Kaushik Basu: Demokraside “kazanan her şeyi alır” mantığı nasıl önlenir?

1952 Kalküta (Hindistan) doğumlu Kaushik Basu, Dünya Bankası eski Başekonomisti. Kendisi hâlen ABD’de Cornell Üniversitesi’nde ekonomi profesörü ve Brookings Institution’da yabancı uzman olarak görev yapıyor.
Basu’nun 22 Ağustos 2018’de project-syndicate.org‘da çıkan yazısını Oğul Tuna çevirdi.

Kaushik Basu

Demokrasi krizde. Sahte haberler (fake news) ve sahte haberler hakkındaki sahte iddialar kamusal dili zehirliyor. Siyasal partiler, seçim kazanma uğruna yabancı düşmanlığına ve diğer zararlı stratejilere daha çok başvuruyor. Aynı anda, Vladimir Putin’in Rusyası gibi revizyonist güçler Batı’daki seçimlere müdahale etmeye yönelik çabalarını artırmış durumda. Bugüne kadar ABD böyle küstahça saldırılara nadiren maruz kalmıştı; bugüne kadar dünya, barış zamanında böyle alçakça hareketlere nadiren tanık olmuştu.
Dahası, demokrasinin içinde bulunduğu kriz tamamıyla yeni de değil. Ben 70’li yıllarda Delhi’de öğrenciyken, ABD’nin Hindistan’daki seçimlere “katıldığı” sıkça dile getirilirdi. Bugün olduğu gibi o zamanlarda da resmî olmayan kanallarla yayılan dedikodular yüzünden kurguyu gerçekten ayırmak, sıradan yurttaşlar için zordu. O dönem ağızdan ağıza yayılan bir şakaya göre bir kişinin CIA ajanı olduğundan şüphelendiğinizde hemen Hint yerel istihbarat bürosunu aramanız gerekirdi; fakat telefonu açan şüphelendiğiniz kişi çıkarsa şaşırmamalıydınız. Tabii, bu şakalar her zaman lafta kalmıyordu.
Bugün olayların çok daha farklı bir hâl aldığı söyleniyor. Birleşik Krallık yakında, resmî çıkış anlaşması olsa da olmasa da Avrupa Birliği’nden ayrılacak. Aynı zamanda ABD, dünya ekonomisini güçten düşürecek bir döviz savaşına sebep olabilecek, şiddeti gittikçe artan bir ticaret savaşı veriyor. Bütün bu gelişmeler demokratik ülkelerde nasıl oluyor da gerçekleşebiliyor? Bu olaylarla ilgili ne yapılabilir?

İkinciliğin fayda sağlamadığı durumlarda

İlk soru hakkındaki bir hipotez; yeni dijital teknolojilerin şirketlerin, siyasal partilerin ve diğer büyük kurumların yapısal teşvikleri değiştirdiğini ifade ediyor. Bu hipotezdeki “şirketler” üzerine bir düşünelim. Tüketicilerin tercihleri ve davranışları hakkındaki özel veriler, ölçeğe göre (devasa miktarda) artan getiri sağlıyor. Bu da birkaç dijital teknoloji devinin piyasada tekellleşmesine sebep oluyor. Diğer bir deyişle, piyasalar kazanan her şeyi alır mantığına gitgide daha fazla yöneliyor: Ortada rekabet eden pek çok şirket olsa bile kazanan bütün ganimete sahip olur.
Seçim demokrasisi de aynı yönde ilerliyor. Seçimleri kazanmanın getirileri öyle çok ki siyasal partiler zafer kazanmak için yeni alçaklıklara imza atıyor. Ve şirketlerle birlikte, seçmenlerin tercih ve davranışlarına dair verilerin ve anahtar konumdaki seçmeni hedef alan yeni stratejilerin yardımıyla başarılı oluyorlar.
Böylece karşımıza demokratik partiler ve siyasetçilerle ilgili anlamlı bir ikilem çıkıyor. Eğer “kötü” bir parti nefret söyleminden ve ırkçılıktan yararlanarak kazanma şansını artırıyorsa, “iyi” parti ne yapmalı? İlkelerine bağlı kalırsa, zaferi “kötü” partiye bırakmış olacak ve daha fazla zararın yolunu açacak. “İyi” parti bu yüzden ilkelerinden ödün verip geri adım atabilir ve sonucu önleyebilir ancak böylece alçaklıkta dibe vurma yarışı başlatacaktır. Kazanan her şeyi alır mantığının sıkıntısı da budur. İkinciliğin fayda sağlamadığı durumlarda tek taraflı hareketin zararlı tahammül edilemez derecede yüksek olabilir.

“Güçsüzlerin gücü”

Ama mesele yine de göründüğü kadar ümitsiz değil. Bugünkü demokrasi krizinin ışığında, Václav Havel’in 1978 tarihli ufuk açıcı makalesi “The Power of the Powerless”* (Güçsüzlerin Gücü)’nü yeniden okumak iyi olacaktır. İlk baskısı el altından yapılıp Çekoslovakya’dan kaçırılan makale, basit ancak çetin bir argüman sunuyor: Diktatörlükler ve otoriterliğin diğer muktedir biçimleri, devasa ve tepeden inmeci yapıya sahip gibi görünebilirler. Ancak son kertede, bu rejimler yalnızca sıradan bireylerin inançları ve seçimlerinden meydana gelmektedirler. Havel’in argümanını formel biçimde sunacak, modern ekonomi kuramına uygun araçları yoktu. Yeni kitabım “The Republic of Beliefs” (İnanç Devleti)’nde Havel’in argümanının özünün, basit oyun teorisiyle formel bir yapıya kavuşabileceğini gösteriyorum. Sonuç olarak da ahlakî tercihleri olan sıradan bireylerin, büyük kurumsal oyuncuların işine gelmediği ortaya çıkıyor.

Vaclav Havel

“Güçsüzlerin gücünün” demokrasiyi kurtarmada kilit rolü var. Sıradan vatandaşlar, şirketler ve siyasal partilerden farklı olarak kazanan her şeyi alır zihniyetine mahkum değiller. Çünkü bu insanlar, büyük zarara uğramadan ahlakî bağlılıklarında devam edebilirler.
Gelişmekte olan bir ülkedeki ayakkabı üreticisini ele alalım. Sektörde yalnızca iki şirket varsa ve bunlardan biri işgücü standartlarını asgari ölçekte bile ihlal etmeyi reddediyorsa bütün piyasayı kaybedebilir. Böylece etik değerlere uymayan rakibi baskın hâle gelip ürettiği ayakkabıları daha ucuza satabilecektir. Fakat tüketicinin bir miktar daha fazla ödeyip işçi haklarını ihlal etmeyen üreticiyi seçtiği takdirde, etiğe uymayan firma kazançlı olmayacaktır.

Bireyin vicdanı, doymak bilmez muktedirlere karşı nihaî koruyucudur

Aynı dinamik seçimlere de uygulanabilir. Matematiksel istatistikçi Harold Hotelling ve ekonomist, siyaset kuramcısı Anthony Downs’un öncülük ettikleri klasik seçim teorisi; insanların kişisel çıkarlarına göre oy verdiğini söyler. Yine de yurttaş, ahlak kaidelerine bağlı kalarak ve çıkarını göz önünde bulundurarak oy vermeye karar verirse; etik dışı seçim kampanyası avantaj sağlamaktan ziyade zararlı çıkacaktır. Buna benzer bir görüş Sebastian Haffner’in tamamlanmamış hatıratı “Hitler’e Meydan Okumak”ta ifade edilmişti. Cass Sunstein’ın Haffner’ı tenkit ettiği yazısında dile getirdiği gibi: “Bireyin vicdanı, doymak bilmez muktedirlere karşı nihaî koruyucudur.”
Bu tür ahlak kuralları inşa edip koruyacak, muhtaç olduğumuz sıradan yurttaşlara daha iyi toplumsal eğitimle sahip olabiliriz. Böylece insanlar sahip oldukları gizli gücü anlarlar ve böylece dijital platform kullanıcıları karşılaştıkları haberlerin kaynaklarını kontrol etmeyi öğrenirler.
İnanıyorum ki minimum ahlakî değere sahip çıkmak isteyen fakat her şeyi kaybetme korkusu yaşayan şirketler ve siyasal partiler mevcut. Bu kuruluşlar, demokrasimizin ihtiyaç duyduğu değişimi sağlayacak kaynakları ortaya koymalılar. Seçmenler, siyasal seçim ve tüketim esnasındaki kararlarının, şirketlerin ve partilerin oynadıkları oyunun doğasını temelden değiştirebileceğinin farkında olmalılar. Demokrasinin geleceği yurttaşın ellerinde.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.