Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Kemal Can ile “5 Soru 10 Cevap” (18): Memleketin akıl sağlığı

Ekonomik kriz ağırlaştıkça karşı karşıya olunan tablo neden bulanıklaşıyor? Başta hukuk olmak üzere hak ve özgürlükler ne kadar güvencede? Dış politikada olanı anlayabilmek, akıl sağlığını koruyabilmek ne kadar mümkün? Kemal Can yorumluyor

Yayına hazırlayan: Uğur Gümüşkaya

Merhaba iyi haftalar. 

Bu hafta memleketin akıl sağlığını konuşacağız. Buna ilham veren, geçen hafta MHP lideri Devlet Bahçeli’nin ‘Memleketin bir ruh sağlığı yasasına ihtiyacı var’ şeklindeki sözleri.  Bir takım temel meselelerde hakikaten toplumsal akıl sağlığını tehdit etmeye başlayan gelişmeler eşliğinde sahiden böyle bir şeye ihtiyaç var mı sorusuna cevap aramaya çalışalım. Çünkü pek çok meselenin anlaşılması mümkün olmaktan çıkıyor; giderek tek tek insanların ve genel olarak bütün toplumun yönünü kaybettiği ve bir kısmın diğer bir kısmı ya da yöneticilerin herkesi yok sayarak ilerlediği bir zemine doğru gidiliyor. Şimdi çeşitli konu başlıkları itibarıyla, bir duruma bakalım ve sonunda da sahiden bir ruh sağlığı müdahalesine ihtiyacımız var mı tekrar konuşalım.

Dış politikada olanı anlayabilmek, akıl sağlığını koruyabilmek ne kadar mümkün?

Bildiğiniz gibi dün gece -daha önce de örneklerini gördüğümüz üzere- ABD Başkanı Trump bir tweet attı. Bu tweet doğrudan Türkiye ile ilgiliydi. Bu ülkede yeterince akıl sağlığını bozan aktör yokmuş gibi, deniz aşırı bir aktör de bu delirtme çabasına katılıyor. Trump’ın açıklamaları ile sürekli değişen dengeler ve Trump’ın açıklamaları ile anlaşılmaz hale gelen, giderek içinden çıkılmaz gelişmeler yaşanıyor. Bir süre önce Trump Suriye’den çıkacağını açıklayarak bütün dengeleri değiştirmişti. Türkiye’nin yeniden ABD ile normalleştiği tekrar müttefik hale dönüşebileceği yorumları yapıldı. Bu tartışma tamamlanmadan yeni bir drum ortaya çıktı. Trump dedi ki: “Eğer Kürtlere saldırırsa Türkiye ekonomik olarak ciddi zorluklarla karşılaşabilir”. Bunun altından bir tehdit iması çıkartanlar da var, bir durum tespiti olarak yorumlayanlar da var. Ama her durumda ciddi bir tartışmayı ve zaten çok anlaşılamamış durumu karmaşıklaştıran yeni bir meseleyi ortaya koyuyor. Dolayısıyla, iyice içimize girmiş pek çok dış politika konusu, sürekli bir belirsizlik yaratan gelişmelerle büyük bir çalkalanma yaşatıyor. Bununla ilişkili olabilecek başka gelişmeler de oldu. Çok uzun bir süredir devam eden Abdullah Öcalan ile kimsenin görüşememesine bir kapı açılarak kardeşiyle görüşmesi sağlandı. Bunun da Suriye meselesi ile ne kadar alakalı olduğu önümüzdeki günlerde ortaya çıkacak.

Her yeni gelişme yaşandığında, olanı anlamak ve buna göre pozisyon geliştirmek mümkün olmadığından, refleks davranışlarla geçiştiren bir durumda kalıyor herkes. Trump’ın gece yaptığı açıklama geldiğinde, bir yanda bir tarafta mehterler çalmaya başlıyor, bir tarafta da  “bu yine kayıkçı kavgası Trump seçim öncesine Erdoğan’a yeni bir politik fırsat veriyor. Bu fırsatı kullanarak hem iç kamuoyunu hareketlendirecek hem de he de ekonomik krizin derinleşmesine gerekçe bulunacak. Bunun için yapılıyor” deniliyor. Yani mehter ve komplo baş başa ve çoğu zaman aslında olanla ilişkisi son derece problemli biçimde devreye giriyor. Bu refleksler, anlama gayretini iyice zorlaştırıyor. Akıl sağlığı için en önemli meselelerden biri olan, anlama, ne ile karşı karşıyayız, neyin içindeyiz meselesini fark etmek ve bunlar üzerine düşünmek imkansız hale geliyor. Muhtemelen önümüzdeki günlerde bu karmaşa yeni komplikasyonlarla devam edecek. Çünkü orada bunun devamı olacak bir takım adımlar da beklenebilir. Tampon bölgeden bahseliyor Trump’ın tweetinde; Kim kontrol edecek gibi bir takım açık uçlu sorular var.

Ekonomik kriz ağırlaştıkça karşı karşıya olan tablo neden bulanıklaşıyor?

Genellikle bir durum netleşmeye başladığında, bunun niye olduğu tartışması biter ve tartışma büyük ölçüde ‘peki ne yapmak lazım, bunu nasıl çözmek lazım?’ gibi bir yere doğru evrilir. Sağlıklı düşünme biçimi böyledir. Beklenen ya da beklenmedik bir sorunla karşılaşınca, o sorun tamamen netleşene kadar buraya nasıl bir geldik diye bir tartışmanın anlaşılmaz bir tarafı yok ama artık her şey somutlaşıp durum netleşince bunun berraklaşıp biraz daha sonuca dönük konuşulur.  Ama Türkiye’de yaşadığımız ekonomik kriz ve buna bağlı sorunlarda durum böyle cereyan etmiyor. Tam tersine çok somut sonuçlar, çok net tablolar ortaya çıkmasına rağmen durum başlangıç noktasından da daha bulanık hale geliyor. Hala artan bir belirsizlik ve bulanıklık var. Bunu sistemli olarak yaratan bir siyasi dil de var. Erdoğan ve diğer aktörler aslında krizin geçtiğini, çok güçlü bir ekonomiye sahip olunduğunu ya çarpıtılarak ya da manipüle edilerek bir takım rakamlar eşliğinde ortaya koyuyor. Tabi bu bulanıklığı daha da artıran bir şey ama işin bir başka cephesi daha var. 

Bu krizin işaretleri ortaya çıktıktan sonra, ‘bu öyle bir kriz ki, canı yananlar, çok ciddi hasar alanlar bunu seslendiremeyecekler, bunun lafını bile edemeyecekler’ sözü büyük ölçüde gerçekleşiyor. Krizin sonuçlarından çok olumsuz etkilenenler bunu dile getiremiyorlar, anlatamıyorlar. Şikayet etmeyi bile suç haline getiren, ülkeye düşmanlık olarak tarif eden bir baskı yaşanıyor. İnsanların kendi durumlarını algılamayla ilgili yaşadıkları sıkıntı ile de bağı olduğunu ve bunun da ciddi bir biçimde kişisel ve toplumsal ruh sağlığını etkilediğini düşünebiliriz. Sorunların şikayetlerin dile getirilmemesi ve bunların çözümü için bir şey yapılmaması ve hatta yokmuş gibi davranılıp seçim ekonomisin uygulanması… Bütün bunlar ciddi sağlık sorunları.

Toplumsal yapı toplumsal kurumlar ve toplum olma hali ne durumda?

Çoğu izleyici muhtemelen haberdar, geçtiğimiz haftalar boyunca bir Palu ailesi meselesi yaşandı. Çeşitli suçlara bulaşmış bir ailenin hikayesi. Bu hikayenin güvenlik bürokrasinin işleyişinden yargının  işleyişine,  toplumdaki inanç bozulmasından genel toplumsal hezeyanlara kadar pek çok boyutu, medyaya yansıma biçimleri açısından da tartışıldı. Çok başlığı var ama bu olay bize çok derin korkulara, güvensizliklere yüklenmiş bir düşünme biçimin hakimiyetinin her yere sirayet ettiğini gösteriyor. Bu, sadece söz konusu ailenin kendi ürettikleri hezeyanlar, korkular, mesnetsiz düşmanlıklar meselesi değil, bunun tartışmasının içinde de benzer türden korkuların yaşadığını gösterdi. Bu olay üzerinden sosyolojik analiz yapan bir öğretim üyesini eleştirmek için ‘Boğaziçi sosyoloji bölümü kapatılsın’ diyen de çıktı, bu olay üzerine yapılan tartışmasını rejim problemine çevirenler de. Tartışmaların taraflarının birbirine verdiği reaksiyonlar, söz konusu ailenin yaptığı acayiplikleri aratmayacak seviyelere ulaştı. Bütün bunlar, anlama ve anlatma sorunu olan toplumun birlikte konuşma ve karşılaştığı şeyle ilgili ilişki kurmakta da patolojik bir sürece ilerlediğini gösteriyor.

Bi takım araştırmalar da -mesela KONDAnın yaptığı araştırma- bütün zorlamalara rağmen dinarlığın ya da ahlak merkezli bir muhafazakarlığın değil, görünürlüğünün arttığını söylüyor.  Dindarlığın zorlanmasına rağmen, genel olarak insanların da inançlı daha dindar hale gelmediklerini, hatta giderek dinden inançlardan uzaklaştığını gösteriyor. Bütün liseleri imam hatibe çevirerek, çok zorlayıcı hayat tarzı tartışması yaparak yürüyen politik alan, çok sertleşen politik tavırlara rağmen aslında bir yönsüzlük hali yaratıyor. O sertleşen kutuplaşan alanda, iddia edildiği, istendiği türden bir politik dalga da oluşmuyor. İslamcılık, dindarlık yükselmiyor ama bunların kullanımları sorunlu bir hal alıyor; toplumdaki yönsüzlük ile birlikte ortak olarak konuşabildiği meselelerin çok azaldığı bir zemin yaratıyor. Bu, bir tür kaybolma bir tür de yalnızlaştırma üreterek, kendini fakirleştiren toplumsal katmanlar oluşturuyor. Kendi içine kapanmış, yalnız kalabalıklar haline dönüşüyor ve toplum olmaktan da uzaklaşıyor. Bir tür kaybolma hali. 

Başta hukuk olmak üzere haklar ve özgürlükler ne kadar güvencede?

Bir toplumun oluşturduğu yapılara, hukuk sistemine, siyaset sistemine güvenerek, oradan bir çözüm bulabileceğine inanmak o topluma aidiyeti sağlayan ve devam ettiren bir şey. Bunlar azalmaya, yok olmaya başladığında, ciddi biçimde zayıflama ve yalnızlaşma hissi artıyor. Bunu daha da artıran bir gelişme daha yaşadık; AKP’nin Genel Başkan Yardımcısı Leyla Şahin Usta dedi ki; “İnsan hakları ihlallerinden  bahsedenler bir tane somut örnek veremiyorlar.” Daha önce Cumhurbaşkanı Erdoğan da Türkiye’de özgürlüklerin alanlarını açtıklarını, basının önündeki engelleri kaldırdıklarını söylemişti. Bu iktidar sözcülerinin bazı hak ihlallerini, adaletsizlikleri yok saymaları bir uygulama savunması sınırından öteye gidiyor. 

Bu aslında şöyle açıklama; bazı hakları ve toplumdaki bazı grupların haklarını yok saymak aslında onları yok saymak. Yani Leyla Şahin Usta’nın ‘somut bir şey söyleyemiyorlar’ demesi de, bu kadar hak ihlalinin ve onların mağdurlarının iktidar nezdinde bir karşılığı olmadığı, onların yok saydıkları anlamına geliyor. Bu yok sayma, çok derin bir yalnızlaşma yaratıyor. Politik olarak memleketin yüzde 50’sini yok saymak, onların vatandaş olmaktan doğan mevcut yasal sınırlar içerisinde olan haklarını yok saymak, çok büyük bir yarılma yaratıyor. Buna karşı olarak gelişen tepkiler de bir karşılık bulmadığında, yalnızlaşma ve çaresizlik hissi toplumun ruh sağlığını önemli ölçüde bozuyor.

Muhalefet aktörlerinin tutumları iktidar sözcülerinden çok farklı mı?

Açıkçası çok parlak bir tablo ile karşı karşıya değiliz. CHP’nin İstanbul Büyükşehir adayı gitti Beştepe’de Cumhurbaşkanı’nı ziyaret etti ve onun oyunu istediğini anlattı. Yine aynı isim -İstanbul söz konusu olduğunda çok ciddi bir oy potansiyelini temsil eden- HDP seçmeni ya da Kürtler konusunda da “biz HDP’lilerin oyunu almak için özel bir şey yapmayacağız” dedi. Şimdi yok sayma açısından iktidarla muhalefet tavrı farkına bu pencereden bakalım: Siz asla alamayacağınız Erdoğan’dan oy istemeyi bir politik hamle gibi sunuyorsunuz, sonra da milyon seviyesinde oyu temsil eden bir kesimin oyunu almak ya da onları önemsediğinizi hissettirmek için bir şey yapmayacağınız söylüyorsunuz. Bu her şey bir taraf politik olarak rasyonel bir şey mi diye bakalım. Sadece fayda esasına göre bile sorunlu bir şey. 

Meclis başkanının istifası meselesinde ya da YSK’nın üyelerinin değişmemiş olmaması, seçimde usulsüzlükler olabileceği bilgileri karşısında ana muhalefet sözcülerinin bunları gündemlerine almadıklarına dair açıklamaları da bence problemli davranışlar. Bu tavırlar yalnızlık hissini ya da mevcut duruma güvensizlik ve geleceğe ilişkin umutsuzluk halini derinleştiren bir etki yaratıyor. Bunun karşısında gelişen reaksiyonlar da çok sıhhatli olmuyor. Mesela boykot sanki evde durup politik pozisyon almamakmış gibi bir yoruma 

gidiliyor. Oysa, boykot oy vermekten daha aktif olunması gereken bir şey. 

Bütün bunları alt alta koyduğumuzda, çeşitli konu başlıkları içerisindeki mevcut durumu, mevcut duruma gösterilen reaksiyonları, bunların yarattıkları toplumsal ve siyasal patolojileri birlikte düşündüğümüzde -Bahçeli’nin söylediği gibi toplum ruh sağlığı yasası ile olmasa bile- önemli bir mesele haline gelen bir tabloyla yüz yüze olduğumuzu söyleyebiliriz

Önümüzdeki hafta başka soru ve cevaplarla tekrar buluşmak üzere. 

Tekrar iyi haftalar. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.