Kumlu bir rüzgar yerdeki tozları kaldırıp havaya savuruyordu.
Yeşilin ender, mavininse lüks olduğu kum rengi bir şehirdeydim.
Kerkük ile Erbil arasında, bir küçük Altun Köprü.
Savaş yorgunu bir yer olduğunu saklama ihtiyacı duymuyordu.
Bu makyajdan yorulmuş muydu yoksa ümidini mi yitirmişti bilmiyorum ama yorgun ve vurdumduymaz olduğu apaçıktı.
Altun Köprü’nün merkezinde yer alan şehitlik de şehirden farksızdı; o sadece, ölülerinin birarada olmasından aldığı güçle direnmeye çalışıyordu.
Can Kerkük, canan Kerkük
Ben sana kurban Kerkük
Her zaman neşe dolsun
Etmesin figân Kerkük
Herkesin savaşlarla ilgili bir hatırası, bir kaybı, onulmaz bir yarası, hiçbir zaman dinmeyecek bir acısı var buralarda.
Bu düşünceden utanacağını bildiğin halde bir şehitlik gördüğünde “hangi savaştan?” diye soruyorsun istemsizce.
Saddam’ım ordusu yaşlarına bakmaksızın Altun Köprü’nün Türkmen erkeklerini katlettiğinde tarih 28 Mart 1991’di.
Altun Köprü’yü terk etmeyen erkeklerin 135’i birden öldürülmüş.
Saddam’dan kaçanlar katliamın ardından Altun Köprü’ye birkaç hafta dönememişler.
Döndüklerinde, facianın boyutlarıyla yüzleşmişler.
Bir çoban şahit olmuş katliama, köyün gençlerini toplu mezarın olduğu yere götürmüş.
Cesetler çok kötü durumdaysa da ayakkabılardan, dişlerden, bazı kıyafet parçalarından kimliklerini saptamak mümkün olmuş.
Altun Köprülüler ölülerini çıkarıp burada usulünce defnetmişler.
İşte bu Altun Köprü’de duydum onun adını.
Dayı Maruf derlermiş ona, herkesin itibar ettiği rikkat sahibi bir ihtiyarmış, seksenyedi yaşındaymış.
Evi çamurdanmış, duvarı ağaçtanmış.
Yoksul geldiği dünyada bir ömrü yoksul yaşamış.
Ama pek az insana nasip olacak enginlikte bir yüreği varmış.
Sokağın başında anladım o ev olduğunu.
Branda uçmasın diye üstünü taşla doldurmuşlar.
Daracık bir kapı, küçücük bir avlu.
Avlunun üstünde sıcaktan korunmak için bir çarşaf gerili.
Sağda bir mutfak, tencerenin içinde sıra sıra sarmalar, bir de başka bir çağdan fırlayıp gelmişçesine caka satan bir buzdolabı.
Solda bir oturma odası, bir sedir, büyücek bir yüklük.
İçi gözükmesin diye dolabın kapağını bir örtüyle örtmüşler.
Oturma odası ile yatağı bir duvar bölmüş.
Duvarlarda işlemeler, küçük süsler.
Dayı Maruf, ziyaretine geleceğimizi öğrenince bir Türkmen Beyi gibi en şık kıyafetiyle bizi karşılamaya karar vermiş.
Bir ömrü birlikte geçirdiği Münevver Hanım’la birlikteydi.
Manisi, hoyratı bol olan bu şehirde bir tane de o okuyuverdi.
Dağlar dağladı beni
Gören ağladı beni
Demir zincir kâr ermez
Kerküküm bağladı beni
Hatay’da deprem olduğunu duyunca Türkmen Cephesi’nden birini çağırmış evine.
Halısını gösterip “bunu alacaksın,” demiş, “götürüp Türkiye’ye vereceksin.”
Olmaz demişler, sen zaten yoksul bir adamsın, biz senin adına yardım ederiz demişler.
“Eğer siz bu halıyı alıp depremzedelere göndermezseniz,” demiş, “ben bu yürüyemeyen bacaklarımla sınıra kadar yürüyüp bu halıyı onlara veririm.”
Çanakkale şehitliğinde akrabalarının da yattığını anlattı.
Giderken, bir fotoğraf çektirelim Dayı Maruf, dedim.
Fotoğraf çektirdik.
Bizi uğurladı.
En sonda ben vardım, tuttu beni, “Türkiye’ye selam söyle, devam olasınız, iyi olasınız,” dedi.
Pek beceremem ama Altun Köprü’den ayrılmadan bir mani de ben söylemek istiyorum.
Evi çamurdandır dediler
Duvarı ağaçtandır dediler
Bir değerli halısı vardı
Hiç düşünmeden verdi dediler