Ayşe Çavdar yazdı: Bedriye ve cihanda olmayan devlet

Üç kez Narin’in düşündürdüklerini yazdım, sonra dedim ki ne önemi var ki ne düşündüğümün. Saçma geldi bu konuda düşünmek, göndermedim yazıları. El kadar kız öldü, haftalarca gözümüzün içine bakarak yalan söyleyen bir aile için de üzüldük Narin için yanarken. Gerçekte ne olduğu konusunda kafamız karıştıkça yer ayaklarımızın altından birkaç tur daha kaydı. Sıradan insanlar Narin’i sahiplenmese, yaşarken değilse bile öldükten sonra canına değer veren kalabalıkların feryadı olmasa, devletin karşısında susup oturmayı seçtiği bir cinayet daha işlenmiş olacaktı. O esnada babası tarafından terk edilmiş, annesi tarafından komşu çocukların istismarına “hasredilmiş” bir bebek için de yanıyordu canımız. Derken Van Gölü kıyısında Rojin kayboldu. Kadın cinayetleri mola vermedi tabii, iş cinayetleri de öyle. Maden işçileri yollara düşüp, iktidar vekili olan patrondan haklarını istedikleri için defalarca göz altına alındılar, yalın ayak yattılar asfalta, “aha böyle, patlamış, yıkılmış bir madin ağzında cesetleri yere cansız yatırılanlardan olmamak için düştük yollara” diye.

Bütün bunlar karşısında yalnız iktidar değil, ana akım muhalefet de adeta alakasız. Başka türlü pazarlıklar dönüyor etrafta. Yaptıkları her şey gibi, ettikleri her söz de “yasak savmak” için gibi geliyor kulağa, göze. Çünkü öyle, yasak savmak için konuşuyor ya da eyliyorlar sadece. Hal böyleyken ne diyebiliriz, ne diyebilirim? Nutkumuz da tutulmuş değil aslında. Lakin ağzımıza geleni saymaktan bizi alıkoyan yasalar, yeni doğan bebekleri ölmeye yatırıp bu işi bir de ticarete dökenleri kârın bu türlüsünden alıkoymaya yetmiyor. Adını “Yenidoğan Çetesi” koyuverdiğimiz yaratıkların yapıp ettiklerinden bir zamandır haberdar olan “yetkili”ler devleti, biz mevzuyu duyana kadar soruşturma yapmakla yetinmiş. Kapatmamış o hastaneleri. Var mı böyle başka yapılar diye harekete geçmemiş? Şimdi de başka yerlerde de oluyor mu böyle şeyler şüphesiyle daha geniş bir araştırma ya da denetim yapmaya yeltenmiş değil. Vay ecdadını ya hu, vay ecdadını! Dört başı mamur bir kıyamet sahnesinin tam orta yerindeyiz. Hayatın kıymeti var mı ki, ölümün olsun?

Toplumsal çürüme, ahlaki çöküş, kurumların işlevsizleşmesi vs derken elimizde her yeri cerahat içinde bir yekûn var. Bu cerahatı kurutmaya talip kimse de yok. Kimsenin aklına bir çare gelmiyor, gelen bütün çareler eski ya da birbirinin kopyası. Bu kadar tükenilir mi? Tükenmenin böylesine ne kadar katlanabilir ki bir toplum? Tek dertleri oturdukları ve oturmak istedikleri sandalyeleri garantiye almak olan adem evlatlarıyla nereye kadar dayanır? Peki çökerse nereye çöker, altında kalanlara ne olur?

Çok büyük sorular bunlar, cevaplarını bilmiyorum. Ama bu sorulara cevap aramaksızın elimi attığım her iş de boş geliyor. Size de öyle olmuyor mu? Mutlaka oluyordur. Nasıl olmasın! Felç olmuş gibi hissediyor musunuz kendinizi siz de? Kötürüm olmuş sanki en önce aklınız. Bedeniniz bazı işlevlerini yerine getiriyor gerçi ama boşlukta amaçsız salınır, rüzgârın önünde savrulur gibi. Hissettiğiniz tedirginlikten kaçacak yeriniz de yok. İşte öyle bir hal…

Bu halden saklanmak için uğradığım bir yerden ve zamandan bahsedeceğim size ama orada da bu halin bir başka, aslında evvelki versiyonu, hatta ecdadı var. Son birkaç aydır, aslında Türkiye’de son genel seçim yapılalı ve Gazze’de duyan kulağı, gören gözü işlenmekte olan korkunç suçlara ortak eden katliamlar silsilesi başlayalı beri, şöyle pürsevinç geçirdiğim üç günüm oldu. Temmuz ayının başındaki o üç gün boyunca, sanki savrulurken tutunacak bir şey bulmuşum gibi hissettim. Bedriye diye sayıklayıp durdum. Todori adlı bir Rum delikanlıya aşık olduğu için, 1908 Ekim’inde, onunla birlikte hem de karakolda linç edilen Bedriye’nin aslında o gece ölmediğini öğrendim o günlerde çünkü. Aslında geçen yıl II. Meşrutiyet Dönemi gazetelerinde okuduğum haberlerde Bedriye’nin yarı ölü halde, ölmüş süsü verilerek bir tabutla karakoldan uzaklaştırıldığı yazıyordu. Ama orada bitiyordu onunla ilgili haberler. Sonrası yoktu. İşler güçler yüzünden ara verdim o araştırmaya. Neden sonra, tekrar döndüğümde devlet arşivlerinde Bedriye’yle ilgili birkaç belge buldum. Ölmemişti ve devletin başına bir tür “bela” olmuştu. Bedriye’nin o gece ölmeyişinde bir umut, tutunacak bir dal buluverdim. O denli ihtiyacım vardı ki öyle bir dala, önüme gelen, yazıştığım, konuştuğum herkese, sanki olay bugün olmuş gibi anlatırken buldum kendimi. Bedriye’nin o geceden sonra hayatta kalışında direncin; devletin sıkıştığı köşeden verdiği cevaptaysa bugün yok oluşuna isim vermekte zorlandığımız bir şeylerin başlangıcı vardı sanki.

Bir devlet nasıl kurulmaz?

II. Meşrutiyet’e, kadınların hayatında neyi değiştirdiğini merkeze alarak baktığınızda mevzu çok değişiyor. Hiç öyle dışardan göründüğü gibi değil. Kadın dergilerinde de anlatılıyor bazı mevzular elbette. Fakat günlük gazetelere yansıyan asayiş olayları ile meşruti rejimden duydukları rahatsızlığı sokaklara taşırken, işe kadınlara saldırmayı asla ihmal etmeden başlayan taifenin davranış örüntülerine kafayı taktığınızda işler iyiden iyiye karışıyor. Yok canım tabii ki karışmıyor, meselenin esası ortaya çıkıyor aslında.

1908 Ekim’inden itibaren gazete ve mecmualarda en çok tartışılan konular arasında ilk sıralarda Müslüman kadınların ne yapıp yapamayacağı, nerelerde bulunup bulunamayacağı, nasıl örtünecekleri, eğitim alıp alamayacakları, çalışıp çalışamayacakları yer alıyor. Bir yandan da başta harfendazlık, yani sözlü taciz olmak üzere tramvaylarda, vapurlarda, sokaklarda kadınlara, özellikle Müslüman kadınlara yönelik saldırılar var. Öyle ki yanlarında kocaları, babaları, oğulları olduğu halde sokağa çıksalar, yüzlerindeki peçeyi yürürken önlerini görmek için olsun aralamasalar bile saldırıya uğruyorlar. Bütün bunların sistematik ve örgütlü bir saldırı olduğunu düşünmek için her türlü sebep var. Matbuattaki tartışmayla bir arada düşününce manzara kabak gibi ortaya çıkıyor aslında. Müslüman erkeklerin önemlice bir kısmı, “gayrımüslimlerle yasa önünde eşitlendik, şimdi kadınlar da hak talep ediyor, e biz kimin padişahı olacağız” derdindeler. Hükümranlık alanlarını kaybediyorlar ve bu kaybı önlemenin bir yolunun da kadınları zorla ve de şerle eve göndermek olduğunu düşünüyorlar. Başka da bir yol bilmiyorlar çünkü. Ayrıntısına burada girmeyeceğim ama şu kadarını söyleyeyim… “Onca zamandır savaştayız, erkeksiz ev çok, kadınlar çalışmasın da ne yapsın” diye soranlara “taaddüd-ü zevcat diye bir şey var” deyiveriyorlar. “Birine kuma olun” yani, “okula gideceğinize, çalışacağınıza, eşitlik davası güdeceğinize aramızdan birine kuma olun.”

1908 Ekim’inin başlıca gündemlerinden biri Kör Ali’nin, Fatih Camii’nden Yıldız Sarayı’na kadar, başlarına çarşıdan aldığı tülbentleri sarıp ulema ya da medrese öğrencisi süsü verdiği bir kalabalıkla yürümesi, üstelik padişahın da (II. Abdülhamit) balkona çıkmasını sağlayıp kendini dinletmesi. Diyor ki padişaha, “sürüye çoban lazım, böyle çok başlılık olmaz, evliyadan tecelliyat var.” “Şeriat isteriz” demeye getiriyor yani, “Ne öyle Kanun-i Esasi falan, tanımayız…” Padişah da “sen tasalanma” diyor ona. Üç somut talebi var: Meyhaneler kapatılsın, Müslüman kadınlar sokağa çıkmasın bir de fotoğraf çekmek yasaklansın. Necip Fazıl Kısakürek’in dedesi Kısakürekzade Hilmi Bey’in reisi olduğu Cinayet Mahkemesi’nde idamla yargılanacak sonra. Hilmi Bey uzun uzun dalga geçecek bu adamla. En sonunda avukatları akli dengesinin bozuk olduğunu öne sürerek idam cezasını bozduracak. Manastır tarafına sürgüne gönderilecek bir de maaş bağlanarak ve hatta karısı da yanına yoldaş edilerek. Bu vaka hakkında bütün Meşrutiyet matbuatının hemfikir olduğu tek şey, Kör Ali’nin öncülük ettiği isyanın da, Ramazan’ın hüküm sürdüğü o günlerde kadınlara yönelik başka saldırıların da II. Abdülhamit’in istibdat boyunca beslediği hafiyelerin işleri olduğu. Kadınların nasıl örtüneceği, eğitim alıp alamayacağı, çocuk bakmak dışında bir iş yapıp yapamayacağı konusunda yamanlar yamanı bir kavgaya girişmiş bulunan Sırat-ı Müstakim ve Tanin, yani Mehmet Akif ve Hüseyin Cahit bile bu işlerin hafiyelerin başının altından çıktığı konusunda aynı fikirdeler. Ama tam orada ayrılmaya da başlıyorlar. Mehmet Akif ve İslamcı taife, hafiyelerin provokasyonlarının boşa çıkarılmasının yolunun polisin şeriat hükümlerini ihlal eden kadınlara karşı sert tedbirler alması olduğunu söylüyor. Hüseyin Cahit ve İttihat Terakki Fırkası’nın görece seküler taifesi ise polisin asıl işinin kadınları başta hafiyeler olmak üzere her türlü saldırıdan korumak olduğu, bu “gerici” taleplere pey akçesi verilmemesi gerektiği düşüncesindeler.

İşte Bedriye’nin aşık olduğu Todori ile birlikte Beşiktaş Karakolu’nda linç edildiği vaka da Kör Ali’nin Yıldız’a yürümesinden yalnızca birkaç gün sonra vuku buluyor.

Beşiktaş Karakolu.
Beşiktaş Karakolu.

14 Ekim 1908 günü, Bedriye’nin (kimine göre bahçıvan, kimine göre çalgıcı) babası, kızından şikâyetçi olmak üzere Beşiktaş Karakolu’na gider. 17 yaşında olmasına rağmen en az bir kez evlenip boşanmış olan kızı, Todori adlı bir Rum gence aşık olmuş ve onun evine yerleşmiştir. Bedriye’nin babası bu haberi Todori’nin babasından almıştır. O orada derdini anlatırken gelip gidenler duyar ve bir Müslüman kadının, bir gayrımüslim erkeğe aşık olup üstelik onun evine yerleşmesinin yarattığı “hassassiyet”le karakol etrafında toplanmaya başlarlar. Bu esnada Bedriye ve Todori de yakalanıp karakola getirilir. Dışardaki kalabalık Bedriye’nin oracıkta recm edilmesini, yani öldürülmek üzere kendilerini verilmesini istemektedir. Karakol polisi bir miktar direnir bu işe. Takviye kuvvet isterler hem başka karakollardan hem de askeriyeden. Ancak kalabalığın giderek büyüdüğünü gören komşu amir ve komutanlar bu işe bulaşmak istemez, aslında Müslüman ahaliyle çatışmak istemezler. Sonunda kalabalık karakola girer ve nezarethanede derdest edilmiş bulunan Todori’yi de Bedriye’yi de linç eder.

Takip eden günlerde matbuat Todori’nin ölümünün ne denli feci bir olay olduğunu yazar. Rum cemaati bunu kendisine yönelik bir saldırı olarak almamalıdır (nasıl olacaksa bu artık?). Vaka, Müslüman cemaatin Rum cemaate yönelik düşmanlığından kaynaklanmamıştır onlara göre, adi bir asayiş vakasının polisin işini yapmaması nedeniyle büyümesinden ibarettir. Hülasa bir nevi “bölünmez bütünlük” söylemi geliştirilir işin bu yönüne ilişkin olarak. Matbuatın başka bir önemli meselesi daha vardır ve endişenin asıl kaynağı da o meseledir: Polis neden işini yapmamıştır? Kalabalık bir karakola, hele II. Abdülhamit’in tek başına muktedir olduğu dönemde insanların önünden geçerken bile korktukları Beşiktaş Karakolu’na bu şekilde girip, devletin gözetimindeki, dolayısıyla devlete emanet edilmiş bulunan iki kişiyi nasıl öldürebilmiştir? Karakolun çağırdığı destek kuvvetler neden gelmemiş, gelenler de mesela linç girişimi başlamadan süngü takmak gibi kalabalığı caydıracak ve dağıtacak girişimlerde bulunmamıştır? Karakolda bulunan polisler olaya ne şekilde ve ne kadar dahil ya da müdahil olmuşlardır? Bu gibi “deli” sorular dolaşır kafalarda. Çünkü bu vaka, her yönüyle, ikinci kez çalınan meşrutiyet mayasının İstanbul gölünde tutup tutmadığına dair işaretler barındırmaktadır. İstanbul gölünde tutmayan maya koca imparatorluk sathında nasıl tutacaktır ki? Beşiktaş Vakası bu zaviyeden bakınca hiç de hayra delalet etmez.

Bedriye’nin devleti var mı?

Bedriye’ye gelince… Onu nasıl konuşurlar peki?

Sabah Gazetesi, 16 Ekim 1908 tarihli nüshasının üçüncü sayfasında uzun uzun diğer meseleleri anlattıktan sonra Bedriye hakkında şunları yazar:

“Makdul Todori Osmanlı tebasındandır. Henüz 25 yaşında. Şerik-i cinayeti olan Bedriye de, Beşiktaş’ta Ihlamur civarında, Zincirlikuyu’da sakin Çelikçi Mehmed namında birinin kızıdır. Kendisi henüz on yedi yaşında bulunmasına rağmen birkaç kocadan boşanmış, rezail-i ahvaliyle tanınmış bir mahluk-u mülevvestir.” Karakoldaki ifadesinde Todori ile arasındaki “münasebet-i aşıkâne”yi itiraf ettikten sonra “üç günden beri beraber” olduklarını söylemiş, bu suretle, “şu Ramazan gününde hissiyat-ı İslamiye’ye dokunan bir itiraf”ta bulunmuştur. Bu da yetmemiş, Todori ile evlenebilmek için “tebdil-i diyanet”e yani din değiştirmeye mecbur olduğunu söylemiştir. Ahaliyi linçe tahrik eden de budur.

Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.

Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.

İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin yayın organlarından biri olan Şura-yı Ümmet 17 Ekim tarihli nüshasının 11’inci sayfasında olayın faillerinin “Kör Halil, Ürgüplü Manav Mehmet Ali, Tramvay Seyisi Ali Mehmet” adlı üç kişi olarak tespit eder. Hakkında soruşturma açılan polis ve askerlerin listesini verir, bunlardan biri takviye gönderdiği askeri birliği ahalinin karakola hücum edeceğini anlayınca geri çeken bir binbaşıdır. Bedriye hakkında ise şu cümleyi kurar Şura-yı Ümmet: “Rivayete göre … Bedriye fahişe imiş. Ve karakola başında bir örtü olduğu halde gelmiştir.” Aynı gazetenin 18 Ekim tarihli nüshasında, vakaya ilişkin gelişmeler anlatıldıktan ve ahaliden sükunet talep edildikten sonra Bedriye bir kez daha etiketlenir: “Merkume Bedriye’nin Çingene olduğu rivayet ediliyor.”

26 Ekim tarihli Sabah’ta nihayet faillerin tam listesi verilir: Beşiktaş’ta Bakırcılar Kethüdası Kör Halil, Tramvay Kumpanyasında Seyis Bolulu Ali, Bakırcı Karahisarlı İsmail, Arabacı Karahisarlı Emin, Kasap Halil, Kasap Hacı Mehmet, Odun Çekicisi Hüseyin, Hamal Hoca namlı bir diğer hoca, Tevfik bin Muhammed, Ali, Rençber Şahin, Rençber Mehmet, Hüda isimli biri ve Osman Çavuş. Bu zanlılardan bir kısmı Ceza Kanununu’nun 170’inci maddesi uyarınca idam, bir kısmı da 175’inci maddeye göre kürek mahkumluğu talebiyle yargılanacaktır.

Beşiktaş Vakası’yla ilgili davaya da yine Kısakürekzade Hilmi Bey bakar. Kararı bulmak için birkaç ayın gazetelerine daha bakmam gerekiyor. Her fırsatta da kendimi onları okurken buluyorum. Ancak 16 Kasım 1908 tarihli Tanin’de yayınlanan habere bakılırsa, tahkikat bir hayli sürmüş görünüyor. Olaya karışan ahali ile ihmali görülen asker ve polis amirleri konusundaki tahkikat da birbirinden ayrılıyor bu aşamadan sonra. Ayrıca kalabalığı tahrik edenler arasında Gazeteci Hafız Kadri diye biri daha olduğu anlaşılıyor. Şahitlerin anlattıklarına bakılırsa kalabalık Todori’yi öldürdükten sonra Bedriye’nin de öldüğünden emin olmadan karakolu terk etmeyi reddettiği için bir tabut getirilmiş oraya. Bu esnada Binbaşı Halit de, “Ben askere süngü taktırmam, ahali ile askeri birbirine karıştırmam (vuruşturmam)” diyerek reddetmiş mevzuya karışmayı.

Bedriye’ye bir yer

Belgelerin ne dediğine gelince… Bedriye önce Gülhane Hastanesi’ne, sonra bir kadın hastanesine gönderilmiş. Kimi gazete haberlerinde Boşnak, başka bazılarında Tatar olduğu söylenen, mesleği konusunda ise çiçekçilikten, çengiliğe pek çok tutarsız bilgi verilen baba Bedriye’yi tekrar yanına, hanesine almak istememiş. Mahkeme, savcılık, Dersaadet polis müdüriyeti ve çeşitli bakanlıklar arasında yazışmalar yapılmış ve herkes birbirine sormuş: Bedriye’yi ne yapacağız? Önce “münasib bir mahal”le konması istenmiş ve “tevkifhanenin nisa kısmı”nda tutulduğu, “Beşiktaş vakasının sebebi olmasından dolayı” serbest bırakılmadığı anlaşılmış. Adalet Bakanlığı, Dersaadet Polis Müdüriyeti, Dersaadet Bidayet Mahkemesi ve Müdde-i Umumiliği’ne (savcılığa) 28 Haziran 1909 tarihinde bir yazı yazarak Bedriye’nin tutukluluğuna mahal olmadığını,“mevkufiyeti(nin) gayr-ı caiz” olduğunu bildirmiş. 5 Temmuz’da Dahiliye Nezareti’ne yazılan bir başka yazıdan, Bedriye’nin onca zamandır tevkifhanede tutulduğunu ortaya çıkaranın bir müfettiş olduğunu anlıyoruz. O arada Bedriye’nin Darülaceze’ye gönderilmesi mevzubahis olmalı ki, Zabıta Nezareti 10 Temmuz 1909’da bir yazıyla, Bedriye’nin “ahval-i malume-i sabıkası” nedeniyle oraya gönderilmesinin “caiz” olmayacağını bildirmiş. Zabıta Nezareti’ne yazılmış 13 Temmuz 1909 tarihli son yazı, nihayet Bedriye’nin taşraya, yani onu kimsenin tanımadığı bir yere gönderilmesi için icazet istiyor, gerekçesini ise şöyle dile getiriyor: “Geçen sene Beşiktaş’ta bir Rum ile münasebet-i gayrimeşruda bulunarak Beşiktaş hadisesine ve benat-ı aliyyeye mensup mezkûr Rum’un itlafına sebep vermesinden ve serbest bırakılması galeyan-ı ahaliyi muceb olacağı mümkün bulunmasından dolayı… tevkifhanede alıkonulması mugayyir-i kanun olmasına ve serbest bırakılması da uygunsuzluğu muceb olacağına nazaran…”

Bedriye’den sonra

Burada artık uzatmamak için kısaca özetleyeceğim, belki başka bir yazıda daha geniş yazarım, fakat bu işin devamının nasıl geldiğine de bakmak lazım. Çünkü ancak o zaman Bedriye’nin linç edilmesinin sebebinin onun kalbini bir Rum gence emanet etmesinden ibaret olmadığını, Kanun-i Esasi’nin ve meşruti rejimin, henüz kadınlara yönelik birkaç vaat vermekten öte geçmemesine rağmen, Müslüman evlerin erkeklerini o evlerdeki mülkiyet rejiminin değişmesinden ne denli korkuttuğunu anlarız. Bu yüzden, kadınlara yönelik saldırılar yalnızca birkaç ay sonra gerçekleşecek 31 Mart darbe girişiminin de önemli bir cüzünü oluşturur. Darbeci askerlerin talepleri arasında Müslüman kadınların (Müslüman olmayanlarla iyi geçindiklerine ilişkin haberler de yer alır gazetelerde) sokağa çıkmaması da yer alır. Bunu uygulamaya da koyarlar. Hatta o kadar ki, Osmanlı Gazetesi 22 Nisan 1909 tarihli nüshasında, yani henüz darbe girişimi devam ederken, Kadıköy, Kuşdili Çayırı’nda bir Müslüman kadının birkaç (darbe yanlısı) askerin saldırısına uğradığını yazar. “Temizce telebbüs etmiş (giyinmiş)” bu kadına hücum eden askerler onu yere yatırır, çarşafını parçalarlar. Gazete sorar (sadeleştiriyorum): “Şeriat-ı Muhammediye’nin ahkâmını tatbik ettirmek isteyen askerler bu nev’i saldırıların şeriat hükümlerine külliyen aykırı olduğunu, sokakta giden bir İslam kadınına, üzerine hiçbir hak ve salahiyet olmadığı halde vuku bulan bu saldırının şeriate göre de yasak, vicdan ve insaniyetten yoksun bir hareket olduğunu idrak etmiyorlar mı?”

İşler o noktaya varır ki Prens Sebahattin, yayınlanabilen (İttihat Terakki yanlısı gazetelerin matbaaları yağmalanmıştır) gazetelere verdiği ilan denilebilecek bir hitapta Müslüman kadınlara yönelik sokağa çıkma yasağını ve saldırıları durdurmaya çalışır. Darbecilere onların gönüllerini almak için “asker kardeşler” diye hitap ettiği bu metinde Prens Sebahattin şunları hatırlatır: “Hiçbir Müslüman sokakta edep ve namusuyla yürüyen bir kadının üstünü başını parçalamak şöyle dursun ona fena bir gözle bakmak hakkını bile haiz değildir. Şeriat-ı İslamiye kadınlarımızın işlerini güçlerini görmek için çarşıya pazara çıkmalarına kat’iyen mümanaat etmez (engel olmaz).”

Bütün bunlar olurken, darbe yanlısı matbuatta ecnebilerin darbecilerin kimsenin olup bitenlerden zarar görmemesi konusunda gösterdikleri özenden ne kadar memnun oldukları yolunda haberler yayınlanmakta olduğunu da ekleyince manzara göz kamaştırmıyor mu sizce de?… Ama dediğim gibi, 31 Mart darbe girişiminin Müslüman kadınlar açısından nasıl bir distopya olduğu meselini sonraya bırakmak daha iyi olacak, öyle bir iki paragrafta özetlenemeyecek kadar mühim çünkü.

Niye mühim bu mevzu peki? Bütün o saldırılar, kadınlara ilişkin meselelerin neden “aman ha kadınlara hak verirsek irtica/rejim düşmanlığı hortlar” ile “yerli-milliliğimizin işareti kadınlardan esirgediğimiz haklardır” arasında sıkışıp kaldığını ortaya koyuyor çünkü. Öyle olunca, hepimiz bugün de Bedriye’nin kızlarıymışız gibi durmuyor mu? Belki de zorla verildiği kocada kalmadığı için baba evine sığmayacak. Gönlünü verdiği adamın katlinden sorumlu tutulacak yazışmalar boyunca. Aynı linçten sağ kaldığı için ayıplanacak, varlığı zül sayılacak, ahalinin galeyana gelmesine sebep olabileceği için serbest bırakılmayacak, bir suç işlemediği için (belli ki “maalesef”) tevkifhanede de tutulamayacak, Darülaceze’de kalan diğerlerini varlığıyla rahatsız etme potansiyeline sahip olduğu için oraya da alınmayacak. Anonimleşmeyi, var olmamayı kabul etme koşuluyla devam edebilecek hayatına. Öyle biri Bedriye, devletsiz biri… Ondan biri olmayı esirgeyen devletin mesnetsizliği bütün çıplaklığıyla ortaya koyacak güçte biri.

Bedriye’yi düşünmekten alamıyorum kendini. Ne yaptı acaba? Nereye gönderildi? Nerede kaldı? Bir meslek edindi mi? Öğretmen olmuştur belki. Cumhuriyet’i görmüş müdür acaba? Yoksa gene hayırsızın birine hizmetkâr mı yaptılar onu? Kuma diye mi girdi bir mülkiyet birimine?

Narin’de, Rojin’de, Güldünya’da, Özgecan’da, Şule’de, her gün ölüm haberi gelen yüzlerce binlerce kadında, istismar edilen öldürülen çocuklarda kendini görür müydü bugün yaşasa?