12 kötü adam” diye tanımlamıştı. Ben de Devlet Bey’e –bir hukukumuz var– “Ya Devlet Bey, niye böyle dediniz?” dedim. Bana dedi ki: “Orada 16 kişi var, ben 12’sini söyledim, sen yoksun”. Öyle bir şey. Geçen Cuma Çiçek’le cumartesi günü bir yayın yaptım. Ona sordum, dedim ki: “Bölgede ne var, ne konuşuluyor?” O şöyle bir şey tanımladı: “İlgi var, merak var; ama çok umut yok, yani temkinli bir ilgi” dedi. Sen bunun ötesinde bir şey söyleyebilecek misin? Neler konuşuyorsunuz, aranızda neler tartışıyorsunuz? Bu konu insanların herhalde gündemlerinin birinci maddesi olmuştur.

Vahap Coşkun: Politik âidiyetlerden bağımsız olarak insanların ortaklaştığı duygular var, ayrıştığı duygular var. Meselâ şaşkınlık ilk etapta herkeste ortaya çıkan bir duyguydu. Ama iktidar partisine yakın olanlarda, iktidar taraftarlarında ise bir memnûniyet hâli var. Gerçi bu sürecin veya bu açılımın işâret fişeğinin Erdoğan tarafından atılmaması AK Partililer’de hafif bir burukluğa sebebiyet vermiş olsa da, nihâyetinde sürecin mîmârının, kontrolünün Erdoğan’da olduğunu düşünüyorlar ve bu nedenle bundan memnun oluyorlar. Yine memnunlar, çünkü AK Parti çok uzun süreden beri ilk defa Kürt meselesinde müspet mânâda bir gündem belirledi. AK Parti’nin özellikle 2016’dan bugüne kadar Kürt meselesinde müspet mânâda bir gündem belirlemesi söz konusu değildi. Dolayısıyla AK Parti taraftarları bu tartışmanın açılmasından memnunlar. Yine aynı şekilde bunun üzerinden giderek, “Kürt meselesinde bir çözüm olacaksa radikal adımlar, cesur adımlar atılması gerekiyor ve bunu yine Erdoğan atabilir” şeklindeki genel kanaati tekrardan dolaşıma soktular. Bu anlamda iktidârı destekleyen kesimde bir memnûniyet var. DEM Partililer’de de genel temkinli bir bekleyişin olduğunu söylemiştik; ama onlarda da herhangi bir şekilde süreci elinin tersiyle iten bir tavır yok. Ne olacağına dâir bir merak var. Bundan sonra hangi adımların atılacağına dâir bir merak var. Eğer iktidar kısa süre içerisinde bu konuda gerçekten müspet, somut bir adım atarsa, o zaman sürece yönelik atfedilen anlam, değer çok daha fazla artar. Örneğin, iktidar mahkeme kararlarını uygular, içerideki siyâsî tutukluların serbest bırakılmasının önünü açarsa, o zaman aynen 2013’te bu açlık grevlerinin bitmesine benzer bir durum, hattâ belki ondan daha fazla bir durum oluşturabilir. Bir de genelde şöyle bir duygu var Ruşen abi benim görebildiğim kadarıyla: 2015’ten bugüne gelinceye kadar, yani yaklaşık 10 yıllık süre içerisinde bölgedeki bütün herkes çok fazla yoruldu ve çok fazla yıprandı. Yani iktisâdî olarak yıprandı, siyâsî olarak yıprandı, hukukî olarak yıprandı ve bu içine girmiş olduğu karanlık tünelin bir şekilde bitmesini istiyor. Dolayısıyla, herhangi bir umut varsa, herhangi siyâsî yollarla bu sorunu çözme noktasında bir kapı aralanmışsa, bu umûda tutunma, bu kapıyı zorlama yönünde bir hissiyat var benim görebildiğim kadarıyla. Dolayısıyla, bir bekleyiş, bir ilgi, kendi içerisinde “İnşallah daha iyisi olur” diyen bir bekleyiş, bir ilgi olduğu kanaatindeyim ben.

Ruşen Çakır: Şöyle bir şey var tabiî; şunu insanlara hatırlatmak lâzım: Özellikle Mayıs’taki cumhurbaşkanlığı ve genel seçimlerin ardından DEM Parti net bir şekilde “üçüncü yol” dedi. Yani bir anlamda CHP’ye bu kadar angaje olmanın yanlış olduğunu kabul ettiler, çok ciddî iç tartışmalar yaptılar ve kendilerini üçüncü bir yol olarak târif ettiler. Ama muhâlefette hâlâ Kürtler, Kürtler’in partisi ya da DEM Parti diyelim, çantada keklik gibi görülmeye devam edildi. Şimdi el uzatmanın ardından DEM Parti’den çok da fazla karşı açıklama gelmeyince, sen de bahsettin isimleri, genellikle pozitif yaklaşılınca, bu sefer, “Kürtler bizi satıyor” gibi bir noktaya geldik tekrar. Şimdi biliyorum ki bölgede özellikle son dönemde CHP’ye ilgi artıyor. Hattâ bir araştırmaya göre, “İkinci partiniz hangisi?” sorusunda en yüksek oyu CHP alıyordu, CHP’ye belli bir ilgi vardı. Şimdi bunu nasıl görüyorsun? Muhâlefet, orada bölgede tanıdığın CHP’liler ya da CHP’ye yakın bakan insanlar, AK Parti ile ya da Cumhur İttifâkı ile DEM Parti’nin yakınlaşma ihtimâlinden rahatsız mı oluyorlar?

Vahap Coşkun: Muhâlefetin ilk önce iki tâne söylemden kesinlikle kendisini kurtarması lâzım. Yani DEM Parti ile iktidar arasında herhangi bir temas olduğunda, “İşte, bunlar anlaştılar ve bizi satacaklar” şeklindeki bir dilden kesinlikle kurtarılması lâzım. Bu, DEM Partililer’e de, oy veren seçmenlere de, özellikle yerel seçimlerde muhâlefete oy vermiş olan seçmenlere de çok büyük bir haksızlık. Birincisi bu. İkincisi, işte “DEM Parti ile iktidar arasında bir ilişki olacak, iktidar DEM Parti’yi kandıracak, kendi gündemini onlara dayatacak” şeklindeki bir dilden de uzaklaşması gerekiyor. Kerâmeti kendinden menkul bir üstünlük diliyle, DEM Parti’nin siyâseti okuyamayacağını, yanlış yola düşeceğini, kendilerini yani muhâlefeti tâkip etmemesi hâlinde hep yanlış yapacağı şeklindeki bir gündemden kendisini kurtarması lâzım. Muhâlefetin bu gelişmeler karşısında DEM Parti’yi itham edeceği yerde, siyâset üretmesi lâzım. Ben en önemli problemin bu olduğunu düşünüyorum. Yani Kürt meselesi noktasında CHP’nin muhâlefetinin çok ciddî açmazları var. Bir kere, hattı belli değil, belirli planı ve bir programı yok. Dolayısıyla söyleyebileceği bir söz, Türkiye’nin önüne koyabileceği bir tasavvur olmadığı için, iktidar bu alanda çok rahatlıkla at koşturabiliyor, gündemi değiştirebiliyor ve yeni bir siyâsal söylemi Türkiye’nin en önemli konularından biri hâline getirebiliyor. Muhâlefetin bence Kürt seçmenlerin oylarını çantada keklik gören bir bakıştan kendilerini kurtarmaları gerekiyor. Eğer bu açılım süreci daha da derinleşirse, ben muhâlefetin, özellikle CHP’nin buna karşı koyabilme potansiyelinin, ihtimâlinin olmadığını düşünüyorum; yani eğer gerçek mânâda siyâset üretebileceklerse. Çünkü karşı koymaları hâlinde Kürt seçmenlerin çok büyük bir kısmının, yani parti âidiyetlerinden bağımsız olarak Kürt seçmenlerinin çok büyük bir kısmının talebi olan böyle bir açılım sürecine karşı durursa, o zaman CHP kendisinin son seçimlerde Kürtler’den almış olduğu desteğin önemli bir kısmını kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kalır. CHP’nin ve diğer muhâlefet partilerinin bundan sonra üzerinde düşünmesi gereken temel konu şu: Eğer bu süreç derinleşirse biz nasıl bir tavır alacağız? Bunun somutlaşması, iyiye evrilmesi, müspet bir yolda ilerlemesi için biz hangi önerileri getireceğiz? Yoksa bu sürece karşı duruş veya bu süreç üzerinden sürekli olarak DEM Partililer’i ve Kürtler’i, bir bütün olarak Kürtler’i suçlama dili muhâlefete çok büyük bir vebal yükler. Muhâlefetin her şeyden önce bunun ayırdında olması gerekiyor.

Ruşen Çakır: Vahap, çok teşekkürler. Bayağı ilginç bir süreç başlıyor gibi. Adına süreç diyoruz, ama buradan eskisi gibi bir şey çıkmayacağı kesin de, değişik bir şeyler olacak gibi hakîkaten. Siz daha çok merak ediyorsunuz tabiî. Senin söylediğin şey çok önemli; AK Partili Kürtler çok heyecanlı, çünkü onlar yıllardır hep böyle bir şeylerin olduğunu anlatmaya çalışıyorlardı; ama genellikle –ne deniyor?– temennî ediyorlardı.

Vahap Coşkun: Evet.

Ruşen Çakır: Ya da bir şeyler olsa bile açıktan yapılmıyordu. Şimdi Devlet Bahçeli tarafından böyle bir şeyin yapılmasıyla sonunda şunu demeye başlamışlardır: “İşte bak, biz diyorduk”. Değil mi?”

Vahap Coşkun: Evet evet, çünkü muhâlefetten de, özellikle seçimlerden sonra Kürt meselesi noktasında şöyle başı sonu belli, elle tutulur somut bir politika önerisi gelmeyince ve hattâ sâdece birtakım jestlerle sembollerle Kürtler’in bu desteğini yanında tutma tavrı devam edince, Devlet Bahçeli’nin bu kadar açıktan, bu kadar net bir şekilde mîmarlığına soyunduğu bir süreç tabiî ki AK Partili Kürtler’in elini rahatlattı. En azından bu tür tartışmalarda onlara konuşabilecek bir pozisyon sağladı. Şimdi muhâlefeti destekleyen seçmenlerin durumu biraz daha zor. Onlar ne söyleyecekler? Meselâ şu dil çok fayda sağlamaz: “Bunlar bizi ‘DEM’le demleniyorlar’ diye suçluyorlardı, şimdi onlar DEM’le demleniyor” gibi bir dil kurarlarsa, muhâlefete fayda sağlayacak bir dil olmaz bu. O nedenle muhâlefetin ne yapabileceğini göstermesi lâzım. Şunu da söyleyeyim Ruşen abi, bu sürecin 2013’ten şöyle bir farkı var: Bu süreçte Parlamento 2013’ten çok daha önemli rol oynayabilir; eğer gerçekten bir süreç olacaksa, eğer gerçekten taraflar bir siyasal irade ortaya koyacaklarsa. Çünkü burada MHP’den gelebilecek bir muhâlefet yok artık; çünkü MHP sürecin içerisinde. Türkiye’de milliyetçilerin çok büyük bir kısmını temsil eden ve aynı zamanda orada sokağa da hâkim olan MHP’den bir muhâlefetin gelmeyecek olması, bu süreçte Parlamento’nun daha işlevsel kullanılmasının önünü açabilir. AK Parti ve MHP sürecin sâhipleri. DEM diğer taraftan sürecin bir muhâtabı. Diğer muhâfazakâr partilere baktığınızda, Gelecek Partisi, DEVA Partisi ve Saadet Partisi’nin de ilkesel olarak böyle bir sürece karşı olmamaları beklenir. CHP’nin de, katkı sunmasa bile en azından akamete uğratacak, tüketecek bir tavır içinde olmaması umut edilir. Bu durumda bu süreçte Parlamento çok daha işlevsel bir hâle gelebilir. Yasal ve anayasal adımlar atılacaksa, bu, Parlamento’da daha rahatlıkla atılabilir. Bu aynı zamanda toplumun bu süreç hakkında daha iyi haber alabilme, daha iyi bilgilenme imkânını da toplumun önüne sunar. O nedenle bütün bu partilerin bunu görerek, bu yeni zemini görerek bunun üzerinden siyâset üretmeleri kendi faydalarına olur diye düşünüyorum. 

Ruşen Çakır: Peki, son olarak kısa bir cevap verirsen, yani HÜDA PAR sanki bundan çok memnun değildir gibi geliyor bana. Çünkü onlar iktidârın sanki Kürt takviyesi gibiydi. Şimdi onlara, eğer DEM’le yakınlaşma olursa, pek ihtiyaç olmaz sanki.

Vahap Coşkun: Burada da çok sert bir karşı çıkış ortaya koyacaklarını zannetmiyorum. Bence 2013-2015’teki söylemi tekrarlayacaklardır. Oradaki temel iddia şuydu: “Bu Kürt meselesini çözecekseniz, bu sadece DEM’lilerle veya PKK ile konuşularak çözülecek bir sorun değil, bütün siyâsal aktörlerle ve bu arada bizimle de konuşmanız gereken…” diyen bir dil olacaktır. Yoksa, “Hayır, bu süreci kabul etmiyoruz, bu süreci yanlış buluyoruz” şeklinde bir tavır içerisine girmezler. Çünkü bu, onların da açıklayabilecekleri bir pozisyon olmaz.

Ruşen Çakır: Çok sağ ol Vahap, daha çok konuşacağız bu konuları. Çok teşekkürler. Diyarbakır’daki tanıdıklara selâmlar. İyi günler.

Vahap Coşkun: Eyvallah. İyi günler, görüşmek üzere.

Ruşen Çakır: Evet, Prof. Vahap Coşkun bize bölgede insanların neler hissettiğini, bölgedeki değişik partilerin, AK Partililer’in, DEM Partililer’in yaklaşımlarını anlattı. Kendisine çok teşekkür ediyoruz. Birazdan Ankara’dan arkadaşımız Özgecan Özgenç’e bağlanacağız ve “Ankara’da, Meclis’te neler olabilir? Yeni anayasa çalışmalarında bu yakınlaşmanın etkisi ne olur? Ama en önemlisi muhâlefet bu olaya ne der?” Bunları konuşacağız. Şimdi bakıyoruz, demin Vahap Coşkun’la konuşurken söylediğim gibi, DEM Parti, geçen cumhurbaşkanlığı seçiminin ardından bir özeleştiri yaptı ve CHP’nin liderliğini yaptığı muhâlefet bloğuna angaje olmanın yanlış olduğuna karar verdi ve kendilerini bir üçüncü yol olarak tanımladı. Yani Cumhur ve Millet İttifâkı’nın –ki Millet İttifâkı kalmamıştı, ama diyelim ki– o bloğun dışında üçüncü bir yol olarak tanımladı. Daha sonra, yerel seçimler öncesinde AK Parti ile birtakım temasları olduğunu biliyoruz; ama anlaşamadılar, CHP’ye daha yakın pozisyon aldılar; ama birçok yerde de kendi adaylarıyla seçime girdiler. Kendi bölgelerinde oy aldılar, belediye başkanlıkları kazandılar ve ilk Van’da yaşanan kayyum girişiminde CHP, başından îtibâren DEM Parti’nin yanında yer aldı, Hakkâri’de de aynı şekilde. Ama onun dışında CHP uzun bir süredir kendi içine kapandı, iç tartışmalarla uğraşıyor ve Kürt sorunu konusunda herhangi bir açılım, açıklama vs. yapmıyorlar. Dolayısıyla burada bir sorun var. Şimdi Özgecan’la da özellikle bunu konuşacağız: CHP bu yeni döneme ayak uydurabilecek mi? Evet, arkadaşımız Özgecan Özgenç Ankara’da. Evet, soru bu. Şimdi, Özgecan, Özgür Özel Güneydoğu’ya gidecekti, bir şekilde iptal oldu. Şimdi bu ay sonunda tekrar gitmesi mi bekleniyor?

Özgecan Özgenç: Ruşen Çakır, Ağustos ayında planlanmıştı bu Güneydoğu gezisi: Diyarbakır, Batman ve Mardin’e gidecekti. Özgür Özel’in tam da ayağını kırdığı süreç için planlanmıştı, ayağını kırdığı için yine iptal olmuştu. Bu ay sonunda 23-27 Ekim târihlerinde bu gezinin yapılması bekleniyor. Hattâ rota da biraz uzamış; Diyarbakır, Mardin ve Batman’a, Van, Şırnak ve Hakkâri de dâhil edilmiş. 5 gün boyunca 6 önemli merkezde il başkanlıklarını ziyâret edip orada temaslarda bulunmasını bekliyoruz Özgür Özel’in.

Ruşen Çakır: Tabiî ki bu, Devlet Bahçeli’nin uzattığı elin ardından gelmesiyle berâber okunacak. Bir tür CHP’nin Kürt açılımı gibi gözükecek. CHP şu âna kadar Kürt meselesi konusunda ne söyledi? Net bir şekilde bir politika görüyor muyuz? Yani bölgede bir etkisi olduğunu biliyoruz, büyükşehirlerde Kürtler’den oy aldığını da biliyoruz, kayyum meselelerinde DEM Parti’nin yanında durduğunu da biliyoruz. Ama onun ötesinde nasıl bir perspektifi var CHP’nin?

Özgecan Özgenç: Ruşen Çakır, CHP’nin aslında Kürt bölgelerinde, Kürt illerinde sizin az önce bahsettiğiniz ikinci parti olmasında Özgür Özel’in belki de genel başkanı olduktan beri tutarlı olmasının etkisi var diyebiliriz. Net bir Kürt sorunu açılımı veya Kürt sorunu olarak târif edilen meseleye ilişkin politika geliştirmiş olduklarını şu an için söylemek belki mümkün değil; ancak Özgür Özel, “Türkiye İttifâkı” vurgusu üzerinden her zaman Kürt demokratların da yanlarında olduklarını ve Kürt demokratların da CHP’nin yanında olduğunu aslında vurguluyor. Senin de vurguladığın gibi, hem kayyum süreçlerinde hem de genel başkan olduğundan beri yerel seçim öncesinde ve sonrasında da kayyum politikalarına, tutuklu bulunan Kürt siyâsetçilere, Selahattin Demirtaş özelinde AYM ve AİHM kararlarının uygulanmamasına tepkisini göstermekten çekinmediğini söyleyebiliriz şimdiye kadar. Ancak bir politika hattı olarak Kürtler’le ilişkileniyor mu onu bilmiyoruz. Sâdece DEM Parti ile şeffaf ilişkiler kurmaya çalıştıklarını biliyoruz ve iktidârın bu konuda 14 Mayıs seçimleri öncesinde Kılıçdaroğlu’nu hedef alması noktasında, bunu şu anki CHP’ye yapmasına alan bırakmadıkları yönünde iddiaları olduğunu söyleyebilirim.

Ruşen Çakır: Şimdi Bahçeli önce el uzattı, ondan sonra önce denildi ki: “Ya, işte olur, Meclis açılışında böyle şeyler olur.” Ama salı günü grup toplantısında, “Bu böyle rastgele bir şey değil, bilinçli bir adımdı” dedi ve bayağı vurgulu bir şekilde bir şeyler söyledi. DEM Parti’nin Türkiye partisi olmasını istediğini söyledi — ki daha önce biliyorsun, “Bunların maaşını keselim, kapatalım” falan diyordu. Ve birden Erdoğan da bunun devâmını getirdi. Şimdi nasıl bir hava var? DEM Partililer yaptığı açıklamalarda genellikle kapıyı açık tutuyorlar gördüğümüz kadarıyla. Bugün grup başkanvekilleri de öyle yaptı. Ayşegül Doğan’la ben yayın yaptığımda, o da aynı şekilde –hattâ Sırrı Sakık daha da ileri gitti falan– oralarda pek bir sorun yok, onlar mesajı olumlu almaya çalışıyorlar. Ama muhâlefet cephesinde nasıl bir hava var? Meselâ sosyal medyaya baktığımız zaman, muhâlif gibi gözüken isimlerde, köşe yazarlarında falan, işte, “Erdoğan Kürtler’i yeniden oyuna getiriyor, getirecek” gibi uyarılar var. Meclis’te de benzer bir hava mı var CHP’lilerde?

Özgecan Özgenç: Tam olarak böyle bir hava olmasa da temkinli yaklaştıklarını söyleyebilirim Ruşen Çakır. CHP’lilerle sohbetlerimizde, özellikle iktidârın kendi çıkarı olmadan böyle Türkiye’nin, Türkiye milletinin hayrına bir adım atmayacağını ve bu süreçte beklentisinin ne olacağına dikkat edilmesi gerektiğine yönelik bir yaklaşım oluyor. DEM Parti’nin de bu süreçte beklentileri olacağı vurgusu da elbette önemli. CHP açısından, “Burada önemli olan bizim tavrımız. Biz, hiçbir partiyi şeytanlaştırmadık” derken, yine bu yerel seçim öncesinde tutturdukları “Türkiye İttifâkı” sloganı üzerinden yürümeye çalıştıkları bir pozisyon var. Tam olarak, sizin az önce yayında da bahsettiğiniz bu DEM Parti’nin şeytanlaştırılması, “Dün biz onlarla yan yana geldiğimizde bizi kötüleyenler, bugün kendileri yan yana geliyorlar” üzerinden bir siyâsetten ziyâde, AKP’nin bu süreçten nasıl bir çıkar elde etmeyi planladığının, hedeflediğinin biraz sorgulandığı bir pozisyon var diyebiliriz. Ve şimdilik bu sürece topyekûn bir karşı çıkış veya eleştiri getirilmiyor; en azından yüksek sesli bir şekilde getirilmiyor diyebiliriz. Ve bir de şu uluslararası dengeler meselesi de kayda değer. Yani özellikle İsrail’in bölgedeki savaş hattını genişletmesi, Erdoğan’ın Meclis açılışında İsrail’in hedefinin Türkiye olduğuna yönelik sözleri, iktidârın sıkışmışlık pozisyonundan –elbette anayasa tartışmalarıyla birlikte– “DEM Parti’yle bir süreç başlatarak veya Kürt hareketiyle bir süreç başlatarak kurtulmayı mı amaçlıyor acaba?” şeklinde soru işâretleri var diyebilirim. Bir de İYİ Parti kanadı var. Orada biraz daha tepkiler net; yekten bir karşı çıkış söz konusu. “Böyle bir sürece sonuna kadar karşı çıkarız. AKP ile DEM yeni bir anayasa süreci için anlaşmışlar anlaşıldığı kadarıyla” diyen isimler var. Dikkat çeken bir uyarı dün aslında sosyal medya üzerinden bizim de gözümüze çarptı. Naci Cinisli, önceki dönem milletvekili İYİ Parti’nin ve Akşener’in başkanlık divanında da görev almıştı. Artık parti içerisinde bir yetkisi yok, ancak hâlâ İYİ Partili. Şöyle bir iddia attı ortaya: 2023 seçimlerinde İYİ Parti milletvekili listelerinin bu sürece ses çıkarmayacak isimlerin liste dışı bırakılarak oluşturulduğunu öne sürdü. Bugün muhâbirimiz Mahir Bağış kendisine ulaştı. Naci Cinisli’ye bu iddiaların arkasında ne olduğunu, bir veriye mi dayandığını veya Akşener’in Erdoğan’la anlaştığını mı îmâ etmeye çalıştığını sordu aslında. “Akşener mi listeleri bu şekilde organize etti veya iktidarla bu konuda bir anlaşma mı var?” noktasında, Cinisli cevap vermemeyi tercih etti. Ancak listeler oluşturulurken İYİ Parti’nin daha etkin bir muhâlefet yapmasına ve önceki dönemin meclis hâfızasının korunmasına katkı sağlayacak bir liste yapılmadığı eleştirisi sundu. Cinisli’ye hem partinin kurmayları yanıt verdi, hem de yine Mahir’in temaslarında ne demek istediğinin anlaşılmadığı, belgeleriyle kendilerine bu eleştiriyi yöneltmesi gerektiği yönünde bâzı cevapları da oldu diyebilirim. Muhâlefet cephesinin şimdilik bu sürece nasıl yaklaştığını böyle özetleyebilirim Ruşen Çakır.

Ruşen Çakır: Şimdi burada bir anayasa meselesi var. Erdoğan’ın yeniden seçilebilmek için birtakım hesaplar içinde olduğu ve DEM Parti’yi bunun için ayartmaya çalıştığı yolunda spekülasyonlar yapılıyor. Bu tam olarak nedir? Birtakım rakamlar var. Onlara sen hâkimsindir diye tahmin ediyorum. DEM Parti bir şekilde Erdoğan’a destek verirse, Erdoğan, Cumhur İttifâkı’na DEM Parti’nin de milletvekilleri sayısını ekleyince ne elde etmeyi hesaplıyor olabilir?

Özgecan Özgenç: Anayasa değişikliği için referanduma gidecek sayıyı ancak elde edebilir. Meclis’te 600 milletvekili bulunurken, anayasa değiştirebilmek için Meclis’te 400 milletvekilinin oluruna ihtiyaç var. DEM Parti Cumhur İttifâkı’na bu süreçte destek verse dahi 400 milletvekilini bulamıyor. Yanılmıyorsam 370-380 gibi bir bantta kalıyor, net sayılara bakmak gerek. Ancak 400’ü geçmediğine eminim. Ancak referanduma taşıyabilmek için 5’te 3, yani 360 milletvekilinin “evet” oyu vermesi yetiyor. Herhangi bir referanduma götürüldüğünde, halk oylaması yapıldığında anayasa değişikliği için, DEM Parti’nin desteği hayâtî olabilir bu süreçte AKP açısından, yani Meclis açılırken henüz bu işâret fişeğinin Bahçeli’den gelmesi de Cumhur İttifâkı’nın bu konuda anlaştığı şeklinde elbette yorumlanabilir. Ancak ben o zamanlama için şuna dikkat çekmek istiyorum — bahsettiyseniz affola: 2 Ekim’de Sinan Ateş Dâvâsı karâra bağlandı. İki duruşma da çok hızlı bitti. Temmuz ayında ilk duruşması görülmüştü; 30 Eylül’de başlayıp 3 gün süren bir ikinci duruşmayla karâra bağlandı. Bir soruşturma daha olduğu ve bu soruşturmadaki isimlerin MHP ile ilişkili olduğu söyleniyor. Mevcut Ülkü Ocakları Başkanı Ahmet Yiğit Yıldırım ve MHP eski milletvekili Olcay Kılavuz da dâhil. Bahçeli’den uzatılan el tam bu ikinci duruşma görülürken geldi aslında. Bu dâvânın MHP’ye bir şekilde sıçramaması teorisi de Ankara’da bu yeni çözüm süreci olasılığının, iddialarının ortaya atıldığı süreçte göz önünde bulundurulması gerekiyor diyerek, sohbetlerde konu edilen bir şey diyerek bunu da eklemiş olayım.

Ruşen Çakır: Şimdi son olarak şunu sormak istiyorum. Geçmiş çözüm sürecinin en önemli özelliği Meclis’in bypass edilmesiydi. Yani ortada bir İmralı, bir Kandil, bir de HDP vardı; bir de tabiî ki Türkiye Cumhuriyeti Devleti vardı. Buralarda yapılan görüşmelerle bir şeyler yapılmak istendi. Sonra Âkil İnsanlar Heyeti Anadolu’ya gitti vs. ve sonuçta Dolmabahçe’deki 28 Şubat açıklamasından sonra Erdoğan masayı dağıttı. O târihte, Kemal Kılıçdaroğlu döneminde CHP’nin en önemli îtirâzı, “Gelin bunu Meclis’te yapalım”dı. Şimdi gördüğümüz kadarıyla, sanki Meclis merkez alınacak gibi — bir şey olacaksa tabiî. Ne olur ne olmaz bilmiyoruz, ama Meclis merkez alınacak gibi, ki bu da CHP’nin en önemli argümanlarından birisi: “Bu meselenin yeri Meclis’tir”. Sanki iktidar da o noktaya geliyor gibi. O zaman Meclis gerçekten bu konuda seferber olup bir şeyleri değiştirebilir mi? Tabiî ülkede Başkanlık Sistemi olduğunu da biliyoruz ama, Meclis hakîkaten bunu üstlenebilir mi? Meclis’in şu âna kadarki performansı çok düşük, gördüğümüz kadarıyla.

Özgecan Özgenç: Performansı, ayrıca Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi’yle muhâlefetin sürekli eleştirdiği, bir de Meclis’in zâten işlevsizleştirildiği ve güçsüz kılındığı bir sistemde Meclis’te bunun tartışılması ne getirebileceğini gerçekten önümüzdeki süreç gösterir. Şu an onu tahayyül edemiyorum. Ancak CHP’nin “normalleşme” adıyla başlattığı süreç, AKP’nin “yumuşama” deyip daha sonra normalleşmeyi benimsediği süreç, bu Meclis tâtile girmeden önce geçtiğimiz yasama yılında Numan Kurtulmuş’un başlattığı anayasa turları; gerçekten bir diyalog zemini işlese de işlemese de, bir sonuca varılsa da varılmasa da, böyle bir zemin oluşturulmaya çalışıldığı izlenimini bizde yaratıyor Ruşen Çakır. Bugün Erdoğan’ın bir açıklaması oldu; yine sırf anadilini, annesinin konuştuğu dili konuştuğu için zulme uğrayan insanlardan bahsetti. Geçtiğimiz hafta grup toplantısında kezâ Bahçeli’nin tokalaşmasına sâhip çıktı, DEM Parti’ye onun da çağrıları oldu. Hem DEM Parti açısından hem de CHP açısından kapıların kapatılmadığı bir süreç var. İYİ Parti’deki görüşten bahsettim; ancak CHP’de bu kapılar kapatılmıyor. Ancak şöyle bir şeyin de altını çizmekte fayda var: CHP’lilere, bizzat Özgür Özel’e, biz özellikle yeni anayasa tartışmalarını sorduğumuzda, mevcut anayasaya uymayan iktidarla masaya oturmayacağının altını çiziyor. Bunu geçtiğimiz aylarda Kurtulmuş’la görüşmeleri sırasında biraz daha esnek söylüyordu; ancak en son 1 Ekim’de Özgür Özel’e bu soru sorulduğunda, “Bu koşullarda masaya oturmayacağım” diye aslında net bir şekilde de altını çizdi. O zemine muhâlefeti çekmek için iktidârın vermesi gereken tâvizler olacak muhtemelen bu süreçte. İktidar bunu verir mi? Meclis’te bu diyalog zemini bu tâvizlerle kurulabilir mi? Onu da yine bekleyip göreceğiz.

Ruşen Çakır: Özgecan, çok teşekkürler değerlendirmelerin için, çok sağ ol. Evet, önümüzdeki günlerde bu konuyu daha çok konuşacağız. Meselâ ben bugün bu yayın bittikten bir süre sonra, saat 18.00’de kendi başıma Selahattin Demirtaş üzerine bir yayın yapacağım. Şimdiden onu da söyleyeyim. Başlığı çok net: “Türkiye’nin Selahattin Demirtaş’a ihtiyâcı var”. Neden böyle düşündüğümü saat 18.00’de açıklayacağım. Şimdi geldik finale. Finalde güzel bir haber var: Prof. Daron Acemoğlu, iki kişiyle birlikte, berâber çalışma yaptığı araştırmacılarla ve ekonomistlerle birlikte bu yılın Nobel Ekonomi Ödülü’nü aldı. Önce bir videomuz var, onu izleyelim. Sonra bir şeyler söylemeye çalışacağım.

Nobel Ekonomi Ödülü’nü MIT’de ekonomi profesörü olan Daron Acemoğlu, Simon Johnson ve James Robinson aldı. Ödül, kurumların nasıl oluştuğu ve refâhı nasıl etkilediği konusundaki çalışmaları nedeniyle üç bilim insanına verildi. Peki, Daron Acemoğlu kimdir? Acemoğlu, 1967 yılında İstanbul’da doğdu. İlk öğrenimini İstanbul Kadıköy’deki Aramyan Uncuyan Ermeni İlkokulu’nda tamamladıktan sonra, 1986’da Galatasaray Lisesi’nden mezun oldu. Lisans derecesini İngiltere’nin York Üniversitesi’nde matematiksel ekonomi ve ekonometri bölümünde tamamladıktan sonra, yüksek lisans ve doktora derecelerini ise Londra Ekonomi Okulu’ndan aldı. 1992-1993 yılları arasında Londra Ekonomi Okulu’nda ders verdi. 1993’ten îtibâren akademik kariyerini ABD’de MIT’de sürdürdü. 2000 yılında profesör unvanını aldı. Utrecht, Bilkent, Bath, Boğaziçi ve Atina üniversiteleri ile Paris’teki École Normale Supérieure tarafından fahrî doktor unvânıyla ödüllendirilen Acemoğlu’na, 2019 yılında MIT tarafından enstitü profesörü, 2021 yılında İngiliz Akademisi tarafından onur üyesi unvânı verildi.

Ruşen Çakır: Evet, Daron’la 20 yıl önce tanıştım. Amerika’da Washington’da gazetecilik yapmaya başlamıştım 2004 sonunda ve ilk yaptığım işlerden birisi Boston’a gidip, orada Daron Acemoğlu ve Dani Rodrik ile röportaj yapmaktı. İki ayrı ekonomist, ikisi de Türkiye’den, birisi Ermeni, birisi Yahudi. Ve oraya gittiğimde benim için bir de sürpriz vardı. Açıkçası bilmiyordum. Daron’la aynı liseden mezun olmuşuz. Benden 6 dönem küçük. O tabiî beni okuldan biliyor. Biz büyükler o târihlerde biraz da meşhurduk lisede; ama biz ufakları bilmiyorduk. 38 yaşındaydı o sırada. Ve ben yazımın girişine, röportajın girişine şöyle yazmışım: “Türkiye yıllardır Yaşar Kemal’in Nobel Edebiyat Ödülü’nü alıp alamayacağını tartışadursun, birçok otorite 38 yaşındaki Prof. Daron Acemoğlu’nun çok geçmeden ekonomi alanında Nobel alacağını tahmin ediyor.” Çünkü o târihte Daron, kısa bir süre önce önemli bir ödül almıştı. O ödül, Nobel’in bir girizgâhı olarak kabul ediliyordu ve 20 yıl sonra bunu da aldı Daron Acemoğlu. Daron Acemoğlu, Türkiye’nin gündemine arada sırada girer. Demin de gördüğünüz gibi, birkaç kez kendisiyle yayın da yaptık Medyascope’ta, bu röportajın dışında. Türkiye’yi çok yakından tâkip eder, çok önemser. Yani Türkiye için gerçekten kafa yoran birisidir. Çok az da olsa bâzı insanlar var; buradan yetişip gittikten sonra Türkiye ile bağlarını kopartıyorlar. Daron hiç öyle değil. Her yaz tâtile gelir muhakkak âilesiyle birlikte. Eşi de Türk, çocuklarıyla birlikte gelirler. Ve aktif olarak da sürekli birtakım konferanslar verir. Meselâ bu Kasım ayında da İstanbul’daki bir sempozyuma konuşmacı olarak gelecek. Tam Nobel’i almadan önce açıklanmış bir şeydi. Şimdi herhalde çok daha fazla ilgi olacaktır. Ve cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde de biliyorsunuz, Kemal Kılıçdaroğlu’na destek vermişti. Kemal Kılıçdaroğlu’nun İstanbul’da yaptığı toplantıda uzaktan Zoom’la bağlanıp bir konuşma yapmıştı. Daha sonra kendisiyle görüşmüştü. Bir tür danışman olacak gibi bir hava da yaratılmıştı. Ama sonuçta Kemal Kılıçdaroğlu kazanamayınca bu da düştü. Daron Acemoğlu, her şeyden önce Türkiye’nin yetiştirdiği çok önemli bir değer. Bir Ermeni; bunun özellikle altını çizmek lâzım. Biliyorsunuz, birkaç gün önce –adını her seferinde unutuyorum gerçekten– Büyük Birlik Partisi Genel Başkanı ne demişti? 750 liralık yeni harç, haraç –artık neyse– kredi kartı limiti 100 binin üzerinde olanlardan kesilecek olan parayı vermeyecek olanları, vermemek isteyenleri Ermeni olarak tanımlamıştı, yani “kötü bir şey” olarak tanımladı. Ve ona, onun gibi düşünenlere cevâbı da Daron Acemoğlu çok güzel bir şekilde verdi. Gerçekten gurur verici bir şey. Benim 20 yıl önce yaptığım röportajın ardından, Yaşar Kemal diye söylüyorum ama, onun kısa bir süre sonrasında Orhan Pamuk aldı, biliyorsunuz, Türkiye!den ilk Nobel ödülünü Orhan Pamuk aldı. Şimdi Daron, Aziz Sancar’dan sonra üçüncü kişi oldu. Hepsiyle ayrı ayrı gurur duyuyoruz. Onun bu ödülü almasına katkıda bulunan, bildiğim kadarıyla öncelikle babası ve annesi. Babası da bu konularda, ekonomi alanında Türkiye’de çok yetkin bir otoriteydi. Annesi bir yazar. Böyle bir âilede yetişmiş. Ve Türkiye’nin gurur duyduğu, gurur duyması gereken bir kişi olarak kendisini tebrik ediyor ve tüm Türkiye adına bu mutluluğu paylaşmak istiyorum.

Evet, “Hafta Başı”nı burada noktalıyoruz. Yayın boyunca destek veren tüm izleyicilerimize teşekkür ediyoruz. Bizi desteklemeye lütfen devam edin. Ve tekrar söylüyorum, bugün saat 18:00’de “Türkiye’nin Selahattin Demirtaş’a ihtiyâcı var” başlıklı bir yayında karşınızda olacağım. “Hafta Başı”nı böyle noktalıyoruz. Söyleyeceklerimiz bu kadar, iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.