Bir mozaik olarak Türkiye (18) – Türkiye’de Özbekler | Ruşen Çakır ve Orhan Kavuncu yorumladı

Bir Mozaik olarak Türkiye‘nin yeni bölümünde Ruşen Çakır Orhan Kavuncu ile Türkiye’de Özbekleri konuştu.

Türkiye'de Özbekler | Ruşen Çakır ve Orhan Kavuncu yorumladı
Türkiye’de Özbekler | Ruşen Çakır ve Orhan Kavuncu yorumladı

Türkiye’de Özbekler kimler? Özbek kültürü günümüze nasıl geldi? Türkiye ve dünyada nerelerde yaşıyorlar? Nüfusları ne kadar? Türkiye’den Özbekistan’a yerleşmeye gidenler var mı? Tarih boyunca Özbekler nerelerde yaşadı? Türkiye’de Özbeklerin şikayetleri var mı? Ayrımcılığa uğruyorlar mı?

Yayına hazırlayan: Gülden Özdemir

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Bir mozaik olarak Türkiye” yayın dizimizin 18. bölümüne kadar geldik. Türkiye’de Özbekleri ele alacağız ve bunu Orhan Kavuncu ile konuşacağız. Orhan Bey, merhaba.

Orhan Kavuncu: Merhabalar Ruşen Bey.

Ruşen Çakır: Siz aslen ziraat mühendisisiniz, değil mi?

Orhan Kavuncu: Evet.

Ruşen Çakır: Aynı zamanda siyasetçisiniz; ama bir Özbeksiniz ve Özbek târihiyle de çok ilgilisiniz. Yazılarınızı, makalelerinizi de okudum ve çok şey öğrendim. Şimdi şöyle bir şey var aslında. Siz en son okuduğum makalenizde de şunu söylüyorsunuz: Özbeklerin Türkiye’ye, Anadolu’ya gelmesi tâ Malazgirt ve belki onun öncesine kadar dayanır ama…

Orhan Kavuncu: Özbek etnisitesi teşekkül etmeden önce…

Ruşen Çakır: Sağ olun, evet. Ve o zamâna dayanır diyorsunuz; ama ben daha çok çağdaş, yani daha böyle 20. yüzyıla falan biraz bakalım istiyorum. Ve zâten Özbekler Türkiye’nin bir parçası; ama belli târihlerde, belli nedenlerle bayağı bir Anadolu’ya –sâdece Anadolu’ya değil başka yerlere de gidenler olmuş, ama bizim alanımız Türkiye olduğu için–, Türkiye’ye gelenler olmuş. Öncelikle şunu sorayım: Bir rakam verme ihtimali var mı? Binlerce, on binlerce… Siz Özbekler kendi aranızda böyle hiç akıl yürütüyor musunuz?

Orhan Kavuncu: Vallahi yani bir rakam vermek zor, ancak tahminler yapabiliriz. O tahminlerin de –ben aynı zamanda bir istatistikçi olduğum için– spekülasyondan öte bir kıymeti olmaz. Yani son, meselâ Afganistan’dan 1982’de gelenler arasında 5000 kişi kadardı. Biraz Kırgızlar da vardı, onlar Van’a yerleşti. Türkmenler Tokat’a yerleşti. Özbekler de Urfa’ya ve Hatay’a yerleştiler. Yani o zaman 2500 civârında Özbek geldiğini düşünebiliriz. Ondan önceki gelenlerle filan… Yani tabiî sonradan nüfus artışıyla nereye kadar yükseldi bir tahmin yapmak zor. 25 bin, 30 bin, 50 bin, 100 bin… Bilemiyorum, yani zor.

Ruşen Çakır: Şimdi şöyle bir şey var: Türkistan diye bir coğrafya var. Bunun içerisinden, özellikle Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra birçok bağımsız ülke çıktı. Ama Özbekistan ve Özbekler herhalde Türkistan deyince akla ilk gelen topluluk. Bir de şöyle bir husus var, sizin makalenizde de o çok net: Özbekler sâdece Özbekistan’da yaşamıyor, komşu devletlerde de yaşıyorlar. Meselâ demin söylediniz; Afganistan’dan gelen Özbekler dediniz ama Kırgızistan’da da var, Tacikistan’da da var. Yani Türkistan’ın motor gücü diyebilir miyiz Özbeklere?

Orhan Kavuncu: Tabiî, yani zâten makalemde de ifâde ettiğim gibi, Kazakistan’daki Özbek Kazakistan’a göç etmiş değil, oranın yerlisi. Türkmenistan’daki Özbek, Türkmenistan’ın yerlisi. Afganistan’daki Özbeklerin büyük çoğunluğu oranın yerlisi. Bir kısmı Sovyetler Birliği teşekkül ettikten sonra, hattâ daha önce Çarlık Rusyası zamânında Rusya işgalinden sonra göç etmiş âileler var. Özbeklerin nüfusu şu anda 35 milyon diye tahmin ediyorum, Özbekistan’ın nüfusu. Ona periferideki Özbekleri de dâhil edersek rahat rahat bir 45-50 milyon nüfus olur. Yani Türkistan’ın toplam nüfusu, Türkistan’daki 5 cumhuriyetin toplam nüfusu içerisinde 50 milyon nüfus olarak bir çoğunluğu oluşturuyor.

Ruşen Çakır: Peki Özbek nedir efendim? Özbek nedir? Yani bir Tacik, bir Özbek, bir Kırgız; şimdi bunları biz hep Orta Asya ülkeleri olarak biliyoruz, ama Özbek ile Kırgız’ı ayıran nedir? Özbek ile Türkmen’i ya da Kazak’ı ayıran nedir?

Orhan Kavuncu: Tabiî, şimdi orada meselâ Kırgız, Uygur, Kıpçak, Karluk diye çok eski boyların isimlerine, Oğuz diye söyleyebiliriz. Özbek, Kazak, Türkmen gibi bugün artık birer etnik, hattâ ulus kimliği kazanmış kimlikler, yani o eski boyların bir karışımı olarak meydana gelmiş. Meselâ Özbekler deyince Tatar hükümdarı, Kazan devletinden önceki hükümdar Özbek Han, işte bir güney seferi sırasında o coğrafyaya bıraktığı askerleri yerleşik halkla karışmışlar filan ve Özbek etnisitesi o şekilde tâ 14. asırdan îtibâren teşekkül etmeye başlamış. Ve Timur zamanında bu Özbek kimliği bir etnik kimlik olarak oluşmuş, tamamlanmış diye söyleyebiliriz. Ama bunu eski Türk boylarından, “Bunlar daha çok Kıpçaklardır, Karluklardır, Oğuzlardır” diye söylemek, biraz da bunların hepsinin karışımı bir kimlik ortaya çıkmış. Kazaklar da öyle. Mesela Kazaklar “Orta Cüz, Ulu Cüz, Küçük Cüz” diye cüzlere ayrılırlar. Her cüz içerisinde de böyle aşîretler, kabîleler vardır. Orada da bakıyorsunuz, işte Orta Cüz’de Naymanlar var. Bunlar daha çok Oğuz tayfasına yatıyor, bir kısmı Kıpçak. Zâten Kıpçak uruğu, aşîret olarak var. Yani o eski Türk boylarının karışımı olarak bugünkü etnisiteler teşekkül etmiştir diyebiliriz. Ama Uygur ve Kırgızlar çok daha eski, yani tâ Göktürk zamanında, Göktürk Devleti zamânında Kırgız kimliği var.

Ruşen Çakır: Peki, ayrı bir dil söz konusu mu? Yoksa herkes bir Türkçe mi konuşuyor ya da birbirleriyle anlaşabiliyorlar mı? Meselâ Özbeklerin konuştuğu dille İstanbul Türkçesi arasında benzerlik ya da farklılıklar nedir?

Orhan Kavuncu: İzninizle, küçücük bir anımı hatırlattınız bana. Şimdi Hoca Ahmet Yesevi Üniversitesi’nde görevliydim, rektör vekili, Türk tarafının rektörü; anlaşmaya göre de işte üniversitenin rektör birinci yardımcısı. O zaman görevime gidip gelirken Taşkent üzerinden gidip geliyordum. Hoca Ahmet Yesevi Üniversitesi’nin bulunduğu şehir, Taşkent’e yakın Türkistan şehri. Giderken de tabiî Taşkent’e, Özbek asıllı olduğum için uğruyordum. Bir de ziraatçi olduğum için, agronomi fakültesi, işte Agriculture Üniversitesi vardı. O üniversitenin rektörüyle tanıştım, Erkin Bey diye; eski, böyle tâ Stalin zamânından kalmış, komünist, tarım bakanlığı yapmış, rektörlükler yapmış, vâlilikler yapmış çok tatlı bir adam. O da ben her gittiğimde bütün hocaları konferans salonuna toplardı. Derdi ki: “Orhan Bey, konuş ya!”, “Ne konuşayım?” İşte, “Sen hem ziraatçisin hem Özbekistanlısın, dünyayı biliyorsun, anlat bize” filan diye konuştururdu. Tabiî, konuşmamı yaptıktan sonra hocalar gelip tebrik ederler beni: “Orhan eke, cüda yahşi gepirdiniz, fakat siz ne için Kazakça gepirdiniz?” “Ben Kazakça gepirmedim, ben Özbekçe gepirdim” desem, “Yok, siz Kazakça gepirdiniz”. Türkistan’a giderim, Hoca Ahmet Yesevi Üniversitesi’nin senato toplantısında bir konuşma yapmam îcap eder, konuşurum. “Orhan Bey, mirza, siz Özbekçe gepirdiniz” “Yok, ben Kazakça gepirdim.” “Yok, siz Özbekçe gepirdiniz.” Yani Kazakça, Özbekçe… Tabiî, Türkiye Türkçesiyle konuşan bir insan, onların lehçesini konuşmaya başlayınca böyle mizansenler oluyor, mizâhî şeyler ortaya çıkıyor. Demek istediğim, diller birbirine yakın; ama Sovyetler Birliği döneminde cumhuriyetler oluşmuş, ulus kimlikleri oluşmuş, ayrı ayrı alfabeler meydana getirilmiş. Bunların bir kısmı zorlama; ama birazı da nomadik olarak zâten târihten gelen bir farklılık var. Dolayısıyla bugün birbirine yakın edebî diller olarak farklılaşmalar ortaya çıkmış. Zâten halk ağzında farklılaşmalar var. Ama yani buradan, Türkiye’den giden bir Türk, Kazakistan’da Kazakçayı 15 gün sonra anlamaya başlar. Birkaç ay sonra da, eğer biraz meraklıysa, gayet güzel konuşmaya da başlar. Özbekçe için biraz daha az süre söz konusu. Türkmence için de daha az bir süre söz konusu. Yani bu şekilde.

Ruşen Çakır: Özellikle 20. yüzyılda yaşanan göçleri sormak istiyorum. Şimdi bir Bolşevik Devrimi öncesi göç var, Bolşevik Devrimi sonrası göç var, Türkistan’da başlayan bağımsızlık ya da kendi ayakları üzerinde durma hareketinin bastırılmasıyla berâber yaşanan göçler var. Bir de II. Dünya Savaşı sonrası yaşanan göçler var gördüğüm kadarıyla. Bir de tabiî Afganistan’dan gelen Özbeklerin Sovyet işgaliyle berâber yaşanan göçleri var. Bunlardan hangileri Türkiye’yi daha fazla etkiledi, en büyük göç hangisi oldu?

Orhan Kavuncu: Tabiî, yani o münferit, tek tek şahıslar diye de ilâve edecek olursak, meselâ Ali Kuşçu’nun Fatih Sultan Mehmet zamânında gelmesi, Türkiye için, Türk bilimi için son derece önemli bir hâdise. Ama böyle kitlesel göçlerden 20. asırda, 1914’te başlayıp I. Dünya Savaşı ve bizim İstiklâl Harbimiz dönemindeki gelişler, sonra 1930’lara kadar devam eden Sovyetler oluşumu içerisinde “Biraz daha bağımsız olalım” isteğiyle başlayan o hareketlerle, Stalin’den kaçıp gelenler sayıca çok fazla değil ve kitlesel göçler de değil bunlar. Ama yani etkili olmuş. O zaman gelenlerin bir kısmı Hicaz’a gitmiş, hacca gitmiş, hacdan sonra memlekete dönmemiş, orada kalmışlar. Bir kısmı Anadolu’ya göç etmiş, bunlar Anadolu’da çeşitli beldelere yerleşmişler. Daha sonra 1930-35’te daha çok münferit gelişler var. Bir de tabiî Doğu Türkistan’dan göç var. II. Dünya Savaşı’ndan sonra Çin’in Doğu Türkistan’da uyguladığı politikalar sonunda bağımsızlığını kısa sürelerde elde edip sonra kaybeden Doğu Türkistan’daki kardeşlerimizin liderleri, kitle hâlinde bir şekilde önce biraz Keşmir’de kalmışlar, Hindistan’da, Afganistan’da kalmışlar. Sonra 1954’te İsa Yusuf Alptekin, Mehmet Emin Buğra gibi isimler var; Kazaklar var, Alibek Hakim önderliğindeki Kazaklar var. Bunlar gelmişler. Meselâ Kazaklar Manisa Salihli’ye yerleşmiş, bir kısmı Niğde’ye yerleşmiş. Bugün Altay köyü diye bir köy var orada. Uygurların bir kısmı Kayseri’ye yerleşmiş, bir kısmı İstanbul Zeytinburnu’na yerleşmiş. Özbekler, Kazaklar, Kırgızlar tabiî Batı Türkistan’da, yani Sovyetler Birliği’ndeki istiklâl hareketlerinin başarısızlığından sonra Türkiye’ye göç edenler var. Onların bir kısmı Afganistan üzerinden gelmiş, bir kısmı Hicaz’a gitmiş yerleşmiş.

Ruşen Çakır: Peki, meselâ bu münferit olarak gelenler, Özbekistan’dan ya da diğer yerlerden Özbekler Türkiye’ye geliyor ve tabiî ki başka bir ülkenin pasaportuyla, şununla bununla geliyor. Hızlı bir şekilde, kolay bir şekilde Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olabiliyorlar mı, yoksa uğraşıyorlar mı?

Orhan Kavuncu: Yok, o zamanlar zannediyorum, yani meselâ benim annemin babası 1938’de gelmiş, Afganistan üzerinden gelmiş. O zaman Pakistan yok tabiî. Hindistan’a geçmiş, Hindistan’dan Basra Körfezi’nden Irak’a; işte 3 ay Bağdat’ta, 5 ay Basra’da filan kalmış. Böyle 5-6 sene süren bir seyâhatin sonunda Türkiye’ye gelmiş. Adana’ya yerleşmişler. O zaman Mustafa Kemal Atatürk’ün kurduğu yapı gereği, o yapı içerisinde bunların vatandaşlık almaları çok zor değildi. II. Dünya Savaşı’ndan sonra gelenler de bir şekilde Türkiye’nin soydaşlarına kucak açmasıyla, yani kolaylıkla, kolay bir ortamda vatandaş oldular. Afganistan’dan gelenler zâten bir anlaşmayla geldikleri için doğrudan, 1982’de gelenler doğrudan vatandaş olmuşlar. Ve Türkiye’de çok kolay intibak ettiler. Türkiye mozaiğini biliyorsunuz. Bizim rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu’nun söylediği gibi, “Hepimiz bir kilimin desenleriyiz” ifâdesindeki gibi o mozaiğin içerisinde çabucak kaynaştılar, o kilimin içinde bir çeşni, desen olmak üzere topluma uyum sağladılar. Ama bir taraftan da kendi örf âdetlerini, geleneklerini bir şekilde unutmamaya çalışıyorlar, dillerini unutmamaya çalışıyorlar. Ama dil konusunda biraz daha bizim durumumuz farklı. Çerkesçe konuşan, Çerkesçe Türkçeden tamâmen farklı bir dil olduğu için o onu kolaylıkla unutmuyor, devam ettirebiliyor. Ama Özbekçe, Kazakça, Kırgızca, Türkiye Türkçesinden ne kadar farklı? Gramer yapısıyla aynı. Dolayısıyla Türkiye Türkçesini konuşan çocuklar bir müddet sonra kendi lehçelerini unutmaya başlıyorlar. Böyle bir durum söz konusu.

Ruşen Çakır: Peki, Özbek kimliğine sâhip çıkma… Yani şimdi Özbekler Türk olduğu için ve Türkiye Cumhuriyeti… Türk demek yetiyor mu, yoksa –özellikle yeni kuşakları soruyorum, genç kuşakları soruyorum– onlar kendilerinin Türk ama aynı zamanda Özbek olduğunu mu düşünüyorlar? Yoksa Özbek olmak artık onlar için çok fazla bir anlam ifâde etmiyor mu?

Orhan Kavuncu: Şimdi tabiî dışarıdaki, yani Türkiye dışındaki gelişmelerden ister istemez kimliklerimiz anlamında da etkileniyoruz. Meselâ bizim âile ve o zaman gelenler, yani 1920’ler, 1930’lar arasında gelenler, daha önce gelenler, yani Özbek, Kırgız, Kazak, Uygur olduklarını bilseler bile bir üst kimlikle kendilerini tanımlardı. “Nereden geldin?”, “Türkistan’dan geldim.” “Nerelisin?” “Türkistanlıyım.” Yani biz de meselâ “Türkistanlıyız” diye büyüdük. Hattâ diyebilirim ki, tâ ben Ankara’ya üniversiteye geldikten sonra rahmetli Galip Erdem’in, “Oğlum, Türkistanlısın da, neresindensin? Özbek misin, Kırgız mısın, Kazak mısın?” sorusu üzerine babamı aradım, “Baba, biz neyiz?” dedim. “Özbekiz” dedi. Öylece Özbek olduğumu ben öğrendim. Ama tabiî Sovyetler Birliği’nde 15 cumhuriyet var; bunların birisi Özbekistan, birisi Kırgızistan. Dedem rahmetli, “Biz Özbekleriz” diye bir Diyânet dosyasında künyesini yazmış. Bu künyesinde, “Memleketi Türkistan” diyor. “Biz Namangan şehrindeniz” diyor. “Orada bize Özbekler denilir” diyor. Buralardan çıkardım. Yani Kazak Kazaklığını, Kırgız Kırgızlığını, Uygur Uygurluğunu bilir; ama bir Türkistan üst kimliğiyle biz kendimizi tanımlardık. Ama hele Sovyetler Birliği dağıldıktan, müstakil cumhuriyetler îlân edildikten sonra, herkes, meselâ Kazak: “Ha, demek ki bizim Kazakistan diye bir devletimiz var” ya da Özbek: “Demek bizim Özbekistan diye bir devletimiz var” gibi etnik kimliğini bir ulus kimliği şeklinde de hissetmeye başladı. Ama bütün bunlar –Türkiye vatandaşı olan Özbek, Kazak, Kırgızlar için söylüyorum– Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin vatandaşı, kendini Türk hisseden insanlar olmalarına engel değil. Çift kimlikli olmak diye de bir şey söz konusu değil. “Ben Özbekistan kökenli Türküm. Kazakistan kökenli Kazakım” diye söyler.

Ruşen Çakır: Peki, bağımsız devletler kurulduktan sonra, –eskiden çok zor olduğunu tahmin ediyorum, irtibat anlamında da, ziyâret anlamında da– herhalde Özbekistan bağımsız olduktan sonra Türkiye’deki Özbeklerin gitmesi, Özbekistan’daki birtakım kişilerin buradaki akrabalarını ziyâreti gibi bir trafik herhalde yoğun olmuştur. Hele şimdi özellikle teknolojinin gelişmesiyle berâber, herhalde Zoom üzerinden ya da WhatsApp’tan yazışmalar falan olmuştur. Bâriz bir şekilde bunu yaşıyor musunuz? Neler oluyor meselâ?

Orhan Kavuncu: Meselâ ben, anne tarafımın akrabalarını, baba tarafımın akrabalarını buldum. Yani böyle burada, işte babası var, amcaları var, dedesi var. Ama öbür arkadaşın babasının amcasının oğlu var. “Benim babamın amcası yok ki, benim babamın amcasının oğlu olsun” falan diye küçük bir âileye mensup hissederdim kendimi. Ama onları bulunca bizim âile de büyükmüş diye… Özbekistan’dan münferit tanışıklıklarım oldu. Onlar buraya gelmiş. Meselâ, II. Dünya Harbi’nde Alman ordusunda Türkistan lejyonunda görev almış, sonra Türkiye’ye göç edip gelmiş. Akrabalarını sordular, soruşturdular benim üzerimden. Onlara yardımcı oldum, buldum akrabalarını. Ama bir kısmı ölmüş. I. Dünya Harbi’nden önce “Ceditçiler” hareketi zamânında Avrupa’ya göç etmiş. Sonra Sovyet İhtilâli olunca memleketine geri dönememiş, Türkiye’ye gelmiş. Atatürk’ün politikasıyla Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nde bilim adamı olmuş. Zeki Velidi Togan gibi, 22.23 gibi insanlar. İbrahim Yarkın mesela, bizim Ziraat Fakültesi’nden hocamızdı, Taşkentli’ydi. Onun akrabalarını bulduk. Bir kısmı memleketinde evlenmiş; Almanya’ya, Macaristan’a, Avusturya’ya gitmiş, ama sonra Türkiye’ye dönmüş, çocukları orada kalmış, âilesi orada kalmış, burada yeni bir âile kurmuş. O eski âilesinden insanlarla onları kaynaştırdık, buluşturduk, üvey kardeşler bir araya geldiler falan. Böyle çok güzel şeyler yaşadık.

Ruşen Çakır: Peki, şunu sormak istiyorum: Şimdi, Özbek olup da buradan Özbekistan’a yerleşmeye giden oldu mu hiç, oluyor mu? Yani böyle bir “anavatan” konsepti yok galiba.

Orhan Kavuncu: Yok, anavatan anavatan olarak duruyor, ama herkes burada yerinden memnun.

Ruşen Çakır: Evet, kültürü sormak istiyorum bir de. Sizin makalenizde birtakım şeyler var. Öncelikle Nevruz var, Özbeklerin gelenekleri olarak. Nedir meselâ? Özbekler kendi aralarında neyi yaşatmak istiyorlar ya da neyin yok olmasından korkuyorlar? Yani bir gelenek, görenek, kültürel öğe olarak Özbekler deyince ne aklımıza geliyor? Özbek pilâvı mı?

Orhan Kavuncu: Evet. İstanbul’da Türkistanlılar Derneğimiz var. Bu dernekler de zaman zaman bir araya gelmiş ve pilâv, unutulmaması gereken şey, yaşatılması gereken şey pilâv. Yani bizim etnik kimliğimizin bir sembolü hâline gelmiştir. Kazakların beşparmak yemeği, bizim pilâvımız, aşımızdır. Yani Kazaklar aş deyince beşparmağı anlarlar, Özbekler de aş deyince pilâvı anlarlar. Onun dışında işte, “çapan” deriz, mont denir ona; kuşaklı, önünde iri kuşak olan, düğmesi olmayan kaftan şeklinde. İşte, başımızda “döppü” olur, takke. Bunlar klasik yani; Kazak döppüsü, Özbek döppüsü. Herkesin kendi motifleriyle işlenmiş, böyle süslenmiş çapanları, döppüleri, takkeleri vardır. Bunları yaşatmaya çalışırlar. Türkistan pilâvı, mantı, Uygur mantısı, Özbek mantısı. Türkistan pilâvı deriz, çünkü Özbek pilavı diye adı çıkmıştır ama Türkmen’de de yapılır, Özbekistan’da da… Her yöresinde pilâv vardır; Buhara pilâvı, Semerkand pilâvı, Taşkent pilâvı… Birbirinden küçük farklılıklar gösterir. Kazaklar yapar, Uygurlar yapar. Mantı, tabiî daha çok Uygurların adıyla bence anılması gereken bir yemek. Ama Özbekler de mantıyı Özbek mutfağının bir simgesi olarak kabul ederler. Buharda pişer mantı; yani bildiğimiz Kayseri mantısı, ama “çüçvere” deriz biz. Bunlar daha büyük bohçalanır, hamurun içerisinde et ve buharda, kaynayan suyun buharında pişer. Bunlar bizim Türkistan mutfağının yemekleri.

Ruşen Çakır: Peki, şunu sormak istiyorum: Şimdi, Özbekistan’la Türkiye’nin coğrafyaları çok farklı. Özbekistan, Özbeklerin ilk yaşadıkları yerler, gerek Özbekistan ya da Afganistan gibi yerlerde daha çok, bildiğim kadarıyla –yanlışım varsa düzeltin–, hayvancılık ya da tarımla doğrudan uğraşıyor. Ama Türkiye’ye gelenlerin büyük kısmı şehirlere yerleşmiş diye biliyorum. Orada bir uyum sorunu olmadı mı? Şu anda Türkiye’de Özbekler daha çok hangi işlerle iştigal ediyorlar?

Orhan Kavuncu: Tabiî, şimdi yani ilk gelenler, I. Dünya Harbi, işte daha sonraki yıllarda gelenler, daha çok böyle toplu göç hâlinde değil, münferit gelişler. Bunlar bir şekilde yerleşmiştir. Meselâ benim iki dedem de din adamı. Dolayısıyla geldikten sonra Diyânet İşleri’ne katılmışlar, hocalık yapmışlar. Birisi müftülük, birisi vâizlik yaparak emekli olmuş. Dolayısıyla çocuklarını okutmuşlar. Yani meselâ babamlar dört erkek kardeş, bir de halam vardı. Dört erkek kardeşin üçü yüksek tahsil yapmış, bir tânesi okumamış, en büyük amcam; o da Osmaniye’de dondurmacılık yaparmış, yani el arabasıyla seyyar dondurmacılık yaparmış. Diğerleri okumuşlar. Ve anne tarafından da iki dayımın ikisi de okumuş, tahsilli. Diğer Türkistanlılar, Adana’daki hemşerilerimize bakıyorum, hemen hemen hepsi bu şekilde. İşte, ticâretle uğraşan var; dükkânını açmış, bakkal dükkânı, onunla geçimini sağlamış. Halamın eşi, kayınpederim rahmetli Şakir Altaylı, manifaturacı dükkânı vardı Ceyhan’da. Yani böyle etrâfıma baktığım zaman hemen hemen hepsi bir şekilde ya esnaf yâhut da işte memur yetişmiş. Ama son gelenler, meselâ 1982’de Afganistan’dan gelenler, onlar daha çok işte Urfa’ya yerleşenler, Hatay’a yerleşenler, oralarda tarımla iştigal ediyorlar. Ama 82’den bu tarafa, işte 42 sene geçmiş; 42 sene içerisinde onların da çocukları okudular, bir şekilde bir kısmı mahallelerinde esnaflık yapıyorlar filan. Ama önemli bir kesim de tarımla iştigal etmeye devam ediyor.

Ruşen Çakır: Yani anladığım kadarıyla daha çok orta sınıf bir profil var. Öyle görünüyor.

Orhan Kavuncu: Evet, öyle diyebiliriz.

Ruşen Çakır: Şimdi ben bu yayınlarda siyâsete pek girmek istemiyorum; ama Özbekler söz konusu olunca kendimi tutamayacağım. Şimdi, bildiğim kadarıyla Türkiye’deki Özbeklerin genellikle siyâsetteki adresi sağ partiler, milliyetçi partiler ya da MHP başta olmak üzere ya da ondan türemiş partiler falan. Böyle bir şey biliyorum. İstisnâlar muhakkak vardır ama. Son dönemlerde başka bir olay söz konusu oluyor biliyorsunuz. Türkiye’de, meselâ özellikle radikal İslâmcı, böyle IŞİD, El-Kaide gibi yapıların Türkiye’deki faaliyetlerinde, Türkistanlı, Orta Asyalı ve Özbek isimler çok telaffuz edilmeye başlandı, yakalandı falan. Biliyorsunuz son dönemdeki olaylar… Bunları herhalde siz daha yakından tâkip ediyorsunuzdur. Bu neye denk geliyor?

Orhan Kavuncu: Yani Reina meselâ, Reina’da tarayan adam Özbek çıktı. Yani maalesef bir şey var, yani tâ eski Sovyetlerin, o zamanki bağımsızlık hareketlerinden gelen birtakım alışkanlıklar diyeyim. Yani insanlarımızın, işte irticâ mücâdelesi deyince aklına İslâm geliyor, İslam’ın cihad emri geliyor falan. Bunlar tabiî günümüze uyarlanabilecek anlayışlar değil. Bu anlayışlarla da işte böyle aşırı temâyüller gösterenler çıkıyor; ama bunlar zannedildiği kadar fazla değil. Ama yani sorunuz bakımından önemsediğim bir anlayışı da bir teklif olarak ben söylemek isterim. Yani bu küçük bir grup, çok fazla olmayan bir grup olmakla berâber, Türk cumhuriyetlerinin bütününü ilgilendiren, bütününün endîşe etmesi gereken bir vaka oldu. Onun için yani Türkiye de dâhil, hattâ Türk Devletleri Teşkîlâtı’nın gündeminde olması gereken ve bir şekilde engellenmesi gereken bir durum oldu. Bu maalesef var. Zannedildiği kadar yaygın değil, ama bir endîşe kaynağı olarak var. Yanlış anlamalardan kaynaklanıyor. İşte, bağımsızlık, istiklâl, özgürlük deyince bunu İslâm’ın cihad emriyle birlikte algılayanlar böyle aşırı temâyüllere girebiliyorlar. Bunları önleyici, bilhassa eğitim bakımından tedbirler almak Türk cumhuriyetlerinin ortak politikası içerisinde bence benimsenmesi gereken bir iş.

Ruşen Çakır: Peki, Orhan Bey nasıl toparlayalım? Türkiye’de Özbekler için nasıl bir gelecek? Şu hâliyle bakıldığı zaman, aslında çok bir şikâyeti… yani herkesin şikâyeti neyse Türkiye’de, ekonomi vs. dışında özel bir şikâyeti olmayan, özellikle çok fazla ayrımcılığa, ne devlet ne de toplum tarafından ayrımcılığa da mâruz kalmayan bir topluluksunuz anladığım kadarıyla.

Orhan Kavuncu: Evet, evet.

Ruşen Çakır: Nasıl bir gelecek görüyorsunuz Özbekler için?

Orhan Kavuncu: Yani şimdi tabiî siyâsetle ilgisinden birazcık bahsettiniz, gündemimiz o değil ama. Yani bizim meselâ bu yeni nesilde zannedilenin aksine, çok İsmet Paşa hayranı hemşerilerimiz vardı. Babam bir öğretmendi. Cumhuriyet Halk Partili 27 Mayıs İhtilâli’ne kadar. Hattâ 27 Mayıs İhtilâli babama kaymakamlık bile teklif etmişti. Fakat babam bir taraftan da demokrasi falan diye, 27 Mayıs’tan sonra CHP’yi biraz eleştirmeye başladı, uzaklaştı. İşte evimize Cumhuriyet gazetesi girerken, Tercüman gazetesi de girmeye başladı. Mesela dayılarımın ikisi de sosyal demokrat, Cumhuriyet Halk Partili insanlardı. Tabiî o zaman 12 Eylül öncesi, hattâ 12 Mart öncesi, 27 Mayıs öncesi Demokrat Partili hemşerilerimiz de vardı. Ama yani Milliyetçi Hareket Partisi oluştuktan sonra, birçok Türkistanlı âile oraya doğru temâyül etti, bizler de dâhil. Babası Halk Partili olan gençler ülkücü oldular filan. Ama bugün baktığınız zaman, yani genel olarak bu insanlar, ekonomik problemler öndeyse, ekonomik problemlerin sorumlusu olarak kimi görüyorsa ona karşı siyâsî şeyler yapıyor. Tabiî, gelecek için benim şahsî arzum — ki birçok Özbek hemşerimin de paylaştığını tahmin ediyorum: Yani Türk Devletler Teşkîlâtı güçlensin. Bu, Özbekistan ve Türkiye’nin birbirine yakın, bütün Türk cumhuriyetlerinin de bir araya bu eksen etrâfında bir araya gelmesini kolaylaştırır. Yani dünya insanlarının huzûru, barışı, küresel adâlet için bizim birlikteliğimizin oluşturacağı güç önemlidir. Târih bizim şâhidimiz diye düşünürüm hep. Yani Türkler, güç oldukları zamanlarda dünyaya adâlet getirdiler. Bizim güçlü olduğumuz zamanlarda hükmettiğimiz topraklarda hangi etnisiteler varsa, bugün varlıklarını devam ettiriyor. Hindistan’dan Viyana kapılarına kadar o coğrafyayı gözden geçirin. Ama beyaz adamın gittiği yerde etnisite nâmına bir şey kalmadı. İşte Ruslar, bizi yok etmeye çalıştılar; ama kültürümüz güçlüydü. İspanya, Amerika öyle… Çin bugün yükselen bir güç. Bakıyorsunuz, yani ancak hegemonyasını Çinlileştirmekle sağlayabileceğini öngören bir altyapı, bir zihniyete sâhip. Ama biz bir güç hâline gelirsek, dünyada huzûra, barışa, insanların, insanlığın, toplumların varlıklarını geleceğe taşıma irâdelerine saygılı olan bir güç oluruz diye düşünüyorum. Benim şahsî temennîlerim bunlar. Bunu birçok hemşerimin, hattâ birçok Kazak’ın, Kırgız’ın, Uygur’un da paylaşacağını tahmin ediyorum. Öyle söyleyebilirim Ruşen Bey.

Ruşen Çakır: Orhan Bey, çok sağ olun.

Orhan Kavuncu: Siz de sağ olun.

Ruşen Çakır: Mozaiğin 18. parçası Özbekler oldu. Orhan Kavuncu’ya çok teşekkür ediyoruz. Sizlere de bizi izlediğiniz için teşekkürler, iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.